24 Temmuz 2011 Pazar

Selahattin Demirtaş'la Röportaj

BDP Grup Başkanı Selahattin Demirtaş’la Silvan olayını, demokratik özerklik ilanını ve boykotun daha ne kadar süreceğini konuştuk. Demirtaş, demokratik özerklik ilanının zamanlaması nedeniyle üzgün.


Özerkliğin bir savaş ilanı değil, barış ilanı olduğunu söyleyen Demirtaş, “Bu aynı zamanda bütün Türkiye’ye taahhüttür. Kürtler, özerklik ilan etmekle birlikte yaşamanın taahhüdü altına girmiştir” diyor

Silvan’dan gelen 13 şehit haberinin ardından bir kez daha hassasiyetler tavan yaptı... Acımız büyük, yaramız derindi. Aynı gün Demokratik Toplum Kongresi (DTK), demokratik özerklik ilan etti.
Son 10 günlük süreçte taşradan büyükşehirlere, lince varan
ayrımcılık örneklerine şahit olduk... Ne yazık ki siyasetçilerin, toplumun önde gelen kesimlerinin yapıcılıktan uzak çıkışları, bu ruh halini iyice hortlattı.

Oysa sorunun özneleriyle meseleyi masaya yatırmadan ne sağlıklı bir tartışma yapabilir ne de bu şiddet sarmalına dur denebilir. Bu düşünceyle Urfa’dan başlayıp
Diyarbakır’a, oradan Silvan, Bitlis ve son olarak Van’a yolculuk yaptık.

Yazı dizisi için seçtiğimiz bu fotoğrafı, Silvan’daki tarihi Malabadi köprüsünün önünde çektik. Artuklu döneminde inşa edilen bu köprü, dönemine göre olağanüstü bir mimariyle yapıldığı için dünya tarihinde önemli bir yere sahip. Türkülerle, efsanelerle anılan  Malabadi, kültürlere, halklara evsahipliği yapıp neredeyse 1000 yıldır hâlâ ayakta duruyorsa... Ondan öğrenecek çok şeyimiz var demektir!
Her şeyden önce birbirimizi dinlemeye çalışabiliriz.

Blok vekilleri ve DTK üyeleri, son durumları değerlendirmek için Van Gölü’nde dört günlük bir kampa girdi. BDP Grup Başkanı Selahattin Demirtaş’la gelişmeleri tartıştık.

Mehveş Evin: Kürt sorununu, demokratik çözümleri, yeni anayasayı tartışıyorduk. Fakat ibre son olaylarla tersine döndü. Gerginlik, topluma da yansıdı. Yoksa kopma noktasına mı geldik?

Tablonun iyi olmadığı kesin. Bu fotoğraftaki her bir ayrıntı, bütün bu demokratikleşme, çözüm ve barış süreçlerini sıkıntıya sokuyor. Fakat bu sorunların ve sıkıntı başlıklarının kaynağı da aynıdır. Bu iş kaynağında çözüldüğü zaman kendiliğinden normalleşir. Dağdaki, şehirdeki, siyasetteki, medyadaki için de... Nerede olursa olsun,
çatışma alanlarının kaynağı aynıdır.

ME: Nedir o kaynak?

Devlet, “bu işi ben kesinlikle çözeceğim” noktasına gelmedi. Sorunun temel noktası bu. İstediğimiz kadar
PKK’yı suçlayalım, istediğimiz kadar “bunlar çözüm istemiyor” diyelim... “Ben çözüm kararımı verdim, şu şu adımları atacağım” diyen bir hükümete, kim direnebilir ki? Hükümet, Kürt sorunu ile ilgili çözüm politikasını net olarak söylese. Aynı şekilde Alevilerle, kadınlarla ilgili şunu yapacağım dese.... Bir anayasa taslağı olarak değil! Proje, düşünce olarak... Bütün bunları da diyalogla yapacağım dese. Bunların önünde kim duracak?

ME: Sizce hükümet neden bunları söylemiyor?

Öyle bir düşüncesi yok çünkü. İnsan kendi inandığı bir düşünceye sahip olsa, bunu açıklamaz mı? Biz açıklıyoruz işte bütün inandığımız projeleri! Hükümetin böyle bir çözüm anlayışı yok. Dünya görüşleri zaten sıkıntılı, demokrasi anlayışı problemli... Kürtlere, kadınlara, Alevilere bakış problemli. Zaten gerilimin kaynağı budur. Yoksa değişime, dönüşüme direnen bir çevre var. Kürtlerin içinde de de var! Ama ağırlıklı olarak devletin içerisinde.

İlk olarak BDP Grup Başkanı Selahattin Demirtaş’a, yanıtlarını
kamuoyunun da beklediğini düşündüğümüz sorular yönelttik.


Hükümet yönetemedi

ME: Bu durumun tek sorumlusu AKP midir?

Değişimi yanlış yöneten AKP, bütün meselelerin sorumlusudur.
Türkiye’de bahsettiğim şekilde bir demokrasiye karşı çıkan kim olabilir? Ama öyle bir proje koymak yerine, Ağustos 2009’dan beri, “Açıyorum açacağım. Yapıyorum, yapacağım. Kardeşiz, amca çocuğuyuz...” diyor. Onun dışında bir şey yok. Diyeceksiniz ki Kürtler’in hiç sorumluluğu yok mudur? Bizim eksiğimiz şudur. Biz projelerimizi kamuoyuna doğru anlatamıyoruz.

Geçmişten kaynaklı, devraldığımız bir ağırlık, yük var. Kürt siyaseti ortaya çıktığında ortada bir şiddet vardı. 84’ten beri devam eden bir çatışma hali... Kamuoyunda oluşmuş yükü peşinen devraldık. Türkiye’nin batısında Kürt siyasetiyle ilgili oluşmuş bir önyargı var zaten.

ME: Fakat bu önyargılar kırılma noktasına gelmişti. Kürt meselesiyle ilgili tabular  tartışılır oldu...

İçinde bulunduğumuz koşullar, 90’larla, 80’lerle kıyaslanmayacak noktadadır. Durumun vahameti şurada: Siz demokrasi,
insan hakları durumunu analiz ederken geçmişle kıyaslarsanız, hata yaparsınız. Evrensel standartlarla kıyaslamak lazım. Parametre odur.

ME: Bir yandan da 12 Eylül Anayasası duruyor...

Bugün değişim isteyen bir hükümetin önünde herhangi bir engel mi var?
Kenan Evren mi var önünde? Cunta yönetimi mi var? Yok... Ergenekon dediler, zaten hepsi içeride... Derin devlet kalmadı diye kendileri ifade ediyor. Yargı engel değil, bürokrasi, medya engel değil. Edirne’sinden Hakkari’sine kadar destek geliyor... Niye o zaman hükümet, bu kadar büyük bir fırsat varken onu çözüme dönüştürmez, sürünmecede bırakır? Kilit buradadır. Hükümet adım atsa dağdaki gerilim de sıfıra iner, onun Zeytinburnu’na veya Aynur Doğan konserine yansıması da sıfıra iner.

Başbakan’ın ruh hali

Namık Durukan: AKP seçimden sonra Kürt sorununda “muhatap benim” deyip BDP’yi dışlamayı seçti...

Doğru. Yerel deyimle söyleyeyim, başımız gözümüz üstüne... Madem Kürtleri temsil ediyor, masanın iki tarafına da kendisi otursun. Hem Kürtleri, hem hükümeti temsil ediyorsa, konuşsun kendi kendine de biz de izleyelim! Ortaya bir çözüm çıkarsın, söz veriyorum ilk alkışlayan ben olacağım. Niye yapmıyor?

ND: Kürt sorununu çözdüm diyor...

Bunların hepsi demagojidir. Kim parlamentoda çoğunluğu elde tutuyor? O zamanki
DTP her şeye engel oluyor diyorlar. TRT Şeş diyorlar, biz destek verdik.

ME: Kopma noktası referandum mu oldu? Başbakan kendi fikrini desteklemeyenlere sert çıkışlarıyla tanınıyor.

Çok toptancı bir yaklaşımı var. “Ya beni tam desteklersiniz, ya da benden değilsiniz” diyor. Bir ülkenin geleceğini başbakanın kişiliği belirler mi? Bizde belirler gibi geliyor. Başbakan’ın ruh hali, ekibiyle çalışma tarzı, ülkenin gidişatını çok etkiliyor. Demokrasi karşıtı güçlere beraber mücadele edelim ama bizim de siyasi bir kişiliğimiz, tavrımız var, bunlar ne olacak dediğinde “olamaz” diyor. Kürtleri Kürtlerden, Alevileri Alevilerden, işçileri işçilerden, kadınları kadınlardan kurtarma fikri var. Ona uymayan her düşünce tehlikeli. İşte tıkanma noktası bu.

ME: Bu sıkıntıları aşmak için ümit var mı peki?

Var tabii. Dünyanın her yerinde bu tür düşünce anlayışları ortaya çıktı, “Ben en iyisini bilirim” anlayışına karşı direnenler hep oldu. İnsanlık tarihinde ilerleme varsa, direnenler kazandığı içindir. Statükocu zihniyet kazandığı için değil. Başbakan bir statükoya karşı mücadele ederden yeni bir statüko kurdu, farkında değil. Bir vekil demiş ya “Ona dokunmak bile ibadettir.” Özetliyor işte her şeyi. AKP grubu budur. Şimdi oradan bir özgür düşünce çıkmaz.

Meclis’i terk etmedik

ME: Size yöneltilen en büyük eleştirilerden biri, Meclis’e gitmemeniz, Diyarbakır’da toplantı yapmanız... Boykot sürdükçe gerginlik de artıyor.

Biz Meclis’i terk etmiş değiliz. En nihayetinde aşılacak. Koşullar olgunlaştığında yine biz karar veririz. Bu iş AKP’nin iznine, icazetine bağlı değil. Halktan icazeti aldık. Koşullar olgunlaştığında Meclise dönüş kararı alırız. BDP parlamentoda olacak. Bunun koşulları oluşacak, ama bu da AKP’nin bize sunduğu nimetler değil. Sosyal, psikolojik ve siyasal koşullar oluşacak.

Evet, parlamentoyu güçlendirmek, dışarıdaki gerilimi azaltır. İnsanlar bize oy verirken ülke bölünsün ya da savaş devam etsin diye vermiyor. Tam tersine, demokratik çözüm için veriyor. Ama AKP’nin çözümüne razı olun, boynunuzu bükün de demiyorlar.

ND: Hükümetle görüşmelerin neresindesiniz?

Biz şunu görmek istedik: Siz böyle bir değişim sürecine açık mısınız? Bizim yemin krizimiz yok, ille de her şeyde uzlaşacağız diye bir şey yok. Ama bu meseleleri konuşmaya açık mısınız? Heyetlerin yaklaşımında olumsuz bir şey yoktu. Bu mutabakata da yansıdı zaten. Fakat aynı metinde uzlaşamadık. Yani biz o elektriği aldıktan sonra yemin mesele değil. 1 Ekim’i beklemeyebiliriz, şart değil. Ama o zihniyeti göremezsek 1 Ekim’den sonra da tutumumuzu sürdürebiliriz...
Selahattin Demirtaş tek dil, tek ırk, tek millet dayatması dışınrda tüm önerilere açık olduklarını söyledi.

Bölünmeyi tarih olarak bitirdik

ME: Demokratik özerkliği kimse anlamadı. Üstelik şehit haberinin geldiği güne rastlaması infial yarattı.

Bunlara dikkat edilmesi lazım, katılıyorum. Fakat Türkiye’de o kadar fazla değişik algı ve hassasiyet var ki. Hepsini yönetmeye kalksanız, ortada siyaset kalmıyor. Biz bütün gerçeklerin veya doğruların en çıplak haliyle görülmesini istiyoruz. Kimseyi kandırmak istemiyoruz. Türkiye kamuoyu bizden şunu bekliyor olabilir: En azından öyleymiş gibi yaparak götürün. Ancak biz çok net söylüyoruz. Siyasi bir statü olmazsa, çözüm olamayacak. Kürtleri tatmin etmeyecek. Bu siyasi statü, Türkiye’nin bölünmesine yol açmayacak.

ME: Oysa tam tersi ifade ediliyor. Yani “siyasi statü, bölünmenin başlangıcıdır” fikri hakim.

Bakın hem Kürtleri, hem Türkleri tatmin edecek şey budur: Siyasi statü olacak ama Türkiye bölünmeyecek. Gelin bunu birlikte tartışalım. AKP,
MHP, CHP ile bir araya gelelim. Diyelim ki “Kürtleri nasıl tatmin ederiz ama aynı yerde bir arada yaşamaya nasıl devam ederiz? Tedbirlerini idari olarak nasıl alırız? Hak ve yetki dağılımını nasıl yapalım ki bir arada yaşamanın koşulları oluşsun. Bunları tartışalım dediğimizde, kıyamet koptu. Madem öyle, neden geçen yıl bildirge çıktığında “tartışılmaz” denmedi? Ama daha ilk noktayı koyan başbakan oldu.

ME: Madem demokratik özerklik bu kadar iyi bir şey, neden herkes tepkili?

Bilmiyorlar da ondan. Milletvekillerine yolladık kitapçıkları, geri gönderdiler. Sorsan 500 vekile özerklik nedir diye, bilmez. Kafasındaki tek şey “vatan bölünmez, tek bir dilimiz vardır, buna da dokunulmaz.” Bunun dışında hiçbir tartışma yok. Oysa biz 10 yıldır tartışıyoruz bunları. Her toplumun özerkliği vardır. Devlet tanısın, tanımasın. Gidin bakın Hakkari’ye Van’a...
Çorum’dan Kütahya’dan farklı yaşam tarzları, dilleri, yemekleri, giyimleri var. Bunlar zaten özerk duruştur. Özerk kültür, özerk yaşam, özerk inançtır. Eleştirenler çok ciddiyetsiz. Kimse kusura bakmasın ama biz tek dili, tek ırkı tartışmayız. Başka alternatif bir modeli olan varsa onu sunsun. Hem belki bizi ikna eder? Belki projeleri daha iyidir..

Bize deniyor ya, dayatmadır... Asıl bunun tersi dayatma. Tek dil, tek ırk, tek millet, dayatmadır. Özerklik, bir savaş ilanı değil, barış ilanıdır. Aynı zamanda bütün Türkiye’ye taahhüttür: Biz bölünme diye bir şeyi tarihi olarak bitirdik. Kürtler, özerklik ilan etmekle birlikte yaşamanın taahhüdü altına girmiştir.

ME: Güzel de şiddet olduğu sürece dedikleriniz başka algılanır. Kimse konuşmaya yanaşmaz.

Doğru. Şiddeti bitirecek formül de çok basit: Öcalan çağrı yapacak. PKK onun sözünü dinleyeceğini söylüyorsa Başbakan da bu işi bitirir.
Tony Blair’i hatırlasın biraz.

ND: Parti içinde de tartışma yaşanıyor, ayrı sesler çıkıyor.

Bence bir partinin içinde bütün fikirleri tartışabiliyor olmak çok önemli. “Başbakana dokunmak ibadettir” diyen vekil gibi olsalardı, Allah korusun, ne yapardık? Çok şükür tartışıyorlar, fikirlerini söylüyorlar, zaten oradan biz bir şey çıkartıyoruz. O böyle dedi diye birbirimizin sırtına hançer saplayacak değiliz. Böyle yola çıktık. Türkiye işte böyle yaşar birlikte.
Süryani var, kadın var, Alevi var, sosyalist var, muhafazakâr var. Herkes birbirine böyle saygı duyacak. Her biri de özerktir.

Keşke öyle bir güne denk gelmeseydi

ND: Özerklik açıklamasının zamanlaması hakkında ne diyeceksiniz?

Bak Aysel Hanım da açıklamış. Keşke öyle bir güne denk gelmeseydi. Fakat bizim demokratik özerkliği gündeme alan bir toplantıya katılacağımız günler öncesinden açıklandı. Tarihi, saati belli. Basına da bilgi verilmişti. Bunu herkes biliyordu. Bizim bilmediğimiz, ne zaman bir
askeri operasyon olacağıydı. Ama bu operasyonu yapanlar bizim toplantımızı biliyordu. Dolayısıyla zamanlama hatası varsa, bunu askeri operasyonu planlayanlar yaptı.

İkincisi, deniyor ki bu PKK’nin zamanlaması. Hayır. Günlerdir operasyon yapan askerler PKK’lıların bulunduğu noktayı tespit edip o gün, o saatte yapıyorlar. Çok tuhaf bir şekilde maalesef kayıp çok yüksek oluyor. Bir şey sorulacaksa oraya sorulmalı.

Ha, buna rağmen açıklanmayabilir miydi? Evet. Fakat Aysel Hanımın kameranın önüne geçme anıyla bu olayı duymamızın arasında 1 dakika kadar vardı. Daha önce duymuş olsak, kesinlikle bu ilan meselesini önümüzdeki bir zamana bırakabilirdik. Ben de bundan üzüntü duyuyorum.

Üçüncüsü, Valilik açıklamayı niye o saatte yapıyor? Öğlen saatlerinde ölümler gerçekleşti. Niye o saatte açıklanmadı? Birileri zamanlama hatası arıyorsa orada arasın. Bakın, illa kötü niyet vardır demiyorum. Ama zamanlamayı keşke tartışacak fırsatımız olsaydı. Böylesine acı bir olayla, böylesine siyasal bir gelişme örtüşünce oradan pozitif algı çıkmadı. Demokratik özerklik, çatışma gelişsin diye ilan edilmedi. Ama gündemle öyle bir algı oluştu.

Hiç yorum yok: