VEYSİ SARISÖZEN
BDP’li vekillerin dokunulmazlığını kaldırmak, “barışı” boğmak demektir. Anlatalım:
Herkes “barış” der.
Örneğin Türkiye Kıbrıs savaşına “Barış harekatı” adını vermişti.
Bütün savaş tarihi, savaşan tarafların birbirlerini “savaşın” gerçek sorumlusu olarak ilan ettiğine tanıktır. Savaşan devletler karşılıklı olarak “barış” çağrısında bulunurlar. Savaşan devletlerin diplomatlarını dinlediğinizde bunların birer “barış” bülbülü olduğunu sanırsınız.
Demek ki, “barış” istemek, asla onu isteyenin “barışçı” olduğunu ortaya koymaz.
O halde BDP’nin “barışçılığı” ile AKP’nin “barışçılığı” arasındaki fark nedir?
Bu iki “barışçılık” arasındaki fark denizlerin en derin yeri olan Mariana Çukuru ile, dağların en yüksek yeri olan Ewerest zirvesi arasındaki fark gibidir. BDP’nin barışçılığı Ewerest’in 8850’nci metresinde dalgalanır. AKP’nin “barışçılığı” Okyanus’un 11 034’üncü metresinde “yatar”…
Abarttığımı düşünüyorsanız, konuya devam edelim.
Bir devletin ya da örgütün savaşabilmesi için, o devletin ya da örgütün dayandığı kitlenin bu savaşı desteklemesi en büyük, en temel, en olmazsa olmaz koşuldur. Şimdiye kadar hiçbir devlet, kendi halkını savaşa razı etmeden savaşa girmemiştir. Girerse yenilir. Amerika Vietnam’da savaşı Amerikan halkının “Savaşa Hayır” dediği gün kaybetmiştir.
Elbette halk desteği tek başına savaşın kazanılmasına yetmez. Ama halkın desteği olmadan hiçbir savaş asla kazanılamaz. Bu savaşların temel sosyolojik kanunudur.
İşte bu “sosyolojik kanun” icabıdır ki, devletler, diplomatlar, hükümetler sürekli olarak “barış“ sözü ederler, ama “savaşa karşı” asla çıkmazlar. Bu ikisi arasında ince bir fark vardır çünkü. Devletlerin “barış” siyasetinin ana sloganı “yaşasın barış, kahrolsun barışın düşmanı düşmanımız” sloganıdır. Bu “yaşasın barış, yaşasın savaş” demenin diplomatçasıdır. İnsanlık dilinde bu tek bir anlama gelir: “Yaşasın savaş!”
İşin bir yanı budur.
İşin ikinci yanı ise şudur: Devletler ve hükümetler, savaş halindeyseler, halklarının “barış talebi” etrafında birleşmemesi için, kitleleri “barış mücadelesine” çağıran muhalefeti en vahşi yöntemlerle ezerler. Kitleleri barış için harekete geçiren muhalifleri “vatan haini” olarak damgalarlar.
Şimdiye kadar hiçbir devlet, savaş hali sürerken, kendi halkını meydanlara toplayıp, bu halkın “kahrolsun savaş, yaşasın barış” diye haykırmasına izin vermemiştir. O nedenle savaş hali devam ederken “barış“ mitingleri yapmak “en devrimci” eylemdir.
AKP savaşçı bir parti olduğu için, seçmeninin “barış” demesine izin vermez.
Buna karşılık BDP “barışçı” bir partidir. O nedenle BDP yalnız 1 Eylül günlerinde değil, her fırsatta, her yerde, her mekanda ve zamanda “barış” talebi etrafında kendi kitlesini seferber etmektedir. Bu kitle, üstelik desteklediği güç devlete karşı savaş yürütürken, “kahrolsun savaş, yaşasın barış” demektedir.
İşin daha da önemlisi, Kürt halkının “kahrolsun savaş, yaşasın barış” diye haykırmasına, devlete karşı savaşmakta olan PKK de onay vermektedir.
Kendi seçmeninin “barış” için miting yapmasına izin vermeyen AKP, BDP’nin mitinglerde “barış talebini” yükseltmesini ve PKK’nin de bunu desteklemesini, “siyasi bir oyun” gibi göstermektedir.
Siyasilerin “barış” sözcüğünü kullanırken “siyasi taktik ya da oyun, ya da sahtekarlık” yaptığı doğrudur. Bugün “barış” diyen Hükümet, yarın “savaş” diyebilir. Ama BDP’li siyasetçiler için bu geçerli değildir. Çünkü onlar “barış” sözünü kendileri dillendirmiyorlar. Milyonlarca Kürt insanının dillendirmesi için mitingler örgütlüyorlar. Böylece “barış talebi”ni milyonlara mal ediyorlar. Milyonların “savaşa karşı, barıştan yana” bir konum alması için yardım ediyorlar. Milyonlar bir kere “barış“ deyince, ona “savaşı” benimsetemezsiniz.
Bu çok “riskli” bir politika değil mi?
Zaten bu “riski” gören Hükümet, onun yandaşları, en çok da “iki iskemlede birden oturmak” isteyen sahte liberaller, “madem barış istiyorsunuz, o halde PKK silahı bıraksın” demekteler. BDP, kendi kitlesini barış hedefine yönelttikçe, onlar daha fazla “tek taraflı silahsızlanma” dayatmasında bulunuyorlar.
Ama buna rağmen BDP riske giriyor, PKK bu riskli siyaseti onaylıyor.
Bu neyi gösteriyor?
Bu BDP’nin barışçı olduğunu gösteriyor. PKK’nin de bu barışçı politikayı desteklediğini gösteriyor.
AKP, BDP’nin yaptığını yapamaz. Buna cesaret bile edemez. Yanından bile geçemez.
AKP milyonlarca seçmenini alanlarda toplasa ve bu milyonların “kahrolsun savaş, yaşasın barış” diye haykırmasına yardımcı olsa, “AKP barış istiyor” dese, halk da “çok iyi, biz de zaten o nedenle AKP’yi destekliyoruz” diye yanıtlasa ne olur?
Başbakan “sonuna kadar savaş” siyasetini sürdüremez. Hem Türkler, hem de Kürtler “barış” isteyince, savaş o anda “savunulamaz” hale gelir.
BDP ya da AKP liderlerinin “ağzından” çıkan “barış” sözcüğünün kendi başına hiçbir anlamı yoktur. Ama BDP ve AKP kitlelerinin kolektif ağzından çıkan “barış” sözü savaşı sona erdirecek en büyük “silahtır.”
---------------------------------------II------------------------------------------
BDP’li vekiller Ewerest’in zirvesinde “barış bayrağını” dalgalandırıyor.
AKP Mariana çukurunda “barışı” boğmaya çalışıyor…
Savaş şehirlere sıçradı. Beytüşşebap acı bir şekilde bunu gösterdi. Demirtaş’ın “400 kilometre kare PKK hakimiyeti” saptaması doğrulandı. Şemdinli’ye bakan tepeye PKK, “gerilla” eliyle bayrak dikti, TSK ise helikopterle bayrağı bombaladı. Neden “komando” tepeye çıkıp, bayrağı “ele geçirmedi”? Ve şu askeri aracın üstündeki PKK bayrağı ne? Erdoğan’la, Başbuğ’un çömeldiği yerde bu HPG’liler ne yapmakta? Artık barış zamanı gelmedi mi?
Biz konumuza devam edelim:
BDP’li vekillerin, önlerini kesen gerillarla kucaklaşması, görünüşe göre AKP’nin eline, dokuz vekilin dokunulmazlığını kaldırmak için bir fırsat veriyor.
AKP zaten böyle bir fırsatı kolluyordu. Böyle bir fırsat eline geçmediği halde, altı BDP’li vekili hapiste tutan da bu AKP değil mi? Demek ki, AKP için esas olan, bir fırsatını yakalayıp, BDP’li vekillerin dokunulmazlıklarını kaldırmak.
Bunu aylardan beri yazıyoruz. On bin BDP’liden sonra, sıranın BDP parlamento grubuna geldiğini duyuruyoruz. İşte şimdi bu aşamadayız. Vekillerle gerilla karşılaşması olmasaydı, bir başka bahane zaten bulunacaktı. Bahane bulunmadan altı vekil hapiste olduğuna göre, bahaneye bile ihtiyaç kalmayacaktı. Şimdi karşı karşıya olduğumuz gerçek bu.
Eğer BDP’li dokuz vekilin dokunulmazlığı kaldırılırsa ne olur? BDP cenahının ne yapacağı malum. Direnecekler. Ben AKP’ye Ertuğrul Kürkçü’ye “dokunduğunda” ne olacağını hatırlatacağım: Kızıldere’nin üstünü örten zaman külleri o anda savrulur ve için için yanmaya devam eden kor, mağmaya dönüşür.
Deneyin. Kürkçü’ye dokunduğunuz anda, THKP’C’nin, THKO’nun, TİKKO’nun ve genel olarak Dev-Genç’in geleneklerini taşıyan genç insanlar Denizleşmeye, Mahirleşmeye, İbrahimleşmeye başlarlar.
Bu bir.
İkincisi, Mersin ayağa kalkar. Hangi Mersin? Kürkçü’yü seçen “Kürt Mersin” elbette ayağa kalkar. Ama şimdi Kürkçü’nün dokunulmazlığını kaldırdığınız zaman, “Arap Mersin” de ayağa kalkar. Mersin’de bir türlü birleşemeyen bu Kürt ve Alevi Arap gücü, o anda birleşir.
Mersin, Mersin’le sınırlı kalmaz. Mersin demek, Adana demektir, daha çok da Hatay demektir. O anda, tüm eski Klikya ve Nusayri topraklarının gençleriyle Kuzey ve Batı Kürdistan gençliği birleşir.
Deneyin ve göreceksiniz.
BDP’li vekillerin dokunulmazlığı ile oynamak çok tehlikeli bir oyundur. Bunu anlatıyoruz. Çünkü BDP’li vekiller, “barış” ile “gerilla” arasındaki köprüdür. Gün gelip barış saati çaldığında, dağdaki gerilla ovada kendisine sarılan BDP’lilere güvenerek dağdan inecektir. Onu sırtından vuranlara güvenmeyecek, AKP’nin barış ilan edilse bile, her an barışa ihanet edeceği kuşkusunu içinde yaşatacaktır. Gerillayı ve PKK’yi barışa razı edebilecek güç İmralı’daki Öcalan ve yol kesişmesinde gerillayla kucaklaşan BDP olacaktır.
Eğer Kışanak “gerillayı gördüğünde korkudan onunla göz göze gelemeseydi”, o gerillaya sırtını dönseydi, gerilla “dağdan inmek için güvenilecek hiçbir şey yok” diye düşünecekti.
Demek ki, gerillayla kucaklaşan BDP’liler, geleceğin barış gününde gerillayı dağdan indirecek inandırıcı bir güç olduklarını ispat etmişlerdir. Bu kucaklaşmadan dolayı, gerilla dağdan inme kararı verdiğinde BDP’ye mi güvenir, AKP’ye mi? Mesele budur. Mesele barış gününe hazırlıktır. Barış gününün güvenilir sivil gücünü yaratmaktır. Dokunulmazlıkları kaldırmak, bu geleceği dinamitlemektir.
Ve gün gelip, barış saati çaldığında, Türk halkını barışa razı edecek olanlar da, BDP grubu içindeki Kürt olmayan vekillerdir. Onların temsil ettiği sosyalist çevrelerdir, Türkiyeli demokratik güçlerdir. AKP toplumun içine akıttığı zehiri, kendisi etkisiz kılamaz. Barış saati geldiğinde, Türk halkına Kürkçüler, Önderler, Tüzeller seslenecektir. Kürt halkı ile Türk halkı arasındaki köprüyü Tayyip Erdoğan değil, onlar kuracaktır.
Çünkü barış vakti geldiğinde Erdoğanlar, Güller, Bahçeliler değil, onlar “haklı” çıkmış olacaklardır. Onlar “haklı” çıktığı için, halk onların sözlerine kulak verecek; dün de bugün de “barış“ diyenlere, dün “kan ve savaş“ diyenlerden çok daha fazla güvenecektir. Kürkçüler, Önderler, Tüzeller, “dün de bugün de barış diyordu, sen ise ey AKP, ey Erdoğan, ey Gül, ey Genelkurmay Başkanı, dün mü yalan söylüyordunuz, yoksa bugün mü yalan söylüyorsunuz” diyecektir.
Dokunulmazlıkların kaldırılması, Kürdistan’da, Türkiye solunun devrimci geleneklerinin yaşadığı yerlerde ve yeni olarak da tüm eski Klikya’da, Hatay’ın, Adana’nın, Mersin’in Alevi Arap-Kürt toplumları içinde “parlamenter yöntemleri” anında itibarsız hale getirir. Dokunulmazlıkları kaldırma macerasından vazgeçilmelidir. Çünkü BDP geleceğin barışı için Türkiye’nin en çok ihtayaç duyacağı güçtür. Ona “dokunmak”, Türkiye’nin geleceğine vurmak demektir.
Ve şurası açık; Kürt halkı Türkiye’nin Meclisinden umut kestiği gün, “birlikte yaşama” umudunu da kaybedecektir. İşte size bir soru: Barış günü geldiğinde, şu ya da bu şekilde gerilla dağdan indiğinde, namlularına karanfil takarak dağdan inen gerillayla AKP’li vekiller Şemdinli’ye 15 kilometre mesafede karşılaştığında ne olacaktır?
Dünkü düşmanlar dost olacak ve kucaklaşacaktır. Şemdinli resmi barışçı geleceğin resmidir.
Dizinin son yazısını da yazalım. Başdanışman Yalçın Akdoğan artık Erdoğan’ın “Propaganda Bakanı”dır.
Hitler’in Propaganda Bakanı Göbbels “Kızıl Ordu, Stalingrad’da bir milyonluk ordumuzun ancak 200 binini esir alabildi, düşmana ağır darbe indirildi, geri kalan 800 bin SS kahramanca öldü, düşman perişan bir şekilde esir alacak asker bulamıyor…” gibi laflar ediyordu.
Bu da o hesap. Bakın Erdoğan’ın Propaganda Bakanı neler demiş?
“Şemdinli’de denedi, orada ciddi bir bozguna uğradı. Daha sonra aynı şekilde Beytüşşebap. Devlet diz çökmez. Şehir merkezinde tamamen püskürtüldüğünü ve tamamen etkisiz hale getirildiğini görüyoruz.”
O merkezde askeri zırhlı araç PKK bayrağı taşıyor ve halk önünden geçerken asker, resmi lojmandan kendi milli bayrağını apar topar indiriyor; Şemdinli tepesine HPG bayrak dikiyor, TSK o bayrağı tepeye gidip indiremiyor, bombardımanla, ince bir çubuğun üstünde dalgalanan bayrağı bilmem kaçıncı atışta “tam isabetle” vuruyor. Ve medya bununla övünüyor.
Dikkatli bir göz, bu şahsın legal ve illegal köşelerinden yazdığı yazılardaki bütün argümanları Hükümet yanlısı medyanın aynıyla kullandığını gösteriyor. “Propaganda merkezi” Yalçın Akdoğan’dır.
Şöyle demiş: “Oslo süreci tabir edilen seçimler öncesi süreçte farklı bir atmosfer vardı. Ama seçimden sonra PKK’nın yeni bir kulvara girdiğini gördük. Silvan saldırısı bir kırılma noktasıydı. ‘Hükümet daha ileri adımları atarsa biz ne olacağız...’ PKK’nın bu şekilde bir tavır takındığını görüyoruz. ‘Hükümet adım atarsa benim amaç ve hedeflerim nasıl gerçekleşecek’ diye düşünüyorlar.”
Bu laflar akıllı bir insanın değil, ancak “ne söylersem halk bana inanır” diyen bir “tek parti” “propaganda bakanının” lafları.
Bu argüman hem Hükümetin “reformcu” olduğunu, hem de PKK’nin bu “reformları” önlediğini anlatan bir argüman. Hükümet “çözecekti”, ama PKK “hükümet çözerse ben ne yaparım” diyerek önledi…
Nasıl önledi? Madem PKK senin reformların yüzünden perişan olacaktı, madem o nedenle senin bu reformlarını önlemek istedi, sen ne demeye PKK’nin yapmak istediğini yaptın? Neden şu reformlarını yapıp da PKK’yi “perişan” etmedin?
Başdanışmanın aklı bu kadarına yetmiyor. Şimdi bu Başdanışman, Başbakan’a BDP’lilerin dokunulmazlığını kaldırma konusunda “akıl” veriyor. Ve Başbakan dünkü konuşmasında BDP’lilere küfürler ediyor.
Belli ki, Türkiye’nin böyle bir Başbakan’a ve Başdanışman’a değil, BDP’ye ihtiyacı var. Çünkü BDP giderek kanlı ve yıkıcı bir nitelik kazanan bu savaşı durdurmada rol oynayabilecek biricik sivil güç. O bu gücü, hem sivil Kürt halkı arasındaki saygınlığından, hem de silahlı Kürt insanlarının ona duyduğu güvenden alıyor. Hem halk, hem gerilla Türkiye’nin parlamenter rejimi içinde yer alan bir tek bu kuruma güveniyor. Siz şimdi onu yıkmak üzeresiniz.
BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş cesur bir siyaset adamı. O, bırakalım “Propaganda Bakanını”, Başbakan’ın yanına bile yaklaşamayacağı büyük bir tezin sahibidir. Demirtaş şu gerçeği dile getirmiştir:
“Ne HPG Türk ordusunu, ne de TSK Kürt gerillasını yenebilir”…
Savaşa haklı olarak “zafer” inancıyla giden asker ve gerillanın “biz kazanacağız” demesine kimse itiraz edemez. Çünkü onlar her çarpışmada gerçekten de ya “zafer” kazanıyor, ya da “yenilgi” alıyorlar. Şu sıralar “zafer” sırası belli ki gerillada. Yarın sıra TSK’ya da gelebilir.
Ama iş sivillere gelince, gerçeğin diğer yanı önem kazanır. 30 yıllık deneyimin sonucu şudur: Bu 30 yılda ne TSK HPG’yi, ne de HPG TSK’yı yenememiştir. Bir, iki yıllık değil, 30 yıllık deney hep aynı sonucu vermişse, bu artık bir “kesinlik” demektir.
Selahattin Demirtaş’ın sözlerini Başbakan tekrar edemez. Dediği anda savaş sona erer. Çünkü “madem TSK HPG’yi, HPG de TSK’yı yenemez, o halde evlatlarımız neden ölüyor” sorusu barış getirir.
Demirtaş’ın saptaması barışın anahtarıdır. Ben buna “Demirtaş Anahtarı” adını veriyorum. “Madem HPG orduyu, TSK da gerillayı yenemez”, o halde bu savaşı sürdürmenin anlamı yoktur.
“Madem yenemeyecek, neden HPG silahlarını gömmüyor” gibi hamakat ürünü laflara ne denebilir? Şöyle denebilir: Yenemediğin güçten silahlarını gömmesini nasıl istiyorsun? Ne HPG TSK’nın silahlarını gömmesini isteyebilir, ne de TSK HPG’nin silahları gömmesini isteyebilir. Çünkü ortada “ne yenen var, ne de yenilen”…
O halde yalnızca şu istenebilir: Yeneni ve yenileni olmayan insanca, hakça bir barış! Bu olmazsa bir tehlike var: Türkiye’nin yenilmesi…
Savaşın devamı PKK’nin varlık nedenlerini tehdit etmez. Kürtlerin kaybedecekleri fazla bir şeyleri yok çünkü. Ama “sırça köşkte oturan” AKP, her şeyini kaybedebilir. O kaybederken Türkiye ağır bir yenilgiye uğrayabilir. Ekonomi çökebilir, Türkiye sürüklendiği savaşta ağır bir yıkıma uğrayabilir. Kürdün yanında Aleviler, Nusayriler ayağa kalkabilir. Türkler bile ayağa kalkabilir. Her şey olabilir.
“Propaganda Bakanı”nın yönettiği medya ne diyor?
PKK, Hükümeti masaya oturtmak için savaşıyor!
Hükümet neden savaşıyor? Masaya oturmamak için!
Evet: Tek çare, “Demirtaş Anahtarı”yla barış kapısının kilidini açmak: Ne yenen, ne yenilen, insanca, hakça, barışçı bir düzen!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder