9 Eylül 2011 Cuma

Bir İpte İki Cambaz

Dış güçlere iflah olmaz çok yönlü, ekonomik, politik, askeri, kültürel/ideolojik bağımlılık, iki ülke rejimine de, son tahlilde, “pamuk ipliği”ne bağlı bir cenderede korku ve panik halinde tutsak tutuyor. Ruhi şekillenme ve toplumsal psikoloji üzerindeki “militarist vesayet” ve “ırkçı-şoven psikoz” böyle bir patolojinin sonuçları olarak ortaya çıkıyor.


Soğuk Savaş’ın ilk 10-15 yılında Ortadoğu’da emperyaiizmin tetikçisi Türkiye idi. O zamanlar İsrail bu role stratejik ve politik bakımlardan henüz uygun değildi. Şah’ın İran’ı da öyle. Daha sonra, ortaya çıkan iç ve dış gelişmelerle Türkiye bu rolü layıkıyla oynayamaz duruma düştü. 1967 Savaşı sonrasında, Bölge’nin kalbi Siyonist militarizmine, Körfez Bölgesi de İran’ın jandarmalığına devredildi. Türkiye’nin tetikçiliği de biraz daha geri planda rezervde tutuldu.

Daha sonraları da, İran’ın kaybına karşılık, Suudilerin güçlenmesi ve Mısır işbirlikçiliğinin devreye girmesiyle Türkiye’nin görece pasif “yardım ve yataklık” mertebesine inmiş hizmetleri aynı düzeyde devam etti. Türkiye’nin emperyalizme pazarladığı “stratejik önem”inin getirisi, yani ekonomik/politik rantı de buna koşut bir seyir izledi, tedrici bir düşüş gösterdi.

1990’larda ABD Ordusu doğrudan Bölge’ye intikal edince de, kartlar ve kozlar yeniden masaya yatırıldı. Bölge’nin emperyalist çıkar ve ihtiyaçlara göre doğrudan Amerikan askeriyle sil baştan “dizayn” edilmesi operasyonu, doğrudan halklardan kaynaklanan büyük bir direnişle karşılaştı. Ayrıca, bu kapsamlı projenin sadece Amerikan askeri gücüyle gerçekleştirilemeyeceği ortaya çıktı. Başka nedenlerle birlikte bu, bir ABD kriziydi. Filistin ve Kürt direnişleriyse, kapitalizmin global bunalımı çerçevesi içinde, iki baş tetikçinin bunalımını derinleştirmekteydi. Arap İsyanları, bütün bunların üzerine tüy dikti.

Bugün, bu toz duman içinde, bütün aktörler kendi durumlarını sağlama alacak hamleler peşindeler. Herkes bulanık suda balık avlama hevesinde. Her rejim kendini tehdit atında görüyor ve önce evinin içini temizlemeye çalışıyor, yani iç hoşnutsuzlukları şiddetle bastırıyor. Kimi de “fırsat bu fırsattır” deyip uğursuz planlarını evreye sokuyor.

Emperyalizmin hedefi hiç değişmiyor


Bölgeyi ekonomik olarak uluslararası kapitalizme (bugün, Küreselleşme yağmasına) eklemlemek ve bunun politik zeminini (bugün, Yeni Dünya Düzeni) oluşturmak, “İsrail ile ABD’ye biat” eden rejimleri iktidara getirmek, tahkim etmek.

“İkiz kardeşler”e, yani, iç özellikleriyle dış ilişkileri neredeyse aynı yapısal özelliklere sahip İsrail ile Türkiye’ye gelince, bir başka kriz tablosu ortaya çıkıyor. Görünürde, bu iki ülke Bölge’de istikrarlarıyla temayüz ediyorlar. Ekonomik olarak da “en gelişmişler”i coğrafyanın. “Ordu-millet elele” militarizminin ise, sağlam bir toplumsal oydaşmaya hizmet ettiği, temel yapıya süreklilik kazandırdığı iddia ediliyor. Emperyalizmle olan bağlarının da bu rejimlere güç kattığı kuşkusuz. Bölge’nin iki “en büyük Ordusu”na sahip olmaksa, ayrı bir güç kaynağı.

Ama bu parlak görüntünün ardında, temel zaaflar var ve bunlar bugün büyük bir bunalım durumuna işaret ediyor. İki ülkenin de dışardan gelmiş fetihçi akıncılarca yerleşik halkların (ev sahiplerinin) hak gaspları üzerinde kurulmasının “damga”sı, tarihsel bir doğum lekesi olarak asıl kaygan varlık zeminini oluşturuyor. Onların kurumlarını, psikolojilerini, hayata bakışlarını, korkularını, şiddete yatkınlıklarını, zor aygıtlarıyla ilişkilerini, öznel ve nesnel tüm yapısal özelliklerini belirliyor.

Büyük Filistin Kıyımı ya da Ermeni Tehciri, Rum Mübadelesi, Kürt Kirli Savaşı türünden “çözümler”in zemini çürük yapıyı daha da çürüttüğü ve derde deva olmadığı ortada. Bu Meşruiyet Sorunu, militarist/Irkçı-şoven omurgayı iyice taşınmaz hale getiriyor. Siyonist Devlet’in “lanetli” varoluşu ile 400 yüzyıllık Osmanlı istibdadı ve Soğuk Savaş Türk militarizminin tetikçiliği, iki ülkeyi de Bölge belleğinde “unutulmaz, affedilmez, güvenilmez” kılıyor.

“Batıcılık” ve “işbirlikçilik” yaraya tuz basıyor. Organizmaya yabancı iki unsur, kendilerini emperyalizmin uzantısı yapan arterlerden kan alıp besleniyorlar belki ama bu, dışlanmışlıklarını ortadan kaldırmıyor, aksine derinleştiriyor. Bünye, yabancı maddeyi kabul etmiyor; kabul edilmeyen halklar değil, yapılar. Yoksa, Ortadoğu’nun kadim halklarının yüreğinde ve yorgun güneşinin altında herkese yer var. Onlar, başkalarından “yer” esirgedikçe, dışlanıyorlar.

Dışgüçlere iflah olmaz çok yönlü, ekonomik, politik, askeri, kültürel/ideolojik bağımlılık, iki ülke rejimlerini de, son tahlilde, “pamuk ipliği”ne bağlı bir cenderede korku ve panik halinde tutsak tutuyor. Ruhi şekillenme ve toplumsal psikoloji üzerindeki “militarist vesayet” ve “ırkçı-şoven psikoz” böyle bir patolojinin sonuçları olarak ortaya çıkıyor.

İki devlet de moral, politik ve askeri bakımdan yenilmiş

Nihayet, gri/soyut teorik belirlemelerin gerisinde başka gerçekler de var. Her iki ülke rejimleri de, bugün Filistin ve Kürt Direnişleri karşısında tarihsel, moral, politik ve askeri bakımdan yenilmiş, daha doğrusu iflas etmiş durumdadırlar. Her iki yapı da, sadece yıkma ve yok etme yetisini kullanmaya uyarlanmış bir halde herhangi “yapıcı,” “çözücü,” “barışçıl” proje üretecek kapasiteye ve niyete sahip değillerdir. Yapısal özelliklerinin kaçınılmaz sonucu olan bu şiddet kısır döngüsü onları içten içe kemirmekte, çürütmekte, boğmaktadır. Kendi yaktıkları ateş çemberini aşamamakta, o ateşte kavrulma korkusuyla yangına körükle gitmektedirler.

Bu durumda, emperyalizm her ikisi için de can simidi olmaktadır. Bu bir basit tercih değil, bir nesnel varoluş koşulu, bir yükümlülük, bir yazgıdır bu türden rejimler bakımından.

ABD nezdinde gözden düşmek bile değil, bir nebzecik itibar ve buna bağlı olarak da destek yitirmek İsrail için ölümcüldür. Görkemli İsrail militarizmi bu kadar kof, bu kadar umarsız, bu kadar zavallıdır aslında. Amerikan, giderek, emperyalizm bağlantısı onun için bir var olma meselesidir. İsrail rejimi, Amerika üzerinde her zaman ağır bir yük olagelmiştir. ABD açısından İsrail’i taşımak Ortadoğu’da büyük ekonomik, politik bedeller pahasına üstlenilmiştir. Bu yükün ağırlığının bir gün ABD’de ters tepkiler yaratma olasılığı Siyonistler için hep bir kabus olmuştur ve zaman zaman ABD içinde güçlü çatlak sesler” de yükselmiştir.

Talep çok olunca arz aslanın ağzında olur

Büyük bedeller karşılığı İsrail’e verilen Amerikan desteğinin ardında, kuşkusuz, güçlü lobiler, sermaye odakları, tarihsel, dinsel, kültürel, duygusal nedenler vardır ama son tahlilde soğuk stratejik hesaplar da bulunmaktadır arkaplanda. Hiçbir İsrail hükümeti ya da devlet yetkilisi, bu çıkar bağlarını hesaba katmadan Amerikan desteğine, bu yaşam kaynağına güvenemez. Bu nesnel bağ, Siyonist Devlet’in “önemi”, dolayısıyla da taşınması, genel olarak emperyalizmin, özel olarak da ABD’nin, giderek, kapitalist-Batı medeniyetinin, politik-kültürel-ideolojik-ekonomik ve herşeyden öte askeri “ileri karakolu,” “sıçrama tahtası,” “vitrini,” ve “organik uzantısı” olma gerçeğinden soyutlanarak ele alınamaz. O, aynı zamanda, Bölge halklarını korkuyla “terbiye etme”nin, Amerikan inayetine mecbur kılmanın, öykünmenin, irade kırılmasının, görünmez baskıların ve şiddetin de aracıdır. Ve bunlar emperyalizm bakımından stratejik değerlerdir.

Uzun uzadıya anlatmaya gerek yok, Türkiye de farklı değildir. Kuruluşundan, İngiliz ve Fransız desteklerinden, Sovyetlerle tampon ihtiyacından, sınırda bir potansiyel güç oluşturma projesinden, benzer stratejik hesaplardan başlayabiliriz ama gerek yok. Şu saptama yeterlidir: İkinci Dünya Savaşı’ndan buyana, Türkiye’nin bu yapısıyla ayakta durabilmesinin temel dayanağı çok yönlü emperyalist destekler olmuştur. Bu destekler, kuşkusuz, halka değil, yönetenlere, burjuvaziye, devlete, üstelik çok ağır koşullar karşılığı verilmiştir ama sonunda bu temelden çürük egemenlik sisteminin çarkları iyi –kötü döndürüp ülkeyi yönetebilmesini, bugüne kadar gelebilmesini mümkün kılmıştır. Onlar için de dolayısıyla emperyalist destek yaşamsaldır.

“Emperyalist destek” ise, hem değişgen, kırılgan ve nankördür, hem bu kriz koşullarında sınırsız da değildir. Talep çok olunca, arz aslanın ağzında olur, rekabet keskinleşir, kapitalizmin orman yasaları hükmünü sürdürür. Ve icabında sınırlı rant paylaşımı uğruna iki kadim müttefik ülkeyi de birbirine düşürür.
Bence, İsrail ile Türkiye arasındaki son krizlere bir de bu açıdan bakmakta yarar var.

Büyük Patron’un himaye ve desteğine muhtaçlar

ABD’nin Bölge halklarıyla savaşırken bu iki ülkenin işbirliğine ihtiyaç duyması gibi, bunlar da Filistinlilere ve Kürtlere karşı kendi savaşlarında Büyük Patron’un himaye ve desteğine muhtaçdırlar. Bu RANT için kıyasıya bir öne çıkma, baş gözde, teknik deyimle “en fazla kayrılan ülke” seçilme peşindedirler. Tabii bu durumun, askeri ve ekonomik yardım, diplomatik destek, vb. yan gelirleri de işin cabasıdır.

Şimdi bu iki ülke, aynı ipte oynayan iki cambaz gibi, Amrika’nın baş tetikçisi olma yarışı içinde kozlarını ortaya sürüyorlar. İsrail, lobisine, tarihsel ve kültürel bağlarına güveniyor ama ABD açısından yükü de ağır. O, Türkiye’yi “politik İslam”ın tehlikeli sularına açılmakla itham ediyor efendisine. Buna karşılık, Türkiye, Bölge’de tecrit İsrail’in yerine herkesle ilişki ve diyalog içinde olmanın avantajlarına oynuyor. Bu konumunun daha elverişli olduğu hesabına dayandırıyor hamlelerini. Bölge ülkeleriyle kavgalı İsrail’le kapışıması, ötekilerle ilişki ve diyalog kurmasını mümkün kılıyor, ona kapılar açıyor ve dolayısıyla da ana kozunu güçlendiriyor. İsrail türü, hesapsız, orantısız, ödünsüz, tabiri caizse dar pratikçi ve başına buyruk tetikçilik yerine Türkiye, içinde militer araçları da gizleyen “Truva Atı” rolüne soyunuyor.

Zaten Amerikan silahlı güçleri Bölge’de konumlanmışken kendisine düşen ikincil militer rolleri de kabul ediyor, daha ileri fedailiklere de hazır olduğu imajını saklı tutuyor. Örneğin, füzeleri değil ama radarları yerleştirerek, “Füze Kalkanı” saldırganlığında “yardım yataklık” suçunu işliyor; Libya’da askeri işlev üstleniyor; Suriye’yi arkadan ve önden vurma yollarını açık tutuyor; Afganistan’a “sömürge valisi” atamanın, Lübnan’da BM kisvesinde “dolaylı işgal gücü”ne katkı sağlamanın parlak siciline oynuyor. Türkiye, Amerikan emperyalizmine, Bölge halklarının karşısına kendisinin sunduğu “ılımlı İslam modernitesi”nin maskesiyle çıkmasını öneriyor, emperyalizmin teorisyenlerinin “hümanist emperyalizm” tezlerine “yerel kılıklı emperyalizm” modeliyle katkıda bulunuyor. Bu arada rakibine vurarak onu iyice yalnız konuma düşürüyor, ana yarasını kaşıyor, zaafını iyice gözler önüne sermeye çalışıyor.

Yıpranmış stratejik batağa saplanmış üç ülke


Stephen Kinzer, 5 Mart 2010’da Guardian’da şunları yazıyordu: “Türkiye, Amerika’nın gidemediği yerlere gidebilir, konuşamadığı hiziplerle konuşabilir, ve yapamadığı anlaşmaları kotarabilir. Ve üstelik batının temel değerleri ve stratejik hedeflerine de bağlıdır. Başka hiçbir ülke, ABD’nin bölgenin amansız çöllerinde, ovalarında ve dağlarında yön bulabilmesine yardımcı olacak araçlara Türkiye kadar sahip değildir.” İşte Türkiye’nin İsrail karşısındaki büyük kozu!

Bu kozu devreye sokmanın bir yolu da İsrail’le kriz çıkartmak değil midir? İstihbaratçı Mahir Kaynak şöyle yazıyor 4 Eylül tarihli köşesinde: “Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinin bozulması şartlara uygundur. Bölgesel bir güç olmak isteyen ülkemiz bölgedeki tüm halkların düşman saydığı bir ülkeyle dost olamaz...” “Bölgesel güç” olmak, aslında, emperyalizmin taşeronu olmak, bundan nemalanmak ve bu arada Amerika’ya sığınıp efelik taslamak, zulmetmek halklara, başka bir şey değil kuşkusuz.

Türkiye hevesli, Kürt Direnişinin korkusuyla malul ve sıkışmış müflis tüccar. Bu nedenle de hamleleri cüretkar kumarbaz misali, sert ve canhıraş. En ölümcül numaralarla bile kendini isbata hazır.

Aslında, sıkışmış, yıpranmış, ekonomik/stratejik batağa saplanmış üç ülke arasındaki kıyıcı bir oyun bu. Bir yanda ikiz kardeşler, öte yanda Büyük Birader. İkiz kardeşler, himaye, baş jandarmalık, seçilmiş gözdelik, rant ve militarizmlerine tam destek peşindeler. Birbirlerini kolladıkları, aynı yolun yolcuları, aynı siperlerin askerleri, stratejik müttefik oldukları kesindir ve kendi dünyalarına özgü “dostlar alışverişte görsün” türünden doğal çıkar didişmeleridir olup bitenler. Bir kayıkçı kavgasının perde arkasındaki reel çıkar çatışmalarının, gözboyayıcı çelişkilerinin, gizli pazarlıklarının, bencil kapışmalarının, kirli numaralarının, içinde hepsinden unsurlar barındıran, hülasasıdır bütün bu olup bitenler. Hem helalleşir, hem birbirlerinin gözünü oyar, hem de mazluma karşı birlikte barikat örerler.

Kurbanlar uyanık olmalı. Başta da Kürtler ve Filistinliler... Obama için davul zurnayla kutlama yapanlar... Emperyalizmden medet umanlar... Türk ya da İsrail “demokrasisi”nden çare bekleyenler... Kıyıcı egemenlerde insaf bulanlar... Liberalizmde “çözüm” ve “barış” arayanlar... Hele de Erdoğan’ı yücelten Gazzeliler, Türk “aydını”na öykünen, ondan gelen övgüye susamış Kürt “aydınlar...”
Kızarlar belki ama benden söylemesi...


HALUK GERGER

Hiç yorum yok: