Bu sefer rüzgar ‘yeryüzünün efendileri’ tarafından değil de
‘yeryüzünün lânetlileri‘ tarafından esiyor. Batı’dan değil de Doğu’dan
esiyor. Kuzeyden değil de Güneyden esiyor. Ufukta,
artık bundan sonra hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağının emareleri
beliriyor. Tunus’tan Mısır’a, tüm Arap dünyasını ve Orta Doğu’yu saran
ateşin alevi, insanlığın ufkunu aydınlatıyor. Nil Devrimi,
Batılı efendilere ve dünyaya onların gözüyle bakan diğerlerine hiç de
beklemedikleri, alışık olmadıkları bir ders veriyor. Beş yüz yılllık
burjuva saltanatının sonunun başlangıcını ilân ediyor. Tam bir bilgelik,
olgunluk, vakar ve erdemle… Velhasıl insan onurunun ne demek olduğunu
ve halk ayağa kalktığında nelere kâdir olduğunu, tarihin gerçek
öznesinin kim olduğunu, bir defa daha dosta düşmana gösteriyor…
Mısırın emekçileri, sıradan insanları dalga dalga Tahrir Meydanına
akarken ve halk Mısırın her yerinde komprodor otokrasiye karşı
ayaklandığında, herşeyin kendilerinden menkul olduğunu, dünyanın
gerçekliğini ceplerinde taşıdığını sanan çok bilmiş akl-ı evvellerin ilk
akıllarına gelen: ‘Acaba bu kalkışmanın arkasında kim var?” sorusu
oldu… Öyle ya, Mısır halkı ve hiç bir halk kendiliğinden hiç bir şey yapmaya ehil olmadığına göre… Acaba
bir ‘yumuşak geçiş’ için ABD ve mütttefikleri mi ‘düğmeye basmıştı?..
Bu, ‘Büyük Orta Doğu Projesini’ kotarmaya yönelik bir ABD manipülasyonu
muydu? Bu isyanın sonunda ‘İslamcı fanatikler’ mi aracın direksiyonuna
geçecekti? Kendilerini ‘dünyanın merkezi’ olarak görmeye alışık
efendiler cephesi başka türlü düşünebilir miydi? Soldan gelen tepkiler
ve değerlendirmeler de bir başka tuhaftı. Yok efendim hareket bir
liderlikten yoksunmuş, yok işte ‘ne değişmiş’, ‘her şey yerli yerinde
duruyormuş’, üretim araçlarının mülkiyeti el değiştirmemiş miş… Tabii
devrimi öncülerin, şeflerin, ‘profesyonel’ devrimcilerin ve sadece
onların yapabileceğini sananların bu tür itirazları anlaşılır bir
şeydir… Lâkin bu dünya’da hiç bir devrim şeflerin ve profesyonellerin
eseri olmamaştır ve olması da asla mümkün değildir. Eğer devrimi şefler,
öncüler, liderler, “bu işin” ‘profesyonelleri’ yaparsa, ona devrim
denmez, denmemesi gerekir. Çünkü devrimi sadece halk yapar da ondan… O
halde üç şey: Birincisi, devrimi halk, yani sıradan insanlar yapar;
ikincisi, devrimin ne zaman patlayacağı bilinmez; ve üçüncüsü de, hiç
bir devrim bir diğerine benzemez, her devrim ‘tektir’ ve başka türlü
olamaz…
Sonlar ve başlangıçlar
Arap Dünyasını saran isyanlar, kalkışmalar, egemen söylemin ısrarla
ileri sürdüğü gibi sadece bölgedeki komprador otokrasilere,
diktatörlüklere yönelik itirazdan ibaret değil ve bir çok şeyin de sonu
demeye geliyor. Birincisi, bu devrim dalgası geride kalan yüzyıllarda
kolonyalist/emperyalist Batı’da Arap Dünyasına ve ‘Doğu halklarına’ dair
uydurulmuş ‘Araplar adam olmaz’, ‘kendiliklerinden hiç bir şey
yapamazlar…’ türü, ırkçı, Avrupamerkezli, kültüralist ön yargıların
teşhir edilip, çöp sepetine atıldığı anlamına geliyor; ikincisi, burjuva
uygarlığında mündemiç [içkin] ikiyüzlülüğü teşhir ediyor. Emperyalist
devletler halk ayaklanıp, duruma müdahale etmediği dönemde ‘dost’ deyip
yere göğe sığdıramadıkları ‘dost liderlerin’ birden ‘diktatör’
olduklarını keşfediyorlar… Halk sokağa çıkmadan önce ‘dost’ olan
liderler, halk sokağa çıkınca ve birden iflah olmaz ‘diktatörlere’
dönüşüyor. Tabii dillerinden hiç düşmeyen “istikrar” denilenin kimin
için ne anlama geldiği de bu vesileyle netleşmiş olmalıdır…
Bu devrimler, sadece halk düşmanı komprador oligarşilerin değil,
emperyalizm tarafından son dönemde araçlaştırılan ‘medeniyetler
çatışması’ söyleminin [ aslında safsatası demek daha uygun] de teşhir
edilmesi demek. Belki de hepsinden önemlisi bu devrimlerin, ta baştan ve
oldum olası koloniyalizm/emperyalizm tarafından peydahlanıp,
‘araçlaştıralan’ Politik İslam’ın iflasını da ilan etmiş
olmasıdır. Oysa tam tersini dünyanın her yerindeki insanları inandırma
çabası söz konusudur. Bir başka son da Petro-dolarlar sayesinde
emperyalizm [ABD] güdümünde gerici ideolojik hegemonya peşindeki Suudi
Arabistan’ın da etkinliğinin sonuna gelindiğini gösteriyor. Söz konusu
hareketlerin açığa çıkardığı bir şey de, “milli ordu” denilenin ne
menem şeyler olduğu, ne kadar “milli’ oldukları ve neye yaradığına dair
soruları gündeme getirme potansiyelidir. Esas itibariyle eğer halk
düşmanı bir rejim söz konusuysa, öyle bir rejimin ordusu “kimin
ordusudur?” Elbette istisnalar olabilir ama sınıf orduları adı üstünde
sınıf ordusudur ve ‘kendi halkına karşıdırlar’… Sadece emperyalist
ülkelerin ordularının dışa karşı ‘etkin kullanımı’ söz konusudur… Gerçek
öyledir ama söylem farklıdır. Şimdilerde Üçüncü Dünya veya Güney denilen
ülkelerdeki ordular, sadece ve sadece ‘içe karşı’ kullanılmak üzere
beslenip/donatılıyorlar ama içe karşı bile ‘etkili’ olmaları da ancak
halk sokağa çıkmadığı zamanda mümkündür. Halk sokağa çıktığında kağıttan
kaplan olduklarının anlaşılması için fazla zaman gerekmiyor… Durum
böyledir ama ekseri ordular, söz konusu ülkenin ‘en güvenilir kurumu’
olarak sunulur… Elbette yalan uydurmanın bir sınırı yok…
O halde Arap Dünyasını saran devrim dalgasının tarihsel anlamı nedir
sorusu dahilinde bazı tespitler yapabiliriz. Bir kere söz konusu dalga,
geçen yüzyılın ilk yarısındakine benzer bir kaç on yıl sürecek bir
döneme girildiğinin habercisi. Elbette benzerlik özdeşlik anlamında
değildir. XXI’inci yüzyılın başındaki hareketler, geride kalan yüzyılın
ilk yarısındakinden farklı olarak, sadece anti-kolonyalist hareketler
değil, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi talebinin ön plana çıktığı özgürleştirici [emansipatris] hareketler
ki, açılan yolun uzun vadede sosyalist/ komünist perspektif demek olan
yolun başlangıcı olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. Elbette
kavramın jenerik anlamındaki komünizmden söz ediyoruz. Daha çok
özgürlük, daha çok eşitlik ve demokrasi talebiyle sahneye çıkan
hareketlerin ‘olağan doğrultusu’, kavramın jenerik anlamında bölüşümcü,
paylaşımcı, kardeşliği ve dayanışmayı esas alan doğal çevreye saygılı,
komüncü bir toplum perspektifi demektir. Ekseri ideoloji üretim
merkezlerinden ve medya tarafından yayılanın aksine söz konusu
hareketler tam bir sirk oyunu olan “Batı Demokrasisi” talebiyle sokağa
çıkmış değiller. Aynı şekilde sadece maddi refah artışı da talep
etmiyorlar. İnsanlar demokrasiden değil, Yeni Mısır’dan, gerçek Mısır halkından, kurucu meclisten, gerçek değişimden
söz ediyorlar… Orada söz konusu olan asla emperyalist ülkeleri örnek
almak, onlara benzemek, onlara özenmek değil. Yiğit Mısır halkı haysiyet
mücadelesi verdiğinin bilincinde… Aynı şey Tunus için de geçerli.
Nitekim, Tahrir Meydanında bir genç Mısırlı: “ Bu gün 25 Ocak’tan itibaren ülkemin işlerini elime alıyorum” diyordu… Bir genç Tunuslu da: “ Biz, işçi ve köylü çocukları zalimlerden daha güçlüyüz “ diyordu… Bu iki gencin söylediklerinin anlamı şu: Evrensel tarihi ancak ve sadece halk yaratabilir… Mısırda
olup-bitenlere burun kıvıranların bilmedikleri, bilmek ve anlamak
istemedikleri bir şey de, devrim anlarının nasıl radikal bir ‘bilinç
sıçramasına’ neden olduğudur: Mısırlı bir gösterici: Daha önce ben televizyona bakıyordum, şimdi televizyon bana bakıyor” derken,
herhalde nelerin nasıl değiştiğini, artık hiç bir şeyin eskisi gibi
olmadığını anlatmak istiyordu… Bir aydan az zamanda Tahrir Meydanın’da
yeni bir yaşam biçiminin doğması, halkın demokratik yöntemleri nasıl
içselleştirebildiğinin, sorunları çözme yeteneğini nasıl ortaya
koyduğunun tipik bir örneği değil mi? İnsanların, ‘ortak kaderlerini
ortakça kurmak için’ mutlaka önceden bir partiye, hareket üzerinde
hegemonya kuracak bir örgüte ve yöneticilere, vb. ihtiyaç olamadan da
birşeyleri başarabildiklerini söylemek mümkündür.
Mısır emekçilerinin, sıradan Mısırlı kadınların, erkeklerin,
gençlerin bize öğrettiği şu: Bir zaman geliyor insanlar korkuyu yeniyor
ve o kritik eşik aşıldığında artık kaybetmek diye bir şey yoktur… Mısır halkının mesajı şöyleydi: ne savaş istiyoruz ne de savaştan korkuyoruz…
Elbette yüzlercesi bir amaç ve ideal için hayatlarını kaybettiler ama
başka türlü olması mümkün değildir? Bu insanlar Batı gibi olmak için
mi, ‘Muasır medeniyet seviyesinin üstüna çıkmak için mi’ hayatllarından
oldular?
Sevsinler ‘Türkiye Modelinizi…’
Şimdilerde Türkiye’nin egemenleri, diplomalı taife ve bir kısım medya
akıllısı, yeni bir misyon keşfetmiş görünüyorlar. Arap halkları için en
uygun modelin Türkiye olduğunu söylüyorlar… Cumhurbaşkanının ve
başbakanın uçağından inmeyen bir ünlü gazeteci, sorunun cevabını bulmuş,
diyor ki: Arap Dünyası ve Bir bütün olarak Ortadoğu’nun Müslüman
halkları için en uygun model Türkiye’dir. Eğer Türkiye modelini
benimsemezlerle geriye El Kaide modeli kalıyormuş… Şu dünyanın haline
bir bakın… Ne kadar da dar bir alana sıkışmış… Demek ki, ya Türkiye
modeli ya da El Kaide… Başka seçenek yok! Neden? Çünkü Türkiye
Müslümanlıkla laikliği ‘bağdaşlaştırmayı’ başarmış ‘tek İslam ülkesiymiş
de ondan… Türkiye ‘Ilımlı İslamın’ timsâliymiş… Her halde böyle şeyler
söyleyebilmek için iktidarın sofrasından kalkmamak, ‘bağımsız’, ‘liberal
gazeteci’ olmak gerekiyor, kimbilir… Velhasıl Müslümün Araplar için
Türkiye’den daha iyi bir model yok diyorlar…
Eğer siz Mısırlı, Tunuslu,
Cezayirli, Libyalı, Yemenli, vb. olsaydınız Türkiye’nin yarı-otokratik
komprador rejimini örnek alır mıydınız? Türkiye tipik bir faili meçhul
cinayetler cumhuriyeti olduğu için mi böyle bir tercih yapardınız? Bizim
ülkenin mektepli taifesinin her duyduğuna inanmak gibi iflah olmaz bir
zaafı var. Cunta anayasasının dibacesindeki ikinci madde de yazılanı
‘gerçek’ sanıyorlar ve maddenin sonu şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti… demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.” Cunta
anayasasına cuntacı generaller böyle yazdıysa her halde bir bildikleri
vardır diye düşünüyor olmalılar… Bir de herhalde ‘demokrasiden en iyi
cuntacı generaller anlar’ diye düşünüyorlardır… kimbilir…
Türkiye
Cumhuriyeti elbette bir hukuk devletidir zira her devlet hukuk
devletidir ve hukuku olmayan bir devlet mümkün değildir ve olamaz… Öyle
bir hukuk devleti ki, geçerli hukuka uygun olarak binlerce insan faili
meçhul denilen, hukuka ve yasalara uygun olarak gerçekleştirilen
cinayetlerle ortadan kaldırıla biliyor… Demokrasiyi seçim ve temsil
oyunundan ibaret bir şey sayıyorsanınz o zaman Türkiye demokratiktir de,
sosyalliğine gelince, neoliberalizmin fanatik versiyonunun uygulandığı
bir ülkede ‘sosyalin’ hâlâ bir kıymet-i harbiyesi olur mu? Aslında
farkında olsunlar ya da olmasınlar, bu kendini beğenmişlerin, Arap
halklarına hakaret ettikleri kesin. Oysa Arapların Türkiye modeline
ihtiyaçları yok ve asla olamaz ve olmamalıdır ama Türkiye’nin başka bir
modele ihtiyacı olduğu kesin…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder