26 Temmuz 2011 Salı

Uygar Toplum Aşamaları ve Direniş Sorunları - 2


Uygar toplumu üç aşamalı yorumlamak öğretici olabilir. İlk, orta ve son aşamalar olarak. Fakat uygar toplumun bir bütün olduğunu, bu tür ayrımların...
 


b- Uygar toplumu üç aşamalı yorumlamak öğretici olabilir. İlk, orta ve son aşamalar olarak. Fakat uygar toplumun bir bütün olduğunu, bu tür ayrımların çözümlemeler açısından kolaylık sağlayabileceğini, somutta ise karmaşıklığını ve bütünlüğünü ‘uzun süre’ açısından koruyacağını iyi bilmek gerekir. 

Uygar topluma yakıştırılan kibarlık, incelik, centilmenlik, kurallara saygılılık, ölçülülük, planlı olma, akıllılık, haklara bağlılık, barışçıllık gibi sıfatlar tamamen yakıştırmacadır ve sadece propaganda değeri taşır. Uygar toplumun gerçek yüzü şiddet, yalan, kandırma, kabalık, entrika, savaş, talan, esaret, yok etmeler, kulluk, vefasızlık, gasp, talan, vicdansızlık, hukuk tanımama, güç ilkesine tapınma, kutsallık ve tanrısallık ilkesini bir avuç çıkarcı azınlık için saptırıp kullanma, tecavüzkâr, cinsiyetçi toplumsallık, bir taraf mal ve mülke boğulmuşken diğer tarafta açlık ve sefaletten ölme, geniş köle yığınları, avare köylüler, işsiz işçiler gibi yaşamın doğasına aykırı toplumsal hastalık ve çarpıklıklarla yüklüdür. Propagandanın gücüyle ve sahte, kötü bir metafizik yaklaşımla gerçek yüzünü gizlemek için sürekli örgütlü bir çaba harcar.

Daha bilimsel bir tanımla uygar toplum sıkça yapmaya çalıştığımız gibi, kentle birlikte sınıflaşmayla gerçekleşen, devlet adı verilen örgütle yönetilen toplumdur. Etnisite-aşiretteki akrabalık ve dayanışma en çok hiyerarşiye kadar bir toplumsal farklılaşmaya yol açar. Sınıf bölünmesi ve devlete erişim doğasına uymaz. Aşiret kültürü sınıflı devletli kültüre uymaz. Sınıflaşmanın esas özü, artan artık-ürün üzerindeki tasarruftur. Artık-ürüne yol açan, başta toprak olmak üzere üretim araçları üzerindeki gasp veya mülkiyettir. Her zaman söylendiği gibi, mülkiyet toplumdan yapılan hırsızlıktır. Artık-ürün ise hırsızlığın karşılığıdır, ürünüdür. Devlet örgütlenmesi esas olarak bu mülkiyetin korunması ve artık-ürün toplamının sahiplerine dağıtılmasının kolektif aracıdır. Örgütlenmiş mülk, artık-ürün ve artık-değer sahipliğidir. Tabii bunun için tarih boyunca muazzam ordular, bürokrasiler, silahlar, meşrulaştırma araçları gerekmiştir. Kendine bağlı bilim, ütopya, felsefe, sanat, hukuk, ahlak, din türetilmiştir. Anlamsız bir metafizik tüm bu kategorilerin toplumsal rollerini ve özgür yaşamla bağlarını çarpıtmıştır. Uygar toplumun ideolojik ve maddi kültürle bağıntısı büyük bir karmaşa ve çarpıtmayı içermesine karşın, esas olan yapısallığıdır. Bu da maddi kültürün gittikçe artan varlığıdır. İdeolojik kültürün yokluğundan bahsetmiyoruz. Varlığının iki temel özelliği vardır: İkinci planda kalma ve çarpıklık.

Bu hususları kavramak için daha da açıklamak gerekir. Bilindiği üzere, yapısallık ve işlevsellik kabul gören bir ‘anlambilimsellik’ kavramıdır. Her yapının bir işlevi, her işlevin bir yapısı vardır. Kaos durumunda yapı ve işlev kriz yaşar. Dağılma ve çözülmeyle karşı karşıya kalır. Bazı geçici karışık yapılar ve çelişik işlevler de bu arada devreye girer. Bahsettiğim bu husus evrensel nitelik taşır. Örneğin suyun yapısallığı H2O’dur. Evrenin hangi köşesinde olursak olalım, H2O bileşimi oluşmuşsa, yapısallık kurulmuş demektir. İşlevsellik ise ‘su’ dediğimiz son derece saf, akışkan bir niteliktir. Donması veya buharlaşması, asıl yapısında bozulma ve dolayısıyla işlevselliğini yitirmesi veya sınırlandırması anlamına gelir. Tahta veya madenden bir masa yapmak yapısal bir çalışmadır. Masanın yararlılığı işlevselliğidir. Aynı tahta ve maden parçaları masa olmaktan çıkarsa işlevselliğini yitirir. Yok olmasalar da işlevleri yok olur. Yamuk yumuk masalar da mümkündür. Bu durumda da hem yapısal, hem işlevsel bozukluklar kaçınılmazdır. 

Evrendeki her oluşum yapısal ve işlevsel olmayı birlikte taşıma gibi bir özelliğe sahiptir. En genel anlamıyla maddeyi yapı olarak yorumlarsak, bu yapıyı ayakta tutmak için hemen aklımıza enerji gelir. Enerji madde için işlevselliktir. Enerji-madde önceliğinde enerjinin esas olduğu bilimce kanıtlanmıştır. Maddi yapılar enerjisiz olmaz, ama enerji maddi yapısız da var olabilir. Maddenin yok olabileceği (yapısallık olarak), ama enerjinin yok edilemeyeceği daha anlaşılır bir husustur. Tabii enerjinin işlevselliğini geliştirmesi de maddi yapılanmaları bilebildiğimiz kadarıyla zorunlu kılmaktadır. Canlılık bile ancak belli, çok gelişmiş maddi yapılar ve ortamlarla bağlantılıdır. Maddi karşılığı olmayan, daha doğrusu maddi yapısallığı olmayan bir canlılık düşünülememektedir. Varsa biz bilemiyoruz. Genelleştirirsek, en gelişmiş maddi yapısallıkların karşılığı en gelişmiş bir işlevselliğe denk düşebilir.
Toplumdaki maddi yapı ve işlevselliğin karşılığı maddi kültür ve ideolojik kültürdür. Toplumsallığı yorumlamamız, uygar toplumdaki maddi yapının aşırı gelişkinliğine karşılık, işlevselliğini tam geliştiremediği gibi yitirdiğine, karşılık olarak yapıları da bozduğuna ilişkindir. Bunun temel nedeni ise, toplumsallığı mümkün kılan ana yapısal ve ideolojik kültürlere bağlı kalmaması, onları aşırı zorlamasıdır. Şuna benzetebiliriz: Suyun içine petrol karıştırmak suyu bozar ve su işlevselliğini yitirir. Petrol de su gibi akışkandır. Ama işlevi bambaşkadır. Maddi kültürün gelişmesi eğer ideolojik kültürün gelişmesiyle denk ve uyumluysa, bunun sakıncasını veya toplum üzerinde olumsuzluğunu söylemleştiremeyiz. Normalde olandır diyebiliriz. Fakat maddi kültürün gelişmesi ve çok dar bir toplumsal grubun elinde birikmesi duru-munda ise, kesinlikle toplumun hem genelde yapısal ve işlevsel bozulması, hem de dar anlamda büyüyen maddi kültür ve eriyen ideolojik kültür anlamına gelir.

Bir örnekle fikrimizi daha iyi açıklayabiliriz. Mısır piramitleri dev maddi yapılardır. Fakat bunun karşılığı işlevselliğini, anlamlı yaşamını, özgürlüğünü, yani ideolojik kültürünü yitirmiş milyonlarca insandır. Uygarlık böyle bir şeydir. Dev yapılar inşa eder. Tapınaklar, kentler, surlar, köprüler, tarlalar, ambarlar ve hatta ürünlerle büyüklüğünü görünür kılmış olabilir. Böyle toplumlar uygarlıklarca mümkündür. Fakat işlevselliği, ideolojik kültür değeri aynı toplumda arandığında, karşılaşılan şey ya bu değerin yitikliği ya da çarpıklaştırılmış halidir. Bir azınlık toplumun genelinden kopmuş, onu acımasız bir baskı ve istismar altına almış, ideolojik kültüründen ya kopartmış ya da çarpıtarak sunup asıl ideolojik kültür değerlerinden yoksun bırakmıştır.

Azınlığın beslendiği hem maddi hem ideolojik kültür ise, çifte yönlü hasta bir topluma yol açar. Maddeye boğulmuş, çevresel ve özgür bir ideolojiden ise tamamen kopmuştur. ’Toplumsal sorun’ dediğim haller bu diyalektik gelişmenin sonucudur. Uygar toplum tam bu nedenle çevreden kopar. Sanıldığı gibi bu kopuş niteliksel veya nitelik olmayıp Ontolojiktir. Yani uygar toplumun varlığı çevreden kopmayı zorunlu olarak gerektirir. Çevre ve ekoloji ister eski haliyle doğa-toplum bütünlüğü içinde, ister en bilimsel ifadeyle doğa-toplum bütünleşmesi biçiminde anlaşılsın, gereksindiği toplum, uygarlığı oluşturan temel ölçütleri, yani sınıf-kent ve devletini aşmayı gerektirir. Kaba bir yok etme eyleminden bahsetmiyorum. Yeni bir toplumun maddi ve ideolojik kültürünün dengeli ve uyumlu olmasını varsayar. Toplumun içte dengeli ve uyumlu maddi ve ideolojik kültürü, doğayla bütünleşmesini özgürleşmiş doğa (Murray Bookchin’in deyişiyle ‘üçüncü doğa’) olarak gerçekleştirirken, aynı zamanda beraberinde uygar toplumun dengesiz doğa-toplum çelişkisinin aşılmasına da yol açar.

Bu genel kavramsal perspektif altında uygar toplumun ilk inşa dönemini yorumladığımızda, hemen tümünde dev bir maddi kültür görüngüsü olduğu görülür. Mısır’ın dev pramitleri, Sümerlerin Zigguratları, Çin’in Yeraltı Şehri, Hintlilerin tapınakları, Latin Amerika’da benzer kent ve tapınaklar açıkça maddi kültürün varlığını sergiler. İçindeki mana, yani ideolojik kültür ise mumyalanmış cesetler, tanrı heykelleri, kralın öte dünyada da ordusuyla yürüyüşüdür. Anlam donmuş veya müthiş çarpıtılmıştır. Bu durumlarda insan psikolojisindeki ‘ben’ kavramına vurgu yapılarak da anlamlandırma yapılır. Ama asıl anlamın toplumsallıktaki dönüşümde yattığı açıktır. Toplum olmadan veya dönüşmeden böyle yapıların akla bile gelemeyeceği anlaşılırdır. Kralın tanrılaştırılması da bir zihniyet durumudur. Fakat çarpıtılmış ve toplumu var eden temel ideolojik zihniyeti yıkan bir zihniyettir. Gerçek toplumsal zihniyetin, ideolojik kültürün yıkılması pahasına, tek tanrılı dinlerin büyük bir öfkeyle ve varlık nedenleri olarak karşı çıktığı bir zihniyettir. Kentte üslenmiş ve kendini sınıf devleti olarak örgütlemiş olan bu toplumun büyük birikimini maddi kültür olarak; çarpık zihniyet, kötü metafizik, doğadan dışlanma, doğanın üstüne çıkma ve kendini tümüyle doğa dışında bir yaratıcılık olarak sunmasını ise ideolojik kültürün ikinci plana düşmesi ve çarpıtılması olarak yorumluyoruz.

Bu aşamanın tepkisiz, coşkulu, mucizevi ve acısız karşılandığını belirtmek mümkün değildir. Mitolojik anlatım gerçeğin çok gizlenmiş ifadesidir. Gerek mitoloji, gerek kutsal din belgeleri bir nevi direniş öyküleridir. Başlangıçtaki direnişi ideolojik kültürün başkaldırısı olarak yorumlamak anlamlı bir saptamadır. Direniş çok boyutludur. Öncelikle ev hapsine ve erkek bağımlılığına alınmasına karşı kadının büyük direnişi İnanna figüründe nettir. Kurulur kurulmaz kentlerin etrafının surlarla çevrilmesi, etnisitenin tam bir ideolojik kültür başkaldırısının sembolüdür. Yaratıcı tanrı ve kul insan anlayışı derinliğine çözümlendiğinde, büyük bir sınıf mücadelesinin verildiği gösterecektir. Yaratıcı tanrı imalatı, asıl özünden boşaltılan doğa-tanrı anlayışının yerine ikame edilmiştir. Aslında yaratımla ilişkisi olmayan, ondan kopan yönetici sınıf, tam bir ideolojik çarpıtmayla kendisini tam yaratıcı maskeli tanrılar olarak ilan eder, buna karşılık gerçek yaratıcı, anlamlı kutsallık ve tanrısallıklar sahibi toplum üyelerini dışkılarından yaratılmış olarak vasıflandırırken, büyük bir sınıf savaşımını da mitolojik dille ifade etmektedir. 

İdeolojik kültürün büyük düşüşü bu anlatımlarda gizlidir. Uygarlığın ilk inşa mitolojik anlatımları, özellikle tanrı inşa maharetleri, sınıfsal mücadelenin ideolojik biçimi olarak okunabilir. O dönemin zaten başka bir anlatım dili de yoktur. Kent rekabetleri ve yakıp yıkmaları şiddetli bir sosyal mücadeleye tanıklık etmektedir. Destan anlatımları, panteon düzenlenişleri, kent mimarileri, mezar yapımları sınıfsal uçurumu ve kırsal toplumla açılan mesafeyi net yansıtırlar. Firavun ve Nemrut öyküleri toplumun derinliğine yarılmasının belgeleridir. Aşiret ezgileri de uygarlık saldırıları karşısındaki zorluk ve çaresizliklerin izlerini taşır. 

Uygar toplumun ilk inşa döneminden en derli toplu ve günümüze kadar ulaşan direnişlerin başında peygamberler geleneği gelir. Öyküleri Adem ve Havva’yla, yani ilk iki insanla başlatılan anlatımın tüm özellikleri ideolojik kültürün damgasını taşımaktadır. Adem’le Havva’yı neolitik toplum karşısında tanrılaşan uygarlık zihniyetinin kavranmasında doğru değerlendirirsek, efendi-köle çatışmasının ilk ipuçlarını sunduklarını görürüz. Adem’le tanrı diyalogları ve Havva’yla ilişkileri, efendi-köle ayrışımı kadar ana-kadının ikinci plana düşüşünü sembolize ettikleri biçiminde yorumlayabiliriz. Nuh’un çıkışı, zorba efendi karşısında neolitik toplumu adeta gemiye yükleyerek uygarlığın ulaşamayacağı dağlık alanda yeniden inşasını anımsatır. Öykü zaten Sümer toplumunu ve ayakta kalmak için direnen neolitik toplumu anlatmaktadır. Bu iki peygamber geleneğinin başlangıcını uygar toplumun inşasına kadar taşımakla direnişin başından beri mevcudiyetini ve en az uygarlığın sürekliliği kadar bir sürekliliğe sahip olduklarını göstermektedir. Hanedan tarihleri üst sınıf tarihleri oldukları gibi, peygamberlik tarihleri daha çok direnen kültürler, kabileler ve kahramanlar tarihidir. Hepsinde ortak öğe putperestliğe karşı çıkmalarıdır. 

Uygar toplum putçuluğuyla totem ve benzeri kabile simgelerini ayırt etmek gerekir. Uygar toplumun panteonunda bir araya getirilen tanrılar, dönemin yönetici figürlerinin kopyaları gibidir. Zaten hepsi insan şeklindedir. Daha da ötesi, yönetici insanların ta kendileridir. İşte peygamberlerin bu figürlere saldırmalarıyla yöneticilere saldırmaları özde aynıdır. Anti-putperestlik anti-devletçiliktir. 

Kurumsallaşan toplumu sembolize eden tüm kavram ve simgelerine muhalifliktir, direniştir. Rahiplerle siyasi krallıklar arasındaki kavga daha farklı niteliktedir. Rahipler krallardan inşa ettikleri toplumdan paylarını talep etmektedirler. Mücadeleleri üst tabaka arasında geçer. Devlet içi bir mücadeledir. İdeolojik kültürün yaratıcıları oldukları için, dolaylı da olsa peygamberleri etkilerler. Rahip esas olarak devletin din adamıdır. Sivil toplum onu pek ilgilendirmez. Peygamberlik, tersi ilişkiyi anlatır. Devlet dışındaki toplumun sözcüsüdür.

İbrahim peygamberle başlatılmak istenen ve Musa’yla kurumlaştırılan geleneğin özgün yanı, Mısır ve Sümer toplumundan tamamen kopma cesareti ve kendi toplumlarını kurma iradeleridir. Tam bir ideolojik kültür devrimiyle tanışıyoruz. Nemrut ve Firavun iki toplumun, devletin sembolik yönetici lakaplarıdır. Kurumlaşmış özellikleri vardır. Mutlak hâkimiyeti ifade ederler. İbrahim ve Musa bu hâkimiyeti tanımadıklarını kendi ideolojik kültürleriyle, yani zihniyet direnişleriyle açıklamış oluyorlar. Bu direniş dönem için değeri yüksek bir başkaldırıdır. Bugün nasıl “Başka bir dünya vardır” sloganı önemliyse, o dönemde Firavunlar ve Nemrut’ların resmi hâkim dünyaları dışında bir dünyanın var olduğunu ilan ediyorlar. Bunun için kendi cemaatleriyle yoğunca uğraşıyorlar. Öncelikle bir umut hareketidir. Bugünkü İsrail’in gücünün temelinde, en azından ideolojik kültür gıdasında bu öykünün payı küçümsenemez. İbrahimî gelenekteki tüm öykü ve ütopyalar kabile düzenlerinin uygarlık tarafından önü kesilen yaşamlarını ve özlediklerini dile getirmektedir. Her iki uygarlıktan etkilenmişlerdir. Ama özde reddettiklerini iyi yorumlamak gerekir. Amaçları onlar gibi bir uygarlık inşaları değildir. İsrail krallarının rahipleriyle sürekli çatışmalarında bu gerçekliğin yeri önemlidir. Halen bu yönlü bir çekişme İsrail devlet ve toplumunda bütün şiddetiyle sürmektedir. Hititlerin, Mitannilerin, Asurların, Med-Perslerin, en nihayet Greko-Romenlerin de tarihsel şahitleridir. Hafızalarında bu uygarlıkların tortuları birikmiştir. 

Tarih M.Ö. 1600-1200 yıllarını maddi kültürün ışıltılı bir dönemi olarak tasarlar. Hitit, Mısır ve Mitanniler arasındaki ilişkiler ilk uluslararası diplomasinin canlı örneklerini sunarlar. İbraniler bu sürecin en yakın ve bakıp anlamasını bilen kavmidir. İbrahim ve Musa’yı bu dönemin trafiğinden ayrı düşünmek tam anlaşılmalarını eksik bırakır. Verdikleri cevap ideolojik kültürün cevabıdır.
İsa ve Muhammed bu gelenek içinde iki büyük reformatördür. İdeolojik kültürün yükselişindeki yerlerini sonraya bırakalım.

Babil ve Asur, maddi kültürün yükselişindeki iki önemli halkadır. Büyüyen şehir ve ticaret bu iki krallık döneminde büyük aşama sağlamıştır. Babil, kendi döneminin Paris’idir. Asurlar önce tüccar krallar, sonra imparatorluk inşa etmenin en gaddar temsilcisidir. Maddi toplumu Ortadoğu’da en iyi temsil eden yönetim geleneğidir. İdeolojik kültürü hem ikinci planda tutmada, hem çarpıtmada rol sahibidirler. Med-Pers geleneğinin dayandığı Zerdüşt kültürü ideolojik kültüre tekrar başat yeri vermenin büyük mücadelesini vermiştir. Zerdüşt-Buda-Sokrates üçlüsü birbirine çok yakın zaman sürelerinde hem büyük ahlak filozofları, hem maddi kültüre karşı ideolojik kültürün üstünlüğünü kendi şahıslarında temsil eden büyük bilge kişiliklerdir. Uygarlığın düşürdüğü insanlık vicdanının büyük uyandırıcıları ve seslendiricileridir. Kendi dönemlerinde olgunluk dönemine giren maddi kültür dünyasının ezici üstünlüğü karşısında başka dünyaların hem mümkün olduğunu, hem arayışçıları olduklarını yaşamlarıyla görkemli bir biçimde sunmuşlardır.

Başta İskitler olmak üzere, çevre kültürlerinin ardı arkası gelmeyen direnişleri ve saldırıları, ideolojik kültürün kolay tüketilmeyeceğinin süregiden kanıtlarıdır. Semitik kültürden Amoritlerin, Aryen kültüründen Hurrilerin, Kuzey Kafkas kültürünü ise İskitlerin uygarlık karşısında temsilleri, direniş halkalarının da en az uygarlık halkaları kadar kesintisiz ve güçlü olduklarını gösteriyor. Gotlar Roma uygarlığı için neyse, Amorit-Arap, Hurri-Med ve İskitler de Ortadoğu İmparatorlukları için aynı konumu ifade ederler. Hıristiyanlık benzeri birçok dinsel çıkış zaten Ortadoğu toplumsal direnişlerinde hiç eksik olmamıştır.

c- Greko-Romen uygar toplumu uygarlık tarihinin orta, olgunluk dönemini temsil eder. Klasik çağ uygarlığı da denilebilir. Uygarlık potansiyellerinin en parlak aktiflerini geliştirebilmişlerdir. Dönemine göre maddi kültürün en görkemli çağını yaratmışlardır. Daha önceki tüm maddi kültürlerin en başarılı sentezlerine ulaşan bu uygarlık kendi aşamalarının son sözleridir. Halen görkemlilik olarak Roma’yla kıyaslanabilecek maddi bir kültüre erişildiğini söylemek zordur. Bir devrim gibi gösterilen kapitalist endüstriyalizm ise uygarlık değil, uygarlığın hastalığıdır.

Atina dönemi ilkçağın ideolojik kültürünün sonunu da belirler. Felsefe bir yanıyla da bu gerçeğin sonucudur. Panteon canlılıklarını, yani ideolojik kültür değerini yitiren tanrıların mezarlığı gibidir. Her şeyde olduğu gibi zirvedeyken bu durumla karşılaşma anlaşılırdır. Her zirvenin sonu düşüştür.
Köleciliğin tam bir maddi kültür sistemi olduğu kesindir. İnsanlığın düşürülmesi bu sistemin esas özelliğidir. Bu kadar derinliğine düşüş hiçbir canlı dünyasında gözlenmez. Vicdanın çöküşüne bu denli elverişlilik, maddi kültürün görkemi ve çekiciliğiyle yakından bağlantılıdır. Halen bu kültürün dev anıtları, yapıları karşısında ürpermemek, diğer yandan hayranlık duymamak olası değildir. İnsan tanrılaşması ancak bu kadar olabilir. Fakat insan tanrılaşması insanları hedeflediğinde felakete dönüşür. Tanrılar için geri kalanlar kuldur. Toplumsal yarılmadaki, dolayısıyla mücadeledeki hiçbir çelişki ve mücadele açıktan bu denli boy göstermemiştir. Düşüşü daha iyi kavrayabilmek için Yunan klasik kültüründeki ‘oğlancılık’ olayı doğru çözümlenirse son derece öğreticidir. Kadın köleliğiyle bağı sadece cinselliğe sunum şeklinden ibaret değildir. Aynı sosyal olguyu paylaştıkları için aralarındaki bağ çarpıcıdır.

Kadın köleliğine daha yakından baktığımızda, çok ezici ve insanlıktan çıkarıcı yönü dikkat çeker. Eve kapatılma sadece bir mekânsal tutsaklık değildir. Hatta hapishane de değildir. Derinden tecavüze alınma durumunu ifade eder. İstenildiği kadar nişan, gelinlik törenleriyle derinliğindeki gerçek örtülmek istensin, bir günlük uygulama bile kendini bilen için insan onurunun bitimidir. Kadın binlerce yıllık üretimsel, eğitimsel, yönetimsel, özgürlüksel değerinden o kadar sistemli ve çok çeşitli şiddet araçlarıyla, ondan da fazla ideolojik düşürme (aşk söylemleri dahil) araçlarıyla hırpalanır ki, sonuç tam teslimiyetten ötedir. Kimliğini tümüyle yitirişi, bambaşka bir gerçeğe, ‘karıya’ dönüşmesidir. En sıradan bir erkeğin, dağ çobanının bile gözünde kadın sadece karı olabilir. Karı olmak ise, üzerinde sonsuz tasarruf hakkının (istediği an öldürme de dahil) doğması demektir. O sadece bir mülk değildir. Çok özel bir mülktür. Sahibi için küçük imparator olma potansiyelini taşır. Yeter ki kullanmasını bilsin. 

Uygarlığı hazırlayan temel ayaklardan biri bu gerçeklikti. Maddi kültürün sınır tanımazlığının altındaki temel etkenlerden biri olması da bu gerçeklikle bağlantılıydı. Kadında yaşanan başarılı deneyim tüm topluma taşırılmak istendi. İkinci vahim etkileyicilik buydu. Toplum, efendileri için karı gibi işlevsel olmalıydı. Toplumun karılaşmasının kapitalist sistemde tamamlandığını belirtmeye çalışacağız. Ama bu eylemin temeli ilk uygarlık aşamasında atılmış, Greko-Romen kültüründe ise başarılı toplum örneği olarak sunulmak istenmişti. Ancak erkeğin karılaşmasıyla toplumun karılaşmasından bahsedilebilirdi. Greko-Romen bunu iyice sezen ve tedbirini alan toplumdu. Kölelerin durumunun karıdan beter olduğu çokça bilinen husustur. Sorun köle olmayan erkeğin karılaştırılmasıydı. Ensest veya cinsel sapıklıktan, çifte cin-sellikten bahsetmiyorum. Psikolojik boyutları, hatta biyolojik nedenleri olan bazı olguları, bahsetmek durumunda olduğum olaydan ayrı değerlendirmek gerekir. Klasik Yunan toplumundaki moda, her özgür genç erkeğin mutlaka bir sahibi, bir erkek partnerinin olmasıydı. Genç tecrübe kazanıncaya kadar partnerin sevgilisi olmalıydı. Daha önce değindiğim gibi, Sokrates bile bu olayda önemli olanın genç oğlanın çok kullanılması değil, o ruhu yaşaması olduğunu söyler. Zihniyet açıktır: Kölelik toplumu özgürlük, onur ilkesiyle bağdaşmayacağından, bu özellikler toplumdan silinmeliydi. Çünkü toplumu tehdit ediyorlardı. Doğruydu da. İnsan özgürlüğü ve onurunun olduğu yerde kölelik yaşanamaz. Sistem bunu kavramıştı ve gereğini yapmak durumundaydı. 

Şüphesiz Greko-Romen kültürü bu misyonu tamamlayamadı. İçte özgür felsefi okullarla gelişen Hıristiyanlık, dışta ise etnisitenin ardı arkası kesilmeyen saldırı ve başkaldırıları toplumu başka durumlarla yüz yüze bırakacaktı. Maddi kültürün her şey olmadığının, her şeye gücünün yetmeyeceğinin işaretleri de az değildi. Toplum ancak kapitalizmde hiç ‘oğlancılığa’ gerek duyulmadan da karılaştırılabilecekti.

Kabile güçleriyle Hıristiyanların gözüpek ve sonsuz acılar pahasına direnişleri, esas olarak insanlık için tükeniş anlamına gelen topluma son vermek içindi. Sonraki uzlaşmalar direnişlerin ideolojik kültür değerini ve hedefini göz ardı ettiremez. Maddi kültür bakımından hiçbir büyüklüğü olmayan bu hareketlerin daha sonraki büyük hamlelerini ideolojik kültürün yükselişi olarak görmek en doğru yorumdur. Benzeri örnek Sasani-İslam ve Turani göçlerin ilişki ve çatışmalarında da yaşanacaktı. Basit baskı ve sömürü terminolojisiyle toplumların derin düşüş ve yükselişlerini açıklayamayız. Yaşananlar daha kapsamlıdır. Kapitalizmin neden çözümlenemediği ve çözülmediği, gereken kapsam derinliğine (uygar toplumun çözümüne) ulaşılamamayla yakından bağlantılıdır. Kapitalizme ilişkin çözümlemeler, aysbergin su üstündeki kısmına benzer. Asıl kütle uygar toplumdur. O da su altında duruyor.

A.Öcalan

Hiç yorum yok: