9 Temmuz 2011 Cumartesi

Erdoğan’ın Demokrasisi ve ‘Kankaları’

9 yıldır politika sahnesinin önünde, akla nizama gelmeyecek bir yığın söze rağmen, Türkiye tarihinin en popüler başbakanı payesine erişen Erdoğan, ülkesi parlementer-liberal demokrasinin krizi ile cebelleşirken, geçtiğimiz gün demokrasiden ne anladığını açıkladı. Pek kimsede üzerinden durmadı.
Seçimlerden sonra egosu ve ‘başarı sevdası’ fazlasıyla uyarılan Erdoğan, hızını alamamış olacak ki ‘kendisine oy vermeyen yüzde 50’lik bir kesimin kendisine neden oy vermediğini ‘ sorguladığını ve gelecek seçimlerde bunlarından oyunu almaya çalışacaklarını, kendilerinin yüzde yüze talip olduklarını‘ söylüyor. Hemen arkasından metni hazırlayan mı, yoksa kendisi mi, söylediği lafın ağırlığını görmüş olacak ki, muhalefetin öneminden falanda bahsederek bir ayar vermeye çalışıyor.
Aynı Erdoğan seçimden sonraki meşhur ‘balkon konuşmasından’ kendi iktidarının hegemonik haritasını Balkanlardan, Kafkasya ve Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadar uzanan bir coğrafyada çizerken, kimse çıkıp ‘yav bu basbağı bir imparatorluk hayalidir’ demiyor. Mesela Sarkozy, seçimi kazandıktan sonra ‘Paris kadar Cezayir kazanmıştır’ demesinin tepkisi ve anlamı ile Erdoğan’ın adres verdiği şehirler arasında ne fark var.
Düşünün ki ‘demokratik bir ülkede’ bir başbakan yüzde yüzle iktidar olmak hayalini’ kuruyor ve kimse çıkıp bunun ‘bir asri saadet’ rüyası olduğunu, bunun totaliter bir dünya tassavurundan geldiğini ve bizim bu kitap okumaz ve kimseyi de dinlemez başbakana toplum denilen canlı mekanizmanın, teorik ve teolojik olarak belki, ama pratik olarak hiç bir zaman böyle bir equilibriuma (dengeye) ulaşmayacağını ve dolayısıyla böyle bir senaryonun pratik ihtimalsizliği üzerinden insanlığın demokrasi denilen bir sistem tartışmasına girdiğini, bunun aksini düşünmenin, hayal etmenin ya da söylemenin tek tipleşme olacağını, bununda faşizmin diğer bir adı olduğunu söylemeli.
AKP etrafında kümelenen liberal kalemler, Erdoğan’a , bütün Almanlar tarafından sevilme ve onların biricik fuhreri olma sevdasında olan Hitlerin de, böyle bir hayalinin olduğunu çınlatmalı.
Fazla sevgiden kimse ölmemiş ama fazla egodan ve fazla budalalıktan insanlığın büyük acılar çektiğini biliyoruz.
Şimdi, bir siyasetçi nasıl olur da yaşadığı ülke ve hatta ‘komşu ülkelere de yayılan böyle bir sevgi hezeyanı içine girer? sorusunun sorulması gerekir.
Kanımca Erdoğan Türkiye toplumunun değer yargılarını ve bu toplumun en azında çoğunluğunun haleti ruhiyesinin çözdü. Neyin iş göreceğinin, neyin kapitalizmin ve kemalizmin terz-yüz ettiği bir toplumda ‘karşılığının’ olacağını bilmenin verdiği o inanılmaz güvenle, toplumun tümüne hükm edecek bir güce ulaşabileceğini düşünüyor.
Bu ne Erdoğan’ın karizması ile (nasıl bir karizmaysa) ne de AKP’nin harıl harıl seçim çalışması ile açıklanacak bir durum değil.
Slovaj Zizek ‘Berlusconi in Tahran’ (Berlusconi Tahran’da) adlı makelesinde demokrasinin krizini ve bu krizden sonra oluşan kapitalist populizmin örneklerini ironik bir şekilde Rusya’dan Vlademir Putin ve İtalya’dan Silvio Berlusconi üzerinden veriyor. Zizek’e göre, değişimi belirleyen şey, o ülkenin değer yargısıdır. Dolaysıyla Erdoğan’ın çok yakın arkadaşları da olan bu ikilinin yakaladıkları iktidar başarısının sebebinin; Putin’in ve Berlusconi’in kendi kapitalizmlerini Rus değerleri (acımasız güç gösterisi gibi), ve İtalyan değerleri (komik tavırlılık)ile birleştirmesi olduğunu iddia ediyor. Zizek, her ikisinin de çok yakın arkadaş olmalarının tesedüf olmadığını belirterek her ikisinin de konuşurken spontane bir şekilde ‘patlayarak’ ağızlarına ne gelirse söylediklerini yazıyor.
Zizek, daha da ileri giderek Berlusconi’nin ortalama İtalyan’a ‘ben sizden birisiyim, biraz yozlaşmış, kanunlarla ve karımla sorunlu fakat öbür kadınlarıda cezb eden birisiyim’ mesajını vererek bu popülariteyi yakaladığını söylüyor.
Şimdi bu yukarıdaki tanımlamaları Erdoğan’a uyarlamakta nasıl bir bahis olabilir ki. Artık 9 yıldır yakından tanıdığımız Erdoğan’a ne kadar benziyor bu tanımlar. Bu iki zatın Erdoğan’ın en yakın ‘kankaları’ olması bir yana Erdoğan tamda bu ikisinin karışımı aslında. Yani biraz ‘güç tapıcılığı’ olan ve biraz da ‘köşe dönmeci’ bir akdeniz kültürünün oluşturduğu bir toplumsal değerler temsilcisi, Erdoğan.
Kenan Evren’le Turgut Özal’ın 1990 öncesi birlikte ‘voltran oluşturdukları’ bu iki neo-liberal düsturun toplumsal temsiliyetini Erdoğan tek bir vücutta birleştiriyor.
Böyle bir ortamda yol alan Erdoğan, ‘ustalık’ aşamasında farklı bir yere sıçramaya çalışıyor. O da inanılmaz yetkilerle donanmış bir devlet başkanı (Sultan olma) sevdasıdır. Kim ne derse desin Erdoğan bunu elde etmek için ‘elinden gelini ardına’ koymayacak gibi görünüyor.
Bunu tek tek millitvekillerinin hiç edilmesi ile deneyecek.
Bunu ‘sıfır kilometre’ yeni anayasa çalışmalarında yürüteceği pazarlıklarla elde etmeye çalışacak.
Hatta bunu diğer partilerden milletvekillerini transfer ederek yapacak.
Elindekileri önüne katıp bir sel oluşturacak.
Erdoğan, ruhunu saran ve ta çocukluğundan beri dinlediği ve okuduğu ‘Türkün dünyaya hükm etmesi’ üzerine kurulu ulusal tarihin içindeki ‘kahramanlarının’ ve ‘mütevazi yaşayan İslam halifelerinin mankibelerindeki hayatlarının hayali ile yaşıyor. ‘Mütevazi ve müktedir’ bir dengesizlik konsepti oluşturuyor. Ya da ‘halkı için iyi şeyler düşünen’ Platon’un hayal ettiği yönetici tipine öykünüyor.
Birileri yine bu okumayan ve mankibelerle yaşayan Erdoğan’a böyle bir dengenin olmayacağını söylemeli. Kendisine ‘iyi bir kral’ teorik olarak mümkün olabilir ama pratik olarak böyle bir ihtimal yoktur demeli.
Gariptir, gerek Murat Karayılan gerekse Abdullah Öcalan, Erdoğan’a Kürt sorununu çöz ‘Ortadoğu’nun kralı’ teklifini yapıyorlar. Çünkü geldiğimiz nokta çok tehlikeli bir hal almaya başladı. Kanımca her ikisi de bu durumu görmüş olacak ki ‘büyük ve çılgın macera öncesi’ ellerindeki bütün kozlerını oynamak istiyorlar.
Bu tehlikeli nokta ne 85 yıllık Kemalist ideolojinin ve onun militarist yapısının Kürdistan’da yürüttüğü savaşa benziyor, ne de bu iktidarın en vahşi yapısı olan Çiller-Güreş saldırılarına, ne de MHP’nin Türk toplumunda yaratığı milliyetçilik hezeyanlarına. İçinde bulunduğumuz yapı ve tahlike bir bütün olarak Türkiye toplumunu ve Kürtleri yukarıdakilerin toplamından daha çok tehdit ediyor.
AKP iktidarı, Kemalist ideolojinin totaliter ve militarist yapısının yerine polisi ikame ederek yeni ve çok farklı bir baskıcı sistem oluşturuyor. Özgürmüşüz gibi yanılsamalı bir özgürsüzlüklük ortamı yaratıyor. Yani bir ‘hiper gerçekçilik’ içinde sanrısal bir ülke yaratıyor.
Çiller dönemindeki baskıların benzerini oldukça incelmiş bir şekilde o kadar sinsice yürütüyor ki, eğer parçaları tek tek yanyana getirmesek ortada bir sorun olmadığını göreceğiz. Direkt öldürmüyor ama ölümden daha beter bir şekilde tamamıyla pasifleştiriyor. Bunu inanılmaz bir medya manipülasyonu ile yapıyor.
MHP gibi açık bir milliyetçilik yerine daha tehlikelisini; milliyetçiliği, diğer problematik bir politik olgu olan dinle sentezliyerek bir politik düzlem oluşturuyor.
Bizi bekleyen siyasal süreç, Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşürme ya da düşürmemeyide de fazlasıyla açacak bir politik ufuksuzluğa evrilirken, Erdoğan’ın her ne olursa olsun bildiği yolda yürümeye devam edecek gibi görünüyor. Ta ki hayatın ve dünyanın onun ‘hayalindeki’ gibi olmadığı gerçeğine ‘bodoslayana’ kadar. Ama umarım onun ‘bodosladığı’ yerde Putin, Berlusconi ve birkaç ‘şakşakçı liberal’ dışında kimse olmaz.

Selah Kemaloğlu

http://www.lrb.co.uk/v31/n14/slavoj-zizek/berlusconi-in-tehran
skemaloglu@yahoo.com

Hiç yorum yok: