1992’de Özgür Gündem gazetesinin hazırlık döneminde, gazete binasında gazetecilik mesleği ile ilgili seminerler veriliyordu. Daha önce kapatılmış Güneş gazetesinin yayın yönetmeni Metin Münir de, araştırmacı gazetecilik üzerine böyle Özgür Gündem’in hazırlık kadrosunda yer alanların çoğu kapatılan Güneş gazetesinin eski çalışanları olduğundan, Metin Münir, araştırmacı gazeteciliğin inceliklerini anlatmaktan çok, Güneş gazetesi ile ilgili soruları cevaplamak durumunda kaldı.Bir seminer verdi. |
Bazı sorular, nezaket sınırlarını aşıyordu.
Kimi soruların altında yatan kuyruk acısı, fena sırıtıyordu…
Metin Münir her soruyu aynı nezaketle cevaplıyordu. Bir soruya verdiği cevap, bugün bile güncelliğini, geçerliliğini koruyor, Türk medyasının halini gözler önüne seriyor. 1990 yılının Mart ayı ortasında,
Newroz’dan hemen önce bir çatışmada 12 gerilla öldürüldü. Öldürülen gerillalardan Kamuran Dündar’ın Nusaybin’de gerçekleşen cenaze töreni ilk kitlesel gösteri, ilk serîhildan oldu.
İşte tam bu günlerde ve bu gelişmelere bağlı olarak gazete patronları ve genel yayın yönetmenleri MGK’ya mı çağrılmışlardı, yoksa başbakanlık veya Çankaya köşkünde MGK ayarında, generallerin de
katıldığı bir toplantıya mı katılmışlardı, iyi hatırlamıyorum. Orada bir general manşeti ‘Nusaybin’de İntifada’ olan Güneş gazetesini, masanın üzerine fırlatarak ‘Bu ne rezalet!’ diye fırça çekmiş…
Bu fırçadan sonra, pek tabii ki, bir daha hakikatlerin hakikatlı takipçisi Türk basınında bu tür manşetler, başlıklar görülmedi…
Türk medyasının Kürtlere dönük dilini, iktidar odakları belirliyor.
Başta Sabah ve Star olmak üzere, yükselen yeni medya, Hürriyet’in çiğneyip çürüttüğü, kokuşmuş sakızı çiğnemeye devam ediyor…
Bu noktada bunların kokuşmuş ‘terör, terörist’ sakızını çiğnemesi mesele değil, asıl mesele, onları buna yönlendiren iktidar gücünün yaklaşımıdır. Medyasına savaş dilini empoze eden Türk devleti, bunu değiştirmeden, barış dilini hakim kılmadan, barış olmaz, hiçbir mesele çözülmez…
Bağımsız medya filan…
Bunlar hikaye…
Yok böyle bir şey…
Türk devletinin her derde deva brifingleri vardır. Her alanda ve her şey için bol bol da kullanıyorlar. Bu iş için de pekala kullanabilirler. İplerini kısa bağlayabilirler… Ama yok, bunu yapmıyorlar, işlerine gelmiyor.
Yeni Şafak’ta yazan ve Başbakana yakın bir siyasetçi olan Yasin Doğan, bakın BDP ile ilgili ne yazıyor:
‘’Çözüm istediğini söyleyen BDP, çözümün değil, sorunun parçası olma konumunu değiştiremedi. BDP, toplumsal kabul edilebilirliği düşük olan kendi (örgütsel) çözüm projesini kabul ettirmek için dayatmacı tavrını sürdürdü, ‘terör’, şantaj aracı olarak hep gündemde tutuldu. Öcalan’ın kurtarılması ve PKK’nın meşrulaştırılması BDP’nin çözüm projesinin ana eksenini oluşturdu.“
Başbakan’a bu kadar yakın bir siyasetçi böyle yazarsa, pek tabii ki diğerleri de buna bakarak, hizaya gelir.
Hala PKK’nin meşruiyetini bir kabus olarak görüyor, ya da buna inanmamızı istiyorlar. PKK’nin meşruiyetini kabul etmeden, Kürtler ile neyi konuşacaksınız? İşin özünü hiç konuşmayalım, hep tali meselelerle oyalanalım, istiyorlar. Kürtçe eğitim konusunda bile naz yapıyorlar. Halbuki Kürtler açısından Kürtçe eğitim pazarlık konusu olamaz. Bu kadar haksız bir uygulamaya son vermeleri, insan olmanın olmazsa olmaz hakkını teslim etmeleri, neden pazarlık konusu olsun ki? Pazarlık bir yana, bu hakkı teslim etmenin ötesinde, bir de özür dilemeleri gerekmez mi?
Medyanın dilini değiştirmiyorlar, çünkü değiştirmek istemiyorlar. Böylece atmaları gereken her adım için ‘Ama kamuoyumuzun tepkisini de dikkate almak zorundayız.’ Diyerek, yan çizmenin yolunu açık tutmak istiyorlar.
Türkiye’deki kamuoyunun hiçbir hükmü yoktur, yapay bir kamuoyu vardır.
Yapay medyanın oluşturduğu, yapay kamuoyuna bakarak, hizaya gelmemizi bekliyorlar. Türk kamuoyunu onlarca yıl Kürt halkının var olmadığına, Kürtçenin olmadığına inandırdılar. Sonra bir gün, hop, Kürtçe televizyon kurdular. Kimse de çıkıp ‘Bizim çocuklarımız niye öldüler o zaman’ diye sormadı. Gerçek bir kamuoyu olsa, böyle mi olurdu?
rahmibatur@gmail.com
Kimi soruların altında yatan kuyruk acısı, fena sırıtıyordu…
Metin Münir her soruyu aynı nezaketle cevaplıyordu. Bir soruya verdiği cevap, bugün bile güncelliğini, geçerliliğini koruyor, Türk medyasının halini gözler önüne seriyor. 1990 yılının Mart ayı ortasında,
Newroz’dan hemen önce bir çatışmada 12 gerilla öldürüldü. Öldürülen gerillalardan Kamuran Dündar’ın Nusaybin’de gerçekleşen cenaze töreni ilk kitlesel gösteri, ilk serîhildan oldu.
İşte tam bu günlerde ve bu gelişmelere bağlı olarak gazete patronları ve genel yayın yönetmenleri MGK’ya mı çağrılmışlardı, yoksa başbakanlık veya Çankaya köşkünde MGK ayarında, generallerin de
katıldığı bir toplantıya mı katılmışlardı, iyi hatırlamıyorum. Orada bir general manşeti ‘Nusaybin’de İntifada’ olan Güneş gazetesini, masanın üzerine fırlatarak ‘Bu ne rezalet!’ diye fırça çekmiş…
Bu fırçadan sonra, pek tabii ki, bir daha hakikatlerin hakikatlı takipçisi Türk basınında bu tür manşetler, başlıklar görülmedi…
Türk medyasının Kürtlere dönük dilini, iktidar odakları belirliyor.
Başta Sabah ve Star olmak üzere, yükselen yeni medya, Hürriyet’in çiğneyip çürüttüğü, kokuşmuş sakızı çiğnemeye devam ediyor…
Bu noktada bunların kokuşmuş ‘terör, terörist’ sakızını çiğnemesi mesele değil, asıl mesele, onları buna yönlendiren iktidar gücünün yaklaşımıdır. Medyasına savaş dilini empoze eden Türk devleti, bunu değiştirmeden, barış dilini hakim kılmadan, barış olmaz, hiçbir mesele çözülmez…
Bağımsız medya filan…
Bunlar hikaye…
Yok böyle bir şey…
Türk devletinin her derde deva brifingleri vardır. Her alanda ve her şey için bol bol da kullanıyorlar. Bu iş için de pekala kullanabilirler. İplerini kısa bağlayabilirler… Ama yok, bunu yapmıyorlar, işlerine gelmiyor.
Yeni Şafak’ta yazan ve Başbakana yakın bir siyasetçi olan Yasin Doğan, bakın BDP ile ilgili ne yazıyor:
‘’Çözüm istediğini söyleyen BDP, çözümün değil, sorunun parçası olma konumunu değiştiremedi. BDP, toplumsal kabul edilebilirliği düşük olan kendi (örgütsel) çözüm projesini kabul ettirmek için dayatmacı tavrını sürdürdü, ‘terör’, şantaj aracı olarak hep gündemde tutuldu. Öcalan’ın kurtarılması ve PKK’nın meşrulaştırılması BDP’nin çözüm projesinin ana eksenini oluşturdu.“
Başbakan’a bu kadar yakın bir siyasetçi böyle yazarsa, pek tabii ki diğerleri de buna bakarak, hizaya gelir.
Hala PKK’nin meşruiyetini bir kabus olarak görüyor, ya da buna inanmamızı istiyorlar. PKK’nin meşruiyetini kabul etmeden, Kürtler ile neyi konuşacaksınız? İşin özünü hiç konuşmayalım, hep tali meselelerle oyalanalım, istiyorlar. Kürtçe eğitim konusunda bile naz yapıyorlar. Halbuki Kürtler açısından Kürtçe eğitim pazarlık konusu olamaz. Bu kadar haksız bir uygulamaya son vermeleri, insan olmanın olmazsa olmaz hakkını teslim etmeleri, neden pazarlık konusu olsun ki? Pazarlık bir yana, bu hakkı teslim etmenin ötesinde, bir de özür dilemeleri gerekmez mi?
Medyanın dilini değiştirmiyorlar, çünkü değiştirmek istemiyorlar. Böylece atmaları gereken her adım için ‘Ama kamuoyumuzun tepkisini de dikkate almak zorundayız.’ Diyerek, yan çizmenin yolunu açık tutmak istiyorlar.
Türkiye’deki kamuoyunun hiçbir hükmü yoktur, yapay bir kamuoyu vardır.
Yapay medyanın oluşturduğu, yapay kamuoyuna bakarak, hizaya gelmemizi bekliyorlar. Türk kamuoyunu onlarca yıl Kürt halkının var olmadığına, Kürtçenin olmadığına inandırdılar. Sonra bir gün, hop, Kürtçe televizyon kurdular. Kimse de çıkıp ‘Bizim çocuklarımız niye öldüler o zaman’ diye sormadı. Gerçek bir kamuoyu olsa, böyle mi olurdu?
rahmibatur@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder