Başbakan Erdoğan’ın Kuzey Kıbrıs’ta söyledikleri Avrupa başkentlerindeki
Türkiye tartışmalarını hararetlendirdi. Türkiye’nin AB üyeliğine baştan
karşı çıkan muhafazakârlar, Erdoğan’ın, “tehdit ve şantaj” olarak
tanımladıkları ülimatomunu yeniden iç politikaya malzeme etmeye
başladılar.
Daha önce Ahmet Davudoğlu’nun ifade ettiği “Kıbrıslı Rumlar AB dönem başkanı olmamalı” talebi, Erdoğan tarafından daha sert bir üslupla tekrarlandı. AB çevreleri bu açıklamayı, ilişkilerde yeni ve sorunlu bir dönemin işaretçisi olarak algılıyorlar. Buna rağmen ne Brüksel’den, ne de Paris veya Berlin gibi merkezlerden ters tepki gelmedi. Örneğin Almanya’da hükümet ortağı olan CSU, “Türkiye hiçbir zaman AB’nin eşit partneri olamaz” derken, Federal Hükümet “müzakereler planlandığı gibi devam edecektir” açıklamasını yaptı.
Görüldüğü kadarıyla Kıbrıs ve Türkiye’nin AB üyelik sorunu uzun bir süre daha hem popülist söylemle iç politika malzemesi olacak, hem de bir şey olmamış gibi müzakereler devam edecek. Şu aşamada ne AB’ndeki, ne de Türkiye’deki karar vericiler arasında kısa ve orta vadede üyelik sorununun çözülebileceğine inanan yok. Müzakereler ve bu çerçevede sürdürülen ilişkiler öncelikli olarak küresel stratejik çıkarların kollanması için kullanılmaya devam edecek.
Aslında AB’nin Kıbrıs konusunda işin başından itibaren iki yüzlü davrandığını vurgulamak gerekiyor. AB kendi koyduğu kuralları hiçe sayarak, hatta 31 Mart 2004’de Rum kesiminin Annan-Planı’nı reddetmesine rağmen 1 Mayıs 2004’de Güney Kıbrıs’ı üye kabul ederek, adadaki çözüm olanaklarını daha da zora sokmuştu.
AKP hükümeti de Kıbrıs’da ikili bir strateji izliyor. Bir taraftan Türkiye kamuoyundaki milliyetçi Kıbrıs hassasiyetini göz önünde tutarak “yavru vatan” popülizmini sürdürüyor. Bu açıdan AB’ne yönelik ültimatom retoriğini Türkiye kamuoyunu etkileme aracı olarak okumak daha doğru olacak. Asıl yönelim ise Doğu Akdeniz ve Ortadoğu. Türkiye karar vericileri uzun bir süredir dış politikalarını “bölge gücü olma” (siz bunu emperyal hırs olarak okuyun) stratejisi üzerine kurgulayarak geliştiriyorlar. Bu nedenle Türkiye’nin Kıbrıs politikalarını, bölgedeki gelişmelerden bağımsız ele almak yanlış olur. Kıbrıs, her halükârda Türkiye karar vericilerinin elinde tuttukları ve kolay kolay elden çıkartmayacakları bir Şartlı Rehin durumundadır.
Bu politikanın mağdurları ise Kıbrıslılardır. Türk olsun, Rum olsun, Kıbrıs’ın yerli ahalisi, “ağabeylerinin” kendi çıkarlarını kollamada istedikleri gibi manevra edecekleri kütle muamelesi görmektedir. Ama her ne kadar Türkiye’deki yaygın medyada yer almasa da, Kuzey Kıbrıs’taki emek örgütleri ve sosyal hareketler Türkiye’nin Kıbrıs politikalarına karşı seslerini çoktan çıkartmaya başladılar.
Türkiye yılda 450 milyon Avro ile Kuzey Kıbrıs bütçesini sübvanse ediyor. Bu paraların yüzde 80’i maaşlara ve emekli aylıklarına harcanıyor. Kuzey Kıbrıs bağımsız bir devlet olarak tanınmadığından, ekonomik ve politik olarak göbeğinden Türkiye’ye bağımlı. Sanayisi hemen hemen hiç olmadığından, devlet en büyük işveren olmuş. Böyle olunca Türkiye Kuzey Kıbrıs’ta da neoliberal tedbirleri dikte edebiliyor, “KKTC” hükümetini tasarrufa zorluyor.
Emek örgütleri ise, 28 Ocak 2011’deki ellibinlik miting ve 2 Mart 2011 grevleri gibi direnişler örgütlüyorlar. 28 emek örgütünün oluşturduğu sendikal platform sadece ücretler ve çalışma koşulları konusunda değil, “bu ülke bizim, biz yönetmek istiyoruz” diyerek, Türkiye’nin Kıbrıs’ı “bir koloni gibi görmesine” karşı çıkıyorlar.
Gerçekten de AKP döneminde adaya nüfus taşıyıp, gelenlere “KKTC” vatandaşlığı verilerek adadaki siyasî iradeyi belirleme çabaları, kamusal alanların ve işletmelerin özel sermayeye, bilhassa Türkiye sermayesine peşkeş çekilmesi, neoliberal politikalarla yerli nüfusun yoksulluğa itilmesi, adanın kara para aklama cennetine dönüştürülmesi ve Kıbrıs’ın uluslararası ilişkilerde manevra aracı olarak kullanılması had safhaya ulaşmıştır.
Erdoğan’ın, adada politikalarına karşı çıkanları “besleme” diye nitelendirmesi ve geçen gün Kıbrıs’ta yaptığı konuşmada kendisini karşılayanlardan, “marjinal düşünenlere prim vermemelerini” istemesi boşuna değil. Kıbrıs’ın yerlileri arasında sömürge politikalarını kabul etmeyenlerin sayısı giderek artıyor. Öyle zannediyorum ki, Türkiye’nin adadaki demografik yapıyı değiştirme çabası da Kıbrıs’lıların bağımsız yaşama iradesi köreltemeyecek. “Tüm Kıbrıs’ın emekçi sınıf ve katmanlarını kucaklayarak, emeğin globalleşmesini erek alan” Yeni Kıbrıs Partisi ve kararlı emek örgütleri oldukları müddetce bu umudu kaybetmek için bir neden yok. Asıl umutsuzluk kaynağı, bu güçlerle dayanışmasını geliştiremeyen ve sömürge politikalarına karşı çıkamayan Türkiye demokrasi güçleridir.
Daha önce Ahmet Davudoğlu’nun ifade ettiği “Kıbrıslı Rumlar AB dönem başkanı olmamalı” talebi, Erdoğan tarafından daha sert bir üslupla tekrarlandı. AB çevreleri bu açıklamayı, ilişkilerde yeni ve sorunlu bir dönemin işaretçisi olarak algılıyorlar. Buna rağmen ne Brüksel’den, ne de Paris veya Berlin gibi merkezlerden ters tepki gelmedi. Örneğin Almanya’da hükümet ortağı olan CSU, “Türkiye hiçbir zaman AB’nin eşit partneri olamaz” derken, Federal Hükümet “müzakereler planlandığı gibi devam edecektir” açıklamasını yaptı.
Görüldüğü kadarıyla Kıbrıs ve Türkiye’nin AB üyelik sorunu uzun bir süre daha hem popülist söylemle iç politika malzemesi olacak, hem de bir şey olmamış gibi müzakereler devam edecek. Şu aşamada ne AB’ndeki, ne de Türkiye’deki karar vericiler arasında kısa ve orta vadede üyelik sorununun çözülebileceğine inanan yok. Müzakereler ve bu çerçevede sürdürülen ilişkiler öncelikli olarak küresel stratejik çıkarların kollanması için kullanılmaya devam edecek.
Aslında AB’nin Kıbrıs konusunda işin başından itibaren iki yüzlü davrandığını vurgulamak gerekiyor. AB kendi koyduğu kuralları hiçe sayarak, hatta 31 Mart 2004’de Rum kesiminin Annan-Planı’nı reddetmesine rağmen 1 Mayıs 2004’de Güney Kıbrıs’ı üye kabul ederek, adadaki çözüm olanaklarını daha da zora sokmuştu.
AKP hükümeti de Kıbrıs’da ikili bir strateji izliyor. Bir taraftan Türkiye kamuoyundaki milliyetçi Kıbrıs hassasiyetini göz önünde tutarak “yavru vatan” popülizmini sürdürüyor. Bu açıdan AB’ne yönelik ültimatom retoriğini Türkiye kamuoyunu etkileme aracı olarak okumak daha doğru olacak. Asıl yönelim ise Doğu Akdeniz ve Ortadoğu. Türkiye karar vericileri uzun bir süredir dış politikalarını “bölge gücü olma” (siz bunu emperyal hırs olarak okuyun) stratejisi üzerine kurgulayarak geliştiriyorlar. Bu nedenle Türkiye’nin Kıbrıs politikalarını, bölgedeki gelişmelerden bağımsız ele almak yanlış olur. Kıbrıs, her halükârda Türkiye karar vericilerinin elinde tuttukları ve kolay kolay elden çıkartmayacakları bir Şartlı Rehin durumundadır.
Bu politikanın mağdurları ise Kıbrıslılardır. Türk olsun, Rum olsun, Kıbrıs’ın yerli ahalisi, “ağabeylerinin” kendi çıkarlarını kollamada istedikleri gibi manevra edecekleri kütle muamelesi görmektedir. Ama her ne kadar Türkiye’deki yaygın medyada yer almasa da, Kuzey Kıbrıs’taki emek örgütleri ve sosyal hareketler Türkiye’nin Kıbrıs politikalarına karşı seslerini çoktan çıkartmaya başladılar.
Türkiye yılda 450 milyon Avro ile Kuzey Kıbrıs bütçesini sübvanse ediyor. Bu paraların yüzde 80’i maaşlara ve emekli aylıklarına harcanıyor. Kuzey Kıbrıs bağımsız bir devlet olarak tanınmadığından, ekonomik ve politik olarak göbeğinden Türkiye’ye bağımlı. Sanayisi hemen hemen hiç olmadığından, devlet en büyük işveren olmuş. Böyle olunca Türkiye Kuzey Kıbrıs’ta da neoliberal tedbirleri dikte edebiliyor, “KKTC” hükümetini tasarrufa zorluyor.
Emek örgütleri ise, 28 Ocak 2011’deki ellibinlik miting ve 2 Mart 2011 grevleri gibi direnişler örgütlüyorlar. 28 emek örgütünün oluşturduğu sendikal platform sadece ücretler ve çalışma koşulları konusunda değil, “bu ülke bizim, biz yönetmek istiyoruz” diyerek, Türkiye’nin Kıbrıs’ı “bir koloni gibi görmesine” karşı çıkıyorlar.
Gerçekten de AKP döneminde adaya nüfus taşıyıp, gelenlere “KKTC” vatandaşlığı verilerek adadaki siyasî iradeyi belirleme çabaları, kamusal alanların ve işletmelerin özel sermayeye, bilhassa Türkiye sermayesine peşkeş çekilmesi, neoliberal politikalarla yerli nüfusun yoksulluğa itilmesi, adanın kara para aklama cennetine dönüştürülmesi ve Kıbrıs’ın uluslararası ilişkilerde manevra aracı olarak kullanılması had safhaya ulaşmıştır.
Erdoğan’ın, adada politikalarına karşı çıkanları “besleme” diye nitelendirmesi ve geçen gün Kıbrıs’ta yaptığı konuşmada kendisini karşılayanlardan, “marjinal düşünenlere prim vermemelerini” istemesi boşuna değil. Kıbrıs’ın yerlileri arasında sömürge politikalarını kabul etmeyenlerin sayısı giderek artıyor. Öyle zannediyorum ki, Türkiye’nin adadaki demografik yapıyı değiştirme çabası da Kıbrıs’lıların bağımsız yaşama iradesi köreltemeyecek. “Tüm Kıbrıs’ın emekçi sınıf ve katmanlarını kucaklayarak, emeğin globalleşmesini erek alan” Yeni Kıbrıs Partisi ve kararlı emek örgütleri oldukları müddetce bu umudu kaybetmek için bir neden yok. Asıl umutsuzluk kaynağı, bu güçlerle dayanışmasını geliştiremeyen ve sömürge politikalarına karşı çıkamayan Türkiye demokrasi güçleridir.
Murat ÇAKIR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder