9 Temmuz 2011 Cumartesi

Dördüncü Stratejik Dönem Ve Devrimci Halk Savaşı


Köleleşme öz savunmayı kaybetmeyle başlamaktadır. Burada, her türlü eşitsizlik, baskı altına alma, köleleşmenin altında kendi güvenliğini sağlayamama, öz savunmasını yapamama, bunu kaybetme bulunmaktadır


Duran Kalkan

Dördüncü Stratejik Dönem, Önderlik tarafından tanımlanan yeni bir mücadele sürecinin özelliklerini ifade etmektedir. Önderlik bu dönemin savaş tarzını Devrimci Halk Savaşı biçiminde tanımladı. Hareket olarak son bir yıldır bu yönlü tartışmalar yürütmekteyiz. Bu yönlü belli bir netleşme, derinleşme, görüş birliği ve planlama düzeyi ortaya çıkardık. Bir yıl öncesine göre şimdi çok daha hazırlıklı bir düzeydeyiz. Fakat yine de daha çok tartışmamız, anlamamız, ayrıntılandırmamız gereken hususlar vardır. Onlar üzerinde durmak, tartışmak, net ve somut olmayan konuları aydınlatmaya çalışmak önemli olmaktadır. 

Her şeyden önce meşru savunmayı doğru ve yeterli tanımlamaya,  anlamaya çalıştık. Çünkü bu, ne yaptığımızın doğru anlaşılması ve bu temelde doğru ele alıp başarıyla yapabilmek açısından gerekli olmaktadır. Yine Kürt sorununun çözüme kavuşturulması açısından en çok tartışılan konudur. Aslında bir yerde çözümün gelip dayandığı, çözüm tartışmalarının en çok yoğunlaştığı yer olarak tanımlamak hatalı değildir. Diğer konularda az çok görüşlerin yakınlaşabileceği, tarafların anlaşabileceği görülebilmektedir. Fakat sorun savunma konusu oldu mu görüşler ayrışıyor, bu yönlü tartışmalar yoğunlaşıyor. Çözümsüzlüğün önemli bir etkeni bu alan gibi görülüyor, gösteriliyor. Bunun bir çözümsüzlük mü, yoksa çözümü kolaylaştırıcı husus mu olduğunu görebilmek ve anlayabilmek önem taşımaktadır. 

Bu noktada ikili bir yan vardır. Kürt toplumunun bu gerçeği görüp anlaması, kendi savunmasını yapacak bir bilinç ve örgütlülüğe ulaşması, güvenliğini kendi eline alması, bunda ısrarlı olması önemli bir etken olmaktadır. Bir de Kürdistan üzerinde hükümranlık sürdüren güçlerin burada toplumla bir uzlaşmaya, anlaşmaya ulaşabilmeleri, kendi hükümranlıklarına bir sınır çizebilecek, sınır getirebilecek bir bilince, zihniyete veya politikaya ulaşabilmeleri, onu kabul eder hale gelebilmeleri gerekiyor. Bu yönlü sorunlar bulunmaktadır. Böyle bir egemenlikte ısrar etmenin, toplumun savunma örgütlülüğünü geliştirememesiyle ve kendisini bu yönlü ayakta tutamamasıyla bağlantılı olduğunu bilmekteyiz. Yine toplumun direncinin kırılmasıyla, giderek mevcut soykırım sistemi altında da böyle bir bilinçten, örgütlülükten tümden uzaklaştırılmış olmasıyla bağı vardır. Bir soykırım sistemi olan kapitalist modernite düzeninin Kürdistan’da Kürt toplumu üzerinde geliştirdiği etkiler böyledir. Bu bakımdan meşru savunma ve öz savunma hususunu yeniden yeniden değerlendirmek, daha baştan ele almak, bütün yönleriyle aydınlatmaya ve anlar hale gelmeye çalışmak bizim açımızdan önemli olmaktadır. Bu konuda önemli bir bilinç aşındırılması, toplumsal örgütlülüğe zarar verme durumu yaşanmıştır. Neredeyse toplum olarak yeni bir şeyi keşfediyor gibi tartışıyoruz. Bütün toplum, herkes “Kürtlerin de böyle bir ihtiyacı olur mu, buna hakkı var mıdır, olmalı mı, olmamalı mı?” yönündeki tartışmalara katılmaktadır. Neden bu hale gelindiği, bu durumun neyi ifade ettiği, böyle bir tartışma konumunda olmanın ne kadar ilerleme, ne kadar gerileme olduğu, tarihin neresinde olmak anlamına geldiği konuları ciddi hususlardır. Bizim de bu konuları iyi anlamamız gerekmektedir. 

Her canlının kendi savunma sisteminin olduğundan söz etmekteyiz. Hatta her maddenin kendisini savunan bir yapısının olduğunu değerlendirmekteyiz. Meşru savunmayı, güvenliği, canlı olarak var olmanın, insan türü olarak gelişmenin, toplum haline gelmenin temel varlık unsurlarından biri saymaktayız. Fakat bunun ne olup olmadığını da daha yeni yeni anlamaya, tartışmaya çalıyoruz. Bir varlığın hayatta kalabilmesi için bu kadar önemliyse, vazgeçilmez bir unsursa, bunun bilincinin ve örgütlülüğünün de oluşturulması gerekmektedir. Bu kural Kürtler için de geçerli olmaktadır. Böylesi bir tarihsel sürecin ardından bu konuyu yeni keşfediyormuş gibi sıfırdan başlayıp tartışıyor olmanın ne anlama geldiğini kendimize sormamız ve anlayabilmemiz gerekmektedir.  

Bunlar, Kürt toplumu üzerinde uygulanan sömürgeci, soykırımcı rejimin toplum bilincinde yarattığı sonuçları doğru ve yeterli anlayabilmek açısından önem taşımaktadır. Kuşkusuz mevcut durumumuz iyi ve övülecek bir durum değildir. Tersine, sanki yeni doğuyor ve diriliyor gibi bir durumu yaşıyoruz. Tarihin en kadim halkı, toplumsallığın geliştiği coğrafyada, şimdi “öz savunma nedir, meşru savunma nasıl olur, bunlar olmalı mı, olmamalı mı, bunu yapabilir miyiz, yapamaz mıyız, bunun bilinci, örgütlülüğü, eylemleri nasıldır?” yönünde tartışmalar yürütüyor ve anlamaya çalışıyoruz. Ne yazık ki Kürt toplumunun getirildiği nokta budur. 

Bu durum Kürtler açısından olumsuz olduğu kadar insanlığın durumu açısından da ciddi bir olumsuzluk ifade etmektedir. Bu aslında insanlığın geldiği düzeyi de göstermektedir. Bu durum insanlığın gelişiminden koparılabilecek, ayrı ele alınabilecek bir durum değildir. Uygarlık diye tanımlanan sistemin, insanlığı nereye getirmiş olduğunu en açık ve net bir biçimde bir kere daha burada görmekteyiz. Her şeyi yok etti biçiminde sadece kötüleyemeyiz de, ama insanlığı çok geliştirdiği, özgürleştirdiği, bilinçlendirdiğini de söyleyemeyiz. İnsanlığı getirdiği sonuçlar ortadadır. Uygarlık tarihinin, kapitalist modernite sistemi altında insanlığı getirdiği noktayı en iyi gözlemenin yeri, Kürdistan’dır. Bu coğrafyayı bir tarihin şafağı diyebileceğimiz, insanlığın oluştuğu,  toplumsallaştığı süreçle değerlendirebiliyoruz, bir de şimdiki duruma bakıyoruz. Bu coğrafya her iki bakımından da başat rol oynayıp öğretici veriler sunmaktadır. 

Meşru savunmayı, güvenliği bir varoluş öğesi olarak görmekteyiz. Her canlı ve maddi varoluş için gereklidir. Kürt toplumu da bir canlı öğe, bir maddi varoluş olduğuna göre, bu toplum için de güvenlik gereklidir. Bazıları “gereksizdir, güvenliğini bize devretsin gerisine karışmasın” diyor. Bu, toplumu istediği gibi sömürebilmek, yönlendirebilmek, bu topluma istediğini kabul ettirebilmek için yapılmaktadır. 

Köleleşme öz savunmayı kaybetmeyle başlamaktadır. Burada, her türlü eşitsizlik, baskı altına alma, köleleşmenin altında kendi güvenliğini sağlayamama, öz savunmasını yapamama, bunu kaybetme bulunmaktadır. Bunun karşıtı olarak gelişen egemenliktir. Buradan baktığımızda insanlık tarihi açısından başat olanın meşru savunma olduğunu, meşru savunmanın bir varoluş tarzı, varlık öğesi olduğunu rahatlıkla tanımlamaktayız. Bir tür olarak insanın, yine onun varlık biçimi olarak toplumun güvenliği tıpkı beslenmesi, üremesi gibi bir varlıksal öğedir. Meşru savunma veya öz savunma diye tanımladığımız husus da bu güvenliğin sağlanması olmaktadır. Hangi biçimde olursa olsun, varlığına kasteden saldırılar karşısında kendi varlığını korumayı, güvenliğini sağlamayı ifade etmektedir. Bu, insanlar bir tür olarak şekillendiğinden bu yana, onun yaşam biçimi olarak toplumlar için geçerlidir. Aslında tarihsel gelişme süreçlerinde bu da kendine göre şekilleniyor. Bilinç, örgütlülük ve araçlar olarak yeni unsurlara kavuşuyor. Böyle bir gelişme yaşıyor. Fakat her zaman var oluyor. Bunu böyle görüp, tanımlamak, anlamak en doğru olandır. Bu bakımdan da meşru savunmasız olmaz, güvenliğini sağlayamayan bir varlık varolamaz. Kendine göre varolamaz ve özgür olamaz. Bu açıdan esas olanın meşru savunma olduğunu, insanlık tarihi açsından başat olanın tıpkı demokratik uygarlık sistemi gibi meşru savunma olduğunu, meşru savunmanın, öz savunmanın da demokratik uygarlık sisteminin varoluş biçimlerinden biri olduğunu değerlendirmekte ve tanımlamaktayız. 

Köleleşmenin başlangıcı, egemenliğin ortaya çıkışı, iktidarın ilk adımlarının atılışı, güvenliğin kaybedilmesiyle, öz savunma yapılamaz hale gelinmesiyle başlıyor. İnsanlar zorla ya da hileyle, baskı ve sömürü altına alınırken, kaybettikleri ilk şey kendi güvenliklerini kendi güçleriyle sağlayabilme durumu oluyor. Bunun araçlarından yoksun kılınıyorlar, örgütlülükleri dağıtılıyor, bilinçleri köreltiliyor, dirençleri kırılıyor. Hangi yöntemle oluyorsa olsun, baskı ve sömürü düzeni, köleleştirme, hâkimiyet, egemenlik bir yerde güvenliğin kaybedilmesi, meşru savunmanın kırılması anlamına gelmektedir. 

Bu meşru savunma duruşunu kıran, insanları, toplumları öz savunmadan yoksun bırakan, dolayısıyla köleleştiren işleme de ‘savaş’ diyoruz. Savaş, egemen olmanın, egemenlik kurmanın, birilerinin güvenlik sistemini dağıtmanın, öz savunmasını yıkmanın biçimi olmaktadır. Dolayısıyla savaş da hiyerarşi ve devlet sistemi ile birlikte, esas olarak da uygarlığa geçiş olarak tanımlanan süreçten itibaren, baskı ve sömürünün en temel kurumlarından birisi olarak gelişmektedir. Savaş örgütlülüğü bunun kurumlaşması olmaktadır. Savaş, baskı ve sömürüyü gerçekleştirmenin temel araçlarından biri haline gelmektedir. Gaspı, sömürüyü gerçekleştiriyor. Burada zor kullanımı, karşı tarafın savunma gücünü kırmayı ifade ediyor. Çeşitli bilinç kaydırmaları, hileler de vardır. Bu, daha farklı yönlerden gelen büyük saldırılar, afetler karşısında güvenlik sağlama adı altında geliştirilen kurumlaşmaların, giderek kendi güçlerinin güvenlik sağladığı iddia ettiği, güçler üzerinde baskı ve sömürüye, ayrıcalığa dönüştürmesi biçiminde de yaşanmaktadır. Bu bakımdan da savaş, baskı, sömürünün ve gaspın temel bir yöntemi olarak devletçi sistemin temelini oluşturmaktadır. Devletçiliğin temelinde bu vardır. Savaşın esası, içte, egemenlik altında tuttuğu insanlar üzerinde baskı ve sömürü sistemini sürdürmek, o sistemin güvenliğini sağlamak, dışta da daha fazla ganimet, gasp elde etmek amacıyla soygun, talan geliştirmek, bunun için saldırılar yürütmek, başkalarının yarattığı değerleri zorla, onun güvenlik sistemini yıkarak, gasp etmeye çalışmak oluyor. 

Bu anlamda savaşı, bir saldırı, baskı, sömürü ve gasp olayı olarak tanımlamak, savaş kurumunu böyle ele almak yanlış değildir. Savaşın bu düzeyde geliştiği bir durumda da toplumlar, kendisini bu saldırılar karşısında koruyabilmek, kendi değerlerini, varlığını güvence altına alabilmek, kendi güvenliğini sağlayabilmek için bilinçlenme, örgütlenme yaşıyor. Böylece “meşru savunma savaşları” diye tanımladığımız savaşlar da gündeme geliyor. Nasıl ki uygarlık çatallaşması, tekelci, iktidarcı uygarlıkla demokratik uygarlık ikilemini ortaya çıkarıyorsa, bu ikilemin bir yansıması olarak da baskı ve sömürünün temel bir kurumu olarak savaş ve buna karşı varlığı, güvenliği, özgürlüğü sağlama aracı olarak meşru savunma savaşı gündeme geliyor. 

Beş bin yılı aşkın bir süredir insanlığın yaşadığı durum budur. Yerkürede günümüzde savaşla ulaşılmayan, dolayısıyla devletçi uygarlığın el atmadığı, hükümranlık geliştirmediği bir avuç toprak parçası bile kalmamış bulunuyor. Bu bakımdan her yerde savaş kurumları ve örgütleri vardır. Dünya aslında biraz da savaşla yürümektedir. İnsanlık kendini savaşla, savaş gücüyle temsil etmektedir. Dünya, ordular tarafından parsellenmiş bir vaziyette bulunuyor. Bu anlamda yerkürenin hakimi, insanlığı esas olarak yöneten, yönlendirenler savaş kurumlarıdır. Her ne kadar onu biraz sınırlandırmaya, bazı kurallara bağlamaya, bu anlamda baskı ve sömürüyü yöntem olarak yumuşatmaya çalışmalar olsa da, hepsinin altında yatan yine esas olarak savaş gerçeğidir. Savaş kurumlaşması olarak ordu gerçeği, bunun ifade ettiği silahlar vardır. Japonya’da yaşanan deprem birkaç şehri vurdu. Ama enerji üretme itibariyle oluşturulan nükleer enerji santrallerinin patlaması, neredeyse bütün yerküreyi tehdit etmektedir. Her tarafa yayılmış bu enerji sistemleri ve silahlar var. Aslında bu gelişmeler bu enerji sistemleriyle değil de,  silah üretimiyle oldu. Nükleer enerjinin ortaya çıkartılması, onu çeşitli yaşam alanlarında kullanmak için değil, birbirini boğazlayacak silahlar üretmek için yapıldı. Bu bakımdan da şimdi enerji üretim santrallerinden kat kat fazlası dünyanın dört bir yanına depolanmış nükleer silahlar olarak varlık göstermektedir. Japonya’da yaşanan deprem, mevcut santrallerin güvenlik altında olmadığını, bazı koşullarda insanlara hizmet edici olsa da, bazı durumlarda da insanlığı tümden yok etme tehdidi altında tuttuğunu ortaya koydu. Bir de bunların şimdi silahları var. Bu silahların denetimde olduğunun güvencesi yoktur. Bu silahlar neredeyse, her an oralarda da bir afet olabilir. Gerçekten de kontrol altında tutulabiliyorlar mı? Bu yerkürenin üzeri şu an dünyayı on kez daha fazla yok edebilecek insanların ürettiği silahlarla doludur. Silahlanma, ordu, savaş bakımından gelinen nokta budur. Şuan insanlık kendi ürettiklerinin esiri konumunda ve onun tehdidi altında yaşamaktadır. Yine sadece insanlığın değil, bütün canlı varlıkların, yerkürenin varlığı tehdit altındadır. 


Onun için de ‘savaş’ deyip geçmemek gerekiyor. Silah, ordu, savaş, askerlik kavramları üzerinden hiç önemi yokmuş gibi geçmemek gerekiyor. Tam tersine, bugün insanlık için en ciddi tehdit, en büyük tehlike burada yatmaktadır. Geçmişte ordular birbirlerine saldırırlarsa birbirleri için tehdit oluşturuyorlardı veya yenilen bir ordunun savunmakla görevli olduğu toplum tehlike altına giriyordu. Şimdi birbirine saldırmaya hiç gerek yok. Bir doğal affet, bir kaza bile sadece rakibi değil, kendini bile yok etmeye yetecek kadar tehlikeler taşmaktadır. Dünya ne yazık ki böyle bir duruma getirilmiştir. İnsanlık böyle bir tehdit altında tutulmaktadır. Bunun için dünya yönetimi nedir, ne değildir, politika, diplomasi denilen şeylerin nasıl yürütüldüğünü, partilerin, hükümetlerin, siyaset, hukuk kurumlarının neyi ifade ettiğini doğru anlamak gerekiyor. Bunlar bir anlamda insanlığı, hatta yerküreyi on kere yok edecek kadar tehdit eden tehlike gerçeğini örtmeye, maskelemeye, kamufle etmeye çalışan örtüler olmaktadır. Bunun dışında herhangi bir özellik taşımıyor, sadece bu tehlikeyi temsil ediyorlar. Bu kadar tehdit, güç kimin elindeyse onun hukuku, siyaseti ve parası işliyor. Bunlar dışında herhangi bir şey işlememektedir. O bakımdan da görüntüye değil de, işin özüne bakabilmek, özünü görebilmek önemli olmaktadır. 

Bu da bütün insanlık açısından meşru savunma durumunu çok daha ciddi bir biçimde gündeme getiriyor. Böyle bir dünyada gerçek anlamda öz savunma, meşru savunma yapabilme imkânının ne kadar kaldığı, hangi araçlarla bunun yapılabileceğini bilmek zordur.  Silahlanma ve savaş araçlarında ulaşılan düzey, meşru savunma yapma imkanı bırakmıyor. Silahı üretenler bile, sonunda onların esiri konumuna gelmiş bulunuyorlar. Tehlike bu kadar büyüktür ve insanlık için böyle ciddi bir tehdit vardır. Kapitalist modernite sistemi deyip geçmemek gerekiyor. Bu sistem altında insanlığın getirildiği nokta böyle bir noktadır ve bütün insanlık tehdit altında tutuluyor. Esir alınmış durumdadır. Dikkat edilirse bu durumu değiştiremiyor. Bırak değiştirmeyi, o yönlü adım bile atamıyor. Ona dönük geliştirilen düşünceler, sapkınlık olarak görülüyor ve derhal yok ediliyor. Günümüzde yürütülen kavga, biraz da böyle bir kavgadır. 

Bu bakımdan savaş olgusunu tarihsel süreç açısından iki biçimde ele alıyoruz. Birincisi; gasp, sömürü ve baskının aracı olarak kullanılan saldırı savaşlarıdır. Bunlara “gasp savaşları” demekteyiz. İkincisi, bu tür saldırılar karşısında varlığını ve özgürlüğünü korumayı ifade eden, kendi güvenliğini sağlamayı içeren, meşru savunma savaşlarıdır. Özgür olabilmek, varolabilmek için bu kadar saldırganlığın olduğu bir ortamda, güçlü bir savunma yapma gereği vardır. Geçen tarihsel süreçte bu çok daha fazla anlam bulabiliyordu, yapılabiliyordu. Ama şimdi nükleer silah ve nükleer savaş tehdidiyle, öz savunmanın ne kadar yapılıp yapılamayacağının bile tartışılır hale geldiği bir durum yaşanmaktadır. Birkaç askeri birlikle, silahla güvenlik sağlamak kolay bir iş değildir. Bütün yerküre için, üzerinde yaşadığımız, toplum olarak var olduğumuz coğrafya için, onun üzerinde yaşayan herkes için büyük bir tehdit vardır.

Bu durum, meşru savunma olayını çok daha köklü, derin ele almayı gerektiriyor. Böylesi bir duruma karşı, “madem bu duruma gelmiş, boyun eğmekten, teslim olmaktan, köleleşmekten başka çare yoktur. Mevcut saldırı gücüne, tehdidine karşı direniş gösterilemez, kendimizi savunamayız” diyemeyiz. Eskisi gibi öz savunma yapmak basit ve kolay bir iş değildir. Bu, birkaç savaş aracıyla, yıkıcı, kırıcı araçla, birkaç savaş oyunuyla, beş, on kişiyi bir araya getirerek yapılamaz. Fakat “tehlike yerküre için, bütün canlılar için oluşturulmuştur” diye de teslim olamayız. Bu durum karşısında “meşru savunma yapılamaz, öz savunma yapılamaz” da diyemeyiz. Bunların hepsini insanlar yarattılar. Bütün canlılar ve yerküre için bu tehdidi, tehlikeyi insanlar ortaya çıkardılar. İnsanların ürünüdür, bizim eserimizdir. Dolayısıyla da insanlık mücadelesinin, özgürlük mücadelesinin önemli bir boyutu olarak -belki de birinci boyutu olarak- bu duruma karşı mücadele etmek, bilinçle, örgütlülükle, küresel düzeyde bir savunma bilinci ve örgütlülüğü geliştirerek, daha büyük bir çaba harcayarak bunu yapmamız lazım. Bu durum, gelinen düzey meşru savunmadan vazgeçmeyi değil, daha çok ona sarılmayı gerektirmektedir. Meşru savunmanın önemini azaltmıyor, daha ciddi ve daha büyük önem arz eden hale getirmiş oluyor. Bütün insanlığın güvenliğinin, savunmasının birbirine bağlı olduğu, küresel bir bütünlük arz ettiğini gösteriyor. Böyle bir yaklaşımla ele alınırsa, bilinç, örgütlülük ve mücadele olarak bu temelde yaklaşılırsa, geliştirilirse bu küresel saldırıya karşı küresel bir savunma, meşru savunma, öz savunma da geliştirilebilir. Bugün insanlığın öz savunması, güvenliği böyle bir boyut kazanmış durumdadır. Saldırı, başkalarının iradesini kırmayı, özgürlüğünü yok etmeyi, değerlerini gasp etmeyi hedeflerken, meşru savunma ise her tür varlığa ve özgürlüğe kasteden saldırı karşısında kendini savunmayı, varlığını ve özgürlüğünü korumayı, güvenlik altına almayı, savunmayı ifade etmektedir. Savunmanın haklılığı, meşruiyeti burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü varlıkla ilgilidir, kimseye zarar vermiyor. Öznenin kendisiyle ilgili bir konum olmaktadır. Saldırı ise başkalarının varlığını, özgürlüğünü yok etmeyi, değerlerini gasp etmeyi hedefliyor. Meşru savunmayla saldırı savaşları arasındaki bu farkı çok net görmek gerekiyor. Bu her zaman geçerliliğini korumaktadır. Bizim de temel aldığımız ilke bu olmaktadır. 

Önder APO bunu çok somut tanımlayarak; “Dünyayı yenecek gücümüz olsa da hiç kimseye saldırmayacağız, bütün dünya birleşip üzerimize gelse de meşru haklarımızdan asla vazgeçmeyeceğiz” dedi. Bizim temel meşru savunma anlayışımız, ilkemiz bu olmaktadır. Bunu bütün insanlık için geçerli görüyoruz. Demokratik uygarlık sisteminin güvenlik tarzı ve anlayışı bu olmaktadır. Böyle bir ilkeyle insanlığın daha özgür, demokratik, dayanışmacı, birinci doğayla daha uyumlu yaşar hale geleceğine inanıyoruz. Hem hiyerarşik devletçi sistemin inşa ettiği, yarattığı toplumsal sorunları çözmenin hem de toplumun doğayla barışık, uyumlu hale gelmesini sağlamanın temel yönteminin, duruşunun bu ilke temelindeki duruş olduğuna inanıyoruz. Bunun mücadelesini veriyoruz. Bizim meşru savunma çizgimizin özü, esası budur. Meşru savunmanın özü, “Dünyayı yenecek gücün olsa da hiç kimseye saldırmayacaksın, bütün dünya birleşip üzerine gelse de varlığını, özgürlüğünü korumaktan asla vazgeçmeyeceksin.” Varolacaksan özgür ve iradeli olarak varolacaksın. Meşru savunmayla özgürlük ve demokrasi bağı da burada ortaya çıkıyor. Özgürlük ve demokrasi ile bütünlüğü, birlikteliği, bağı net bir biçimde böyle gözüküyor. 

Kürtler açısından meşru savunma, günümüzde soykırıma karşı direnme savaşı olarak ortaya çıkmaktadır. Saldırı karşısında direnci kırılmış, örgütlülüğü dağıtılmış, bilinci çarpıtılmış, katliamdan geçirilerek asimilasyon altına alınmış bir soykırım sürecini yaşayan toplumsal bir gerçeklik var. Kürdistan’da yaşanan gerçekliğin bu olduğu açıktır. Son yüzyıl tümüyle böyle geçti. Önceki süreçlerde bu düzeyde olmasa da, yine de hep savaşlarla doludur. Kürdistan, Sümer’den bu yana, Uruk kralı Gılgamış’ın Kürdistan seferinden bu yana saldırı gücü oluşturan, biriktiren ve daha fazlasını elde etme amacı, hedefi güden her fatihin ilkçağda da, ortaçağda da, kapitalist modernite çağında da saldırdığı bir alan oluyor. Çünkü Kürdistan, toplumsallığın geliştiği; neolitik devrimin, tarım-köy devriminin, kadın devriminin yaşandığı, bütün bu değerlerin biriktiği bir alandır. Toplumsallaşmanın merkezidir. 


Dolayısıyla toplumları egemenlik altına alabilmek için onun merkezini ele geçireceksin. Kendini dünya fatihi yapabilmek için hiçbir karşıt bırakmayacaksın. Onun için de her şeyden önce, tarihin merkezini ele geçireceksin. Bu bütün imparatorların, fatihlerin uyguladıkları bir kuraldır. Dolayısıyla Kürdistan uygarlık tarihi boyunca hep işgal, istila, saldırı ve savaşlara sahne oldu. Sürekli bu temelde yıkıldı, yağmalandı, talan edildi, yakıldı. Burada, uygarlık birikimleri, değerleri, insanlığın kültürel gücü hep tahrip edildi. Buna karşı bir direnç de oldu. 

Kürt toplumu bütün bu saldırılar karşısında kendi özgürlüğünü ve güvenliğini koruyan bir toplum olmaktadır. Ne dıştan gelen devletlerin köleleştirdiği ne de kendi içinde devletleşmeye fırsat veren bir yaşamı sürdürüyor. Bunun bedeli olarak da uygarlık dışı kalmaktadır. Bunun için de Önderlik iki temel stratejik unsuru esas aldığını, bunlardan birinin tarıma dayalı beslenme, ikincisinin de dağa dayalı yaşam ve güvenlik olduğunu belirtti. Güvenliği sağlamanın yolu da, dağa dayalı yaşam olarak görülüyor. Dağa dayanmak ve tarımla sınırlı kalmak uygarlık alanındaki gelişmelerden de mahrum ve geri kalmaktır. Kürtler yüzyıllarca uygarlıktan geri kalmayı, basit bir yaşam içinde olmayı, özgürlüğün bedeli olarak kabul etmişlerdir. Ama teslim olmayı, köleleşmeyi, bu temelde uygarlık değerlerine açılmayı reddetmişlerdir. Tarihin önemli esas bir boyutu budur.

Modernite sisteminin bütün dünyayı ele geçirirken, esas Ortadoğu’yu ve onun merkezinde de Kürdistan’ı ele geçirmeye çalıştığını bilmekteyiz. “Dünya savaşları” deniliyor. İlk büyük I. Dünya Savaşı, bir Ortadoğu savaşıydı. Bu savaş, Almanya ile İngiltere arasında olsa da, Avrupa’da Avrupalı devletler arasında gerçekleşse de, savaşın asıl hedefi Ortadoğu’yu ele geçirmekti. Savaşın alanı Ortadoğu’ydu. O güçler arasında olması Ortadoğu’yu kimin fethedeceği, kimin ele geçireceğinin ortaya çıkması içindi. Dünya imparatorunun kim olacağının belirlenme savaşıydı. Sonuçta Almanya yenildi, onunla müttefik olan Osmanlı imparatorluğu dağıldı. Ortadoğu ve Kürdistan savaş galibi olan İngiltere ve Fransa’nın çıkarları doğrultusunda şekillendirildi. Ortadoğu ve Kürdistan böylece, İngiliz imparatorluğuna bağlanmış oldu. Bu fethin Kürdistan için ortaya çıkardığı sonuç, fiilen bölünüp parçalanma, ülkenin ve toplumun farklı devletlerin egemenliği altına alınması, olgunun resmen yok sayılmasıdır. Bir halk, kimlik, kültür ve ulus olarak yok etmek üzere de gerekli kırımın, soykırımın yürütülmesidir. Yok sayılan olguyu yok etmeyi hedefleyen bir soykırım sisteminin dayatılmasıdır. 

Bunda katliam da, asimilasyon da kullanılıyor. Bütün o isyanlar denen olgular aslında bir katliam girişimidir. Örneğin Dersim’e uygulanan bir soykırımdır. Öyle söylediği gibi ortada bir isyan yoktur. İsyan olduğunu söyleyen sömürgecilerdir. Bunu, gerçekleştirdikleri soykırımı biraz yumuşatmak için söylemektedirler; “karşı taraf isyan etti de biz onun için bunu yapmak zorunda kaldık” demeye getiriyorlar. Halbuki ortada isyan diye bir şey yoktur. İsyandan çok önce planlanmış bir katliam girişimi vardır. Katliama ve soykırıma karşı direnme var. Bir isyan varsa da, buna karşıdır. Yoksa başka bir şeye, normal bir durumda isyan edip de “niye bize isyan ediyorsunuz” diye bir katliam girişimi gerçekleştirilmesi söz konusu değildir. Tam tersine, isyan denilen şey, çok planlı, örgütlü bir biçimde geliştirilmek istenen soykırım saldırıları karşısında bir direnmedir. Bu da, başarısız olmuş ve kırılmıştır. Ondan sonra da soykırım rejimi, tümüyle askeri hakimiyet sağlamış, siyasi kurumlaşmasını geliştirmiştir. Ona göre de asimilasyonu oldukça örgütlü ve planlı bir biçimde dayatmıştır. Kurumsal bir asimilasyonu dayatmasının öncesinde katliamlar, askeri işgal ve fetih vardır. Benzer durumun Doğu’da ve Güney’de de geliştirildiğini bilmekteyiz. 1975 yılına kadar geldiğimizde en son İran ve Irak arasındaki Cezayir anlaşmasıyla, KDP isyanının kırılması, ezilmesi Kürdistan parçalarındaki o direncin tümden yok edilmesini, bütün Kürdistan’da kapitalist modernite hakimiyetiyle ortaya çıkartılan yok sayma ve yok etme sisteminin, soykırımın tümden hakim hale geldiğini görüyoruz. Gerisi buna karşı direniştir. 

PKK, bütün bunların sonucunda, bütün parçalarda, tarih içerisinden gelen geleneksel Kürt toplumsal duruşunun, kabile-aşiret sisteminin, onun örgütlülüğünün, öz savunmasının, direncinin bu yok sayma ve yok etmeyi ifade eden soykırım operasyonlarıyla kırılıp toplumun geleneksel yapısı, varlığı, direnci tümden ezildikten sonra, onu asimile etmeye karşı, asimile ederek yok etme sürecine karşı gelişen bir direnme hareketi olmaktadır. PKK ve 1970’lerin ortasından itibaren gelişen süreci böyle ele almak, değerlendirmek gerekmektedir. Bu anlamda Kürdistan’da yürütülen bütün direnişler, soykırımı önleme direnişleridir. Dolayısıyla meşru savunma kapsamındadırlar. Kesinlikle başkalarına saldırma, onların değerlerini yok etme ya da ele geçirme hedefine dönük değillerdir. Yok edilmek istenen bir toplumun, kültürün, kimliğin, dilin var olmak ve varlığını korumak, mümkünse özgür hale gelmek, özgürlüğünü kazanmak için yürüttüğü bir direniş oluyor. 

Önder Apo, dördüncü Stratejik dönemin temel görevini, “varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” olarak tanımladı. Bu, aslında baştan beri geçerlidir. Şu an açısından ortaya çıkan bir durum değildir. 1970’lerin ortasından bu yana PKK ve onun etrafında, Güney’de, Doğu’da gelişmiş olan bütün direnişlerin temel özelliğidir. Katliamla bilinci ve iradesi kırılmış, örgütlülüğü dağıtılmış olan, asimilasyonla da yok edilmek istenen bir halkın dil, kültür, kimlik, toprak, toplum olarak yaşamaya çalışma, varlığını koruma, var olma mücadelesi oluyor. Var olabilmek için özgür olma hedeflerini de gütmektedir. Bu bakımdan PKK’nin bütün bir mücadelesi, direnişi, geçmişteki bütün stratejik dönemler böyle bir hedefe bağlıdır. Bu hedef sadece dördüncü stratejik döneme ait bir hedef değildir. “Varlığını koruma” demek, varlığına yönelik bir tehdit var demektir. O da soykırım ve yok etmedir. Soykırıma karşı bir direniş, duruş anlamına geliyor. Bugün de bunun gündemde olması soykırım tehlikesinin ve tehdidinin sürdüğü anlamına gelmektedir. Bu yönlü inkar ve imha kırılmamış, aşılmamıştır. Kürt toplumunun toplum olarak varlığına dönük bir soykırım saldırısı söz konusudur. PKK’nin yürütmüş olduğu mücadele, buna karşı varlığını koruma, kendini savunma, güvenliğini sağlama direnişi olmaktadır. Bunu gerçekleştirebilmek için de düşüncede, iradede, örgütlemede ve yaşamda özgür olmak, kendi özgürlüğünü elde etmek gerekiyor. Ancak tüm saldırıları kıracak şekilde var-olabilmek, özgür olmayı gerektiriyor. Kırk yıllık mücadelenin ve direncin özü bu olmaktadır. 

12 Mart 1971 yılında gerçekleştirilen faşist askeri darbenin kırk birinci yılına girdik. Aslında bu darbe, Kürdistan’daki yeniden uyanışı yok etmeyi de hedefleyen bir darbeydi. Esas olarak Türkiye’deki devrimci demokratik gelişmeleri katliamdan geçirme, yok etme hedefini gütse de, onun içinde önemli bir amaç ve hedef, Kürdistan’da gençlik düzeyinde yeniden bir uyanma, uyanışa geçme, kıpırdanma durumunu da yok etmeydi. Faşist oligarşik güçler, devrimci, demokratik akım harekete geçemeden, kendileri için tehlikeyi daha gerçekleşmeden veya bütünlüklü bir yapı kazanmadan yok etmek istediler. 12 Mart darbesinin esası buydu. Despotik devletçi sistem, 12 Mart darbesiyle büyük bir saldırı hamlesi yapmış oldu. Devrimci, demokratik akımı kırdı, yenilgiye de uğrattı. O çatışmanın özü, Türkiye’nin nasıl bir yönde ilerleyeceği sorusuna cevap aramaktı. 12 Mart faşist askeri darbesi, oligarşik faşist hakimiyet sağladı. Devrimci demokratik güçleri ezdi. PKK de bu ezilme operasyonuna karşı direnmeyi temsil etti; ezilmeyen, ayakta kalan, yaşamak isteyen bir direnme çizgisi olarak günümüze kadar geldi. Her ne kadar Türkiye cephesi bu darbe karşısında ezilip dolayısıyla faşist oligarşik yapı hakimiyet kurduysa da, direniş o zaman çok zayıf olan, yeni uyanmakta olan Kürdistan toplumunda gelişerek, PKK biçiminde örgütlendi ve günümüze kadar devam etti. 12 Mart 1971 yılında gerçekleştirilen faşist askeri darbenin saldırısına karşı bir meşru savunma direnişi, demokratik direniş oluyor. Türkiye açısından da anlamı budur. Türkiye demokrasisi için bir öz savunma direnişidir. Kürt toplumu için ise soykırıma karşı varlığını koruma hareketi olmaktadır. Bu ’70’lerde sözle oldu. O dönemde daha çok bilinç, söz, ideoloji ön plandaydı. Silah, siyaset onun ardından yeni yeni kullanıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesine karşı silahın öne çıktığı bir direniş, meşru savunma savaş oldu. PKK, gerillalaşarak bunu gerçekleştirdi. 1990’ların ortalarından günümüze kadar siyasi yönü ağır basan bir direniş oldu. Varlığını koruma mücadelesi oldu. 

Şimdi bu hedef 2010 yılı itibariyle yeni bir direniş mücadelesi temelinde gerçekleştirilmek isteniliyor. “Varlığını Koruma ve Özgürlüğünü Kazanma”, Devrimci Halk Savaşı olarak tanımlanan, bütünlüklü, topyekûn meşru savunma direnişi diyebileceğimiz bir direniş mücadelesiyle gerçekleştirilmek isteniliyor. Çünkü soykırım rejimi saldırılarını sürdürüyor. İnkar ve imha sistemi tümüyle kırılıp aşılamamıştır. Kürtler için soykırım tehlikesi, saldırıları devam etmektedir. Özgürlük yoktur. Köleliğin en ağırı yaşatılmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla da geçmiş dönemdeki mücadelelerle sağlanan birikimlere de dayanarak, onlar üzerinde geçen dönemlerde başarılamayanı başarmak ya da her dönemde kısmen başarılmış ama tam sonuca götürülememiş olanı, böyle yeni bir dönemle, tam sonuca götürmek üzere yeni bir stratejik dönem içine giriliyor. İşte dördüncü stratejik dönem olarak kastettiğimiz mücadele bu olmaktadır. Bunların hepsi bir meşru savunma savaşı, direnişidir. Kürdistan’da 1970’lerin ortasından bu yana gelişen mücadelenin tümü inkar ve imhaya karşı, soykırım saldırılarına karşı varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma direnişidir. Çeşitli dönemlerde, o dönemin koşullarına göre bu direniş yapılanmıştır. Üç stratejik aşamadan geçmiştir. Şimdi dördüncü stratejik aşamayla bu direniş daha büyük bir sonuca, başarıya götürülmek istenilmektedir. Daha doğrusu varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanmak üzere geliştirilmiş olan meşru savunma savaşında sonuca gidilmek, zafere ulaşılmak hedeflenmektedir. 

Her dönemin kendine göre özellikleri ve farklı koşulları vardır. Bu koşullar mücadelenin farklı boyutlar almasını, farklı özellikler kazanmasını getiriyor. Ayrı stratejik dönemler olması buradan ileri gelmektedir. Mücadelenin yol ve yöntemlerindeki değişiklikleri içeriyor. Üçüncü stratejik döneminin varlığını koruma ve özgürleşmede kalıcı bir sonuç elde edememesi sonucunda yeni bir stratejik mücadele dönemine girmiş bulunuyoruz. İşin özü ve esası bu olmaktadır. Tarihsel olarak, insanlık tarihi açısından da, savaş ve meşru savunma savaşı açısından da, Kürdistan tarihi ve Kürdistan’da işgal, istila, saldırı, inkar, imha ve soykırıma karşı direniş açısından da anlamı ve tanımı bu olmaktadır. PKK’nin yürüttüğü direniş mücadelesi içerisindeki yeri de budur. Bütün bunlarla bir bağı vardır. 

Dördüncü stratejik dönemin ne olup olmadığını, görevlerinin, yöntemlerinin nasıl olup olmadığını doğru anlayabilmek için onu böyle bütünlüklü görebilmek gerekiyor. Başarıyla uygulamak da doğru anlamayı getiriyor. Başarıyla uygulayabilmek için, bu stratejik dönemi başarıya götürebilmek için, doğru ve derinlikli, yeterli anlamak gerekmektedir. Doğru ve yeterli anlamak da bu biçimde bütünlüklü bakabilmeyi gerektiriyor. Hem savaş ve meşru savunma savaşı tarihleri açısından hem de Kürdistan tarihi açısından yerini, konumunu böyle ortaya koyabilmek, tarihsel bir bakışla ele alabilmek, tarih içerisinde bir yere oturtabilmek gerekiyor. Doğru anlayabilmemiz her şeyden önce bununla mümkündür. Bu konuda kopuk, parçalı, yüzeysel, güncel bir bakış içinde olunmamalıdır. Tarihsel bakıştan kopulmamalıdır. Öyle olursa kesinlikle doğru ve yeterli bir anlama düzeyi gelişmeyecektir. Yeni stratejik dönemi doğru anlayabilmek gerekiyor. Onu PKK tarihi, Kürdistan tarihi, insanlık tarihi içerisinde bir yere oturtamazsak, o zaman bu stratejik dönemin ne anlama geldiğini, neyi hedeflediğini, niçin gerekli olduğunu anlayıp kavrayamayız. Bunu kavrayamazsak da taktiklerini, tarzını ve stratejisinin içeriğini kavrayamayız. Bu durumda da başarılı pratik yapamayız. Bu stratejik mücadeleyi yerinde, zamanında, doğru, etkili, başarılı bir biçimde yürütemeyiz. Demek ki başarılı olabilmek için anlamak gerekiyor. Yeterli, derinlikli anlamaya kesinlikle ihtiyaç vardır. Bu stratejik dönemi anlayabilmemiz için de elbette ki, onu her şeyden önce tarihsel bütünlükle ele alabilmek, tarihteki yerini, konumunu, fonksiyonunu doğru ve yeterli görebilmemiz gerekiyor. Ancak böyle görebilirsek Devrimci Halk Savaşı Stratejisi’nin ne olduğunu, neyi amaçladığını, niçin gündeme geldiğini yeterince anlarız. Bunları anladığımız ölçüde de bu dönemin başarıyla pratik yapan militanları, komuta ve savaşçısı haline geliriz, eylemcisi oluruz.

Hiç yorum yok: