Sanki bu ülkede kirli bir savaş yokmuş gibi,
ilk kez bir çatışma yaşanıyorcasına “ahlakî” çağrılar yapılmakta, “derin
PKK” benzeri propagandatif tezlerle, Kürt siyasî hareketinin “kendisini
dizginlemesi” talep edilmektedir.
Savaşın sürdüğü bir coğrafyada ölümlerin olmaması olanaklı mıdır? Hem
savaş sürer, hem ölümler devam eder, toplumsal parçalanmışlık
derinleşir, yaşamın her alanı güvenlik politikasınca belirlenir, hem de
“demokrasi”, “demokratik çözüm” olabilir mi? Savaşı sonlandırmayan bir
ülke normalleşebilir mi? Peki, her ne kadar seçmenin yüzde 95’inin
temsil edildiği doğru olsa da, antidemokratik yasalara ve bir cunta
anayasasına göre seçilmiş olan, daha ilk gününde derin bir meşruiyet
krizi ile işe başlayan ve böylesine bir meclisin, genel kurulunun eksik
oturumunda seçilen bir hükümet, sahiden “demokratik” midir?
Eğer tuzunuz kuruysa, ülkenin imtiyazlı bölgelerinden birinde oturuyorsanız ve toplumsal parçalanmışlığı, tek devlet sınırı içerisinde birbirlerinden politik, toplumsal, ekonomik ve kültürel açıdan tamamiyle farklı iki ülke olduğu gerçeğini kaale almıyorsanız, bu soruların hepsine “evet” yanıtını verebilirsiniz. Ama eşitlik, hakkaniyet, barış, gerçek bir demokrasi ve onurlu bir yaşam gibi kaygılarınız varsa, o zaman yaşadığınız ülkedeki gelişmeleri salt ülke değil, küresel ilişkiler bağlamında da sorgularsınız. İnsana dair ne varsa, şüpheyle bakarsınız. Çünkü şüphe yaratıcıdır, soru sorma ve yanıtlar aramaya teşvik eder.
Ancak soracağınız soruları ve bulacağınız yanıtları belirleyecek olanın kendi varoluşunuz olduğunu unutmamalısınız. Çünkü bilinci belirleyen varoluştur, tersi değil. Bu nedenle ilk önce kendi duruşunuzu sorgulamalı, düşüncelerinizi ve vardığınız sonuçları hep farklı bakış açılarıyla yeniden değerlendirmelisiniz. Belki kolaycılığa kaçmak olacak, ama herhangi bir düşünceyi veya herhangi bir gelişmenin değerlendirmesini önce “kime yarıyor” ve “acaba benden zayıf olanı nasıl etkileyecek” sorularıyla ele almanız, hakkaniyetli bir karar vermenize yardımcı olacaktır. Bu yüzdendir ki hep “en zayıfın perspektifinden bakmayı” bir ilke olarak en başa koymanın doğru olduğuna inanırım.
Efsaneler ve fildişi kuleleri
Silvan Çatışması’nı tartışma biçimi, özellikle Fırat’ın batısındaki kesimlerin, egemenlerin efsanelerinden ne denli etkilendiklerini ve gazete sayfalarındaki liberal söylemin – belki de farkında olmadan – oluşturulan yeni hegemonyayı nasıl hergün yeniden üretip, güçlendirdiğini göstermekte. Sanki bu ülkede savaş, hem de kirli bir savaş yokmuş gibi, ilk kez bir çatışma yaşanıyorcasına “ahlakî” çağrılar yapılmakta, “derin PKK” benzeri propagandatif tezlerle, Kürt siyasî hareketinin “kendisini dizginlemesi” talep edilmektedir.
Aslında Türkiye egemenlerinin hakkını teslim etmek gerekiyor: toplum üzerindeki etkinliklerini ve hegemonilerini çok sağlam temellere oturtmuşlar. Efsaneleri öylesine etkileyici ki, eleştirel zihinler bile güncel gelişmeler üzerine olan değerlendirmelerini bu efsaneler üzerinden kurguluyorlar. Sanki ülke bu dünyada değilmiş, ekonomik ilişkiler ötesinde hiçbir küresel bağlantı yokmuş gibi Batı-Türkiye merkezli gözlüklerle dünyayı açıklamaya çalışıyorlar. Böyle olunca kavramlar anlamını yitiriyor, politik kararlar ve reel gelişmeler arasındaki bağlantılar kopuyor, toplumsal dinamikler ahlakî ve duygusal yaklaşımlarla açıklanmaya çalışılıyor.
Gazeteci Ahmet Altan, liberalleri, solliberalleri ve kimi demokrat kesimi esir alan paradigmayı göstermek açısından iyi bir örnek, çünkü yazılarının ana mantığı bu paradigma üzerine kurulu. Altan örneğin 17 Temmuz 2011 tarihli Taraf gazetesinde şöyle yazmakta:
“The Economist bir araştırma yapmış, yeryüzünde nüfusu yetmiş milyonu, adam başına milli geliri onbin doları geçen ülkelerin bir listesini yapmış.
Dünyada bu tanıma uygun altı ülke varmış. Amerika, Almanya, Japonya, Rusya, Brezilya ve Türkiye. Bu altı devden biri, içinde birbirimizi öldürerek yaşadığımız Türkiye.
Zaten ekonomik rakamlara baktığımızda durum muhteşem. Nüfusu yetmiş milyonu, milli geliri onbin doları geçen altı devden biriyiz, geçtiğimiz dönem dünyanın en hızlı büyüyen ülkesiyiz, Avrupa’da ülkeler ardı ardına çöküntüler yaşarken sapasağlam durabilen nadir ülkeler arasındayız, bütçemiz fazla veriyor, işsizlik istikrarlı bir biçimde azalıyor. Bir cari açık sorunumuz var. Onu da halletmek için yollar arıyorlar.”(a.b.ç.)
Altan’dan yaptığım bu alıntı, kısa ve öz olarak anılan kesimlerin paradigmasını olduğu gibi yansıtıyor. Aslında Ahmet Altan’ın yazdıklarının tutar doğru dürüst bir yanı yok. Burjuva ekonomistleri bile verileri okurken, gelişmenin sosyal yönüne öyle ya da böyle bakarlar. Bir kere bir ülkenin refah ülkesi olup olmadığının en önemli kıstası, kişi başına düşen millî gelirin yüksekliği değil, bu gelirin nasıl dağıldığıdır. Yani orta sınıfların üst kesiminden veya sermaye plazalarından baktığınızda devasa bir yükselme olarak görülen onbin Dolar, yoksul ve emekçi halk kitlelerinin perspektifinden bakınca, sömürünün büyüklüğü haricinde başka bir anlam ifade etmez. Diğer yandan hiçbir sorgulama yapılmaksızın alıntılanan ve oluşturulan düşünceye temel olan bütçe veya işsizlik verileri de hayli izafîdir. Çalışan nüfusun yarıdan fazlasının enformel sektörde ve sosyal sigorta güvencesi olmaksızın istihdam edildiği bir ülkede “işsizliğin istikrarlı bir biçimde azaltılmasından” bahsetmek, ekonomiden bihaber değilse yazar, açıkça bilinçli bir demagojidir. Carî açığın, uluslararası malî piyasalardan gelmiş olan spekülatif sermayenin ufak bir kriz anında ülkeyi terk etmesiyle ne hâle geleceğinden bahsetmiyorum bile. Bu işin bir yanı.
Diğer yandan “devletin” ne olduğunu bildiklerini varsaymamız gereken Ahmet Altan ve onun gibi düşünenler, ki bu listeye Halil Berktay v.b. bir sürü isim katılabilir, “ekonomimiz muhteşem”, “altı devden biriyiz”, “bütçemiz fazla veriyor” gibi sözlerle, kendilerini ne denli ulus devletle ve egemenlerle özdeşleştirdiklerini göstermektedirler. “Biz”leşme, sanki Türkiye’de sınıflar ve katmanlar yokmuş, herkes eşitmiş gibi, “sınıfsız, imtiyazsız toplum” efsanesinin devamıdır ve her zaman ulusalcı, dolayısıyla savaş kışkırtıcısı şöven “birlik ve bütünlük” propagandasını üretir. Bununla birlikte “bir cari açık sorunu var, onu da halletmek için yollar arıyorlar” cümlesinde olduğu gibi, “büyüklerimiz” veya “devletimiz her işi çözer, yeter ki güvenin” türünden devlet merkezli paternalist yaklaşımın dışa vurumudur. Devlet, “biz”leştirilince, devletin ve yönetenlerin politikaları ve aldıkları kararlar “bizim kararlarımız” olur, devlet “biz” yerine geçer. Öyle olunca, aslolan “devlet” ve “devlet için yapılan her şey mübah”, demokratik kontrol, halkın kararlara katılımı, sosyal ve demokratik hukuk devleti anlayışı yerine de “tek devlet, tek bayrak, tek millet” geçerli olur. Bu nedenledir ki, egemenler arası çelişkiler silah zoruyla, yani ülkeler arası savaşlarla çözülme (!) yoluna gidildiğinde, “vatanımız ve milletimiz” için can verenler biz oluruz.
Tarih sayfalarındaki, muharebe meydanlarının çiçekler ve çoşkulu marşlar eşliğinde “vatanımız” için savaşa yollanan yoksul ve emekçi çocuklarının cesetleri ile dolu olduğunu gösteren onca örneği bilmelerine rağmen, zekâlarından şüphe duymadığımız Türkiye entelejensiyasının önde gelen isimlerinin “72 milyon nüfus yek vücut” misâli devleti böylesine “biz”leştirmesi, son derece vahim bir durumdur ve entelejensiyamızın düşünce sefaletini göstermektedir.
Ah, şu PKK bir olmasa...
Yeni hegemonun “nomenklaturası” hâline gelmiş olan bu entelejensiyanın paradigmasını belirleyen bir diğer efsane, Taraf yazarı Maskar Esayan’ın bir yorumuna atığı başlıktaki gibi, “PKK’nın Öcalan’ı bitirme planı”dır. Bu, genellikle Yıldıray Oğur ve Emre Uslu gibi bazı gazetecilerin de yazılarında sürekli işledikleri “derin PKK” ve “PKK kendisini ancak savaşla var edebilir” mitleri üzerine kuruludur. Kaynağı genellikle TSK’nin psikolojik savaş birimleri olduğu şüphe götürmez haberleri sorgulamadan olduğu gibi alıp, ama PKK tarafından yapılan açıklamaların bütünsel bağlantısından koparılmış bölümlerini yorumlayarak verip kurguladıkları resimleri gerçekmiş gibi göstermekte, sürekli tekrarlayarak ve yeni efsaneler katarak Kürt siyasî hareketini bölme amaçlı bir saldırılar zinciri hâline getirmektedirler.
Bütün bunların üzerine ise “vesayet geriletilmiş, asker kışlasına geri sokulmuştur” efsanesi yerleştirilmektedir. Böylece Kürt siyasî hareketine “bak, şu kadar zenginleştik, ordu siyasete müdahale edemiyor artık, AKP hükümeti yeni anayasa yapacak, sen de silahını bırak, teslim ol, sana izin verilenle yetin, gel meclise siyaset yap, sorun çözülsün” denilerek, devlete eklemlenmesi istenilmektedir. Maskar Esayan’ın yazdığı gibi, “Türk tarafı koskoca bir orduyu, onun yargı, bürokrasi, medya ve iş dünyasındaki uzantılarını inine sokarken, Kürtlerin beş bin kişilik bir silahlı gücü terbiye etmeye yanaşmamaları düşünülemez” denilerek, sürekli olarak Kürtlerin “PKK içindeki savaş konseyini tasfiye etmeleri” telkin edilmektedir. Bu da PKK’nin dağdan inmesinin, Kürt Sorunu’nu çözecek yegâne yol olduğu kurgusunun bir sonucudur.
Ahmet Altan’dan, Maskar Esayan’a ve Halil Berktay’a kadar Taraf gazetesinde yazı yazanların büyük bir kesiminin yazılarını okuduğumuzda, bu yaklaşımların ortak ana mantık olarak karşımıza çıktığını görürüz. Bu nedenle de Taraf gazetesinin yeni devlet partisi AKP’nin hegemonyasını güçlendirme ve kamuoyunu manipule etme gibi bir misyonu olduğunu iddia etmek, sol bakış açısından pek yanlış olmayacaktır.
Askerî-bürokratik vesayet rejiminin geriletilip geriletilmediği konusunda bugüne kadar hayli yazılıp çizildi (Bkz. http://kozmopolit-blog.blogspot.com/2011/07/dagdan-inmek-mi-dagn-inmesi-mi.html) ve bence bu iddia yeterince çürütüldü. Yeni devlet partisi AKP ile üniformalı kapitalistlerin birlikte oluşturdukları yeni hegemonyanın, her ne kadar liberallere ve solliberallere “demokratikleşiyoruz” heyecanını verse de, bir efsane olduğunu görmek için en zayıfın perspektifinden fırlatılacak tek bir bakış yeterli olacaktır.
Nomenklaturanın fildişi kulelerinden yaptığı önermeler sorun çözücü, barış getirici değil. Tasfiye sonucu oluşacak olan bir “barış”, ancak “egemenlerin barışı” olacaktır, ki bu yoksul ve emekçi halk kitlelerine savaş anlamına gelmektedir. Geniş bir tabana dayanan halk hareketine dönüşmüş olan Kürt siyasî hareketini ve en önemli taşıyıcısı olan PKK’nin tasfiye edilmesini beklemek, hatta bunu Kürtlerin kendilerinin yapmaları gerektiğini savunmak, niyetten bağımsız, Kürt Sorunu’nu yeni bir jenosid ile çözmeye bel bağlamaktır. Çünkü PKK’nin, Kürt halkı fiîlen yok edilmeden tasfiye edilmesi artık olanaklı değildir. Halkla bütünleşmiş bir hareketi topyekün propaganda saldırıları ve amacı belli demagojiler ile bölmeye çalışmak ise, açıkcası saflıktır.
Bu açıdan Taraf gazetesi ve bu gazeteye yakın düşünen cenahtan Kürtlere gönderilen “çiçeklerin” fazlasıyla zehirli olduklarını görmek lazım. Bazı toplumsal gerçeklere vurgu yapmak, bazı doğruları tekrarlamak ve demokrasi-insan hakları-özgürlükler bağlamında ahlâkî telkinlerde bulunmak, bilinmelidir ki misyonun üstünü örtmeye yeterli değildir. Elbette hegemonun yanında yer almak, egemenlerin tarafını tutmak bir tercihtir. Bunu “Kürtler ve diğer ezilenler için yapıyoruz” demek ise ahlâksızlık. Ve her tercihin bir bedeli vardır. Tercihini egemenden yana yapanların ödeyecekleri bedel, tarihe yaptıkları ile yazılmaktır. Halklar kendi tarihlerini yazdıklarında, yazılı olanları kendince değerlendireceklerdir. İşte asıl o zaman taraf olmayan, gerçekten bertaraf olacaktır.
Devamı yarın...
MURAT ÇAKIR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder