TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞMESİ VE KÜRT SORUNUNDA ÇÖZÜME DAİR SİYASİ TUTUM BELGESİ
TÜRKİYE’NİN SİYASİ-İDARİ YAPISINDA REFORM
VE KÜRT SORUNUNDA ÇÖZÜM MODELİ TASLAĞI
1920’lerde
Anadolu Halklarının birlikte yürüttüğü mücadele sonucunda kazanılan
bağımsızlığın ardından ilan edilen Cumhuriyet, aradan geçen 87 yıla
rağmen demokratik bir niteliğe kavuşamamıştır. Merkeziyetçi ulus devlet
sistemi kültürel farklılıkları yok sayan sonuçlara yol açtığı gibi
Türkiye’de yaşayan tüm toplumsal kesimlerin özgürlük, eşitlik talepleri
ile sosyal ve ekonomik sorunlarını çözümsüz bırakan büyük
dengesizlikleri ortaya çıkarmıştır.
Temelde Türkiye’de yaşayan
-başta Kürtler olmak üzere- bütün farklılıkları yok sayan, bunun da
ötesinde asimile ederek kültürleri ortadan kaldırmayı resmi bir ideoloji
olarak benimseyen yönetim anlayışı, hiçbir toplumsal sorunun çözümüne
olanak sunmamaktadır. Tekçi bir devlet yönetimi anlayışıyla toplumu da
tek tipleştirmeyi hedefleyen mevcut uygulamalar, toplumsal ihtiyaçlara
cevap olmak yerine, sorunların ve krizlerin de başlıca nedeni olmuştur.
Katı merkeziyetçi ulus-devlet olarak örgütlenen devletin siyasi ve idari
mekanizmaları, Demokratik Cumhuriyet’ten daha ziyade oligarşik bir
yapılanmaya denk düşmektedir. Anayasa’nın başlangıç kısmında
Cumhuriyet’in temel nitelikleri olarak zikredilen sosyal, demokratik,
laik bir hukuk devleti olma ifadesi hiçbir dönemde hayata
geçirilememiştir. Söylemde etnik bir temele dayanmadığı iddia edilen
Türk milliyetçiliği anlayışı bir tarafa, aslında askeri, idari ve
yargısal devlet örgütlenmesinin tamamında Türk etnisitesini esas alan
bir anlayışın hakim kılındığı tartışmasızdır.
Westfalya
Antlaşması’ndan sonra başlayan ulus devlet süreci amaç olarak tek tip
vatandaş yaratmayı ve buna dayalı bir kültürel yapıyı hedeflemiştir. Bu
sistem, egemen kültür dışındaki diğer kültürleri yok ederek, inanılmaz
bir kültür katliamına yol açmıştır. Ayrıca bu süre zarfında iki dünya
savaşı, binlerce bölgesel ve yerel savaşlar yaşanmış, en nihayetinde
ulus devlet zihniyeti Hitler faşizmine yol açmıştır. İkinci Dünya
Savaşından sonra Avrupa devletleri ulus devletçi anlayışın ürünü olan bu
anlayışı aşmak için çok kimlikli ve çok kültürlü bir yapıyı esas alarak
yasalarını buna göre düzenlemeye başlamışlardır.
Etnik temele
dayalı ulus devlet anlayışının en güçlü modeli olarak gösterilen
Fransa’da bile mevcut ulus devlet sistemiyle yürümenin artık
imkânsızlaştığının görülmesi üzerine ülkedeki farklı dil ve kültürlerin
özgürce kendini ifade etmesi önündeki engeller kaldırılmış ve bu
kültürler yasal güvenceyle koruma altına alınmıştır. Halen bu köklü
değişiklikler yapılmaya devam edilmektedir. Fransa’da, 1982’de başlayan
ademi-i merkeziyetçilik süreci 17 Mart 2003’te yapılan değişikliklerle
Anayasanın 1.maddesi "Cumhuriyet yerinden yönetim ilkesine göre
örgütlenir" şeklinde değiştirilerek "üniter devlet" ifadesi çıkarılmış,
böylece yerindenlik ilkesi ve Cumhuriyetin âdemi-merkeziyetçi niteliği,
anayasa hükmü haline getirilmiştir. Ayrıca, mali denkleştirme ile
desteklenmiş bir mali özerklik garanti altına alınmıştır. “Dixion Dil
Yasası” ile birlikte Korsika, Bask, Broton, Alsas gibi dillerde eğitim,
yayın vb. haklar tanınmıştır.
Türkiye’de Türkçe dışındaki farklı
dillerin kullanımı önünde birçok yasal engel bulunurken, İtalya’da
Sardca, Almanca, Fransızca, Slovence dillerine, Avusturya’da Slovence,
Hırvatça, Çekçe, Macarca, Sorabca dillerine, ABD’de İspanyolcaya,
Finlandiya’da İsveççeye, Yunanistan’da Türkçeye çeşitli düzeylerde
özerklikler tanınmıştır.
Yerel demokrasinin kavramsal
çerçevesinin hızlı geliştiği Avrupa'da, yapılan çalışmaların ve geçmişte
kabul edilen anlaşmaların sağladığı kazanımların çok ötesine gidilmesi
gerektiği savunulmaktadır. Avrupa Birliği’ne aday olan Türkiye yerel
özerklik şartını ilk imzalayan ve parlamentosunda onaylayan konsey
ülkelerinden biri olmasına rağmen, yerel özerklik şartının örgütlenme
özgürlüğü maddesine çekince koyan tek ülkedir.
Avrupa Birliği
ülkeleri yerel yönetimlerin güçlendirilmesine ilişkin en son 15 Ekim
2007 tarihinde İspanya'nın Valensiya şehrinde yerel ve bölgesel
yönetimlerden sorumlu bakanları bir araya getirerek bir deklarasyon
yayınlamışlardır. Yedi bölümden oluşan Deklarasyon, demokratik katılım
ve kamu etiği, bölgesel özerklik, iyi yönetişim alanında ilerleme,
yerelde yenilik ve iyi yönetişim stratejisi belgesi, Avrupa yerel
demokrasi haftası etkinliği, "geleceğe bakış" gibi konuları ve kurumlara
verilen mesajları içermektedir. Valensiya Deklarasyonu'nun Özerklik
Şartı ile ilgili bölümde, temsili ve katılımcı demokrasi birbirinin
alternatifi olmayıp, aksine birbirini tamamlayan modeller olarak
tanımlanmaktadır. Deklarasyon, bölgesel yönetim birimlerini Avrupa'da
demokrasiyi zenginleştiren önemli bir unsur olarak görmektedir.
"Bölgesel Yönetim Özerkliği" bölümünde Avrupa çapında bölgesel
yönetimlerin yetki ve mali kaynaklar bakımından güçlendirilmesi
gerektiğini savunan Deklarasyon, özellikle Avrupa Birliği bünyesinde
bölgelerin artan önemine işaret etmekte ve Avrupa Birliği
politikalarının şekillenmesinde katkılarını olumlu değerlendirmektedir.
Sorunların
artık yerelde yani sorunun yaşandığı yerde ve sorunu yaşayanlarca
tartışılıp çözüldüğü çağdaş demokrasilerle kıyaslandığında, Türkiye,
ağır, hantal, bürokratik ve yerele uzak katı merkeziyetçi idari
yapılanmasıyla tıkanmış durumdadır. Doğusuyla, batısıyla, kuzey ve
güneyiyle değişik kültürel, sosyal ve ekonomik sorunlarla karşı karşıya
olan Ankara, bu sorunları çözmeye muktedir bir iradeye sahip olmadığı
gibi bunu gerçekleştirecek gücü de gösterememiştir.
Türkiye’de
‘hâkimiyetin kayıtsız, şartsız millete ait’ olduğu, milletin iradesinin
her şeyin üstünde olduğu söylemlerine rağmen, halkın demokratik bir
şekilde devlet yönetimine katılımını sağlayacak mekanizmalar
oluşturulmamakta, sivil siyaset üzerindeki askeri vesayet gerçeği olağan
bir durum olarak telakki edilmektedir.
Kongremiz, bu temelde
Türkiye’deki siyasi-idari yapılanmanın köklü bir reformla ele alınarak
değiştirilmesini kaçınılmaz görmektedir. Yaşanan süreçler, dünya
genelinde yaşanan deneyimler ve hali hazırda Ortadoğu’da ve ülkemizde
yaşanmakta olan fiili durumlar da göz önünde bulundurularak,
devletleşmenin hele hele ulus temelinde bir devletleşmenin halklara
demokrasi ve özgürlük yerine baskı getirdiği açıktır.
Bu tespit
doğrultusunda, her ulus için ayrı bir devlet talep etme gibi felsefi ve
konjönktürel gerçeklikten uzak ve halkların birbirini boğazlamasına
kadar gidebilecek bir süreci tetikleyecek siyaset anlayışı yerine,
halkların demokratik birliğini esas alan, demokrasiyi genel bir meclise
hapsetmeyen, halkın tartışma ve karar mekanizmalarına katılımını
kolaylaştıran, toplumun temel bütün sorunlarını en iyi şekilde ve
yerinde çözüme kavuşturacağı bir siyasi ve idari yapılanma modeli,
kendini büyük bir ihtiyaç olarak dayatmaktadır.
Kongremiz, Ülke
bütünlüğü içinde halkın yerelde söz ve karar sahibi olmasını sağlayacak
ve tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği düzeyde özerklik
kazanması temeline dayanan modelin çağdaş anlatımını “demokratik
özerklik” biçiminde tanımlamaktadır. Demokratik öz yönetim anlamına
gelen demokratik özerklik, Demokratik Cumhuriyet’in özüne uygun
niteliklerinin pekiştirilmesidir.
Demokratik Özerklik
·Türkiye siyasi ve idari yapısında demokratikleşmeyi sağlamak amacıyla köklü bir reformu öngörür.
·Sadece devlet sistemini değiştirerek sorunların çözülemeyeceğinden hareketle, toplumun öz yeterliliğini esas alır.
·Sorunların
çözümünde geliştirilecek yöntemler için, yereli güçlendirme, halkı söz
ve karar sahibi kılma felsefesiyle hareket eder.
·Halkın karar süreçlerine dâhil olması için demokratik katılımcılığı savunur ve tüm yerel birimlerde meclis sistemini esas alır.
·Salt
“Etnik” ve “Toprak” temelli özerklik anlayışı yerine kültürel
farklılıkların özgürce ifade edildiği bölgesel ve yerel bir yapılanmayı
savunur.
·“Bayrak” ve “Resmi Dil” tüm “Türkiye Ulusu” için geçerli
olmakla birlikte her bölge ve özerk birimin kendi renkleri ve
sembolleriyle demokratik öz yönetimini oluşturmasını öngörür.
·Demokratik
özerk yönetim, “bölge meclisi” olarak örgütlenir ve meclislerde görev
alan kişiler de “bölge meclis temsilcisi” olarak tanımlanır. Meclis hem
meclis başkanını hem de görevli olduğu alandaki işleri yürütecek yürütme
kurulu üyelerini ayrı ayrı seçer. Başkan ve yürütme kurulu üyelerinin,
meclisin aldığı kararların icrasından sorumlu olmaları öngörülür.
·Bölgelerin her biri o bölgenin özel adı veya bölge meclisinin yetki sınırları içinde bulunan en büyük ilin adıyla anılacaktır.
·Demokratik
özerklik modelinde il valileri, hem merkezi hükümetin hem de bölge
yürütme kurulunun aldığı kararları uygulamakla görevlidir. Bakanlıkların
taşra teşkilatları da aynı prosedüre tabi olacaklardır. İl Genel
Meclisleri, Belediye ve Muhtarlıklar gibi diğer idari yapılar varlığını
korumaya devam edeceklerdir.
Türkiye’nin siyasi ve idari
yapısında gerekli değişikliklerin gerçekleştirilmesi öngörülürken;
öncelikle Türkiye’nin demografik yapısının açığa çıkarılması ve bunun
için gerekli çalışmaların yapılması zorunludur.
Kongremiz
tarafından İstanbul’dan Antalya’ya, Adana’dan Samsun’a, Edirne’den
Kars’a kadar kentlerin tümünde yaşanan ortak sorunlardan, farklı ve
özgün yerel sorunlara kadar her türlü toplumsal sorunun modern ve
demokratik bir devlet yapılanması içerisinde çözümünü kolaylaştıracak en
gerçekçi model olarak “Demokratik Özerklik” benimsenmiştir. Demokratik
Özerklik’in hayata geçirilebilmesi için yeni Anayasa çalışmalarıyla
birlikte siyasi ve idari yapılanmada köklü bir reforma gidilmesi
gerekmektedir.
Bu idari modelde, birbiriyle yoğun bir şekilde
sosyo-kültürel ve ekonomik ilişki içinde bulunan komşu illeri kapsayan,
yapı olarak seçimle iş başına gelen il genel meclislerine benzeyen
âdem-i merkeziyetçi bölgesel meclis olacaktır. Bu bölgesel meclisler,
eğitim, sağlık, kültür, sosyal hizmetler, tarım, denizcilik, sanayi,
imar, çevre, turizm, telekomünikasyon, sosyal güvenlik, kadın, gençlik,
spor ve diğer hizmet alanlarından sorumlu olacaktır. Dışişleri, maliye
ve savunma hizmetleri de merkezi hükümet tarafından yürütülecektir.
Emniyet ve adalet hizmetleri merkezi hükümet ve bölge meclisleri
tarafından ortak yürütülecektir.
Bölge meclisleri gelişmişlik
düzeylerine ve nüfusa göre her yıl merkezi hükümetin aktardığı bütçenin
yanında, kendi yerel gelirlerden de pay alarak hizmetlerin yürütülmesini
sağlayacaktır. Az gelişmiş ve yoksul bölgelere pozitif ayrımcılık
uygulanacaktır.
Türkiye’de sayıları 20-25 olabilecek şekilde
kurulacak bölge meclisleri, TBMM ve bölgeler arasında işleri
kolaylaştıran, halkın yönetime daha fazla katılımını sağlayan, çağdaş,
demokratik bir siyasi ve idari yapılanmadır. Bu siyasi ve idari yapının
işleyişi ve hukuku önümüzdeki dönemde sürdürülecek olan yoğun akademik
ve siyasi tartışmalar sonucunda şekillenecektir.
Toplumun kendi
öz ve sivil örgütlenmeleri ile birlikte ele alınması gereken “Demokratik
Özerklik” uygulaması, özünde “az devlet” “çok toplum”, başka bir
ifadeyle “az yasak” “çok özgürlük” anlayışının açık bir modelidir. Bunun
içindir ki, toplumun tüm sorunlarının çözümünün devletten beklenmediği,
sivil ve bağımsız kurumlar aracılığı ile toplumun kendi sorunlarına
çözümler geliştirebildiği daha pratik, daha demokratik ve daha katılımcı
bir sistemdir. Ekonomiden çevre sorunlarına, sağlıktan eğitime, kültür
ve sanattan kadın özgürlüğüne kadar toplumsal yaşamın her alanında öz
yeterliliği esas alan özerk birimler planlanmaktadır. Bunun anlamı
toplumun, kendi demokratik özerklik sistemini, kendi iradesi ile inşa
etmesidir. Kongremiz, bir yandan devlet yapılanmasında reformu
öngörürken öte yandan beklemeksizin toplumun kendi örgütlenme sistemini
kurmasını kararlaştırmıştır.
Kongremiz bu modelle Demokratik
Cumhuriyet’in inşasında önemli bir aşama kat edileceğine inanmaktadır.
Böylece Cumhuriyet’in ilk kuruluş aşamasından bugüne kadar
gerçekleşmeyen demokratikleşmeyi hayata geçirecektir. Bu aynı zamanda
Atatürk’ün 1923 yılında gazeteci Ahmet Emin Yalman’a ifade ettiği bir
nevi yerel muhtariyet’in, bugünkü koşullarda hayata geçirilmesi de
olacaktır.
Kongremiz, özellikle Anayasa’daki mevcut “ULUS”
kavramının etnik vurgularla değil, demokratik uluslaşmanın bir ifadesi
olarak “DEMOKRATİK TÜRKİYE ULUSU” ortak aidiyetiyle yeniden
tanımlanmasını zorunlu görür.
Herkesi Türk olarak tanımlayan bir
vatandaşlık tanımı yerine kültürel kimlikleri kabul eden ve bu kültürel
kimliklere dayalı Türkiye Ulusu’nun tümünü kapsayan “TÜRKİYELİLİK” üst
kimliği çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını esas alır.
Türkiye Ulusu’nu oluşturan farklı kimlik ve kültürler, kendi
farklılıklarını anayasal güvence içerisinde koruyup geliştirdikleri bu
sistemle daha özgür bir ortama kavuşacaklardır. Aslında 1920’lerde kabul
edilmiş olan bu esaslar, 1921 Anayasası’nda da yer alırken, 1924
Anayasası ile ortadan kaldırılmıştır.
Türkiye’nin Osmanlı-Türk
anayasacılığının en demokratik, belki de tek demokratik örneği, 1921
Anayasası’dır. Hazırlanış ve kabul özellikleri bakımından 1921
Anayasası, hak ve özgürlüklerin yer almadığı, sadece devletin temel
yapısının belirlendiği bir anayasadır. Adem-i merkeziyetçi bir yaklaşımı
esas alan 1921 Anayasası, vilayet ve nahiyeleri, "tüzel kişiliği" olan
"özerk" birimler olarak kabul eder. İç ve dış siyaset, şer'i, adli,
askeri işler ve uluslar arası ekonomik ilişkiler dışında kalan, vakıf,
medrese, eğitim, sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım
işlerine Vilayet Şuraları'nı yetkili kılmıştır. "Egemenlik kayıtsız
şartsız milletindir. Yönetim biçimi halkın mukadderatını bizzat ve
bilfiil idare etmesi esasına dayalıdır " diyen 1. maddesiyle zımnen
kabul edilen "cumhuriyet", 29 Ekim 1923 tarihli değişiklikle resmen
kabul edilmiştir ve Büyük Millet Meclisi'ne, "Kürdistan" ve "Lazistan"
mebusları, etnik kimlikleriyle katılmışlardır.
Ancak Türkiye’nin
demokratik bir öze sahip olan bu yaklaşımı 1924 Anayasası ile birlikte
ortadan kaldırılmıştır. Türkiye’de Kürtler başta olmak üzere farklı
kimlik ve kültürleri yok sayan “Türklük” üzerinden tekçi bir zihniyetin
ürünü olan ulus devlet anlayışı esas alınmış, bu anlayış günümüze kadar
kendisini korumuştur. Ancak gelinen aşamada bu tekçi anlayış değişen
dünya koşulları ve halkların demokrasi ve özgürlük talebi karşısında
aşınmaya başlamıştır. Bu nedenle, Cumhuriyetin kuruluş felsefesine uygun
bir şekilde yeni bir toplumsal sözleşme olarak ele alınması gereken,
demokratik ve sivil yeni bir anayasa Türkiye’yi 21. yüzyıla
taşıyacaktır.
Kongremiz, yeni Anayasa’da “Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası, bütün kültürlerin demokratik bir şekilde varlığını ve kendini
ifade etmesini kabul eder” hükmünün yer almasını, Türkiye’nin
demokratikleşmesi ve Kürt Sorunu’nun barışçıl çözümünde ön açıcı bir
yaklaşım olarak ele alır. Kürt dili başta olmak üzere diğer diller ve
kültürler önündeki engellerin kaldırılmasını, tekçi etnik referanslara
dayalı “vatandaşlık” ve “ulus” kavramlarının demokratik bir tarzda
yeniden tanımlanmasını yeni, demokratik ve sivil bir anayasa için temel
ölçüt olarak ele alır.
1924’ten bu yana devam eden dil ve kültür
yasakları aslında Kürtlere yönelik özel uygulama olmakla birlikte
Türkiye’deki farklı diğer kültürler de bundan nasibini almıştır. Bu
nedenle, Türkiye Ulusu’nu oluşturan bütün farklı etnik ve inanç
gruplarının bir arada yaşamasını zenginlik olduğunun kabulü ile
birlikte, bu zenginliklerin korunup geliştirilmesi için devletin özel
tedbirler alarak yeni düzenlemeler yapması gerekmektedir. Türkçe resmi
dil olmakla beraber diğer dillerin bölgelerin çıkarılacak demografik
yapısı da dikkate alınarak, kamusal alanda ve eğitim dili olarak
kullanılabilmesi, uluslararası sözleşme hükümlerine de uygun şekilde
anayasal güvence altına alınması gerekmektedir. Kendi kimliği ile
siyaset yapma hakkı dahil, bütün kültürlerin kendini özgürce ifade
ederek örgütlü sivil kurumlarını yaratması olanağı anayasal güvence
altına alınmalıdır.
Anayasa’da yer alması gereken diğer bir konu
da toplumsal cinsiyet eşitliğidir. Eşitsizlikler kaynağını kadın-erkek
eşitsizliğinden almaktadır. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği sağlanmadan
hiçbir eşitlik ve özgürlük talebi gerçek anlamda ifadesini
bulmayacaktır. Bu nedenle, toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının
hayata geçirilebilmesi, kadının toplumsal, sosyal, kültürel, siyasal ve
ekonomik hayata aktif katılımının ve hayatın tüm alanlarında kadın erkek
eşitliğinin sağlanabilmesi için pozitif ayrımcılık ilkesi açık ve net
bir ifade ile anayasada yer almalıdır.
BARIŞ VE DEMOKRASİ PARTİSİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder