Seçimden sonra Türkiye’de siyasi kriz ortaya çıktı. Bu krizi yaratan ise AKP’nin zihniyetidir. AKP ne demokrasiyi anlamış ne de içine sindiren bir partidir. Ben en fazla oyu almışım, o zaman herkes benim dediğime uymalıdır, anlayışına sahiptir. |
Bütçe konuşması bu konuda ibret vericiydi. “Azınlığın diktatörlüğünü kabul etmeyiz” derken aslında ifade ettiği çoğunluğun diktatörlüğüydü.
AKP’nin bu siyasi anlayışı anayasa yapmanın gündemde olduğu bir dönemde gerçek anlamıyla ürkütücüdür. Anayasayı tüm toplumun ihtiyacına cevap verecek bir toplumsal sözleşme olarak görmüyor. Halbuki anayasa her şeyden önce azınlıkta olanların haklarını güvenceye almalıdır. Örneğin Türkiye söz konusu olduğunda Kürtlerin varlığını ve özgürlüğünü güvenceye alabilmelidir. Türk etnistesi hakim kimliktir ve haklarının gasp edilmesi gibi bir sorunu yoktur. Kürtlerin haklarını, çoğunluk bunu istemiyor diyerek reddetmek demokratik anayasa anlayışını anlamamaktır.
Başbakan’ın CHP yemin içtikten sonraki söylemleri de, Türkiye siyasetinin ne kadar gayrı ciddi olduğunu ortaya koymuştur. Hem CHP meclise girsin denilecek, girmemesi eleştirilecek hem de diklendi ama dik durmadı denilecek. Daha da ileri gidip aslında sizi Meclis’ten atabilirdik diyecek. Buna dünyanın neresinde olursa olsun seviyesizlik, densizlik ve kendini bilmezlik denir.
Şimdi bu Başbakan BDP’ye de ‘gel yemin et’ diyor. Kuşkusuz BDP ile CHP’nin durumu farklıdır. Başbakan BDP’nin çok ciddi olduğunu biliyor. CHP’ye söyleyeceği lafları BDP’ye söyleyemeyeceğini de çok iyi bilmektedir. Ancak BDP, Başbakan’ın söylediklerini bundan sonra ciddiye almazsa çok haklıdır. CHP’nin yemin içmesinden sonra Başbakan’ın konuşmaları ne kadar ikiyüzlü ve fırsatçı olduğunu göstermektedir. BDP, dedikleri kabul edilmediği ve yazılı bir taahhüt almadığı taktirde yemin içmez. Ama dedikleri kabul edildiğinde bile bunun yerine getirilip getirilmeyeceği konusunda kuşku duyacaktır.
Başbakan’a bağlı milletvekili çoğunluğunun Kürtler için bir anlamı yoktur. Şimdiye kadar da mecliste benzer partiler çoğunluktaydı. Askeri ve siyasi alanda Kürtlere her türlü baskı uygulandı. Ama hiçbir siyasi güç Kürtlerin taleplerini karşılamayan bir politikayı BDP geleneğinden gelen partilere kabul ettiremedi. Bundan sonra da istenildiği kadar karar alınsın, Kürtlerin demokrasi ve özgürlük taleplerini karşılamıyorsa, alınan her karar daha baştan ölü doğmuş olur.
Kürt sorunu gibi konularda AKP’nin 400 milletvekili de olsa, eğer Kürtleri tatmin edecek bir yasa ve uygulama değilse pratik değeri olmaz. 400 milletvekiliyle şu kararları aldık, Kürtler de kabul etsin denilemez. Başbakanın da, tüm siyasi partilerin de AKP yandaşı kalemşorların da bu gerçeği bilmesi gerekir. 400 milletvekili ile alınan bir yasayı reddetmek demokratik bir tutum olur, ama çoğunlukla da alınsa çıkan yasa antidemokratik olur. Kaldı ki Kürtlerden daha az bir nüfusa ve güce sahip olan toplulukların da kendi çıkarlarını gözetmeyen anayasa ve yasaları meşru görmeme ve reddetme hakkı vardır. Günümüzde anayasa ve yasalar esas olarak da azınlıkların haklarını tanıyorsa demokratik olabilir.
1924 yılından bugüne Türkiye’nin demokratik olmamasının nedeni Kürtlerin haklarını tanımamasıdır. Hatta Kürtler yararlanmasın diye anayasa ve yasalar antidemokratik karakterde hazırlanmıştır.
Yeni anayasanın gündemde olduğu bir süreçte Kürt sorunu ile ilgili konularda gelin pazarlık yapalım demek bile antidemokratik yaklaşımdır. Nasıl ki işkencenin yapılıp yapılmayacağı kararı pazarlık konusu yapılmazsa, Kürtlerin kendi kendini yönetme, anadilinde eğitimi ve iki dilli yaşamı da pazarlık konusu edilemez. Bu gibi konularda esas olan demokratik yaklaşım gösterilecek mi, gösterilmeyecek mi sorusuna verilecek cevaptır. Kürt sorunu ile ilgili temel haklar konusunda böyle yaklaşmadan demokratik bir anayasa yapılamaz.
AKP Hükümeti Kürt sorununun çözümü konusunda bir irade sahibi midir, değil midir? Kürt sorununu çözme iradesine kavuşmamış ama gel tartışalım, sorunu çözelim demek bile Kürtlerle alay etmektir.
Kuşkusuz çözüm iradesi olursa nasıl formüle edileceği ve nasıl pratikleşeceği konuları tartışılabilir. Örneğin, biz anayasayı kimliklere nötr yapacağız ama bu anayasa da bütün toplumun ve bölgelerin kendi öz yönetimleri olan demokratik özerkliğe sahiptir, her etnik kimlik anadilde eğitim yapar ve yaşam her alanda çok dilli olur biçiminde öneriler olur. Kimliklerin isimlerini belirtmeyelim, ama temel demokratik hakların nasıl kullanılacağını anayasada net belirtelim denilebilir. Başka bir öneri de hem kimlikleri net belirtelim hem de haklarını anayasa da nasıl kullanacakları yazılsın diyebilir. Her iki durumda da bir çözüm iradesi vardır. Ama farklı formülasyonla aynı amacın hasıl olması önerilmektedir.
Yoksa anayasa kimliklere nötr olsun ama toplum ve farklı kimliklerin haklarını nasıl kullanılacağı yazılmasın demek, eski zihniyeti farklı bir biçimde sürdürmek olur. Bu durumda tartışmanın fazla anlamı olmaz.
AKP bu sorunu mecliste çözelim derken, bunu demokratik bir zihniyetle söylemiyor. 1980’li yıllarda Demirel’in “bul 276’yı, ol hükümet ve istediğini yaptır” biçimindeki zihniyetinin bugün Tayyip versiyonu dayatılıyor.
AKP üçüncü defa hükümet olunca Tayyip Erdoğan kendini kaybetmiştir. Halkın yarısına yakını benimsiyorsa, o zaman benim her yaptığım kabul edilmelidir anlayışındadır. Erdoğan’ın anlayışı burun sürtme anlayışıdır. Burun sürtmekten büyük zevk almaktadır. Bu kendini bilmezliği ve kibirli davranışı nereye kadar sürer bilemeyiz. Ancak gittiği yol, yol değil. Bu yol ve hesap hiçbir yerden dönmese de Amed’den mutlaka döner. Tayyip Kürtlere de bu kibrini dayatacağını sanıyorsa şimdiden söyleyelim eşekten düşmüşe döner.
Başbakan’ın son zamanlarda demagoji konusunda ustalık dönemine girmesi, bu demagojinin şifresinin çözülmesini de beraberinde getirmiştir. Çünkü demagoji ve demagojik kişiler zaman geçtikçe gerçekliklerini gizleyemez olur. Tayyip Erdoğan da şimdi bunu yaşıyor. Erdoğan kendini gizlemek için kendisinde bulunan tüm özelliklerini rakiplerine mal ediyor. Kendisinin yaptığı ne kadar olumsuzluk varsa, bunu kendisi için rakip olanların üzerine yıkıyor. Böylece hem kendini gizlemiş oluyor, hem de toplum Tayyip Erdoğan’da bulunan olumsuz özellikleri rakiplerinde aramaya çalışıyor.
Bu demagoji yöntemi Başbakan’ın kendisine mi ait, yoksa toplumu aldatma konusunda ustalaşmış kapitalist modernist ülke merkezlerinden mi almış bilemiyoruz. Ama şimdiye kadar iş gördüğü anlaşılıyor. Ancak iktidarda kalması uzadıkça ve çok konuştukça demagojik kimliği de açığa çıkıyor. Tayip Erdoğan’ın demagojik kişiliği deşifre olursa elinde başka bir silahı kalmayacaktır. Ya da hikayedeki kral gibi çıplaklığı görülecektir.
Bundan sonra herkes Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarını iyi dinlesin! Kendisinde var olan hangi olumsuzlukları başkalarına yıkıyor onu görebilirler.
Tayyip Erdoğan için belirtilecek bir husus da hiçbir nezaket ahlakı taşımadığıdır. Öyle ki rakiplerine karşı anlık psikolojik savaş yürütüyor. Tam bir çakal gibi darbe vuracağı anı kolluyor. The Economist yazarının belirttiği gibi karşısında bükemeyeceği bilek gördüğünde çark ediyor. Amiyane deyimle iyi taklacılık yapıyor. Bükemediği eli öpüyor. Özellikle ABD’yle ters düşmemek için gerektiğinde tükürdüğünü yalıyor.
Başbakan, “tükürdüklerini yalarlar” lafını çok sevmiş. Dikkat etsin Başbakan’a da tükürdüğünü yalatabilirler. Zaten sıkıştığında her tükürdüğünü yalamaya hazır bir kişilik olduğunu çok iyi biliyoruz. AKP yandaşlarının dediği gibi karşısında güç görünce daha fazla diklenen bir Başbakan yoktur. Zayıf gördüklerini ezmede tereddüt etmez. Ama karşısında güç gördüğünde de taklacılığının en büyük hünerlerini gösterir.
AKP yandaşları yanlış hesap yapanların nereden döndüğünü geçen on yıllara bakarlarsa iyi görürler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder