26 Temmuz 2011 Salı

Tarık Ziya Ekinci İle Röportaj

Hülya Yetişen arkadaşımız bu ay ki röportajını Kürt Tarihinin bir asırlık hafızası Tarık Ziya Ekinci ile yaptı. Dr. Tarık Ziya Ekinci ile yapılan bu röportajda; Kürdün yüzyıllık acı tarihini, bu tarihin aşaTarık Ziya Ekinci İle Röportaj- Hülya Yetişenmalarını, Kürt toplumsal mücadelesinin sınıfsal konumlanışını, şimdiki duruşunu, geleceğini ve bu tarihten çıkarılan dersleri okuyacaksınız.

18 Şubat 1926’da Diyarbakır Lice’de doğan Tarık Ziya Ekinci. İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. 12 Mart’ta Diyarbakır Sıkıyönetim Cezaevi’nde Kürtçülük propagandası yaptığı iddiasıyla TCK’nin 142/1. maddesinden üç yıla mahkûm oldu ve iki yıl tutuklu kaldı. 12 Eylül’de 5 kez göz altına alında 2 kez tutuklandı, 1982’de yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. 7 yıl Paris’te sürgün yaşadı. Yaşamını bir sosyalist olarak, özgürlük ve eşitlik mücadelesine adayan 85 yaşındaki Ekinci, Cumhuriyet tarihinin, Kürt sorununda hem canlı bir tanığı hem de mağdurudur. Bu süreçte iki kardeşini yitiren Ekinci’nin, kardeşlerinden Avukat Yusuf Ekinci, 1994’te Ankara’da kaçırılarak faili meçhul bir cinayetle öldürüldü.

Hülya Yetişen: Tarık Ziya Bey 12 Haziran'da milletvekili genel seçimleri yapılacak. Kürt kimliği ile ilk defa milletvekili seçilmiş eski bir parlamenter olarak TBMM'sine Kürt milletvekili seçimini nasıl değerlendiriyorsunuz ve bu seçim Kürtler için ne ifade ediyor?

Ekinci:
Seçimin Kürtler için ne ifade ettiği sorusunu "seçimlerin sonucunda ortaya çıkacak olan siyasi yapıda Kürtlere ne gibi olanaklar sağlanacak?" sorusuna çevirelim. Hiçbir değişiklik olmayacak, statüko devam edecek. Ne AKP, ne CHP ne de MHP yeni bir açılım getirmeyecek ve getirmeleri de mümkün değil.

Başbakan Erdoğan çok açık söylüyor. "Yapılması gereken her şeyi yaptık. Asimilasyon son bulmuştur. Kürt sorunu yoktur Kürt vatandaşlarımızın sorunları vardır" derken, Kürtlerin ekonomik ve sosyal sorunlarıyla ilgili bazı önlemler alınacak, demek istiyor.

Büyük bir ihtimalle iktidara yine AKP gelecek. Diğer siyasi partilerin iktidara gelme olasılığı yok. Üstelik iki partinin koalisyonu bile mümkün görünmüyor. Yani statükocu durum devam edecek. Bu nedenle mevcut sorunu AKP’nin politikası açısından değerlendirmek gerekiyor. Kürtler taleplerini sürdürecekler. Parlamento kürsüsünde, mitinglerde TV programlarında taleplerini dillendirecekler. Ama hiçbir şey değişmeyecek . İstemlerinin yaşama geçmesi gerçekleşmeyecek.

Kürtlerin demokratik mücadelede başarılı olabilmeleri için parlamentoda kilit bir parti haline gelmeleri gerekir. Yüzde on barajını aşmaları ve yüzde 15 ya da 20’lik bir oy potansiyeline ulaşmaları için yeni bir politika oluşturmaları, yeni bir strateji belirlemeleri gerekir .Ancak bu konuda ne bir tartışma var ne de bir görüş açıklanıyor. Bu nedenle, ben 70-80 sayfadan oluşan bir kitap yazdım. İlgili ve önemli bulduğum şahıslara gönderdim. ‘Kürtler ve Kürt Siyasal Hareketlerinin Sınıfsal Analizi’ başlığı altında. Şimdiye kadar konuyla ilgili ne bir tartışma yapıldı, ne de kitapla ilgili bana bir cevap veren oldu.
Tarık Ziya Ekinci İle Röportaj- Hülya Yetişen
Hülya Yetişen: Yani yetkili siyasi kişilere mi gönderdiniz?

Ekinci:
Evet, demokrasiye önem veren ve demokrasi mücadelesini savunan şahsiyetlere, akademisyenlere gönderdim. Ama henüz hiç kimseden yanıt gelmedi.

Hülya Yetişen: Ne kadar oldu göndereli?

Ekinci:
15- 20 gün kadar oldu.

Hülya Yetişen: Kürtlerin Türk Parlamentosunda temsil mücadelesi 1965'te sizin deneyiminizle başladı. O dönem ile şimdiki dönem arasında bir kıyaslama yapar mısınız? Bu çerçevede Kürt siyasal hareketinin aşması gereken en temel sorun nedir?


Ekinci: 1965'li yıllar ile bugünkü koşulları mukayese ettiğimizde arada dağlar kadar fark var. Dünyada ve toplumda bir çok değişiklikler oldu. Bu, ister istemez Kürt toplumunu da etkiledi. Bir kere parlamentoda 1965 yılındaki mücadelemiz, tamamen sosyalist anlayış çerçevesinde yürütülen bir mücadeleydi. Münhasıran Kürt sorununu eksene alan bir politika değildi izlediğimiz. Kürt sorununu Marksist-sosyalist bir anlayış çerçevesinde ‘Halkların Kendi Kaderini Tayin Etmesi’ ilkesi temelinde Doğu Sorunu adı altında ele aldık. Doğu’nun geri kalmışlığı üzerine konuyu parlamentoya getirdik. İçişleri Bakanlığı’na dönük eleştirilerimiz oldu. Doğu sorununa değgin asker ve jandarma baskılarını konu alan tartışmalar yaptık, öneriler sunduk. 1970 yılında Partimiz gelen tehditkar eleştirilere rağmen Doğu mitinglerine sahip çıkarak parlamentoda savunmasını yaptı.

1968’de Parti içinde bir ayrışma oldu. İki karşıt grup oluştu. Mehmet Ali Aybar ve ben, Kürt sorununun Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin bir parçası olduğunu ve bu mücadelenin de ertelenemez olduğunu savunduk. Diğer arkadaşlar ise Kürt sorununun bir üstyapı meselesi olduğunu çözümünün de ancak sosyalist devrimden sonra mümkün olduğunu savunuyorlardı.

Doğu mitinglerinin tümüne parti adına katıldım. Bir bölümüne Behice Boran’la Aybar da katıldılar. Kürt sorunu için verdiğimiz mücadelenin son noktası 4. Büyük Kongrede Kürtlerle ilgili bir kararın alınmasıydı. Kararda, “Doğu ve Güneydoğu’da Kürtlerin yaşadığı, kendilerine özgü bir dillerinin olduğu, üzerlerindeki kapitalist baskı yanında aynı zamanda etnik baskıların da olduğu vurgulanmaktaydı.” Karar metni yayınlanınca Partimiz kapatıldı. Parti kapatılınca yönetici arkadaşlar Ankara'da bizler de Diyarbakır’da tutuklandık. O dönem de böylece kapanmış oldu.

Türkiye İşçi Partisi 1975’te ikinci kez açıldığında bu sefer çok dikkatli ve titiz davranıldı. Zaten bu dönemde bir ya da iki kongre yapabildi. Kürt sorunu da Doğu sorunu olarak ele alınıp değerlendirildi. 1980 darbesinden sonra konu yurtdışında yine gündeme geldi. TİP adına yetkili olan Genel Başkan Behice Boran, Marksist açıdan Kürt sorununa yeni bir açılım getirdi. TİP’in iktidarında veya diğer sosyalist güçlerle yapılacak bir ittifakla iktidara gelindiğinde Türkiye’de ayrı bir Kürdistan Cumhuriyeti olacaktı. Tıpkı Sovyetlerdeki Özerk cumhuriyetler gibi. Boran’ın en son geliştirdiği tez buydu.

Hülya Yetişen:"Lice’den Paris’e" isimli 1000 sayfalık kitapta Kürtlerin yakın tarihini anlatıyorsunuz. 85 yıllık Cumhuriyet tarihinin hem mağduru ve hem de tanığı olarak "Ah keşke şunu yapsaydım, şunu yapmasaydım" dediğiniz olaylar var mı?

Ekinci: “Şunu yapmasaydım” dediğim, yani esef ettiğim bir olay, ya da bir davranışım olmadı. Ama yapmam gerektiği halde yapmadığım ve bugün acısını çektiğim çok önemli bir olayın sonuçlarını bugün de yaşıyorum. Bu benim içimde büyük bir uktedir. Ve bana büyük acı veriyor. Benim hem kişiliğimi hırpalıyor hem de sürekli olarak hafızamı meşgul ediyor. Bu, anadilim olduğu halde Kürtçeyi okuyup yazma olanağından yoksun bulunmamdır. Benim içinde yaşadığım koşullarda “Kürdüm” demek, çarşıda pazarda Kürtçe konuşmak yasaktı. Ama sokakta evde mecburen konuşuyorduk. Başka türlü davranmak mümkün değildi. Çünkü Kürtçe anadilimizdi ve ben anadilimle konuşuyordum. Ne ar ki, aile içinde insan meramını ancak 300-500 kelime ile ifade eder. Özellikle köylerde ve kasabalarda bu böyledir.

Bildiğiniz bir dilin evrensel boyutlarda kullanılabilen bir dil olabilmesi ancak eğitimle mümkündür. Anadilimle eğitim görmediğim için Kürtçe yazılmış bir kitabı elime alıp kolayca okuyamıyorum. Bu da bana çok acı veriyor. Şimdiden sonra oturup Kürtçeyi yazı dili olarak geliştirmek, onun gramer kurallarını, yazım kurallarını öğrenmek, artık benim için imkansız. Bana gelen ufak tefek notları, broşürleri ya da mesajları dahi çözerken karşılaştığım yeni kelimeleri hafızamda tutamıyorum. Bir gün sonra unutuyorum. Seksen beş yaşından sonra anadil de olsa bir dili geliştirmek mümkün değil diye düşünüyorum; onun için bulaşmıyorum.

Hülya Yetişen: Bir yazınızda Kürt uluslaşması önündeki engellerden söz ediyorsunuz. Günümüzde uluslaşmayı nasıl tarif etmek gerekiyor? Ulus ve uluslaşma sürecinde toplum olarak Kürtleri nereye yerleştirmek gerekiyor?

Ekinci:
Uluslaşmanın günümüzdeki somut belirtileri bir toplumun burjuva sınıfının öncülük ettiği ulusal talepler zinciri ile ortaya çıkması ve gümrük duvarlarını oluşturarak kendi ulusal pazarına hakim olmasıdır. Ben uluslaşmayı böyle anlıyorum. Eğer bir toplumda burjuvazi kendi başına siyasal bir güç olarak, toplumun etnik, kültürel, dinsel taleplerine sahip çıkarak, onu örgütleyip bir millet haline getirmek için mücadele etmiyorsa ve onu bir millet yapma bilinciyle, milliyetçilik ideolojisini yaymıyor, ulus olarak örgütlenmesi için gerekli çabayı göstermiyorsa o toplumun ulus haline gelmesinin koşulları henüz oluşmamış demektir.

Kürt toplumunda, 1938 Dersim Tedip Hareketi bittikten sonra, 1950’ye kadar tam bir sessizlik dönemi yaşandı. Bu süreçte hiçbir olay olmadı, tek bir ses çıkmadı.Devlet mutlak bir hakimiyet kurmuştu. Kürtçe konuşmak yasaktı. Jandarma bulunduğu yörenin mutlak hakimiydi. Adeta jandarma Kürtlerin Allahıydı. Bölgede okuma-yazma oranı son derece düşüktü. Medreseler kapatılmıştı. Eskiden medreselerde Kürtçe okuyup yazmak ve dönemin makbul dillerinden Arapça ve Farsça dillerini öğrenmek mümkündü. Medreseler kapandıktan sonra bu imkan da kalktı. Medreseleri ikame edecek Okullar açılmadı. Maraşal Fevzi Çakmak’a “Doğu’da okullar açalım, Kürtleri eğitelim, Türkleşsinler” demişler. O da “Ne yapıyorsunuz, ne saçmalıyorsunuz. Biz bunların cahilleriyle halleşemiyoruz, bir de başımıza okumuşlarını mı çıkaracaksınız?” demiş. O günkü zihniyet buydu ve bu uzun yıllar devam etti. 1950’ye kadar. Uzun süre her türlü siyasal, sosyal ve bilimsel faaliyetleri yasaklayan Takrir-i Sükun Kanunu yürürlükte tutuldu. Aynı zamanda Kürtleri hedef alan Mecburi İskan Kanunu uygulandı. Mecburi İskan Kanunu ile Doğu’nun ileri gelen hemen hemen bütün beyleri, aşiret reisleri, varlıklı aileleri, eşrafı sürgüne gönderildi.Şark Islahat Planı esaslarına uygun olarak uygulanan bu kanunu gereğince sürgüne gönderilenler gittikleri yerlerde nüfus çoğunluğunu oluşturamayacak, büyük nüfus içerisinde dağılacak ve Türkleşmeleri sağlanacaktı.

Bu uygulamaları çocukluk yıllarımdan hatırlıyorum. O dönemde çarşı pazara gelen, bizim mahallemize bağlı mezralarda akrabalarımız vardı. Yoğurdunu, yumurtasını, odununu getirir satarlardı. Bunlar Kürtçe konuşunca önemli miktarlarda para cezası ödemek zorunda kalıyorlardı. Sattıkları yoğurdu, yumurtaları ödedikleri cezayı karşılamıyordu. Yani o kadar sıkıntılı bir durum yaşanıyordu. Ben ilkokul ikinci veya üçüncü sınıfa geldiğimde Türkçe öğrenmiştim. Onlarla birlikte çarşıya gidiyordum. Bıçkın esnaf, köylülerin mallarını ucuza kapatmak için mütemadiyen Türkçe konuşuyordu. Ama köylüler Türkçe bilmiyordu. Ben kendilerine yardımcı oluyordum.

Şapka Kanunu ile Kıyafet Kanununun uygulanmasını da hatırlıyorum. Caminin önünde jandarmalar beklerdi. Camiden çıkanların başındaki sarığı parçalayıp atıyorlardı. Ayrıca Karakola götürüp para cezası kesiyorlardı. Böyle bir dönemden geçtik.

Şeyh Sait İsyanı sonrasında yapılan Tedip Harekatı uygulamalarını, köylerin yakılmasına dair hikayeleri dinleyerek büyüdüm. Bu olaylar aile içinde evlerde halk arasında konuşuluyordu. İnsanlarda büyük bir korku, bir endişe vardı. Türkiye çok partili yaşama geçerken ben Tıp Fakültesinde öğrenci idim. 1946-47 yıllarında yaz tatilinde Demokrat Parti kurma teşebbüsüne girdiğim zaman insanlar benden kaçıyordu. “Aman başımızı belaya mı sokacaksın” diye. Fakat 1950’den sonra şartlar değişti. 1946 seçimlerinde Demokrat Partiden parlamentoya 61 milletvekili girdi. Bunlar hep Batı illerinden seçilmişlerdi. Doğu’dan tek bir ilden dahi Demokrat Parti’den milletvekili seçilmedi. Korku nedeniyle zaten teşkilat da kurulamamıştı.

Halk korkudan DP’ye yanaşamıyordu. Mustafa Kemal döneminde CHP dışında iki kez CHP’den ayrı partiler kurulmuş fakat hemen kapatılmış, yöneticiler cezalandırılmıştı . Bunlar Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, ile Serbest Fırkaydı. Tam bir despotik yönetim hakimdi. Bu yönetim anlayışının 1946 seçimleri ile değişeceğinin güvencesi yoktu. İnsanlar aynı akıbeti yaşayacakları endişesi içerisindeydi. Bunun için hiç kimse CHP dışında yeni bir parti kurmaya yanaşamıyordu. Lice’de bir İl Genel Meclisi seçiminde sandık kurulu üyeliği yaptım. Galiba 1947 yılıydı. O zaman açık oy gizli tasnif vardı. Oyunuzu herkesin gözü önünde atıyordunuz. Sandık kapandıktan sonra tasnif etmek için oylar kaymakamlığa götürülüyordu. Oyların tasnifini Kaymakam gizlice yapıyordu. İstediğini seçtirmek için oy birleştirme tutanağını dilediği şekilde hazırlıyordu. Sonucu da kendisinin hazırladığı tutanağa göre ilan ediyordu. Bu bildiğimiz ‘açık oy, gizli tasnif” sistemi idi.

Bazı Batı illerde halk sandık başında canhıraşane bir mücadeleye girişti. 1946 seçimlerinde Senirkent ve benzeri yerlerde büyük olaylar yaşandı. Çok önemli olaylardı bunlar. Jandarma ile halk gırtlak gırtlağa geldi ve böylece Demokrat Parti 61 milletvekili çıkarabildi. Şu anda pek iyi hatırlamıyorum ama, galiba bu olaylar Kütahya ya da Afyon gibi illerde de yaşandı.

1946’da DP’den seçilen 61 milletvekili çok etkin bir muhalefet yaptı. Gerçekten bu halka cesaret veren bir muhalefetti. Mesela o dönemde 33 Kurşun Olayı gündeme getirildi. Demokrat Parti milletvekillerinden biri, sanırım Afyon milletvekili idi, bir önerge verdi. Mustafa Muğlalı, Özalp’ta 33 kişiyi sorgusuz sualsiz katletmiş, diye. Bu önerge görüşüldü. Ancak soruşturma, 1950'den sonraya kaldı. 1950’de Demokrat Parti iktidara gelince - Doğu’dan da milletvekilleri gitmişti- soruşturma yeniden başlatıldı ve Mustafa Muğlalı mahkum edildi. DP’nin muhalefeti karşısında 1947’de, Mecburi İskan Kanunu kalktı.

O yıllarda ben öğrenciydim. O yıllarda Kürt öğrencilerin en büyük revandikasyonu Mecburi İskan Kanunu’nun kalkmasıydı. İstanbul’da, bizimle birlikte okuyan Sürgündeki ailelerden gençler de vardı. Bunlar Trabzon’a, Kütahya’ya, Afyon’a, Edirne’ye, ve benzeri Batı illerine sürgün edilmiş ailelerin çocuklarıydı. O zaman tek üniversite İstanbul’da vardı. Sürgündeki gençler de Üniversite çağına geldiklerinde İstanbul’a okumaya geliyorlardı. Bizim kaldığımız Dicle Talebe Yurdu diye bir yurt vardı. Doğulu gençler bu yurtta kalıyorlardı. Biz sürgün gençlerin durumunu öğrenince çok üzülüyorduk. Mecburi İskan Kanunu mutlaka kalkmalıdır diyorduk. O zamanki Kürt öğrencilerin birinci talebi buydu. Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı amansız bir muhalefet vardı o zamanki Kürt gençleri arasında. Cumhuriyet Halk Partisi, DP’nin ve Kürt gençlerinin muhalefeti karşısında Mecburi İskan Kanununu 1947’de kaldırdı. Böylece sürgündeki aileler dönebildiler.

O tarihlerde Üniversitede okuyan Kürt gençleri çok azdı. Doğu ve Güneydoğu kökenli öğrenci sayısı 50 kişi kadardı. Bugün yalnız Lice’den gelip yüksek öğrenim yapan gençlerin sayısı bile bunun birkaç katıdır. Şu an Liceli en az 50 doktor ve 100 avukat var. Ben üniversiteye gittiğim yıllarda ilçemizden üniversitede okuyan tek kişi yoktu. Benden evvel mezun olan bir kişi vardı, ben de ikinci oluyordum.

Hülya Yetişen- Peki siz İstanbul’da nerede kaldınız, kendi imkânlarınızla mı?

Ekinci- Benim okuduğum yıllarda Sağlık Bakanlığı doktor ihtiyacını karşılamak için İstanbul’da Tıp Talebe Yurdu diye yurtlar açmıştı. Sınavla Tıp fakültesine giren öğrenciler Tıp Talebe Yurduna yatılı olarak alınıyordu. Öğrencilik yıllarımda Tıp Talebe Yurdunda yatılı olarak kaldım. Ama Kürt öğrencilerin kaldığı Dicle Talebe Yurdu diye ayrı bir yurt vardı. Bu, Birinci Umumi Müfettişliğin manevi liderliğinde oluşturulan bir yurttu; Şehzadebaşı’ndaydı. Doğu ve Güneydoğu’dan gelen gençler orada kalıyorlardı. Ucuz bir yurttu. Hatta öğrencilerin bir kısmı Yurtta parasız kalıyordu, bir bölümünden de yarım ücret alınıyordu. Birinci Umumi Müfettişliğin koruması altında tamamen bağımsız bir yurttu, kendi tüzüğüne göre yönetiliyordu. Ben orada üç ay kaldım. Çünkü liseyi bitirip İstanbul’a a geldiğimde henüz üniversite açılmamıştı. Üniversite sınavlarına girmek için orada üç ay kaldım.


Hülya Yetişen- Kendi aranızda konuşur muydunuz Kürtlerin sorunlarını?

Ekinci- Evet. Kendi aramızda Kürtçe konuşuyorduk. Hem yurtta,hem de Eminönü Halkevinde Kürt Halk oyunları, Kürt milli oyunları teşhir ediliyordu. Yani Kürt olduğumuzu biliyorduk. O kadar. Daha ötesi yoktu. İçimizde daha bilinçli öğrenciler de vardı. Musa Anter, Faik Bucak gibi. Onlar daha farklı bir konumdaydı. Bizlere nazaran yaşlı, ama daha bilinçli ve iyi eğitim görmüş gençlerdi. Fakat açıktan siyasal talepleri yoktu. Sadece Kürt milli oyunlarını oynuyorlardı. Halkevinde de onlara imkan hazırlanmıştı. Doğu Gecesi ya da Dicle Gecesi adı altında geceler tertipliyorlardı. O gecelerde Kürt oyunları teşhir ediliyor, türküler söyleniyordu. Kürtçe değil tabi Türkçe; ama bunlar yörenin türküleriydi. Tarihsel açıdan Dicle Talebe Yurdundaki öğrenci topluluğu Kürt siyasal hareketinin ilk evrelerinden biri olarak değerlendirilebilir.

Daha önce değindiğimiz gibi Mecburi İskan Kanunu kalktıktan sonra sürgündeki aileler Doğu’ya döndüler. Geri dönen feodal beylerimizin yeniden ayaklanmaları, bir isyan çıkarmaları söz konusu olamazdı. Feodal Kürt hareketlerinin mahiyetini ve sonraki gelişmeleri anlamak için biraz gerilerden başlayarak soruna açıklık getirmek istiyorum.

1918’de Mondros Mütarekeresi imzalandıktan sonra Kürt Taali Cemiyeti kuruluyor. Savaş galibi İtilaf Devletlerinin temsilcileri İstanbul’a giriyor. Osmanlı devletinin otoritesi kalmamış. Kürt Taali Cemiyeti de İçişleri Bakanlığı’nın izni ile kuruluyor. O dönemin önde gelen Kürt aydınlarından, Şurayı Devlet Başkanı Şeyh Abdülkadir, Abdullah Cevdet, Şükrü Baban, Celadet Bedirxan, Kamuran Bedirxan vb. şahsiyetler dernekte kurucu olarak görev alıyorlar. Bunlar dönemin en yetişkin , eğitimli aydınlarıdır. İtilaf Devletleri’nin de desteğini alarak Kürtlere bir statü sağlamak için çaba gösteriyorlar. Ama yaptıkları Doğu gezisinde Kürt beylerini bir araya getirmeleri mümkün olmuyor. Bunların her biri kendi başına buyruk, kendi aşiretini, kendi beyliğini ayakta tutmak ve sürdürmek arzusunda.

Kürt Teali Cemiyeti yöneticilerine karşı Mustafa Kemal farklı tezle ortaya çıktı. Kürt aşiret ve beylerine gönderdiği telgraflarda “Biz padişahlığı ve hilafeti kurtarmak için yola çıktık. Vatan topraklarını yabancı istilacıların ayakları altından kurtarmayı, İslamiyet’i yeniden ihya etmeyi arzu ediyoruz.. Sizin de din ve devlete olan bağlılığınızı biliyoruz, bize destek olun ve elbirliği ile din-i mübini, padişahlığı ve hilafeti kurtaralım....” diyordu.

Kürt Taali Cemiyeti ise bu liderlere özerk veya bağımsız bir Kürdistan kurmak için birleşmelerini öneriyordu. Bunu reddediyor,ama Mustafa Kemal’in teklifini kabul ediyorlar. Neden? Çünkü Mustafa Kemal’in önerdiği, padişahlığı ve hilafeti kurmaktır. Dolayısıyla onların eski düzeni devam edecek. Ama Cumhuriyet kurulduktan sonra aldatıldıklarının farkına vardılar. 1925 ve onu takip eden isyanlar aldatılmış oldukları ve eski statülerini kaybettikleri için gösterdikleri tepkilerdir. Bunlar, eskinin devamını isteyen feodal nitelikli tepkilerdir. 1950’de sürgünden döndükten sonra koşullar değişmişti, artık yeni bir kalkışmaya girişmeleri mümkün değildi. Aradan geçen uzun süre içinde otoriter düzen kurumlaşmış, hükümet ülkede mutlak bir hakimiyet kurmuştu. Otoriteleri kırılan, manen ve maddeten ezilen Kürt beylerinin tepkisel bir davranış içine girmeleri söz konusu olamazdı.Bu durumda Yeni bir politika geliştirmeleri gerekiyordu. Bu yeni politika aşiret-devlet ittifakı olarak gelişti. Diğer bir deyimle, sürgünden dönen Kürt eşrafı, aşiret reisleri ve beyleri devletle zımni bir ittifak kurmaya giriştiler. Tabi ki bu, masa başında karşılıklı bir anlaşma ile oluşan bir ittifak değildi. Bu zımni anlaşmaya göre Kürt beylerinin söyledikleri şuydu: "Artık ben sana tabi olacağım. Sen ne istersen onu yapmaya hazırım. Kendi topraklarımı tasarruf etmeme müsaade etmen koşuluyla.... Köylü üzerindeki baskıyı da sürdüreceğim. Köylünün ayaklanmasına da engel olacağım ve senin korkularını izale edeceğim.”
Sürgünden dönenlerin tümü ilk evrede devleti temsil eden Cumhuriyet Halk Partisi’ne katıldılar.

Çok partili bir düzene geçilmiş olmasına rağmen CHP’yi seçmeleri bu ittifakın doğal bir gereğiydi. Oysa Demokrat Parti ve Millet Partisi gibi iki muhalefet partisi vardı. Mesela Dr. Yusuf Azizoğlu sonradan Kürt milliyetçisi olarak bilinen şahsiyetlerden birisi. Malkara'da sürgündü. Gelir gelmez Silvan’da CHP’den belediye başkanı oldu. Bucak Aşiret Reisi Hasan Oral Ödemiş'te sürgündeydi. Siverek’e geldi, o da Cumhuriyet Halk Partisi’ne girdi ve CHP’den milletvekili oldu. Bunun gibi birçok örnek sayabilirim. Hazro beyleri , Lice beyleri, Vanlı Kinyas Kartal, Ağrılı Halis Ağa ve benzerleri döner dönmez CHP’ye katıldılar. 1950 seçimlerine kadar devletle kurulan ittifak CHP’de devam etti. Ancak 1950’den sonra şartların değiştiği DP iktidarının geçici olmadığı anlaşılınca güçlü beylerimizin büyük çoğunluğu Demokrat Parti’ye katıldı. Hasımları ise CHP'de kaldı. Böylece Doğu’da yeni bir düzen oluştu. Bu düzende Kürt feodalleri siyasi partilerde il başkanı, ilçe başkanı, il genel meclisi üyesi, belediye başkanı, milletvekili oldular. Çünkü okuma yazma onlarda, bilgi onlardaydı. Dolayısıyla devlet-ağa ittifakı siyasi partiler aracılığıyla dada da derinlik kazandı.

Demokrat Partinin iktidarında liberal bir ekonomik politika izlendi. Toprakların yeniden tarıma açılması ve makine parklarının kurulması ile tarımda kapitalist işletme dönemi başladı. O güne kadar karasabanla tarım yapan ağalarımız, beylerimiz devlet yardımıyla traktör, biçer-döver ve benzeri tarım araçlarına sahip oldu. Kimyasal gübre, tarım ilaçları kullanmayı ve yabancı otlarla mücadele etmeyi öğrendiler. Mahsullerine sübvansiyonlar verildi. Destek alımı gibi kolaylıklar sağlandı. Tarımda artı-değerin artmasıyla birlikte ticari alana da yatırım yapıldı. Pazar genişledi ve bölgede güçlü bir ticaret burjuvazisi oluştu.

Pazarın gelişmesiyle birlikte daha önce küçük çapta ticaret yapan esnaf da güçlenerek gelişti . Böylece Türkiye’deki büyük sanayi burjuvazisine bağlı yeni bir Kürt ticaret burjuvazisi ortaya çıktı. Diğer bir deyimle iki kanatlı bir Kürt burjuvazisi oluştu. Bir tarafta devlete bağımlı tarım burjuvazisi, öbür tarafta da Türk sanayi burjuvazisine bağımlı bir ticaret burjuvazisi. Her ikisi de Türkiye’deki egemen çevrelere organik olarak bağlıydı. Çünkü Kürt tarım burjuvazisi devletten koptuğu anda varolma dayanakları ortadan kalkardı. Ticaret burjuvazisi de Türkiye’deki gelişmiş sanayiden, büyük ticaret erbabından koptuğu anda ne Kürdistana mal getirebilir, ne satış yapabilirdi. Dolaylı olarak ticari yaşamı son bulurdu.

Bugün, devletle ve Türk egemen sınıflarıyla organik bağlantısı olan iki kanatlı bir Kürt burjuva sınıfı var. Bu ölçüde bağımlı bir burjuvazinin Kürt siyasal hareketine öncülük ederek ayrı bir ulusal pazar oluşturmak ve ayrı bir devlet kurmak için mücadele etmesi söz konusu olamaz. Türkiye pazarı içinde kalarak etkinlik göstermek onlar için daha caziptir. Bu nedenle bugünkü koşullarda burjuva sınıfının öncülüğünde Kürtlerin uluslaşma sürecini tamamlaması söz konusu değildir. Bunu, ulusal bir Kürt devleti ile ulusal bir Kürt pazarının kurulması için gerekli sosyolojik koşullarının bulunmadığı anlamında söylüyorum.

Ama bugün Kürdistanda hem nicel hem de nitel bakımdan çok güçlü ve siyasal olarak da aktif bir Kürt aydın katmanı yetişmiştir. Bu katman sözünü ettiğim Dicle Talebe Yurdu aşamasından başlayarak 49’lar hareketini takiben günümüze kadar uzanan bir süreç içinde oluştu. 49’lar Hareketi’nden sonra aydın Kürt gençliği Türkiye İşçi Partisi’nde ve sol eğilimli öğrenci örgütlerinde siyaset yaparak deney kazandı. Bunlar sonraki aşamada bağımsız Kürt siyasal partilerinde örgütlendiler. Kürt ulusal demokratik hakları için ağır baskı altında mücadele eden bu örgütler zaman içinde farklılaşarak günümüze kadar varlıklarını korudular. Bugün aktif biçimde Kürt halkının demokratik hakları için mücadele eden siyasal örgütler bu sürecin ürünleridir. Bugünkü Kürt siyasal hareketinin öncü kadroları yetişmiş aydınlardır.

Kürt siyasal hareketinin tabanında ise kapitalizmin gelişmesine paralel olarak tarım sektöründen itilen ve büyük şehirlerin gecekondu semtlerinde toplanan şehirleşmiş yoksul emekçilerdir. Son yıllarda devletin izlediği güvenlik politikasına bağlı olarak birçok köy boşaltıldı. Bunlar da gecekondulara yığıldılar. Bugün şehirlerin etrafında önceki nüfuslarının iki katı kadar bir gecekondulaşma vardır. Doğuda bu yeni katmanı oluşturan yığınların işçi olarak çalışacakları fabrika yok, sanayi yok… Bunlar aydın değil, sermaye sahibi değil, tarımcılık ve ticaret yapma olanakları da yok. Şurada burada günlük ayak işleri yapan yarı işsiz konumunda insanlardır. Ben bu katmana ‘proleter küçük burjuvazi’ diyorum. Bunlar Kürt sorununda son derece duyarlıdırlar.Başlarına gelen bu acılı maceranın, yani tarım sektöründen koparak gecekondu semtlerinde sıkıntılı bir yaşama mahkum olmayı, Kürt olmakla izah etmektedirler. Şehirleşen bu eski köylü yığınları Kürt aydınlarının öncülük ettiği ulusal demokratik siyasal hareketin tabanını oluşturuyorlar. Böyle bir siyasal hareketin bugün için ayrılıp bağımsız bir devlet kurma perspektifi yoktur. Ve olamaz, olması da mümkün değildir. Çünkü hareketin hem öncüleri hem de tabanı, büyük bir oranda Türkiye sathına dağılmıştır. Özellikle büyük şehirlerde... Örneğin İstanbul’da bugün dört milyon civarında Kürt olduğu söyleniyor.

Nitekim İstanbul’un üç ayrı seçim bölgesinin her birinde en az bir milletvekili çıkarabilecek bir potansiyel vardır. Bu ildeki kesin Kürt nüfusu bilmiyoruz. Ama 3-4 milyon dört milyon diyenler vardır. İzmir’de, Adana’da, Mersin, Antalya vb. illerde de yoğun Kürt nüfusu vardır. Bir bakıma Kürt nüfusunun üçte birine yakın bir bölümü Batı illerinde yaşamaktadır. O halde ayrılıp bağımsız bir devlet kurma gibi bir perspektifiniz olursa bunu kiminle kuracaksınız? Kürt bölgesi dışında yaşayan nüfus kendi kaderine mi terk edilecek ? Bunlara “haydi geri dönün !” çağrısı yapılamaz. Bu mümkün değil. Zaten, böyle bir çağrının sosyolojik ve siyasal şartları da yoktur. Aydın küçük burjuvazinin çeşitli özlemleri olabilir. Oturduğu yerde “Ben bağımsız devlet istiyorum, bağımsızlık istiyorum” diyenler çıkarabilir. Çıkmaları da doğaldır. Ancak bunlar belirleyici değil, olmaları da mümkün değil.

Hülya Yetişen: Türk sol çevreleri ile aydınlar sürekli olarak 27 Mayıs Darbesi'nin Türkiye'ye demokrasi ve özgürlük getirdiğini söyler. Bu darbe o tarihlerde Kürdistan'da nasıl karşılandı? Milli Birlik Komitesinin Kürt aydın ve öncülerine yönelik ne türden uygulamaları oldu?


Ekinci: Türkiye İşçi Partisi’nin 27 Mayıs darbesini doğru biçimde algılayıp değerlendirdiğini söylemek mümkün değil. Ama Kürt kesiminin niteliği ne olursa olsun askeri darbelere karşı alerjisi vardır. Kürtler, Askeri darbelerin her zaman başlarına belalar açtığını yaşayarak görmüşlerdir. Bu nedenle Kürtler askeri darbelere hep karşı olmuşlardır. Ben de Parti içinde 27 Mayıs darbesine sempati beslemeyenler arasındaydım. Daha sonraki darbelere de hep karşı oldum. 12 Mart darbesi de sol cenahtaki siyasetçiler tarafından başlangıçta ilerici ve devrimci bir hareket olduğu iddia ediliyordu. Ama ben bunun doğru bir tespit olmadığını savundum. Nitekim dediğim de çıktı. 12 Mart’ta darbe yapıldı; Mayıs’ta da TİP’liler başta olmak üzere solcuların tümü tutuklandı. Kürt siyasetçiler de Diyarbakır’da tutuklandı.

27 Mayıs darbesi de ilerici bir hareket olarak lanse edildi. Bu dönemde Sosyalist Kültür Derneği’nin kurulması, Yön Dergisi’nin çıkması, TİP’in ve sol gençliğin örgütlenmesi gibi olgular bir toplumsal gelişme sayıldı. Çünkü o güne kadar solla ilgili her türlü yayın yasaktı. Adı solcuya çıkan insanlar her toplumsal olaydan sonra tutuklanırdı. Bu nedenle darbeden sonra sol nitelikli yayınların yapılabilmesi ve sol örgütlerin kurulması önemli bir gelişme sayıldı ve 27 Mayıs darbesi devrimci bir atılım olarak değerlendirildi. Oysa Kürtler açısından durum çok farklıydı. 27 Mayıs darbesini yapan kadrolar devlette egemen Kürt düşmanlığını en katı şekilde sürdürdüler. Darbeyi izleyen günlerde Kürtlere yapılan düşmanca uygulamalar ve sonradan ortaya çıkan belgeler 27 Mayısçıların fanatik Kürt düşmanlığını tescil eden somut kanıtlar olarak tarihteki yerini almıştır.

27 Mayısçıların Milli Birlik Komitesi darbeden sonra asker ya da sivil tüm siyasi tutukluları serbest bıraktıkları halde 49’lar içindeki Kürt gençlerinin tutukluluk halleri devam etti. Ayrıca 550 Kürt siyasetçi Sivas’ta 6 ay süreyle enterne edildi. Daha sonra bunlardan 55’i hakkında sürgün kararı çıkarıldı. Keza MBK, Kürtlerin asimilasyonu için, Devlet Planlama Teşkilatı içinde oluşturdukları ‘Doğu Grubu’ aracılığıyla 1925 tarihli ‘Şark Islahat Planı’na benzer bir tasarı hazırlattı. Bunun kanunlaşmasına zaman kalmadığı için hazırlanan tasarı 1961 Anayasası’na göre kurulan Birinci İnönü Hükümeti’ne devredildi. Bu tasarı Başbakan İnönü tarafından Ecevit’e havale edildi. Uzun yıllar Ecevit’in arşivinde saklı kalan belge onun ölümünden sonra, Can Dündar ve Rıdvan Akar tarafından bulunarak, 28 Ocak 2008 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayınlandı. Eğer bu belgede yazılanlar uygulansaydı Kürtler büyük bir felakete maruz kalacaklardı. Bir de Alpaslan Türkeş’in hazırladığı faşizan nitelikli ‘Ülkü Kültür Birliği’ projesi vardı. Bunun amacı Türkçü nitelikte faşist bir yönetim kurmaktı. İsmet İnönü buna karşı çıktı. Kanunlaşmadan kaldırıldı.

27 Mayıs darbesinin ürünü olan 1961 Anayasası, Kuvvetler ayırımı, İnsan hakları, toprak reformu ve işçi haklar konusunda ileri hükümler getirmiş olmakla birlikte, başımıza Milli Güvenlik Kurulu gibi bir belayı sarmakla Türkiye’nin siyasal ve sosyal yaşamını ordunun denetimi altına sokmuştur. Darbelere zemin hazırlayan ve Türkiye’nin demokratikleşmesine engelleyen bugünkü vesayet sisteminin temeli 1961 Anayasası ile atılmıştır. Ordu’nun siyasete müdahale etme geleneği 27 darbesini yapan MBK ve onun getirdiği anayasa ile kurulmuştur. 27 Mayıs hareketiyle birlikte ülkede uç veren kimi ilerici gelişmeler karşısında basiretimiz bağlamış ve 1961 anayasasının getirdiği Milli Güvenlik Kurulu ile başımıza nasıl bir bela sarıldığının farkına varmamıştık. Keza, militarizmin toplumsal gelişmeyi ve barışı nasıl önlediğini anlayamamıştık.

27 Mayıs Askeri Darbesi’nden sonra ordu içinde başarısız darbe hazırlıkları vardı. Sol görüşlü subayların o günkü deyimle "zinde kuvvetlerin" sol bir darbe yapacakları inancı yaygındı. Kestirme yoldan devrim yapma düşüncesi kimi sol aydınlarla öğrencileri için çekiciydi. Bu gençlerin çoğu TİP’ ten koptu ve FKF’de çoğunluğu sağlayarak, bu sol gençlik örgütüne DEV-GENÇ adıyla yeni bir kimlik kazandırdılar. DEV – GENÇ, Ordu-Gençlik el ele sloganında formüle ettiği ordu yanlısı ve TİP karşıtı Demokratik Devrim tezini benimsedi. Kürt öğrenci gençliğinin ve sol görüşlü Kürt aydınlarının askeri darbe yanlısı bir politika izlemeleri mümkün değildi. Bu nedenle DEV-GENÇ’e katılmadılar.

Hülya Yetişen: Bundan 51 yıl önce askeri darbe ile devlet erkini ele geçiren Milli Birlik Komitesi o dönemde Kürt aydınlarını ve öncülerini hapse attırdı, yargıladı ve sürgüne gönderdi. Bu gün ise AKP hükümeti iktidarda ve ancak KCK davası adı altında 2700 Kürt aydını ve politikacısı tutuklanıp hapse atılmıştır. Bu iki olayı nasıl mukayese etmek gerekiyor?

Tarık Ziya Ekinci İle Röportaj- Hülya Yetişen

Ekinci :
Bu iki olay birbirinden farklıdır. Milli Birlik Komitesi’nin izlediği politika ile bugünkü AKP’nin izlediği politika özdeş değildir. Kürt hareketi 1951’den sonra sessiz bir döneme girmişti. Tamamen sessizlik içindeydi. Gelişmiş bir Kürt aydın muhalefeti de yoktu. Ama Kürtlere karşı her zaman devlette özellikle de Ordu da bir alerji vardı. MBK elimize fırsat geçmişken Kürtleri asimle ederek sorunu kökten çözelim ve ortadan kaldıralım düşüncesi vardı. İzledikleri Kürt karşıtı politikanın asıl nedeni bir tepkiyi önlemek değil geleceğe dönük bir önlemdi. Oysa bugün AKP’nin izlediği politika farklıdır. Dünyada ve Türkiye’de siyasal açıdan kabul gören ve güçlenerek gelişen bir Kürt hareketi var. AKP’nin izlediği politika ise kimi yüzeysel tedbirlerle bu hareketi etkisizleştirmek, hatta mümkünse geriletmektir. Kürt Hareketi ise, hem yasal, hem de yasadışı silahlı olarak örgütlüdür. Her iki örgütlenmenin de tabanı birdir. KCK, bunların arasındaki örgütlenmedir. İşlevi dağdaki silahlı örgütün adım adım yasallaşmasını sağlamaktır. KCK’nin amacı silahlı örgütün yasallaşarak sonlandırılmasıdır. Bence de silahlı mücadelenin artık işlevi bitmiş ve miadı dolmuştur. Bugüne kadar izlenen yöntemle daha ileri gitmek yeni kazanımlar sağlamak mümkün değildir.

Peki bu iş nasıl çözümlenecek? Silahlı Kürt muhalefetinin yasallaşıp demokratik mücadele sürecine katılması gerekir. İşte KCK bu görevi üstlenmiştir. Bana göre KCK’nın tasfiye edilmesi büyük hatadır. Bugünkü yurt ve dünya koşullarında salt askeri yöntemlerle Kürt hareketini tasfiye etmek mümkün değildir. 30 yıllık mücadele ne yenerek tasfiyenin ne de yenilmenin mümkün olmadığını kanıtlamıştır. Hani satrançta pata durumu vardır ya... İki taraf da pata durumuna gelmiş kilitlenmiştir. Çözüm demokratikleşmede ve evrensel demokrasi normlarında yeni bir yol ve yöntem geliştirmektedir. Bunu yapacak olan da egemen devlet ve onu temsil eden hükümettir.

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devlet kendisinin yarattığı üç ‘tehlikeli’ düşmana karşı topluma korku salmış ve bunlarla mücadele etmek için baskıcı bir vesayet rejimi kurmuştur.Amaç süregelen otoriter rejimi haklı kılmak ve meşrulaştırmaktı. Bu üç düşman Komünistler, Dinciler ve Kürtlerdir. Artık dünyada ve Türkiye’deki gelişmeler karşısında toplumu afaki düşmanlarla korkutarak vesayet rejimini sürdürmek mümkün değildir. Nitekim devletin baş düşman bellediği dinciler bugün Türkiye’de iktidar olmuş ve vesayet rejiminin temellerini sarmaya başlamıştır. Komünizm dünya genelinde bir yenilgi yaşadığı için tehlike olmaktan çıkmış ve bir komünist devrim korkusunu canlı tutmanın koşulları kalmamıştır. Bu nedenle de Türkiye’de Komünist partisinin kurulmasına izin verilmiştir. Elde kalan Kürt düşmanlığıdır. Artık salt Kürt düşmanlığına dayanarak vesayet rejimini ayakta tutmak mümkün değildir. Mutlaka bu sorununu da çözmek ve Türkiye’nin önünü açarak ileri bir demokrasiyi kurmak gerekir. Bunun için atılacak ilk adım dağa çıkmak zorunda kalan Kürtleri dağdan indirmek ve yasal siyasal mücadeleye katılmalarını sağlamaktır. Devlet ve hükümet Türkiye’yi selamete çıkarmak için bu adımı atmanın zorunluluk olduğu idrakine varmamışlardır. Ama, değişen hayat er ya da geç bu çözümü dayatacak ve Türkiye suni korkularından kurtularak selamete kavuşacaktır.

Ordu ve devlet rejim toplum üzerindeki eski otoritesini sürdürmek istiyor. Hala ordunun üst katmanı protesto bağlamında Cumhurbaşkanının davetine gitmiyorlar. Eski alışkanlıklarından vazgeçmek istemiyorlar. Hükümet de “Ben Ergenekon davasıyla orduyu nötralize ettim, artık benim için bir tehlike olmaktan çıkmışlardır. Onlarla uzlaşarak ortak bir politika izleyebilirim” düşüncesindedir. Genelkurmay Başkanı açıklama yapıyor : “kesinlikle anadilde Eğitim yapılamaz” diyor. Başbakan da aynı şeyi söylüyor. Bugün siyasal iktidarla devleti temsil eden ordu ve adli bürokrasi arasında gözle görülen bir uyum var.

Ne var ki, bugünkü belirsizlik devam edemez. Kürt sorununa mutlaka demokratik bir çözüm bulunmalıdır. Ama egemen güçler bunu nasıl çözecek, bilmiyorum. Hükümette de Kürt tarafında da bugün için sorunun aşılmasını sağlayacak belirlenmiş tutarlı bir politikanın varlığı şimdilik görünmüyor. Kürt tarafının çabaları da yeterli değildir. Bu şartlarda Devletin ve hükümetin BDP tarafından önerilen "Anadilde Eğitim" talebinin kabul edeceklerini sanmıyorum. Kürt tarafının da Özerk Yerinden Yönetim ve Anadilinde Eğitim talebinden geri adım atmayacakları açıktır. Bu konuda ciddi bir tartışma bile açılmış değil. Kürtlerin tek başına gösterecekleri çabalarla sorunun aşılması mümkün görünüyor. Bu aşamada Anadilde Eğitim değil de Kürtçe yardımcı ders olarak okutulabilir.. Ama Kürt tarafının Özerk Yerinden Yönetim ve Anadilde Eğitim talepleri ise devam edecektir.

Hülya Yetişen: 1959 dan 1971’e kadar olan süreçte Kürt politikacılarının talepleri "Doğuya hizmet, yol, su, elektrik" gibi ekonomik ve sosyal talepler iken kısa bir süre sonra bu talep, "Bağımsız Kürdistan"a dönüşüyor ve silahlı mücadele büyük bir destek görüyor. Bunun toplumsal ve tarihsel dayanaklarını nasıl ifade etmek gerekiyor?

Ekinci:
Biz eskiden Kürt sorununu ekonomik ve demokratik sosyal talepler biçiminde ele alıyorduk. Kürt sorununu konuşurken geri kalmışlık, ekonomik koşulların yetersizliği, bölgeler arası eşitsizlik vb. konulara ağırlık veriyorduk. Yol su ve elektrik yoktur diyerek... Kürt sorununa da Doğu Sorunu diyorduk. 1960'lı yıllardan sonra solun dünyada gelişmesi Türkiye’de ‘Halkların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’ ilkesinin savunulduğu yeni bir döneme girilmesi, sömürge halkların bağımsızlık mücadelesinin yükselmesi, Sovyetlerin bunlara maddi ve manevi destek sunması, Kürt aydınlarını solda politika yapmaya yönlendirdi. Bu aşamada Kürt sorunu adlı adınca konuşmaya başlandı. Örneğin Deniz Gezmişler idam sehpasına çıkarken ‘Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kardeşliği’ diye haykırdılar. O günkü sol siyasette ezilen halklar açısından ikili bir strateji vardı. Eğer ezilen halkın statüsü sömürgeyse, ulusal kurtuluşla sosyal kurtuluş için birlikte mücadele etmek gerektiği savunuluyordu. Yok eğer toplum sömürge değilse, işçi sınıfı hareketi içinde ‘sosyal kurtuluş için mücadele’ yöntemiyle sorunun aşılabileceği öneriliyordu.. O yıllarda Kürtlerin büyük çoğunluğu Kürt bölgesini bir sömürge olarak niteliyordu. Türkiye’nin sömürgeci bir ülke olduğunu savunanlarla buna karşı çıkanlar arasında tartışmalar yapılırdı. PKK da ilk çıkışta sosyalist bir parspektifle dört parçada yaşayan Kürtleri toplayacak bağımsız bir Kürt devleti kurmayı hedefliyor ve savunuyordu. Zamanla bunun bir ütopya olduğunu gördüler ve bu tezi terk ettiler. PKK değişik düşünsel aşamalardan geçerek bugün Demokratik Özerklik noktasına geldi. Buna karşın, PKK dışında, sömürge tezini, bağımsızlık stratejisini ve ayrı bir devlet düşüncesini savunan Kürt gençleri vardır. Tıpkı İskoçya örneğinde olduğu gibi.

Hülya Yetişen: Başta egemen Kürt siyaseti olmak üzere neredeyse bütün Kürt partileri ‘artık devlet istemiyoruz’ diyorlar. Sizce siyasilerin bu söylemi Kürt toplumunun arzularını mı karşılıyor, yoksa toplumsal dayanağı olmayan politik bir söylem mi?

Ekinci:
Bu yaklaşım objektif gerçeğin kavramış olmasıyla gerçekleşti. Unutmamak gerekir ki Küçük burjuva siyasetçileri bir sarkacın salınması gibi en sağdan en sola kadar savrulabilir ve değişik zamanlarda değişik politikalar izleyebilirler. Kürt aydınlarının bugün artık bağımsızlık tezinden vazgeçmeleri yaşamın dayatması ile mümkün olmuştur. Bağımsız bir Kürt devleti kurmanın koşullarının olmadığı herkesçe anlaşılmıştır. Hem uluslararası koşullar hem de Türkiye’nin ve bölgenin gerçekleri buna elverişli değildir. Keza Kürt nüfusunun üçte biri bölge dışındaki büyük kentlerde yaşamaktadır.Ve Kürt halkının büyük çoğunluğu da ayrı bir devlet kurma düşüncesinden yana değildir.

Hülya Yetişen: Tansu Çiller, Doğan Güreş ve Süleyman Demirel döneminde 17 bini aşkın faili meçhul cinayet işlendi. Kardeşiniz Avukat Yusuf Ekinci de bu süreçte katledildi. Bu cinayetler dünyanın herhangi bir köşesinde örneğin Afrika ülkelerinden birinde işlenmiş olsaydı Birleşmiş Milletler bunu ‘etnik temizlik suçu’ olarak değerlendirirdi. Bu suçun işlenmesinde başrol oynayan Demirel-Çiller-Güreş üçlüsünün uluslararası mahkemelerde yargılanması için herhangi bir girişiminiz oldu mu?

Ekinci: Evet. Çok önemli bir soru. 1991’de Demirel iktidara geldikten sonra, Erdal İnönü’nün de desteğiyle Kürt sorununu çözmek için sözde PKK’nin kaynağını kurutmak amacıyla Kürt aydınları ile işadamlarını ve Kürt halk önderlerini katlederek ortadan kaldırmak için sorumsuz cinayet çeteleri oluşturmaya onay verdiler. Birkaç yıl içinde büyük bir katliam yapıldı. Bu süre zarfında savcılıklarda 17 bin faili meçhul dosya birikti. Kimi sol aydınlarla sosyal demokratlar İnönü’yü hep bu katliamın dışında gördüler. Oysa Başbakan yardımcısı, Dışişleri bakanı ve MGK üyesi olarak o da alınan kararlarda ve işlenen cinayetlerde en az Demirel kadar sorumludur. Geçenlerde sosyal demokrasi örgütlerinden birinden bir telefon aldım. Bana “Bize Erdal İnönü’nün Kürt Sorunu’na bakışını anlatır mısınız” diye bir öneri yapıldı. “Bana böyle bir önerinin yapılmamış olduğunu varsayıyor ve unutmaya terk ediyorum. Çünkü ben Erdal İnönü’yü Kürtleri hedef alan ‘faili meçhul cinayetlerin’ baş sorumlusu sayıyorum” diye yanıt verdim ve telefonu kapattım.

Ben bu olayı birkaç yerde anlattım. Kimi CHP’lilere de söyledim. Demirel çok usta bir politikacı. 1991’de iktidara gelince, “Batı’da nasıl bir demokrasi varsa bizde de olacak. Batı’daki insanlar hangi haklara sahipse sizler de bu haklara sahip olacaksınız. Düşün arkama demokrasiyi kuralım, ülkeyi kurtaralım” diye bir kampanya açtı ve başarılı oldu. SHP lideri Erdal İnönü ile anlaşarak bir koalisyon hükümeti kurdular. Kurulacak hükümetin “ortaklık programı” hazırlanırken Erdal İnönü’nün etrafında bulunan Ercan Karakaş vb. birkaç tutarlı sosyal demokrat görevlendirildi. Demirel bunlara tam yetki verdi. “İstediğiniz programı getirin onaylayacağım” dedi. Onlar da ileri bir demokrasi anlayışı içinde sol nitelikli bir ortaklık programı hazırladı. Ortaklık programı, Olağanüstü Hal’in (OHAL) kalkmasını, Kürtçenin özgürleşmesini, Kürtlerin demokratik haklarının tanınmasını, işkencenin son bulmasını, hukuk devletinin işlerlik kazanmasını öngören tutarlı bir demokratikleşme projesiydi. Demirel bu programı itirazsız kabul etti. Ve Erdal İnönü’yü de yanına alarak Diyarbakır’a gitti. Orada “biz Kürt realitesini” tanıyoruz diyerek iyi niyetli bir jest yaptı. Ankara’ya döndükten sonra konuyu kapattı, bir daha ‘Kürt realitesini’ ağzına almadı. Böylece Erdal İnönü’ye ve yanındaki sosyal demokrat kadrolara samimiyetini kanıtlayarak ustaca bir manevra imkanı yarattı. Kürtlerin mücadelesi devam edince ortaklarına dönerek “İşte görüyorsunuz bunlarla baş etmenin imkanı yok. Bunlara elini verdin mi kolun gider. Bizim tedbir almamız gerekir” tarzında bir uyarı yaptıktan sonra ‘faili meçhul cinayetler’ için zemin hazırladı.


Radikal gazetesi yazarı İsmet Berken 1966’da yazdığı iki yazı ile faili meçhul cinayetlerin bir devlet projesi olduğu konusuna açıklık getirdi. İsmet Berkan şöyle diyor: “ Bu satırların yazarının gördüğü bir MGK dokümanında, kurulacak organizasyonun şeması ve bu organizasyonda görev alacak kişilerin isimleri yer alıyordu. İsimler arasında Abdullah Çatlı da vardı. Örgütte Özel Tim’den polisler, bazı askerler ve Çatlı’nın bazı arkadaşları da yer alacaktı.” “...Bu yeni mücadele yöntemi 1993 son baharında onaylandı. Siz deyin Gladyo, ben diyeyim Özel Örgüt, MGK tarafından alınan bir kararla kuruldu.” İsmet Berkan daha sonra bu belgede, anılan örgütün “... PKK’nın lojistik desteğini kesmek için kurulduğu yazılı idi.” diye ekliyor.

Böylece devletin methaldar olduğu faili meçhul cinayet olaylarının bizzat MGK tarafından alınan bir kararla uygulandığı ortaya çıkmış oldu. Daha sonra anılan eylemlerde görev alan Ayhan Çarkın vb. infaz memurlarının itiraflarıyla da bu katliamın bir devlet projesi olduğu kesinleşmekteydi.

Cinayetler o kadar ustaca işlendi ki bunları kanıtlamak imkansızdı. Çünkü her şey devletin bilgisi içinde planlı olarak yapılıyordu. Mesela kardeşim Yusuf Ekinci için yapmadığım girişim, çalmadığım kapı kalmadı. Hiçbirinden sonuç alamadım. Şikayetlerimin her biri için ustaca gerekçe bulunuyor ve reddediliyordu. Örneğin kardeşim öldürülmek için kaçırılıp götürüldüğünde gece saat ikiye doğru eşine birisi telefon açıyor. Telefonu ahizeyi kaldırıyor. Bekliyor kocası konuşacak diye. Hiç bir cevap yok. Kapatıyor. Yarım saat sonra tekrar telefon geliyor. “Alo kimsiniz?” “Cehennemin dibine git; yarın kim olduğumu öğrenirsin” diyor ve telefonu kapatıyor. Ben devletten bu telefonun nerden geldiğinin bulunmasını istedim. Ama öğrenmek mümkün olmadı. Bana, “kayıtlar silinmiştir. Telefonun çıktığı mahreci bulmak mümkün değildir” diye yazılı cevap verildi. Başka taleplerim de oldu. Kardeşim Yusuf Ekinci’nin akşam saat altıda evine giderken izlediği güzergahta benzin aldığı istasyondaki çalışanların dinlenmesini, Mobese kameralarının incelenmesini istedim. İsteklerim yanıtsız kaldı.

Bir hukuk dışı olayı devlet yapıyorsa ona karşı kendinizi savunmak, başınıza sarılan beladan kurtulmak çok zordur. Hatta imkansızdır. Faili meçhul cinayetleri çeşitli örgüt ve kişileri kullanarak işlettiler. Devlet adına cinayet işlemek için kimi profesyonel caniler de kullanıldı. Başbakan Mesut Yılmaz’ın Faili meçhul cinayetleri araştırmakla görevlendirdiği Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın yaptığı araştırmanın ‘devlet sırrı’ sayılmayan bölümü kitap olarak yayımlandı. Bu kitapta pek çok cinayetin kimi erler ya da polislerin kişisel kararıyla işlendiği ifade edilmektedir. Bunlar, kendilerince zararlı gördükleri ya da çıkarlarıyla bağdaşmadığını düşündükleri Kürt gençlerini gözlerini kırpmadan öldürmüşlerdir. Bu resmi beyan, faili meçhul cinayetlerin ne ölçüde yaygın olarak işlediğinin açık kanıtıdır. Bu cinayetlerin işlenmesinde Ülkücü’ler, Hizbullahçılar ve PKK itirafçıları gibi çeşitli unsurlar da kullanılmıştır. Faili meçhul cinayetlerin amacı, aktif Kürt siyaset adamlarını, halk önderlerini tasfiye etmek ve korku yaratarak Kürt sorunu çözmekti. halk arasında kısa süreli bir korku havası yaratılmış olmasına karşın, mücadele bitmedi. Kürt gençleri kör bir kurşunla pisi pisine ölmektense, daha da bilenmiş olarak dağın yolunu tuttular. Kendi vatandaşlarını katletmek için cinayet çeteleri kuran sözde devlet adamları devleti cinayet işleyen bir kurum haline getirdiler. Bu kara ruhlu bedhahlar tarihe devlet adamı olarak değil, birer cani olarak geçeceklerdir.

Hülya Yetişen: Peki sizin uluslararası düzeyde herhangi bir girişiminiz oldu mu?


Ekinci: Yaptığımız başvurular sonuçsuz kalınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurduk. AİHM tarafından TC Hükümeti Yusuf Ekinci cinayetinde etkin bir soruşturma yapmadığı için tazminat ödemeye mahkum edildi. Bunun bizi tatmin etmesi mümkün değildi. Olayın peşini bırakmış değiliz. Koşulların gelişmesine bağlı olarak yeni kanıtlar ortaya çıktıkça gerekli başvuruları yapıyor, dosyanın yeniden açılmasını istiyoruz. Örneğin bir süre önce Ankara özel yetkili savcılığını yeniden harekete geçirdik. Soruşturma devam ediyor. Olumlu bir sonuç alacağımızı umuyoruz.

Hülya Yetişen: Başvurular grup olarak mı yoksa bireysel mi yapılıyor?

Ekinci: Bireysel oluyor. Çünkü işlenen cinayetler bireyseldir. Bildiğiniz gibi başta İstanbul ve Ankara’da olmak üzere büyük merkezlerde Özel Yetkili mahkemeler kuruldu. Kanıtlarımızı yeniden hatırlatarak Ankara Özel Yetkili savcılığını harekete geçirdik. Kardeşim Yusuf’un eşi de ifade verdi. Daha önce Meclis’te kurulan faili meçhul cinayetleri inceleme komisyonunun raporlarının getirtilmesini talep ettik. Olayın içyüzünü bilen Fikri sağlar başta olmak üzere o günkü Komisyon üyelerinin dinlemesini istedik. Cinayette Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat dairesi tarafından özel olarak ithal edilen Uzi marka silah kullanılmıştı. Bu silahların sorumlusu olan Başkan Yardımcısı İbrahim Şahin, Komisyondaki sorgusunda ikircikli davrandığı için yeniden sorgulanmasını istedik.

Hülya Yetişen: Kürtleri nasıl bir süreç bekliyor? Türkiye Kürt ve Kürdistan sorununu nasıl ve ne kadar çözebilecek? Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkı nasıl bir çözüm ve evirilme sürecine girebilir.

Ekinci:
Kürtler bugünkü koşullarda düne nazaran çok daha ileri konumdadırlar. Örneğin, bugün Kürtler biz varız diyebiliyor. Ancak alınması gereken daha çok mesafe var. Kürtlerin demokratik hakları tanınmalı, dilleri ve kültürleri üzerindeki her türlü baskı kalkmalıdır. Anadilde eğitim hakkı tanınmalıdır diyoruz. Bu talepler artık rahatlıkla dile getirilebiliyor. İki üniversitede Kürt Dili ve Edebiyatı Enstitüsü açıldı. Zamanla bu kurumlarda yetişecek öğretmenler Kürtçe eğitim vermede yararlı olacaklar. Keza Kürtçe gazete dergi ve kitap yayınlanabiliyor. Özellikle yurt dışında Kürtçe eğitim gören yazarlar çok güzel çalışmalar yapıyor. Kürtçe romanlar, piyesler yazılıyor, aylık hatta haftalık dergiler çıkarılabiliyor. Sinema yapılıyor. Türkiye sinema piyasasında beğeniyle izlenen Kürtçe filimler göz dolduruyor. Kültür ve yazım alanında önemli bir birikim var. Bu gelişmeler Kürtlerin demokratik haklarının yasal olarak tanınmasında atılan önemli adımlardır. Ne var ki, Cumhuriyetin kuruluşundan beri yürürlükte olan yasaklayıcı mevzuat halen yürürlüktedir. Örneğin Türkçe alfabesinde bulunmayan (x, w ve q) harflerinin kullanılmasını suç sayarak kovuşturma başlatan savcılar var. Bu nedenle kullandığımız hakların tümü fiili kazanımlardır. Bunların yasal dayanağı yoktur. Yürürlükteki yasaklar yeniden devreye girebilir. Örneğin MHP iktidara geldiğinde bugün yapılmakta olan kültürel etkinlikler yasaklanabilir, Kürtçe yayın hayatına son verilebilir. Bir devlet kanalı olan TRT-6’nın da hukuki bir dayanağı yoktur. Sadece Kürtçe televizyon yayıncılığının önündeki engel kaldırılmıştır.

Örneğin Anayasanın 42. maddesinin son fıkrasında “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” hükmü yer almaktadır. Kürtçe eğitimin yapılabilmesi için bu fıkrarın

kaldırılması için mücadele ediliyor. Oysa bu fıkranın kaldırılmasıyla devlet okullarında ne Kürtçe öğrenim ne de eğitim yapılabilir. Çünkü anayasanın değiştirilemez maddesi delaletiyle yapılan değişiklik iptal edilir. Unutmamak gerekir ki, Anayasanın 2. maddesinde yer alan “Türkiye Cumhuriyeti (...) Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan (...) bir hukuk devletidir” ilkesi muvacehesinde Kürtçe eğitim yapılması, hatta başta televizyon yayını olmak üzere Kürtçe her hangi bir yayın yapılmasını düzenleyen kanun ya da kanunlar Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilebilir. Zira, Türkçe’den başka bir dilin kamusal alanda kullanılması Atatürk Milliyetçiliğine ve başlangıçta yer alan Atatürk İlke ve İnkılaplarına aykırı olduğu şüphe götürmez bir gerçekliktir.

Şimdi Atatürk milliyetçiliği nedir? Bunu herkes kendi meşrebine göre yorumlar. Genelde Atatürk milliyetçiliği Türkiye toplumunu Türklerden oluşan ve Türkiye vatandaşlarının tümünü Türk sayan bir milliyetçilik anlayışı olarak algılanır. Atatürk ve İnönü’nün bunu doğrulayan çeşitli açıklamaları var. Örneğin 1925’te İnönü şunları söylüyor: “ Milliyet yegane vasıta-i iltisakımızdır. Diğer anasır Türk ekseriyeti karşısında haiz-i tesir değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” Atatürk milliyetçiliğini tarihsel süreç içinde değerlendiren bugünkü Anayasa Mahkemesi Kürtçenin ayrı bir dil olarak kullanılmasını düzenleyen her türlü mevzuatı 2. maddeye aykırı bulacak ve iptal edecektir. Bugün Kürtçenin çeşitli anlarda kullanılması fiili bir durumdur. Hukuksal altyapısı yoktur. Bu durumu göz önünde bulunduran BDP haklı olarak Kürtlerle ve Kürtçe ile ilgili hakların Anayasada tescil edilmesini istiyor. Bu çok önemlidir. Bunun için anayasanın temel felsefesini belirleyen ilk üç maddesinin değiştirilmesi gerekir. Ama şu anda bu talebin gerçekleşebileceğine ihtimal vermiyorum.

Bu üç maddenin değiştirilerek Kürtçe için hukuksal bir zemin oluşturulmadan fiili durum devam eder. Bunun ne kadar devam edeceğini bilmek mümkün değildir. Bunun için demokrasiden yana güçlü bir partinin parlamentoda etkin konuma gelmesi gerekir.

Her şey mümkündür Türkiye’de. Çünkü Kürtlerin büyük bedel ödeyerek sağladıkları kimi hakların hiçbir bir güvencesi yoktur. Ortada fiili bir durum olduğu için herkeste bir rehavet var. Bugün rahat konuşuyoruz. Eskiden olduğu gibi Kürtçe konuştuğu için kimse yakalayıp cezaevine götürülmüyor. Örneğin, sizinle konuşurken korkmuyorum. Rahatım. Kürtlere ve Kürtçeye ilişkin İstediğimi söyleyebiliyorum. Ne var ki, fiili kazanımları yasal güvencelere bağlama yolunda ciddi bir girişim yok. Buna kimsenin cesaret edebileceğine de ihtimal vermiyorum.

Örneğin, yeni bir Anayasa taslağı hazırlamak için TÜSİAD bir hazırlık çalışması başlattı. Görevlendirilen ekipte Ergün Özbudun, Serap Yazıcı,Turgut Tarhanlı ve Ersin Kalaycıoğlu gibi Türkiye’nin tanınmış bilim adamları vardı. Etnik sorunun ve yerel yönetimlerin özerkliği konularının tartışılmasına ben de katıldım. Anayasanın ilk üç maddesinin değiştirilmesi ve her türlü ideolojilerden arındırılması gerektiğini savundum. Hazırlanan metinde ilk üç maddenin değiştirilmesi öneriliyordu. TÜSİAD başkanı “Bu metin bizim değildir, biz anayasanın değiştirilemez maddelerinin korunmasından yanayız. Taslak metin onu hazırlayan bilim adamlarına aittir” diyerek hazırlattıkları metne sahip çıkma cesaretini gösteremedi. TÜSİAD başkanı nerden ve kimden gelen bir baskı ile bizzat kendilerinin hazırlattığı bir anayasa ilkeler manzumesine karşı çıktı ? Başkan ya hazırlattığı metne sahip çıkmalı ya da savunmaya cesareti yoksa istifa etmeliydi. Ben basına yaptığım açıklamada istifa etmesini önerdim.

Anayasanın ilk üç maddesinin değiştirilmesi tartışılırken AKP, CHP ve MHP sözcüleri de sözbirliği etmişçesine, bu üç maddeye sahip çıktılar. Meclisteki siyasal partilerin bu ortak çıkışı, bize, Atatürk milliyetçiliği ile Atatürk İlke ve İnkılaplarının yeni anayasada korunacağını ve devleti yücelten anayasa felsefesinin değişmeyeceğini gösteren güçlü bir kanıttır. Bu nedenle, Kürtlerin temel haklarını garanti edecek hukuksal bir altyapının oluşturulması kolay olmayacak.

Hülya Yetişen: Sayın Ekinci teşekkür ediyorum

Ekinci:
Ben teşekkür ederim.

Önemli Not. Tarık Ziya Ekinci ile yapılan bu röportaj daha önce sitemize asılmıştı. Ancak web adresimizin değişmesi ile birlikte 21 Mayıs 5 Haziran tarihleri arasındaki arşivimiz röportajla birlikte kayıp oldu. Bu süre içinde röportaj yeniden redakte edildi. Bir çok noktada görülen hatalar da düzeltilmiş oldu. Röportajı yeniden ve düzeltilmiş haliyle okuyucularımıza sunuyoruz.


 

Hiç yorum yok: