12 Temmuz 2011 Salı

Öneş: Krizin Sorumlusu AKP

Yeni_Özgür_Politika MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş: Hatip Dicle ve tutuklu bulunan diğer milletvekilleri, halk iradesiyle seçilmişlerdir. Bu durumda seçilenlerin parlamentoya girmesi gerekir. Siyasi iktidarın, hukuki eksiklikleri çok kısa sürede değiştiren bir irade beyanı ortaya koyarak, yemin etmeme gibi sonuçları sakıncalı olacak durumları yaratmaması gerekirdi.”

Bir türlü ‘olağan’ koşullara dönemediğimiz Türkiye’nin, Büyük Millet Meclisi ‘Egemenliğin ait olduğu millet’in seçimine rağmen eksik vekillerle açıldı. Önünde anayasa, Kürt meselesinin demokratik-barışçı çözümü gibi sorunlar olan Meclis, günlerdir daha öncelikli bir demokrasi krizini aşmak için formül üretmeye çalışıyor. Kısa zamanda aşılacak gibi görünen krizin belki bir yararı da olacak ve yeni anayasayı beklemeye tahammülü olmayan öncelikli yasal düzenlemeler gündeme alınacak.

Ancak Hatip Dicle’nin vekilliğinin AKP eliyle düşürülmesinin, yasalar bahane edilerek KCK tutuklusu milletvekillerinin cezaevinde tutulmasının, bu süreçte Başbakan’ın “Tükürdüklerini yalayacaklar” gibi sözlerinin, seçimler boyunca tutturduğu üslupla birlikte ele alındığında Kürtlerde oluşturduğu güven kırılması herhalde uzun süre onarılamayacak. Bu koşullarda anayasanın nasıl yapılacağını, Kürt meselesinin nasıl çözümleneceğini, AKP iktidarına ilişkin, liberal kanatta da artan güvensizliği eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’le konuştuk.

AKP seçimden büyük destekle çıktı. Seçimden önceki çatışmacı sert üslubunu seçimlerden sonra da sürdürmekte. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? 

 Süreci doğru okumak gerekiyor. Türkiye’nin siyasal tarihindeki gelişmeyi doğru okumak ve kavramak meselesi önemli. Gündemdeki bütün tartışmaları o perspektif üzerinden yapabiliriz. Cumhuriyetin kuruluşu, yeni bir modern sistemin oluşumu içersinde özelikle 1946 ve 1950 seçimlerinde tek partili hayatın sona ermesi, demokratik bir sistemin başlaması bakımından çok önemli. 2002 seçimlerini ise vesayetin kırılma noktası olarak ele alıyorum. 12 Eylül 2010 referandum süreci, Türkiye’nin değişimci yapısını göstermesi bakımından önemliydi. 12 Haziran seçimleri ise hemen her temel konuda halkın, değişimci sese olumlu bir cevap verdiğini gösteriyor. AKP’nin aldığı yüzde 50 oy, muhafazakar kimliğin kendini AKP’nin siyasal hareketinde gördüğünü veya değişimi en çok o cephede gördüğü için desteklediğini gösterdi. BDP’nin oyunu yükseltmesi, bölge insanının sorunun çözümü için BDP’ye yeni bir irade verdiğini göstermektedir. CHP’deki oy oranında artış ise değişimden yana olanlara parlamentoda yeni bir görev verdiğini göstermiştir. Bu seçimler Türkiye tarihinde bir kavşak meselesidir. İşte bu kavşak meselesinden çıkış önemlidir.

İktidarın, toplumun verdiği bu mesajı yeterince algılayamadığını mı düşünüyorsunuz?

  İkinci bir tespiti de yaparak bu sorunuza cevap vereyim. Siyasal partiler farklı derecelerde de olsa sürece yeterince cevap verememişlerdir. Sivil yönetimlerin de, vesayet iklimi içersinde gelinen noktada kendilerini ciddi bir şekilde özeleştiri süzgecine koymaları gerekiyor. 2002 seçimleriyle başlayan AKP dönemi, özellikle 1999 Avrupa aday üyeliğiyle başlayan 2005’e kadar devam eden dönemde, demokrasiye nitelik kazandırma mücadelesiyle meşruiyet kazandı. Buraya kadar ifade ettiğim nokta; Türkiye siyasal hareketlerindeki demokrasi kültürünün yetersizliği.

AKP bu demokratik zihniyete sahip değil mi?

  AKP milli görüş geleneğinden geldi. Bir değişim geçirerek bu gömleği çıkardı. 2002 seçimleriyle iktidar oldu. Küresel konjonktür ve Türkiye’nin dinamikleri çerçevesinde, AB rüzgarından yararlandı ve kendi kimliğini bu süreç içersinde oluşturmaya başladı. Zaman içersinde kendisine muhafazakar - demokrat kimlik çerçevesinde ideolojik bir çerçeve çizdi. AKP bugüne kadar attığı olumlu adımlara rağmen ‘demokratik zihniyet’ konusunda yeterli performansı gösteremedi, o derinliği ülkenin gelişimi noktasına getiremedi. Diğer muhalefet partileri de böylesine zihniyet ve derinliğe sahip değildi. Ancak AKP’yi bir eleştiri süzgecine sokarken, vesayet sisteminin direnişini ve hala da devam eden bu yapısal sorunu dikkate almak gerekir.


Kürt meselesinin çözümünde hep ‘Türk kamuoyu’ gerekçe gösterildi. Artık bu gerekçe kalmadı mı?

  Son referandum ve seçim sonuçları Türk kamuoyunun bu meseleyi anladığını gösterir. Tüm siyasi hareketlerin, milliyetçi söylemlerle, kavramlarla oy potansiyellerini arttırma gayretlerine rağmen Türkiye toplumu “bu meseleyi çözün diye size oy veriyorum” dedi. Ben öyle okuyorum. Bana göre, artık siyasi partilerin milliyetçi kavramlarla oy devşirme dönemi kapanmıştır. Yani Türk kamuoyunu bahane etmek gerekçe değil. BDP’nin de meseleye bölgesel yaklaşımı ön plana çıkarmasının devri kapanmıştır. BDP de artık yalnızca kazandığı bölgelerle ya da belediyelerle ilgilenemez. Tüm Türkiye ile ilgilenecekler.

Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi AKP’li Haluk İpek’in başvurusuyla oldu. Başbakan da YSK kararını onayladı. Bu krizin bu kadar büyümesini mi beklemiyorlardı, yoksa aldıkları oya güvenerek, Anayasa dahil her konuda tek başına hareket etmeyi mi denediler?

  Hatip Dicle ve KCK davasında tutuklu bulunan diğer milletvekilleri, CHP’den seçilmiş diğer vekillerle birlikte bütünlüklü olarak baktığımızda, onlar halk iradesiyle seçilmişlerdir. Bu durumda normal olan; gelişmiş demokratik sistemlerde olduğu gibi seçilenlerin parlamentoya girmesi gerekir. Siyasi iktidarın, hukuki eksiklikleri çok kısa sürede değiştiren bir irade beyanı ortaya koyarak, yemin etmeme gibi sonuçları sakıncalı olacak durumları yaratmaması gerekirdi. Çözüm dilinin ortaya çıkması gerekiyor. Bu konuda birinci derecede sorumluluk iktidara düşüyor. Meseleye Türkiye ve küresel ölçekte bakmak gerekiyor. Bu dinamiklerin etkilediği kitlede ortaya çıkan irade; değişimi, dönüşümü ve çözümü zorlamaktadır. Bu kaçınılmazdır ve bundan dönüş yok. Bu talebe cevap veremeyen siyasal iktidarlar da önümüzdeki dönemde zayıflayacak ve değişimi kendi içersinde yaşayacaklar.

Ama ‘çözüm’ konusunda somut adım atmayan iktidar katlanarak desteğini artırdı…

  Sorunun çözümü çok nitelikli bir alt yapı ve irade gerektiriyor. İçinde bulunduğumuz şartlarda böylesine derinlikli bir kültürel bir yapı ve politika üretimi henüz yok. Sorunları çözmekle yükümlü siyaset henüz bu dinamiklerle uyumlu değil. Seçimlerle ortaya çıkan süreç, bu dönemin öncekiler gibi yönetilemeyeceğini, farklı bir paradigmanın uygulanması gerektiğini ortaya çıkarıyor.

Bu olmazsa dört yıl sonra bu destek kalmaz mı diyorsunuz?

  Kesinlikle kalmaz. O bakımdan, AKP’nin seçimlerdeki milliyetçi söylemlerle değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü birinci derecede anayasayı vurguladı. Yeni bir anayasanın öncelikli mesele olması çok önemli, çünkü yeni diğer siyasi partiler ve diğer kesimlerle uzlaşılarak yapılabilecek bir konu. O bakımdan eksik söylemlere, yanlış bazı adımlara rağmen partiler arası ilişkilerin gelişebileceği ve olumlu adımların atılacağını umut ediyorum. Ancak burada BDP ile ilgili değerlendirmeleri de, iktidara paralel şekilde yapmak gerekiyor. BDP de bu süreçte ana muhalefet partisi değildir ama ana muhalefet partisi rolü derecesinde önemli bir yer işgal etti. Hatta yeni anayasanın inşasında ve siyasal, hukuki ve idari yapının değiştirilmesi ve kurumsallaşmasında BDP’nin yapıcı politikası öncelikle tayin edici olacaktır.

Öcalan, devletle yapılan bir protokolden bahsediyor ve görüşmelerin önemli bir aşamaya geldiğini söylüyor. Öyleyse bu uzlaşmanın siyasete yansımasına kim engel oluyor?

  Öcalan’ın bu şartlarda bir protokol yaparak anlaştığı konusunu ben biraz iyimser buluyorum. Ama Öcalan’ın da ifade ettiği gibi görüşmeler nitelikli olmaktadır, kapsayıcı ve gelişme kaydetmektedir. Yeni anayasanın felsefesi ve temel ilkelerinin açıklanması ile birlikte Öcalan’la yapılan görüşmelerin de devamlılık kazanacağını ve sürekliliğe sahip bir müzakere şeklinde oluşacağını tahmin ediyorum.

Niye bununla paralel gitmiyor iktidarın tavrı?

  Kürt meselesi, Türkiye’nin iç politikasında ciddi bir şekilde kullanılabilen, tüm siyasetleri çok etkileyen bir olay. Hatta iktidarın varlığını etkileyen bir olay. İktidarın kendi içerisinde gruplaşan milliyetçi yapının dahi bu mesele içerisinde konuşulması, değerlendirilmesi gerekiyor. Başbakanın milliyetçi sloganlarla oy çoğunluğuna dayanan, anayasa değişikliği için ihtiyaç duyduğu milletvekili sayısını yükseltmeye dayanan taktiksel seçim performansını gördük. Bana göre bu yapılmasaydı daha demokratik adımlar atsaydı, AKP’ye daha fazla oy kazandırabilirdi. İktidarın adımları, Bakanlar Kurulu oluştuktan ve parlamento işlemeye başladıktan sonra doğru şekilde izlenebilir.

Mevcut ‘fırsat’ın heba edilmemesi için nasıl bir perspektif gerekiyor?

  Meselelere dinamikler açısından baktığımız vakit, siyasi iktidar biliyor ki; artık PKK meselesi barışçıl bir şekilde dönüşüme uğramak zorundadır. PKK biliyor ki; artık silahla hak talep etme süreci sona ermiştir. Gerek Türkiye’nin iç dinamikleri açısından, gerekse bölgesel ve küresel dinamikler açısından da bu böyledir. Çok canımızı acıtan sonuçlar ortaya çıkmıştır ama PKK siyasal bir harekettir ve hedefi; bir hak talebini ortaya çıkarmaktır. Hedefini ayrılmak olarak ortaya koymamıştır. O halde böylesine bir yapı içersinde ve karşımıza fırsat olarak yeni anayasa meselesi çıkmıştır. Yeni anayasa demek, toplumsal uzlaşı demek. Türkiye Cumhuriyeti Kürt-Türk birlikteliği temelinde oluşturulmuştu. 1920’nin uzlaşısı; Kürtlerin bu ülkenin ‘azınlık unsuru’ değil, ‘asli unsuru’ olduğu şeklindeydi. Asli unsur olan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran bir yapının, bir milletin bugün hedefi ne olabilir? Amacı sadece Türkiye’nin gerçekten eşit demokratik vatandaşlarının oluşturduğu, üreten mutlu olan bir yapı.

Peki neden Başbakan sürekli kamuoyuna tersi bir mesaj veriyor? Bu nedenle Kürtlerle arasında ciddi bir güven krizi doğdu. Bu nasıl aşılacak? 

 Bu noktaya Cengiz Çandar’ın son TESEV raporunda da değiniliyor. Kürt sorununun çözülmesi için çok nitelikli bir demokrasiye geçmek gerekiyor. Derinlikli bir demokrasi gerekiyor. Yani paradigmanın yüzde yüz değişmesi gerekiyor. Kürtlere, Alevilere, azınlıklara bakışta yılların tortuları var, ama bu tortular kitleler üzerinde değil, toplumsal değişim iradesine rağmen siyasette var. O paradigma değişmiyor ve o paradigma içerisinde siyasal parti çıkarları veya siyasal hareketlere hakim olan grupların güçlerin çıkarları ön planda. Paradigmanın değişmesi demek, zihniyetin değişmesi demek.

Bu noktada siyasi iktidar, siyasi partiler hazırlıklı değiller ama hayat zorluyor. Değişecek ve değişmek zorundalar. Bütün mesele bu, yani sürecin kısa veya uzun olması. Şimdi işte burada Sayın Başbakanın ustalık hükümetini göreceğiz.

İktidar hangi adımları atmalı ki uzlaşma zemini doğsun?

  ‘Ustalık hükümeti’ de bana göre ilk olarak; tutuklu milletvekillerimizin sorununun çözüleceğine ilişkin adımlar atmalı. Mesela yeni anayasayı beklemeden, Terörle Mücadele Kanunu’nun değiştirilmesi gereken maddeleriyle ilgili, seçim kanununun değişmesi gereken maddelerinin değiştirilmesi, ceza muhakemeleri kanununun tutukluluk süreleriyle ilgili maddelerinin değişmesi, Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılması gerekir.

Yakın zamana kadar AKP’ye destek vermiş aydınlardan bazıları, AKP’nin yeni anayasayı da kendi iktidarını tahkim etmek üzere oluşturmak isteyeceği, demokratik ilkelerden uzaklaştığı görüşünde. Siz bu yorumlara katılıyor musunuz?

  Katılmıyorum. Bunların doğruluk payı var. Ama vesayet sisteminin çeşitli taktiksel yaklaşımlarla AKP’yi bitirme konusundaki ısrarı karşısında AKP kendisini savunmak durumunda kalıyor. Bir de açıkça ifade edelim; Türkiye’nin siyasal yapısında iktidar olan siyasetlerin hakim olma duygusu ve demokrasi kültürünün kurumsallaşmamasının yarattığı bir durum. AKP’nin tek hakim güç olabilmesine, küresel dengeler de, Türkiye’nin demokratikleşme dinamikleri de müsaade etmez.

Bunun tam tersi bir yorum da var. Suriye başta olmak üzere bölgesel gelişmeler nedeniyle, Ortadoğu’da kendisine biçilen rol ve bunun üzerinden açılmış krediye dayanarak AKP’nin Kürt meselesinde bu milliyetçi ve çatışmacı üslubu seçtiği yönünde…

  Bana göre bu doğru değil. Çünkü kendi iç sorunlarını çözemeyen bir siyasi iktidarın Türkiye’nin sınırları dışında hedefi olamaz. Yani, Kürt meselesini, Alevi meselesini yada diğer demokratik sorunlarını çözemediği takdirde Türkiye’nin o vizyoner dış politikasının hiç bir anlamı kalmaz. Ortadoğu’da cereyan etmekte olan gelişmeler esasında Türkiye için de riskler yaratan bir meseledir. Bu risklere karşı Türkiye’nin rolünü oynayabilmesi için -tabi ki burada özellikle de ABD-Türkiye ilişkileri çok ön plana çıkıyor- demokratikleşme standartlarını yükseltmesi, kendi sorunlarını çözmesi önemlidir.

Yeni anayasa meselesinde AKP, CHP ve MHP ‘ilk üç maddenin değişmezliğinde’ anlaşır gibi görünüyorlar. Bu durum da değişir mi?

  Nasıl bir Türkiye istiyoruz? Tüm mesele bu. Hele ki BDP, PKK açısından bir bölünmeden bahsetmediğimize göre, ayrı bir Kürdistan’dan bahsedemediğimize göre, biz etnik meseleleri de aşan bir yeni Türkiye’den bahsediyoruz. 21. yy’ın değerleri çerçevesinde meseleye yaklaşımdan bahsediyoruz. Böylesine temsilin yüksek oranda oluştuğu yeni parlamento içerisinde, yeni anayasa da yapılabilir. Anayasanın ilk üç maddesi dahil değiştirilebilir. ‘Değiştirilemez madde’yi kabul etmiyorum. Çünkü zaten bunlar da 1980 anayasasının ürünüdür. Türkiye ancak faşizme kaymada, bir diktatörlük yapısını oluşturmada veya otoriter, totaliter yapıların oluşturulması noktasında o maddelere karşı duyarlı olabilir ama demokratikleşmeye nitelik kazandırılmasıysa mesele, her şey değişebilir. Tek bayrak konusunda tartışma yok. Tek dil konusunda tartışma yok. Resmi dilin Türkçe olmasına itiraz yok. Ülke bütünlüğü konusunda tartışma yok.

O halde tartışılan ne?

  Kürtçe’nin resmi eğitim dili olarak kullanılması meselesi. Bunu ciddi tartışmamız gerekiyor. Senelerdir yanlış eğitilen bir toplumla farklı saplantıların ortaya çıkarıldığı bir iklim var. Bu zamanla aşılacak bir olay ama anayasada yasaklayıcı hiç bir hüküm bulunmayacağının garantisi anayasayla ortaya konur. Bana göre BDP’nin de, sivil toplum örgütlerinin de bu konuda da hassas olmaları gerekir.

Bir de ‘demokratik özerklik’ meselesi var. İçi doldurulmamış şekilde veya tartışıldığı gibi çoğulcu yapıyı reddeden, sanki PKK’nın gelip kontrol ettiği, tekli bir sistem gibi algılanan, Kürtlerin içinde bile tartışılmakta olan bir konuyu, tartışmalar sonuçlanmadan Türkiye kamuoyuna götürmek uygun değil. Esasında bu olay bir yerel yönetimler meselesi. Ama bu da süreç içerisinde gelişebilecek bir olay. Fransa’da, İspanya’da hala bu özerklik meselesi tartışılan, geliştirilen bir konu. Anayasayla yasaklanmamış, Türkiye demokratikleştikçe özerkliğini arttıran bir yapı ortaya çıkabilir. Ama bunun bir etnik yapıyla bağlantısı olmadığının da halka inandırıcı şekilde anlatılması gerekir. Bu konu da BDP’nin, PKK’nın hassas olması gerekir. Başbakanı eleştirirken, BDP’nin kendi milletvekillerine de bir çeki düzen vermesi gerektiğini görüyoruz. 

  İNCİ HEKİMOĞLU

Hiç yorum yok: