Uygar toplumu üç aşamalı yorumlamak öğretici olabilir. İlk,
orta ve son aşamalar olarak. Fakat uygar toplumun bir bütün olduğunu, bu
tür ayrımların...
b- Uygar toplumu üç aşamalı yorumlamak öğretici olabilir.
İlk, orta ve son aşamalar olarak. Fakat uygar toplumun bir bütün olduğunu, bu
tür ayrımların çözümlemeler açısından kolaylık sağlayabileceğini, somutta ise
karmaşıklığını ve bütünlüğünü ‘uzun süre’ açısından koruyacağını iyi bilmek
gerekir.
Uygar topluma yakıştırılan kibarlık, incelik, centilmenlik,
kurallara saygılılık, ölçülülük, planlı olma, akıllılık, haklara bağlılık,
barışçıllık gibi sıfatlar tamamen yakıştırmacadır ve sadece propaganda değeri taşır.
Uygar toplumun gerçek yüzü şiddet, yalan, kandırma, kabalık, entrika, savaş,
talan, esaret, yok etmeler, kulluk, vefasızlık, gasp, talan, vicdansızlık,
hukuk tanımama, güç ilkesine tapınma, kutsallık ve tanrısallık ilkesini bir
avuç çıkarcı azınlık için saptırıp kullanma, tecavüzkâr, cinsiyetçi
toplumsallık, bir taraf mal ve mülke boğulmuşken diğer tarafta açlık ve
sefaletten ölme, geniş köle yığınları, avare köylüler, işsiz işçiler gibi
yaşamın doğasına aykırı toplumsal hastalık ve çarpıklıklarla yüklüdür.
Propagandanın gücüyle ve sahte, kötü bir metafizik yaklaşımla gerçek yüzünü
gizlemek için sürekli örgütlü bir çaba harcar.
Daha bilimsel bir tanımla uygar toplum sıkça yapmaya
çalıştığımız gibi, kentle birlikte sınıflaşmayla gerçekleşen, devlet adı
verilen örgütle yönetilen toplumdur. Etnisite-aşiretteki akrabalık ve dayanışma
en çok hiyerarşiye kadar bir toplumsal farklılaşmaya yol açar. Sınıf bölünmesi
ve devlete erişim doğasına uymaz. Aşiret kültürü sınıflı devletli kültüre
uymaz. Sınıflaşmanın esas özü, artan artık-ürün üzerindeki tasarruftur.
Artık-ürüne yol açan, başta toprak olmak üzere üretim araçları üzerindeki gasp veya
mülkiyettir. Her zaman söylendiği gibi, mülkiyet toplumdan yapılan
hırsızlıktır. Artık-ürün ise hırsızlığın karşılığıdır, ürünüdür. Devlet
örgütlenmesi esas olarak bu mülkiyetin korunması ve artık-ürün toplamının
sahiplerine dağıtılmasının kolektif aracıdır. Örgütlenmiş mülk, artık-ürün ve
artık-değer sahipliğidir. Tabii bunun için tarih boyunca muazzam ordular,
bürokrasiler, silahlar, meşrulaştırma araçları gerekmiştir. Kendine bağlı
bilim, ütopya, felsefe, sanat, hukuk, ahlak, din türetilmiştir. Anlamsız bir
metafizik tüm bu kategorilerin toplumsal rollerini ve özgür yaşamla bağlarını
çarpıtmıştır. Uygar toplumun ideolojik ve maddi kültürle bağıntısı büyük bir
karmaşa ve çarpıtmayı içermesine karşın, esas olan yapısallığıdır. Bu da maddi
kültürün gittikçe artan varlığıdır. İdeolojik kültürün yokluğundan
bahsetmiyoruz. Varlığının iki temel özelliği vardır: İkinci planda kalma ve
çarpıklık.
Bu hususları kavramak için daha da açıklamak gerekir.
Bilindiği üzere, yapısallık ve işlevsellik kabul gören bir ‘anlambilimsellik’
kavramıdır. Her yapının bir işlevi, her işlevin bir yapısı vardır. Kaos
durumunda yapı ve işlev kriz yaşar. Dağılma ve çözülmeyle karşı karşıya kalır.
Bazı geçici karışık yapılar ve çelişik işlevler de bu arada devreye girer.
Bahsettiğim bu husus evrensel nitelik taşır. Örneğin suyun yapısallığı H2O’dur.
Evrenin hangi köşesinde olursak olalım, H2O bileşimi oluşmuşsa, yapısallık
kurulmuş demektir. İşlevsellik ise ‘su’ dediğimiz son derece saf, akışkan bir
niteliktir. Donması veya buharlaşması, asıl yapısında bozulma ve dolayısıyla
işlevselliğini yitirmesi veya sınırlandırması anlamına gelir. Tahta veya
madenden bir masa yapmak yapısal bir çalışmadır. Masanın yararlılığı
işlevselliğidir. Aynı tahta ve maden parçaları masa olmaktan çıkarsa işlevselliğini
yitirir. Yok olmasalar da işlevleri yok olur. Yamuk yumuk masalar da mümkündür.
Bu durumda da hem yapısal, hem işlevsel bozukluklar kaçınılmazdır.
Evrendeki her oluşum yapısal ve işlevsel olmayı birlikte
taşıma gibi bir özelliğe sahiptir. En genel anlamıyla maddeyi yapı olarak
yorumlarsak, bu yapıyı ayakta tutmak için hemen aklımıza enerji gelir. Enerji
madde için işlevselliktir. Enerji-madde önceliğinde enerjinin esas olduğu
bilimce kanıtlanmıştır. Maddi yapılar enerjisiz olmaz, ama enerji maddi yapısız
da var olabilir. Maddenin yok olabileceği (yapısallık olarak), ama enerjinin
yok edilemeyeceği daha anlaşılır bir husustur. Tabii enerjinin işlevselliğini
geliştirmesi de maddi yapılanmaları bilebildiğimiz kadarıyla zorunlu
kılmaktadır. Canlılık bile ancak belli, çok gelişmiş maddi yapılar ve
ortamlarla bağlantılıdır. Maddi karşılığı olmayan, daha doğrusu maddi
yapısallığı olmayan bir canlılık düşünülememektedir. Varsa biz bilemiyoruz.
Genelleştirirsek, en gelişmiş maddi yapısallıkların karşılığı en gelişmiş bir
işlevselliğe denk düşebilir.
Toplumdaki maddi yapı ve işlevselliğin karşılığı maddi
kültür ve ideolojik kültürdür. Toplumsallığı yorumlamamız, uygar toplumdaki
maddi yapının aşırı gelişkinliğine karşılık, işlevselliğini tam geliştiremediği
gibi yitirdiğine, karşılık olarak yapıları da bozduğuna ilişkindir. Bunun temel
nedeni ise, toplumsallığı mümkün kılan ana yapısal ve ideolojik kültürlere
bağlı kalmaması, onları aşırı zorlamasıdır. Şuna benzetebiliriz: Suyun içine
petrol karıştırmak suyu bozar ve su işlevselliğini yitirir. Petrol de su gibi
akışkandır. Ama işlevi bambaşkadır. Maddi kültürün gelişmesi eğer ideolojik
kültürün gelişmesiyle denk ve uyumluysa, bunun sakıncasını veya toplum üzerinde
olumsuzluğunu söylemleştiremeyiz. Normalde olandır diyebiliriz. Fakat maddi
kültürün gelişmesi ve çok dar bir toplumsal grubun elinde birikmesi duru-munda
ise, kesinlikle toplumun hem genelde yapısal ve işlevsel bozulması, hem de dar
anlamda büyüyen maddi kültür ve eriyen ideolojik kültür anlamına gelir.
Bir örnekle fikrimizi daha iyi açıklayabiliriz. Mısır
piramitleri dev maddi yapılardır. Fakat bunun karşılığı işlevselliğini, anlamlı
yaşamını, özgürlüğünü, yani ideolojik kültürünü yitirmiş milyonlarca insandır.
Uygarlık böyle bir şeydir. Dev yapılar inşa eder. Tapınaklar, kentler, surlar,
köprüler, tarlalar, ambarlar ve hatta ürünlerle büyüklüğünü görünür kılmış
olabilir. Böyle toplumlar uygarlıklarca mümkündür. Fakat işlevselliği,
ideolojik kültür değeri aynı toplumda arandığında, karşılaşılan şey ya bu
değerin yitikliği ya da çarpıklaştırılmış halidir. Bir azınlık toplumun
genelinden kopmuş, onu acımasız bir baskı ve istismar altına almış, ideolojik
kültüründen ya kopartmış ya da çarpıtarak sunup asıl ideolojik kültür
değerlerinden yoksun bırakmıştır.
Azınlığın beslendiği hem maddi hem ideolojik kültür ise,
çifte yönlü hasta bir topluma yol açar. Maddeye boğulmuş, çevresel ve özgür bir
ideolojiden ise tamamen kopmuştur. ’Toplumsal sorun’ dediğim haller bu
diyalektik gelişmenin sonucudur. Uygar toplum tam bu nedenle çevreden kopar.
Sanıldığı gibi bu kopuş niteliksel veya nitelik olmayıp Ontolojiktir. Yani
uygar toplumun varlığı çevreden kopmayı zorunlu olarak gerektirir. Çevre ve
ekoloji ister eski haliyle doğa-toplum bütünlüğü içinde, ister en bilimsel ifadeyle
doğa-toplum bütünleşmesi biçiminde anlaşılsın, gereksindiği toplum, uygarlığı
oluşturan temel ölçütleri, yani sınıf-kent ve devletini aşmayı gerektirir. Kaba
bir yok etme eyleminden bahsetmiyorum. Yeni bir toplumun maddi ve ideolojik
kültürünün dengeli ve uyumlu olmasını varsayar. Toplumun içte dengeli ve uyumlu
maddi ve ideolojik kültürü, doğayla bütünleşmesini özgürleşmiş doğa (Murray
Bookchin’in deyişiyle ‘üçüncü doğa’) olarak gerçekleştirirken, aynı zamanda
beraberinde uygar toplumun dengesiz doğa-toplum çelişkisinin aşılmasına da yol
açar.
Bu genel kavramsal perspektif altında uygar toplumun ilk
inşa dönemini yorumladığımızda, hemen tümünde dev bir maddi kültür görüngüsü
olduğu görülür. Mısır’ın dev pramitleri, Sümerlerin Zigguratları, Çin’in Yeraltı
Şehri, Hintlilerin tapınakları, Latin Amerika’da benzer kent ve tapınaklar
açıkça maddi kültürün varlığını sergiler. İçindeki mana, yani ideolojik kültür
ise mumyalanmış cesetler, tanrı heykelleri, kralın öte dünyada da ordusuyla
yürüyüşüdür. Anlam donmuş veya müthiş çarpıtılmıştır. Bu durumlarda insan
psikolojisindeki ‘ben’ kavramına vurgu yapılarak da anlamlandırma yapılır. Ama
asıl anlamın toplumsallıktaki dönüşümde yattığı açıktır. Toplum olmadan veya
dönüşmeden böyle yapıların akla bile gelemeyeceği anlaşılırdır. Kralın
tanrılaştırılması da bir zihniyet durumudur. Fakat çarpıtılmış ve toplumu var
eden temel ideolojik zihniyeti yıkan bir zihniyettir. Gerçek toplumsal
zihniyetin, ideolojik kültürün yıkılması pahasına, tek tanrılı dinlerin büyük
bir öfkeyle ve varlık nedenleri olarak karşı çıktığı bir zihniyettir. Kentte
üslenmiş ve kendini sınıf devleti olarak örgütlemiş olan bu toplumun büyük
birikimini maddi kültür olarak; çarpık zihniyet, kötü metafizik, doğadan
dışlanma, doğanın üstüne çıkma ve kendini tümüyle doğa dışında bir yaratıcılık
olarak sunmasını ise ideolojik kültürün ikinci plana düşmesi ve çarpıtılması
olarak yorumluyoruz.
Bu aşamanın tepkisiz, coşkulu, mucizevi ve acısız
karşılandığını belirtmek mümkün değildir. Mitolojik anlatım gerçeğin çok
gizlenmiş ifadesidir. Gerek mitoloji, gerek kutsal din belgeleri bir nevi
direniş öyküleridir. Başlangıçtaki direnişi ideolojik kültürün başkaldırısı
olarak yorumlamak anlamlı bir saptamadır. Direniş çok boyutludur. Öncelikle ev
hapsine ve erkek bağımlılığına alınmasına karşı kadının büyük direnişi İnanna
figüründe nettir. Kurulur kurulmaz kentlerin etrafının surlarla çevrilmesi, etnisitenin tam bir ideolojik kültür başkaldırısının sembolüdür. Yaratıcı tanrı
ve kul insan anlayışı derinliğine çözümlendiğinde, büyük bir sınıf
mücadelesinin verildiği gösterecektir. Yaratıcı tanrı imalatı, asıl özünden
boşaltılan doğa-tanrı anlayışının yerine ikame edilmiştir. Aslında yaratımla
ilişkisi olmayan, ondan kopan yönetici sınıf, tam bir ideolojik çarpıtmayla kendisini
tam yaratıcı maskeli tanrılar olarak ilan eder, buna karşılık gerçek yaratıcı,
anlamlı kutsallık ve tanrısallıklar sahibi toplum üyelerini dışkılarından
yaratılmış olarak vasıflandırırken, büyük bir sınıf savaşımını da mitolojik
dille ifade etmektedir.
İdeolojik kültürün büyük düşüşü bu anlatımlarda gizlidir.
Uygarlığın ilk inşa mitolojik anlatımları, özellikle tanrı inşa maharetleri,
sınıfsal mücadelenin ideolojik biçimi olarak okunabilir. O dönemin zaten başka
bir anlatım dili de yoktur. Kent rekabetleri ve yakıp yıkmaları şiddetli bir
sosyal mücadeleye tanıklık etmektedir. Destan anlatımları, panteon
düzenlenişleri, kent mimarileri, mezar yapımları sınıfsal uçurumu ve kırsal
toplumla açılan mesafeyi net yansıtırlar. Firavun ve Nemrut öyküleri toplumun
derinliğine yarılmasının belgeleridir. Aşiret ezgileri de uygarlık saldırıları
karşısındaki zorluk ve çaresizliklerin izlerini taşır.
Uygar toplumun ilk inşa döneminden en derli toplu ve
günümüze kadar ulaşan direnişlerin başında peygamberler geleneği gelir.
Öyküleri Adem ve Havva’yla, yani ilk iki insanla başlatılan anlatımın tüm
özellikleri ideolojik kültürün damgasını taşımaktadır. Adem’le Havva’yı
neolitik toplum karşısında tanrılaşan uygarlık zihniyetinin kavranmasında doğru
değerlendirirsek, efendi-köle çatışmasının ilk ipuçlarını sunduklarını görürüz.
Adem’le tanrı diyalogları ve Havva’yla ilişkileri, efendi-köle ayrışımı kadar
ana-kadının ikinci plana düşüşünü sembolize ettikleri biçiminde
yorumlayabiliriz. Nuh’un çıkışı, zorba efendi karşısında neolitik toplumu adeta
gemiye yükleyerek uygarlığın ulaşamayacağı dağlık alanda yeniden inşasını
anımsatır. Öykü zaten Sümer toplumunu ve ayakta kalmak için direnen neolitik
toplumu anlatmaktadır. Bu iki peygamber geleneğinin başlangıcını uygar toplumun
inşasına kadar taşımakla direnişin başından beri mevcudiyetini ve en az
uygarlığın sürekliliği kadar bir sürekliliğe sahip olduklarını göstermektedir.
Hanedan tarihleri üst sınıf tarihleri oldukları gibi, peygamberlik tarihleri
daha çok direnen kültürler, kabileler ve kahramanlar tarihidir. Hepsinde ortak
öğe putperestliğe karşı çıkmalarıdır.
Uygar toplum putçuluğuyla totem ve benzeri kabile
simgelerini ayırt etmek gerekir. Uygar toplumun panteonunda bir araya getirilen
tanrılar, dönemin yönetici figürlerinin kopyaları gibidir. Zaten hepsi insan
şeklindedir. Daha da ötesi, yönetici insanların ta kendileridir. İşte
peygamberlerin bu figürlere saldırmalarıyla yöneticilere saldırmaları özde
aynıdır. Anti-putperestlik anti-devletçiliktir.
Kurumsallaşan toplumu sembolize
eden tüm kavram ve simgelerine muhalifliktir, direniştir. Rahiplerle siyasi
krallıklar arasındaki kavga daha farklı niteliktedir. Rahipler krallardan inşa
ettikleri toplumdan paylarını talep etmektedirler. Mücadeleleri üst tabaka
arasında geçer. Devlet içi bir mücadeledir. İdeolojik kültürün yaratıcıları
oldukları için, dolaylı da olsa peygamberleri etkilerler. Rahip esas olarak
devletin din adamıdır. Sivil toplum onu pek ilgilendirmez. Peygamberlik, tersi
ilişkiyi anlatır. Devlet dışındaki toplumun sözcüsüdür.
İbrahim peygamberle başlatılmak istenen ve Musa’yla
kurumlaştırılan geleneğin özgün yanı, Mısır ve Sümer toplumundan tamamen kopma
cesareti ve kendi toplumlarını kurma iradeleridir. Tam bir ideolojik kültür
devrimiyle tanışıyoruz. Nemrut ve Firavun iki toplumun, devletin sembolik
yönetici lakaplarıdır. Kurumlaşmış özellikleri vardır. Mutlak hâkimiyeti ifade
ederler. İbrahim ve Musa bu hâkimiyeti tanımadıklarını kendi ideolojik
kültürleriyle, yani zihniyet direnişleriyle açıklamış oluyorlar. Bu direniş
dönem için değeri yüksek bir başkaldırıdır. Bugün nasıl “Başka bir dünya
vardır” sloganı önemliyse, o dönemde Firavunlar ve Nemrut’ların resmi hâkim
dünyaları dışında bir dünyanın var olduğunu ilan ediyorlar. Bunun için kendi
cemaatleriyle yoğunca uğraşıyorlar. Öncelikle bir umut hareketidir. Bugünkü
İsrail’in gücünün temelinde, en azından ideolojik kültür gıdasında bu öykünün
payı küçümsenemez. İbrahimî gelenekteki tüm öykü ve ütopyalar kabile
düzenlerinin uygarlık tarafından önü kesilen yaşamlarını ve özlediklerini dile
getirmektedir. Her iki uygarlıktan etkilenmişlerdir. Ama özde reddettiklerini
iyi yorumlamak gerekir. Amaçları onlar gibi bir uygarlık inşaları değildir.
İsrail krallarının rahipleriyle sürekli çatışmalarında bu gerçekliğin yeri
önemlidir. Halen bu yönlü bir çekişme İsrail devlet ve toplumunda bütün
şiddetiyle sürmektedir. Hititlerin, Mitannilerin, Asurların, Med-Perslerin, en
nihayet Greko-Romenlerin de tarihsel şahitleridir. Hafızalarında bu
uygarlıkların tortuları birikmiştir.
Tarih M.Ö. 1600-1200 yıllarını maddi kültürün ışıltılı bir
dönemi olarak tasarlar. Hitit, Mısır ve Mitanniler arasındaki ilişkiler ilk
uluslararası diplomasinin canlı örneklerini sunarlar. İbraniler bu sürecin en
yakın ve bakıp anlamasını bilen kavmidir. İbrahim ve Musa’yı bu dönemin
trafiğinden ayrı düşünmek tam anlaşılmalarını eksik bırakır. Verdikleri cevap
ideolojik kültürün cevabıdır.
İsa ve Muhammed bu gelenek içinde iki büyük reformatördür.
İdeolojik kültürün yükselişindeki yerlerini sonraya bırakalım.
Babil ve Asur, maddi kültürün yükselişindeki iki önemli
halkadır. Büyüyen şehir ve ticaret bu iki krallık döneminde büyük aşama
sağlamıştır. Babil, kendi döneminin Paris’idir. Asurlar önce tüccar krallar,
sonra imparatorluk inşa etmenin en gaddar temsilcisidir. Maddi toplumu
Ortadoğu’da en iyi temsil eden yönetim geleneğidir. İdeolojik kültürü hem
ikinci planda tutmada, hem çarpıtmada rol sahibidirler. Med-Pers geleneğinin
dayandığı Zerdüşt kültürü ideolojik kültüre tekrar başat yeri vermenin büyük mücadelesini
vermiştir. Zerdüşt-Buda-Sokrates üçlüsü birbirine çok yakın zaman sürelerinde
hem büyük ahlak filozofları, hem maddi kültüre karşı ideolojik kültürün
üstünlüğünü kendi şahıslarında temsil eden büyük bilge kişiliklerdir.
Uygarlığın düşürdüğü insanlık vicdanının büyük uyandırıcıları ve
seslendiricileridir. Kendi dönemlerinde olgunluk dönemine giren maddi kültür
dünyasının ezici üstünlüğü karşısında başka dünyaların hem mümkün olduğunu, hem
arayışçıları olduklarını yaşamlarıyla görkemli bir biçimde sunmuşlardır.
Başta İskitler olmak üzere, çevre kültürlerinin ardı arkası
gelmeyen direnişleri ve saldırıları, ideolojik kültürün kolay
tüketilmeyeceğinin süregiden kanıtlarıdır. Semitik kültürden Amoritlerin, Aryen
kültüründen Hurrilerin, Kuzey Kafkas kültürünü ise İskitlerin uygarlık
karşısında temsilleri, direniş halkalarının da en az uygarlık halkaları kadar
kesintisiz ve güçlü olduklarını gösteriyor. Gotlar Roma uygarlığı için neyse,
Amorit-Arap, Hurri-Med ve İskitler de Ortadoğu İmparatorlukları için aynı
konumu ifade ederler. Hıristiyanlık benzeri birçok dinsel çıkış zaten Ortadoğu
toplumsal direnişlerinde hiç eksik olmamıştır.
c- Greko-Romen uygar toplumu uygarlık tarihinin orta,
olgunluk dönemini temsil eder. Klasik çağ uygarlığı da denilebilir. Uygarlık
potansiyellerinin en parlak aktiflerini geliştirebilmişlerdir. Dönemine göre
maddi kültürün en görkemli çağını yaratmışlardır. Daha önceki tüm maddi
kültürlerin en başarılı sentezlerine ulaşan bu uygarlık kendi aşamalarının son
sözleridir. Halen görkemlilik olarak Roma’yla kıyaslanabilecek maddi bir
kültüre erişildiğini söylemek zordur. Bir devrim gibi gösterilen kapitalist
endüstriyalizm ise uygarlık değil, uygarlığın hastalığıdır.
Atina dönemi ilkçağın ideolojik kültürünün sonunu da
belirler. Felsefe bir yanıyla da bu gerçeğin sonucudur. Panteon canlılıklarını,
yani ideolojik kültür değerini yitiren tanrıların mezarlığı gibidir. Her şeyde
olduğu gibi zirvedeyken bu durumla karşılaşma anlaşılırdır. Her zirvenin sonu
düşüştür.
Köleciliğin tam bir maddi kültür sistemi olduğu kesindir.
İnsanlığın düşürülmesi bu sistemin esas özelliğidir. Bu kadar derinliğine düşüş
hiçbir canlı dünyasında gözlenmez. Vicdanın çöküşüne bu denli elverişlilik,
maddi kültürün görkemi ve çekiciliğiyle yakından bağlantılıdır. Halen bu
kültürün dev anıtları, yapıları karşısında ürpermemek, diğer yandan hayranlık
duymamak olası değildir. İnsan tanrılaşması ancak bu kadar olabilir. Fakat
insan tanrılaşması insanları hedeflediğinde felakete dönüşür. Tanrılar için
geri kalanlar kuldur. Toplumsal yarılmadaki, dolayısıyla mücadeledeki hiçbir
çelişki ve mücadele açıktan bu denli boy göstermemiştir. Düşüşü daha iyi
kavrayabilmek için Yunan klasik kültüründeki ‘oğlancılık’ olayı doğru
çözümlenirse son derece öğreticidir. Kadın köleliğiyle bağı sadece cinselliğe
sunum şeklinden ibaret değildir. Aynı sosyal olguyu paylaştıkları için
aralarındaki bağ çarpıcıdır.
Kadın köleliğine daha yakından baktığımızda, çok ezici ve
insanlıktan çıkarıcı yönü dikkat çeker. Eve kapatılma sadece bir mekânsal tutsaklık
değildir. Hatta hapishane de değildir. Derinden tecavüze alınma durumunu ifade
eder. İstenildiği kadar nişan, gelinlik törenleriyle derinliğindeki gerçek
örtülmek istensin, bir günlük uygulama bile kendini bilen için insan onurunun
bitimidir. Kadın binlerce yıllık üretimsel, eğitimsel, yönetimsel, özgürlüksel
değerinden o kadar sistemli ve çok çeşitli şiddet araçlarıyla, ondan da fazla
ideolojik düşürme (aşk söylemleri dahil) araçlarıyla hırpalanır ki, sonuç tam
teslimiyetten ötedir. Kimliğini tümüyle yitirişi, bambaşka bir gerçeğe,
‘karıya’ dönüşmesidir. En sıradan bir erkeğin, dağ çobanının bile gözünde kadın
sadece karı olabilir. Karı olmak ise, üzerinde sonsuz tasarruf hakkının
(istediği an öldürme de dahil) doğması demektir. O sadece bir mülk değildir.
Çok özel bir mülktür. Sahibi için küçük imparator olma potansiyelini taşır.
Yeter ki kullanmasını bilsin.
Uygarlığı hazırlayan temel ayaklardan biri bu gerçeklikti.
Maddi kültürün sınır tanımazlığının altındaki temel etkenlerden biri olması da
bu gerçeklikle bağlantılıydı. Kadında yaşanan başarılı deneyim tüm topluma
taşırılmak istendi. İkinci vahim etkileyicilik buydu. Toplum, efendileri için
karı gibi işlevsel olmalıydı. Toplumun karılaşmasının kapitalist sistemde
tamamlandığını belirtmeye çalışacağız. Ama bu eylemin temeli ilk uygarlık
aşamasında atılmış, Greko-Romen kültüründe ise başarılı toplum örneği olarak
sunulmak istenmişti. Ancak erkeğin karılaşmasıyla toplumun karılaşmasından
bahsedilebilirdi. Greko-Romen bunu iyice sezen ve tedbirini alan toplumdu.
Kölelerin durumunun karıdan beter olduğu çokça bilinen husustur. Sorun köle
olmayan erkeğin karılaştırılmasıydı. Ensest veya cinsel sapıklıktan, çifte
cin-sellikten bahsetmiyorum. Psikolojik boyutları, hatta biyolojik nedenleri
olan bazı olguları, bahsetmek durumunda olduğum olaydan ayrı değerlendirmek
gerekir. Klasik Yunan toplumundaki moda, her özgür genç erkeğin mutlaka bir
sahibi, bir erkek partnerinin olmasıydı. Genç tecrübe kazanıncaya kadar
partnerin sevgilisi olmalıydı. Daha önce değindiğim gibi, Sokrates bile bu
olayda önemli olanın genç oğlanın çok kullanılması değil, o ruhu yaşaması
olduğunu söyler. Zihniyet açıktır: Kölelik toplumu özgürlük, onur ilkesiyle
bağdaşmayacağından, bu özellikler toplumdan silinmeliydi. Çünkü toplumu tehdit ediyorlardı.
Doğruydu da. İnsan özgürlüğü ve onurunun olduğu yerde kölelik yaşanamaz. Sistem
bunu kavramıştı ve gereğini yapmak durumundaydı.
Şüphesiz Greko-Romen kültürü bu misyonu tamamlayamadı. İçte
özgür felsefi okullarla gelişen Hıristiyanlık, dışta ise etnisitenin ardı
arkası kesilmeyen saldırı ve başkaldırıları toplumu başka durumlarla yüz yüze
bırakacaktı. Maddi kültürün her şey olmadığının, her şeye gücünün
yetmeyeceğinin işaretleri de az değildi. Toplum ancak kapitalizmde hiç
‘oğlancılığa’ gerek duyulmadan da karılaştırılabilecekti.
Kabile güçleriyle Hıristiyanların gözüpek ve sonsuz acılar
pahasına direnişleri, esas olarak insanlık için tükeniş anlamına gelen topluma
son vermek içindi. Sonraki uzlaşmalar direnişlerin ideolojik kültür değerini ve
hedefini göz ardı ettiremez. Maddi kültür bakımından hiçbir büyüklüğü olmayan
bu hareketlerin daha sonraki büyük hamlelerini ideolojik kültürün yükselişi
olarak görmek en doğru yorumdur. Benzeri örnek Sasani-İslam ve Turani göçlerin
ilişki ve çatışmalarında da yaşanacaktı. Basit baskı ve sömürü terminolojisiyle
toplumların derin düşüş ve yükselişlerini açıklayamayız. Yaşananlar daha
kapsamlıdır. Kapitalizmin neden çözümlenemediği ve çözülmediği, gereken kapsam
derinliğine (uygar toplumun çözümüne) ulaşılamamayla yakından bağlantılıdır.
Kapitalizme ilişkin çözümlemeler, aysbergin su üstündeki kısmına benzer. Asıl
kütle uygar toplumdur. O da su altında duruyor.
A.Öcalan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder