Seçimlerden sonra egosu ve ‘başarı sevdası’ fazlasıyla uyarılan
Erdoğan, hızını alamamış olacak ki ‘kendisine oy vermeyen yüzde 50’lik
bir kesimin kendisine neden oy vermediğini ‘ sorguladığını ve gelecek
seçimlerde bunlarından oyunu almaya çalışacaklarını, kendilerinin yüzde
yüze talip olduklarını‘ söylüyor. Hemen arkasından metni hazırlayan mı,
yoksa kendisi mi, söylediği lafın ağırlığını görmüş olacak ki,
muhalefetin öneminden falanda bahsederek bir ayar vermeye çalışıyor.
Aynı Erdoğan seçimden sonraki meşhur ‘balkon konuşmasından’ kendi
iktidarının hegemonik haritasını Balkanlardan, Kafkasya ve Ortadoğu’dan
Avrupa’ya kadar uzanan bir coğrafyada çizerken, kimse çıkıp ‘yav bu
basbağı bir imparatorluk hayalidir’ demiyor. Mesela Sarkozy, seçimi
kazandıktan sonra ‘Paris kadar Cezayir kazanmıştır’ demesinin tepkisi ve
anlamı ile Erdoğan’ın adres verdiği şehirler arasında ne fark var.
Düşünün ki ‘demokratik bir ülkede’ bir başbakan yüzde yüzle iktidar
olmak hayalini’ kuruyor ve kimse çıkıp bunun ‘bir asri saadet’ rüyası
olduğunu, bunun totaliter bir dünya tassavurundan geldiğini ve bizim bu
kitap okumaz ve kimseyi de dinlemez başbakana toplum denilen canlı
mekanizmanın, teorik ve teolojik olarak belki, ama pratik olarak hiç bir
zaman böyle bir equilibriuma (dengeye) ulaşmayacağını ve dolayısıyla
böyle bir senaryonun pratik ihtimalsizliği üzerinden insanlığın
demokrasi denilen bir sistem tartışmasına girdiğini, bunun aksini
düşünmenin, hayal etmenin ya da söylemenin tek tipleşme olacağını,
bununda faşizmin diğer bir adı olduğunu söylemeli.
AKP etrafında kümelenen liberal kalemler, Erdoğan’a , bütün Almanlar
tarafından sevilme ve onların biricik fuhreri olma sevdasında olan
Hitlerin de, böyle bir hayalinin olduğunu çınlatmalı.
Fazla sevgiden kimse ölmemiş ama fazla egodan ve fazla budalalıktan insanlığın büyük acılar çektiğini biliyoruz.
Şimdi, bir siyasetçi nasıl olur da yaşadığı ülke ve hatta ‘komşu
ülkelere de yayılan böyle bir sevgi hezeyanı içine girer? sorusunun
sorulması gerekir.
Kanımca Erdoğan Türkiye toplumunun değer yargılarını ve bu toplumun en
azında çoğunluğunun haleti ruhiyesinin çözdü. Neyin iş göreceğinin,
neyin kapitalizmin ve kemalizmin terz-yüz ettiği bir toplumda
‘karşılığının’ olacağını bilmenin verdiği o inanılmaz güvenle, toplumun
tümüne hükm edecek bir güce ulaşabileceğini düşünüyor.
Bu ne Erdoğan’ın karizması ile (nasıl bir karizmaysa) ne de AKP’nin
harıl harıl seçim çalışması ile açıklanacak bir durum değil.
Slovaj Zizek ‘Berlusconi in Tahran’ (Berlusconi Tahran’da) adlı
makelesinde demokrasinin krizini ve bu krizden sonra oluşan kapitalist
populizmin örneklerini ironik bir şekilde Rusya’dan Vlademir Putin ve
İtalya’dan Silvio Berlusconi üzerinden veriyor. Zizek’e göre, değişimi
belirleyen şey, o ülkenin değer yargısıdır. Dolaysıyla Erdoğan’ın çok
yakın arkadaşları da olan bu ikilinin yakaladıkları iktidar başarısının
sebebinin; Putin’in ve Berlusconi’in kendi kapitalizmlerini Rus
değerleri (acımasız güç gösterisi gibi), ve İtalyan değerleri (komik
tavırlılık)ile birleştirmesi olduğunu iddia ediyor. Zizek, her ikisinin
de çok yakın arkadaş olmalarının tesedüf olmadığını belirterek her
ikisinin de konuşurken spontane bir şekilde ‘patlayarak’ ağızlarına ne
gelirse söylediklerini yazıyor.
Zizek, daha da ileri giderek Berlusconi’nin ortalama İtalyan’a ‘ben
sizden birisiyim, biraz yozlaşmış, kanunlarla ve karımla sorunlu fakat
öbür kadınlarıda cezb eden birisiyim’ mesajını vererek bu popülariteyi
yakaladığını söylüyor.
Şimdi bu yukarıdaki tanımlamaları Erdoğan’a uyarlamakta nasıl bir bahis
olabilir ki. Artık 9 yıldır yakından tanıdığımız Erdoğan’a ne kadar
benziyor bu tanımlar. Bu iki zatın Erdoğan’ın en yakın ‘kankaları’
olması bir yana Erdoğan tamda bu ikisinin karışımı aslında. Yani biraz
‘güç tapıcılığı’ olan ve biraz da ‘köşe dönmeci’ bir akdeniz kültürünün
oluşturduğu bir toplumsal değerler temsilcisi, Erdoğan.
Kenan Evren’le Turgut Özal’ın 1990 öncesi birlikte ‘voltran
oluşturdukları’ bu iki neo-liberal düsturun toplumsal temsiliyetini
Erdoğan tek bir vücutta birleştiriyor.
Böyle bir ortamda yol alan Erdoğan, ‘ustalık’ aşamasında farklı bir
yere sıçramaya çalışıyor. O da inanılmaz yetkilerle donanmış bir devlet
başkanı (Sultan olma) sevdasıdır. Kim ne derse desin Erdoğan bunu elde
etmek için ‘elinden gelini ardına’ koymayacak gibi görünüyor.
Bunu tek tek millitvekillerinin hiç edilmesi ile deneyecek.
Bunu ‘sıfır kilometre’ yeni anayasa çalışmalarında yürüteceği pazarlıklarla elde etmeye çalışacak.
Hatta bunu diğer partilerden milletvekillerini transfer ederek yapacak.
Elindekileri önüne katıp bir sel oluşturacak.
Erdoğan, ruhunu saran ve ta çocukluğundan beri dinlediği ve okuduğu
‘Türkün dünyaya hükm etmesi’ üzerine kurulu ulusal tarihin içindeki
‘kahramanlarının’ ve ‘mütevazi yaşayan İslam halifelerinin
mankibelerindeki hayatlarının hayali ile yaşıyor. ‘Mütevazi ve müktedir’
bir dengesizlik konsepti oluşturuyor. Ya da ‘halkı için iyi şeyler
düşünen’ Platon’un hayal ettiği yönetici tipine öykünüyor.
Birileri yine bu okumayan ve mankibelerle yaşayan Erdoğan’a böyle bir
dengenin olmayacağını söylemeli. Kendisine ‘iyi bir kral’ teorik olarak
mümkün olabilir ama pratik olarak böyle bir ihtimal yoktur demeli.
Gariptir, gerek Murat Karayılan gerekse Abdullah Öcalan, Erdoğan’a Kürt
sorununu çöz ‘Ortadoğu’nun kralı’ teklifini yapıyorlar. Çünkü
geldiğimiz nokta çok tehlikeli bir hal almaya başladı. Kanımca her ikisi
de bu durumu görmüş olacak ki ‘büyük ve çılgın macera öncesi’
ellerindeki bütün kozlerını oynamak istiyorlar.
Bu tehlikeli nokta ne 85 yıllık Kemalist ideolojinin ve onun militarist
yapısının Kürdistan’da yürüttüğü savaşa benziyor, ne de bu iktidarın en
vahşi yapısı olan Çiller-Güreş saldırılarına, ne de MHP’nin Türk
toplumunda yaratığı milliyetçilik hezeyanlarına. İçinde bulunduğumuz
yapı ve tahlike bir bütün olarak Türkiye toplumunu ve Kürtleri
yukarıdakilerin toplamından daha çok tehdit ediyor.
AKP iktidarı, Kemalist ideolojinin totaliter ve militarist yapısının
yerine polisi ikame ederek yeni ve çok farklı bir baskıcı sistem
oluşturuyor. Özgürmüşüz gibi yanılsamalı bir özgürsüzlüklük ortamı
yaratıyor. Yani bir ‘hiper gerçekçilik’ içinde sanrısal bir ülke
yaratıyor.
Çiller dönemindeki baskıların benzerini oldukça incelmiş bir şekilde o
kadar sinsice yürütüyor ki, eğer parçaları tek tek yanyana getirmesek
ortada bir sorun olmadığını göreceğiz. Direkt öldürmüyor ama ölümden
daha beter bir şekilde tamamıyla pasifleştiriyor. Bunu inanılmaz bir
medya manipülasyonu ile yapıyor.
MHP gibi açık bir milliyetçilik yerine daha tehlikelisini;
milliyetçiliği, diğer problematik bir politik olgu olan dinle
sentezliyerek bir politik düzlem oluşturuyor.
Bizi bekleyen siyasal süreç, Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşürme
ya da düşürmemeyide de fazlasıyla açacak bir politik ufuksuzluğa
evrilirken, Erdoğan’ın her ne olursa olsun bildiği yolda yürümeye devam
edecek gibi görünüyor. Ta ki hayatın ve dünyanın onun ‘hayalindeki’ gibi
olmadığı gerçeğine ‘bodoslayana’ kadar. Ama umarım onun ‘bodosladığı’
yerde Putin, Berlusconi ve birkaç ‘şakşakçı liberal’ dışında kimse
olmaz.
Selah Kemaloğlu
http://www.lrb.co.uk/v31/n14/slavoj-zizek/berlusconi-in-tehran
skemaloglu@yahoo.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder