d- Hıristiyanlık ve İslam’ın uygarlık mı, değer (ahlak) mi
oldukları tartışmalıdır. Halen büyük önemini koruyan bu sorunu aydınlatmak
sanıldığı kadar kolay değildir. Bizzat kafa karışıklığı yaşayanlar, Hıristiyanlarla
İslam teologları ve müminleridir. Nerede ve ne zamana kadar bir inanç ve ahlak
sistemi oldukları, uygar toplum ve dışlanan toplumla ilişkilerinin ne olduğu,
hangi anlamda uygarlık ve ona karşı muhalefet oluşturdukları aydınlatılamayan
hususların başında gelmektedir.
Sasani ve Greko-Romen impratorluk koşullarında oluşan bu iki
önemli inanç ve ahlak sistemi (benim yorumum), köleci sistemin dev boyutlara
ulaşan maddi kültürüne ve çok yozlaşmış ideolojik değerlerine karşı büyük bir
ideolojik kültür hamlesi anlamına gelir. Yeni bir uygar toplum inşası anlamına
gelselerdi, klasik tüm inşalarda gözlemlendiği üzere kent ve sınıf oluşumlarını
esas alırlardı. Kent ve sınıf hedefleri vardı. Fakat bunları kendi inanç ve
ahlaki değerlerine kavuşturmak için hedeflemişlerdi; uygar toplumun kendisi
olmak için değil. Ağırlıklı yanları iktidarı hedeflemek, yani maddi kültürü ele
geçirmek değil, aksine ideolojik kültürle büyük bir dengesizliği yaşayan,
anlamını yitirmiş dev boyutlu maddi kültür varlıklarına karşı insanlığı koruyan
yeni bir ideolojik kültürün hegemonyasını sağlamaktı.
Dolayısıyla Hıristiyanlık ve İslamlık çağlarını uygarlık
sistemleri olarak nitelemek eksik ve yanlış anlamaları beraberinde getirir.
Roma’nın çöküşünün sıradan veya herhangi bir uygarlık çöküşü
olmadığını önemle belirtmek gerekir. Roma şahsında en az dört bin yıllık uygar
toplum geleneği çökmüştür. Daha doğrusu çökertilmiştir. Konumuz çöküşün iç ve
dış nedenlerini uzun boylu anlatmak olmadığından çok kısa değiniyoruz. Peşinde
olduğumuz husus, uygar toplum değerlerinin genel çöküşle bağları ve yeridir.
Roma’nın Çin dışında (Ona da M.Ö. 100’lerden itibaren ulaşmıştı) tüm ilk ve
klasik uygarlıkları temsil ettiği rahatlıkla söylenebilir. Sadece kölelik
kurumu açısından değil, tüm maddi ve manevi kültürüyle. Şu hususu da
ehemmiyetle belirtmeliyim ki, toplumların olaysal günlük baskı ve sömürü
durumlarının analizleri gerçeğin kapsamlı ele alınmamasının temel nedenidir.
Pozitivizmin en büyük saptırması bu konudadır. Belki de Avrupa dü-şüncesinin en
sakıncalı yönleri de bu pozitivist çıkışla ilgilidir. Toplumları maddi ve
ideolojik kültür derinliği içinde, tüm çelişki ve çatışkılarıyla, denge ve
uyumsuzluklarıyla ele almadıkça, anlamlı bir yorumlama yapılamaz, dolayısıyla
daha özgür bir yaşam için paradigmalar inşa edilemez.
Bu kavramsal bakış içinde Roma’yla birlikte hâkim yan olan
dev boyutlara varmış maddi kültürüyle, artık anlamlı yaşamla bağı kalmamış tüm
ideolojik kültürle birlikte çökmüşlerdir. Zaten Roma’nın kent olarak mimari
inşası bile kendinden önceki başta Mısır olmak üzere dört bin yıllık mimari
geleneğin şahikasıdır (doruğudur). Aynı biçimde Roma Panteonu, Sümer
rahiplerinin dört bin yıl önceki zigguratlarının son katının ve içindekilerin
son ama en görkemli halidir. Bu hususları tespit etmek benim açımdan zor
değildir. Bu açıdan çöken maddi ve ideolojik kültürler en az dört bin
yıllıktır. Yıkılışlarına ve bunu yıkanların kimliğine baktığımızda da benzer
bir çözümlemeyi geliştirebiliriz. İlk Amorit ve Hurri saldırılarından son Got
saldırılarına kadar saldırılar da bir bütündür. Bunların direniş ve saldırı
tarihleri de en az dört bin yıllıktır. İçte Nuh peygamberden başlayıp Hz.
Muhammed’e kadar geçen direniş de bir zincirin halkaları gibi uzun bir tarihe
sahiptir. Sadece süreler açısından değil, yerleri de büyük anlamlar içerir.
Arabistan çölleriyle Toros-Zagros eteklerine dayalı olmak, Orta Asya çölleriyle
Avrupa orman derinliklerine dayalı olmak, göç kabileleri için maddi ve manevi kültür
oluşumlarında derin izler bırakır. Her peygamber öyküsü, etrafındaki cemaatin
ne zorluklar pahasına oluştuğunu gösterir. Avrupa merkezli sosyoloji bu
konuları gündemine bile almak istemiyor. Bu yüzden Avrupa merkezli bilgi
yapıları demek pek yanlış sayılmaz. Uygarlık tarihinin anlamlı bir yorumu
olmadan Roma’yı, Roma’nın gerçek bir tarihini inşa etmeden Avrupa’nın maddi ve
ideolojik kültürünün kaynaklarını tanımlayamayız.
Tarih Roma’nın çöküşünden önceki iki yüz yılı da karanlık ve
karmaşa yüzyılları olarak değerlendirir. Dolayısıyla yıkılışlar yıllık olaysal
zamanların işi değildir.
Roma’nın doğudaki ikizi veya benzeri olan Sasani
İmparatorluğu için de aynı yorumlar geliştirilebilir. Sümer rahip devletinin
doğusundaki öyküsüdür. Sadece bünyesindeki Zerdüştik öğe ahlaki karakterini
sınırlı da olsa güçlü kılmıştır. Fakat Buda nasıl racaların süper anlam
garibesi maddi kültürel ağırlıklı uygar toplum inşalarını önleyemediyse, yine
Sokrates Atina kültürünün ahlaki temeldeki bozukluğunu gideremediyse, Zerdüşt
de devasa boyutlu Pers ve Sasani maddi kültürlerinin şatafatını
engelleyememiştir. Tarih İran Sasani İmparatorluğu’nun son dönemlerinin
Roma’dan farksız olduğunu belirtmektedir. Kuzeydoğudan Turani saldırılar, içte
inanç ve mezhep kaynaşmaları sonunu getirmek üzereydi. Güçlü bir ideolojik
kültür çıkışı olan Mani hareketi (M.S. 250’ler) tasfiye edilince, gerekli
gençlik aşısından da mahrum kaldı. Eğer İslam’ın birkaç cengi olmasaydı,
Nasturi rahipleri de tıpkı Batıdaki Katolik rahipleri gibi (Bir dönemin maddi
kültür imparatorları gibi, artık manevi kültür adına imparatorları olmuşlardı)
İran ve başkentinin ideolojik kültürel fethini tamamlamak üzereydiler. İslami
fetih bu gelişmeyi önledi.
İki büyük köleci uygarlığın çöküş anlamını böyle
tanımladıktan sonra, gelelim ideolojik alternatif diye kendisini tanımlayan iki
ünlü hareketin, İslamiyet ve Hıristiyanlığın çıkış koşulları ve
tanımlanmalarına.
Roma kendi resmi toplumunu inşa ederken, çok geniş marjinal
kesimleri de beraberinde ortaya çıkardı. Bunlar geleneksel kavimsel göç
grupları değildi. Herhangi bir etnik özellikleri de ihtiva etmiyorlardı.
Deklase, ayaktakımı, Romalıların deyişiyle ‘proleter’ denen yeni gruplardı.
İdeolojili gruplar sayılmazlardı. Tam bir boşluk içinde yüzüyorlardı. Bir nevi
köleciliğin işsizleriydi. Hangi ideoloji kendilerine el atsa taban bulabilirdi.
Roma’nın impatorluk döneminde ortam bunlarla kaynıyordu. Tarihte ilk defa yeni
sosyal bir tabaka oluşturmuşlardı. Yavaş yavaş bunların taban teşkil ettiği
tarikatlar oluşuyordu. İsa’dan az önce Esseniler gibi.
İsa’nın gerçek bir insan mı, yoksa ortamın dayattığı bir
figür mü olduğu sorusu halen tartışılıyor. Bu konumuz açısından önemli
değildir. İsa’nın teorik veya somut olarak doğuş yıllarında, Roma ilk imparator
Augustus şahsında zirve yapmıştı. Doğu Akdeniz’in fethi kabilinden küçük Yahudi
Krallığı da daha önceki büyük direnişler sonunda fethedilmişti. Genel valilikle
idare ediliyordu. İşbirlikçilik üst tabakaların ustası oldukları bir eğilimdi.
Yahudi işbirlikçiliği de daha Nemrut ve Firavunlar döneminden beri tecrübe
sahibi olduğuna göre, Roma işbirlikçiliğinde de güçlük çekmeyecekti. Buna
mukabil yine İbrahim ve Musa’dan beri güçlü bir özgürlük eğilimi de her zaman
vardı. İsa bu geleneğin devamıydı. Kudüs her zaman taç giymeye hazır bir kız
gibi tasvir edilir. İsa’nın da ideolojik anlamda bu kıza talip olduğunu
anlatımlarından anlamaktayız. Son hareketi ve bunun çarmıhla sonuçlanmasının da
bu tür bir amaçtan kaynaklandığı biçiminde yorumlanabilir. Başlangıçta ne
herhangi derli toplu bir örgütsel hareket, ne de ideolojik manifesto söz
konusudur. Son derece gevşek bağlarla kendine bağlı benzer konumda bir küçük
grubu vardır. Bunlar Havariler denilen ilk öncüler oluyor. Hiyerarşik, etnik ve
resmiyette bir yerleri tuttukları söylenemez. Çarmıh, bölgede sıkça uygulanmış
bir cezalandırma sistemidir. Roma’nın korkunç bir icadıdır: Aslanlara
parçalatma gibi. Bundan korkan grubun Suriye içlerine ve kıyılarına ilk elde
kaçtıkları biliniyor. İbrahim’in de Nemrut korkusundan ötürü tersine, Kudüs’ün
de sonradan inşa edileceği alana hareketi vardır. Bu dönemlerde benzer birçok
iniş ve çıkışların olması doğaldır. Ancak bir yüzyıl sonra ilk İncil taslakları
oluşturuluyor. Mesela bugün ortada olmayan Marcion İncil’i bunlardan ilk
taslaktır.
Roma’nın imparatorluk izine bağlı olarak, 2. ve 3.
yüzyıllarda ilk ‘aziz’ler ortaya çıkıyor. 4. yüzyıl tam bir Hıristiyanlık
yüzyılıdır. İmparator Konstantin’in Hıristiyanlığı resmi din olarak ilan
etmesiyle hem ‘aziz’lerin varlığında ve hem de inanmış grupların sayısında bir
patlama yaşanıyor. Bu dönemde ilk mezhep ayrışmaları ve resmi Hıristiyanlık
(Devlet Hıristiyanlığı) gündeme geliyor. Bilindiği gibi Hıristiyanlıkta ‘üçlü
teslis inancı’ hâkimdir. Baba, ana ve oğul tanrı figürleri olarak
yorumlanabilir. Konumuz teolojik tartışma olmamakla birlikte, bu inancın
temellerinin çok eskiye dayandığı bilinmektedir. Sümerler bu inancı
zigguratlara taşıyan ilk toplumdu. Ana-Tanrıça ‘İnanna’, Baba Tanrı ‘En’ ve
Oğul Tanrı ‘Enki’ ilk dile gelecek panteon üçlüsüdür. Dolayısıyla ve sıkça
söylenen Hıristiyanlığın paganizmden güçlü etkilendiği söylemi yabana atılamaz.
Fakat daha da ilginç olan, İsa’nın kendisinin İbrani gelenekten gelmesi veya
öyle sayılmasıdır. İbrahimî gelenek paganizmle şiddetle çelişir. İsa adına
direnen dinsel akımda ise, sanki iki gelenek uzlaşmış gibidir. Bence doğru
yorum da budur.
Kafaları karıştıran bu husus daha sonra büyük mezhep
tartışmalarına, parçalanma ve çatışmalarına yol açmıştır. Çatışmanın özünde
İsa’nın tanrısal özden mi, yoksa insani özden mi sayılacağı vardır. Bu ayrım
yorumlandığında da, tanrısal özden diyenlerin daha çok resmi Hıristiyanlığı
kabullenenler olduğudur. ‘Konstantin’in kendisi bu yorumu, yani İsa’nın
tanrısallığını kabul edenlerdendir. Bilindiği üzere devlet tanrı-sallığı resmileşen
tanrısallıktır. Temellerini de Sümer rahipleri atmıştır. Dinlerin ilk defa iki
toplumsal temele göre ayrışması Sümerlerle başlar. İnsan tanrısallığı ise
neolitik toplum kültüründen kalmadır ya da o kültürden önemli kalıntılar
barındırır. Paganizmin de böyle yanları vardır. Diğer taraf, yani İsa’nın insan
karakterli olduğunu iddia edenler ise, onun dışındaki devletleşmemiş grupların
yorumudur ya da dinsel eğilimidir. Tıpkı Müsmanlıkta resmi Sünni mezheple
(devlet dini) Alevi mezhep (devlet dışı toplumun dini) arasındaki ayrım gibi.
Hıristiyanlık’ta dördüncü yüzyılda iki büyük dönüşüm
yaşanıyor. Birincisi, devlet dinine dönüşmesidir. Bu aynı zamanda uygarlık dini
haline gelmiş biçimidir. Roma maddi kültürünün yaşamış olduğu büyük manevi
kriz, yani meşruiyet krizi böylelikle aşılmak istenmiştir. Diğeri
kitleselleşmesidir. İlk yüzyıllardaki dar aziz gruplarının inancı olmaktan
çıkmış, büyük halk gruplarının resmi veya gayri resmi dini olmuştur. Ermeniler,
Asuriler, Helenler ve Latinler Hıristiyanlığı benimseyen ilk akla gelen
halklardır.
Ortaçağ denen ünlü zaman ‘süre’sine böyle giriliyor: Yani
bir yandan çökmüş orjinal Roma, onun yerine Hıristiyan meşrutiyetine dayanan
Konstantin Roma’sı; diğer yandan büyük ideolojik kültür hamlesi olarak
Hıristiyanlığın çığ gibi büyümesi. Karanlık çağ denen sürenin bu iki aktörü,
Hıristiyanlığın içerdiği ‘üçlü teslis’ inancının gereğini sergilemektedir:
Resmi tanrılı dinle gayri resmi tanrıların dini. Tarihi bölünme ortaçağda da
dönüşmüş olarak sürmektedir. Aralarındaki çatışma da çok kanlı geçmiştir. Daha
önceki paganistlerle olan çatışma Tanrısal İsa’yla İnsan İsa arasına kaymıştır.
Son tahlilde olan, uygarlık güçleriyle sınıfsal ve etniksel güçler arasındaki
eski mücadele geleneğinin yeni koşullarda yeni maskeler altında sürdürülmesidir.
Bu bölünmeye ilişkin daha açık bir yorum, yeni ideolojik
kültürel hamlenin derin tarihi temelleri olan bir kesiminin uygarlaştığı, maddi
kültürle uzlaştığı, böylelikle yozlaştığı, diğer bölümünün ise uzlaşmaktan
kaçındığı, ideolojik-kültürel hegemonya peşinde koşmaya devam ettiği
biçimindedir.
Roma’nın çöküşünden sonra geçen yaklaşık bin yıllık bir
süreyi, yani M.S. 500-1500 yılları arası dönemini, maddi kültürün üstünlüğünü
devam ettirmek isteyen eğilimle ideolojik kültürün üstünlüğünden vazgeçmek
istemeyen eğilim arasındaki büyük çekişme, çatışma ve uzlaşmalar dönemi olarak
yorumlamak tarihi realiteye daha yetkin yanıt verecek niteliktedir. ‘Karanlık
ortaçağ’ veya ‘feodal çağ’ yorumları realitenin kısmi yanıtları olabilir.
Bu bin yılın esas niteliğini Roma’nın maddi kültürünün
çöküşü belirler. Doğan boşluğu Hıristiyanlık veya başka ideolojik kültürle
maddi kültür unsurları doldurmuş mudur sorusuna verilecek yanıtlar daha yetkin
bir değerlendirmeye imkân verebilir.
Maddi kültür öğeleri olarak Doğuda Bizans, Batıda, daha
doğrusu tüm Avrupa’da yeni inşa edilen kentçik hamleleri vardır. Gerçekten de
Avrupa’nın maddi kültür tarihlerini bu kent hareketlerine bağlayabiliriz. Paris
gibi bir kentin en eski kökenini 4. yüzyılda bir Roma yerleşimi olarak
değerlendirirsek, M.S. 1500’lere geldiğimizde bir maddi kültür hâkimiyetinden
bahsedemeyiz. Ortaya çıkan kentler Roma’yla kıyaslanamıyacağı gibi, M.Ö.
3000-2000 Mezopotamya’sıyla M.Ö. 600-300 Ege’sinin iki tarafındaki kent
yapılarını fazla aşmış değildir. İnşa edilen şatolar M.Ö. 2000-1500’lerde
Toros-Zagros sistemlerindeki kale ve şatoları fazla aşmış olmaktan uzaktır.
Özcesi Avrupa’nın 500-1500 dönemindeki kentliliği ‘karanlık çağı’ aşma
yeteneğinde olmadığı gibi, yeni manevi kültürün, Hıristiyanlığın ideolojik
kültür hegemonyasının daha başat olduğunu belirleyebiliriz. Üstünlüğün
Hıristiyanlıkta olması şüphesiz Avrupa tarihi için çok önemlidir. Tarihçilerin
bu dönemi Avrupa’nın maddi kültürce fethi yerine, manevi kültürle, yani
Hıristiyan inanç ve moral değerleriyle fethi olarak yorumlamaları daha
isabetlidir.
Asıl önemli soru, neden Roma’nın ancak iki bin yıl önceki
maddi kültür düzeyinde kaldığıdır. Daha da önemlisi, Hıristiyanlık gibi mevcut
ideolojik kültür ihtiyacını, açlığını pek giderecek durumda olmayan bir inanç
ve moral değerler sisteminin neden Avrupa’yı fethetme başarısı gösterdiğidir.
Önemli bir neden Avrupa’nın neolitik bakireliğidir. Ne ekersen biçebilirsin.
Zaten bin yıllık tarih bu gerçeği kanıtlamıştır. İkinci neden dış kökenli olabilir:
Türklerin hem İslam hem pagan olarak saldırı tehditleriyle, Arapların güneyden
Sicilya ve İspanya üzerinden saldırı tehditleri. Bu iki etken birleşince,
Avrupa ortaçağını, ‘karanlığının’ uzun süresini daha iyi anlamak mümkündür.
Hıristiyanlığa ihtiyaç vardı. Çünkü paganizm Roma’yla çökmüştü. Hıristiyanlık
kendi öncesindeki Avrupa paganizminin inanç ve moral olarak anlam
yetersizliğini çoktan ortaya koymuştu. Böylelikle Hıristiyanlığın
ideolojik-kültürel öğe olarak hegemonyacılığı için koşullar olumluydu.
Hıristiyanlığın maddi kültürü her zaman Roma’nın yanında sönük kalmıştır.
Doğudaki maddi kültürle de boy ölçüşemezdi. Neolitikten çıkan topluluklarla
görkemli Paris’ler olamazdı. Bence bu iki yetersizlik, yani Hıristiyanlığın
ideolojik kültür açlığını giderecek bir sistem olmaktan çok uzak bulunmasıyla
kent yapısının birkaç bin yıllık öncesi seviyesinde kalması, Avrupa’nın ‘16.
yüzyıldaki büyük maddi hamlesi’nin yolunu açmıştır.
Maddi kültürün büyük hamle yapmasıyla ideolojik kültür
olarak Hıristiyan hegemonyacılığı arasında sıkı bir bağlantı vardır. Kaldı ki,
büyük din ve mezhep çatışmaları bu gerçekliğin doğrulanmasıdır. Avrupa
kapitalizmi, müthiş bir maddi kültür hamlesi olarak, güçlü ideolojik öğelerden
yoksun olan Hıristiyanlığın zaaflarını iyi kullanmış; daha önceki hiçbir
uygarlığın cesaret edemediği, kendini hep gizlemiş, toplumların çatlaklarındaki
boşluklardan yararlanarak ayakta tutmuş emtialaşmayı -değişim değeri kazanma-
ve tüccar-kâr ‘tarikatı’nı resmi uygarlık gücü haline getirerek yeni bir çağ
inşa etmeyi başarmıştır. Bu anlamıyla Roma maddi kültürün orta aşamasından son
aşamaya geçebilmiştir. Kapitalist modernite denen bu çağı uygarlığın krizi mi
veya kanserleşmesi biçimi ya da son yaşlılık evresi olarak mı yorumlayacağımızı
bundan sonraki bölümde kapsamlıca değerlendireceğiz.
İslam’ın öyküsü daha çetrefilli bir konudur. Gerek hızla
uygarlaşması, gerek daha ilk günlerinden itibaren Yahudilik ve Hıristiyanlıkla
çatışması ve kendi içinde mezhep çatışmalarına derinliğine karışması, sorunun
karmaşıklığını göstermeye yeterlidir.
Muhammed öncesi iki yüzyıl, daha önce belirttiğimiz gibi,
köleci uygarlığın son aşamasının krizi olarak da yorumlanabilir. Hıristiyanlık
bu krizden güçlenerek çıkmıştı. İlk büyük yoksul sosyal kesimlerin örgütü
olmayı başarmıştı. Gerçekten bu yüzyılları manastırlarla doldurmuş, yoksul
halkların bile ilgisini sağlamıştı. Bir alternatif güç olmayı başarmıştı.
Birçok sorunları da olsa, aynı kökenden geldikleri için İslam’la birlikte bu
sorunları da değerlendirerek, başka alternatif olasılıkları ve İslam’ın
çıkışını yorumlayarak bu bölümü tamamlamak durumundayım.
İslamiyet’in çıkışını yorumlamak birçok unsura başvurmayı
gerektirir. Birincisi, İslamiyet İbrahimî geleneğin son dinidir. Kendisini öyle
inşa eder. Böylelikle temellerini en az iki bin yıl önceki İbrahim tarzlı bir
çıkışta bulur. Bundan çıkan sonuç, Arap-Yahudi çatışmasının bir anlamda aynı
dinin iki mezhebi arasındaki çatışma olduğudur. İkincisi, içinden çıktığı
Mekke’deki zihniyeti cahiliye çağı olarak değerlendirir. Bir nevi Mekke
paganizmi eleştirisidir. Üçüncüsü, bizzat Muhammed, Nasturi rahipleriyle
diyaloglarda bulunmakla Hıristiyanlıkla da bağlantılandırılabilir. Dördüncüsü,
tüccar Hatice’nin hem bir çalışanı, hem sonradan eşi olarak ticaretle bağını
açıklar. Beşincisi, Araplarda hep gündemde olan, temellerini binlerce yıl
öncesinden alan kabilecilik ortamından şiddetle etkilenmiştir. Altıncısı,
Bizans ve Sasani İmparatorluklarının son debdebeli çağını yaşamıştır.
Birçok tali unsurla birlikte bu ana unsurların İslamiyetin
çıkışı üzerindeki etkisi hakkında ciltler dolusu yazılabilir. Bununla belirtmek
istediğimiz, İslamiyet’in ‘çölde bir mucizenin’ gelişmesi olmayıp, güçlü maddi
ve tarihi koşulların ürünü olduğudur. Gücü kadar güçsüzlüğü de bu koşullarla
bağlantılıdır. Ne ilk Sümer ne son Roma gibi bir uygarlık sentezi olmayıp, ağır
basan yanı bir inanç ve ahlaki hareket olmasıdır. Muhammed’in kendisi İbrahim,
Musa ve İsa gibi belirsiz bir şahsiyet değildir. Birçok hususiyeti
bilinmektedir. Mesajı olan ‘Kur’an’ın kendisi herhangi bir kavme, kabileye,
sınıfa hitap etmeyip tüm insanlığı hedefler. Kur’an’da kendini en çok duyuran
kavram olan ‘Allah’ kelimesi, aslında teolojik çalışmaların baş konusu olmak
durumundadır. Muhammed bu kavramın derin etkisindedir. Tüm âlemlerin ‘Rabbi’,
yani efendisi olarak değerlendirmektedir. Kelime Kitabı Mukaddes’te çok geçer.
Bu kadar kavramsal büyüklüğü olan Allah kelimesi, sosyolojik olarak doğa
tanrısallığıyla toplumsal tanrısallığı birleştirme kapasitesindedir.
Barındırdığı doksan dokuz sıfat, doğa ve toplumsal güçlerin birleşik etkisini
ifade eder. Mensuplarının ‘ebedi emir ve yasa’ olarak anlamak istediği hususlar
son derece bulanıktır. Toplumsal kökenli vasıfların geçiciliği kadar, her doğa
görünümünün yasa değeri olamaz. Kaldı ki, yasacılığın kendisi Yahudi
kabileciliğinin aşırı kuralcılığının bir sonucudur. Toplumda her zaman ağır
basan ‘eğilimler’den bahsedilebilir. Daha sonra İslam toplumundaki büyük
tutuculuğa bu yasacılık anlayışı yol açacaktır. Belki kabile anarşizmini aşmak
için katı yasacılık toplumsal gelişme için yararlı olmuştur. Fakat toplumsal
gelişmenin hızlı karakteri göz önüne getirildiğinde, bu ümmet anlayışının
tehlikesi kendiliğinden anlaşılır.
Muhammed’in güçlü Allah inancı onun metafizik gücünü
belirler. En azından üstünde güç tanımakla Sümer’den Roma’ya kadar tanıdık
olduğumuz tanrı olmak hastalığına tutulmaz. İsa’nın tanrıcılığı üzerindeki
büyük kavgayla karşılaştırdığımızda, Muhammed’in yaklaşımı daha ileridir. Fakat
Musevi katılığını aşamaması olumsuz yanıdır. Bunun ağır faturası Arap-İsrail
çatışmasında ödenmektedir.
Muhammed’in inşa etmek istediği toplumun maddi kültür
ağırlıklı mı olduğu, ideolojik yanının mı baskın olduğu tartışılmaya değerdir.
Hıristiyanlıkta ahlaki öğe öne çıkarken, İslam’da bana göre güçlü bir denge
kurulmuştur. Muhtevası ne kadar yetersiz ve tartışılır da olsa, maddi ve
ideolojik kültür denkliği İslam’ın güçlü yanı olabilir. Zaten bizzat
Muhammed’in “Yarın ölecekmiş gibi ahret için çalış, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya
için çalış” hadisi bu yapısallığı iyice açıklar.
Klasik Roma, Bizans, Sasani,
hatta eski Firavun ve Nemrut düzenlerini istemediği, onları şiddetle
eleştirdiği bilinmektedir. Bu yönüyle güçlü bir uygarlık eleştiricisidir. Fakat
gerek çağının maddi koşulları, gerek ideolojik kapasitesi onun ‘site’
anlayışını açıklamaya yetmez. Zamanımızdaki sosyalistlerin alternatif
geliştiremeyişine benziyor. Ama ahlaka çok büyük çağrı yapması, uygar toplumun
hastalıklarının tamamen farkında olduğunu gösterir. Bu yönüyle güçlü bir
reformcu, hatta devrimcidir. Ahlakın egemen olmadığı toplumu tanımamaktadır.
Sermaye faizine getirdiği kurallar, kapitalist toplumun hastalık halindeki
gelişimine de engeldir. Muhammed’in yapısından ilk elden bu hususlarda
Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin önünde olduğunu yorumlayabiliriz. Kölelik
karşıtı eğilimi bilinmektedir. Son derece şefkatli ve azat etme yanlısıdır.
Kadın yaklaşımı özgür ve eşitçi olmaktan uzak olmakla birlikte, kadının derin
köleliğinden de nefret etmektedir. Birçok eş ve cariye sahibi olmasından çıkaracağımız
sonuç bu iki eğilimi de barındırır. Toplumda mülkiyet ve sınıf farklarını
tanır, ama tam bir sosyal-demokrat gibi aşırı vergilerle tekelleşme ve
toplumsal hâkimiyetlerini önlemeye çalışır.
Bu çok kısa özetle Muhammed ve İslam’ın çok ustaca ne dengesiz
bir maddi kültürden yana olduğu, ne de salt ideolojik kültür olarak kalmak
istediği rahatlıkla belirtilebilir. Bu yönü hem uygarlık güçlerine, hem de
diğer ideolojik-kültürel oluşumlara karşı neden güçlendiğini iyice açıklar.
Belki de Sümer ve Mısır rahipleri dışında hiçbir toplumsal hareket İslam kadar
maddi ve ideolojik kültür birlikteliğini sürdürme ustalığını yakalayamamıştır.
Eğer bugün halen radikal veya siyasi İslam’ın güçlenmesinden bahsediyorsak, bu
yapısal özelliğini de iyi kavramak zorundayız.
A.Öcalan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder