19 Temmuz 2011 Salı

Devlet Aygıtları, İktidar Partisinin Siyasal Gündemine Daha da Bağımlı Hale Gelecek

Doç. Dr. Bryan Evans, Kanada’da Ryerson Üniversitesi’nde Siyaset ve Kamu Yönetimi bölümünde öğretim üyesi. Şu anda Kanada Kamu Yönetimi Enstitüsü (IPAC) adına, bakan yardımcılarının sosyal profillerini konu alan yıllık çalışmalar gerçekleştiriyor. Aynı zamanda Administrative Sciences; Alternate Routes: A Journal of Critical Social Research; ve Socialist Studies: The Journal of the Society of Socialist Studies dergilerinde yayın kurulu üyeliği yapıyor. Relay: A Socialist Project Review’in de yayın kurulu üyesi. Evans’la hem kapitalist devletin iç hiyerarşisinde gözlemlenen değişimler üzerine hem de Türkiye’de seçimlerin hemen öncesinde kanun hükmünde kararname ile oluşturulan yeni bakanlıklar ve bakan yardımcılığı mekanizmasının sınıfsal işlevi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Kamu yönetimindeki dönüşümlere devletin sınıfsal karakterindeki değişimler, krizler ve sermaye birikimi üzerinden bakmak isteyenler için ve elbette bugünü anlamak için iyi bir başlangıç olabilir, takdir elbette okuyucularındır.

* * *

"Akademi Politik" Söyleşileri I: Bryan Evans (Doç. Dr., Ryerson Üniversitesi, Siyaset ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi, Kanada)

"Devlet aygıtları, iktidar partisinin siyasal gündemine daha da bağımlı hale gelecek"



Deniz Yıldırım: Bryan, ilk olarak bize neoliberal zamanlarda devletin yapısında gözlemlenen genel dönüşümleri özetleyebilir misin? Bu neoliberal yapılandırma sürecinde ne gibi sınıfsal etkiler daha görünür oldu mesela?


Bryan Evans:
Genel olarak devletin zirvesinde, siyasal iktidarın ve karar verme gücünün giderek merkezileştiğini görüyoruz, bu siyasal yönelime hızla yanıt verebilen bir “şirket yönetimi” anlayışının yaratılması konusunda idari vurgularda yoğunlaşma gözlemleniyor ve elbette “rekabet”i iyileştirmekle ilişkili olan devlet kurumlarının da güçlendirilmesi arayışları belirginleşiyor bu süreçte.

Aslında burada gayet açık siyasal amaçlarla uyumlu bir mantık söz konusu. Kısacası, bu durum merkez kapitalist devletlerde özellikle böyle, çünkü savaş sonrası dönemde oluşturulmuş siyasal uzlaşma hattının yarılması, aşındırılması gerekiyor sermaye açısından. Neoliberal karşıdevrim, devletin merkezi tarafından yürürlüğe konuldu ve bu süreç devam ediyor. Bu durum, siyasa birliğini temin etmek için devletin merkezinden gelecek politik yönlendirmeyi daha büyük bir ihtiyaç haline getiriyor. İtaatkâr, uysal bir yönetim kadrosu oluşturulması yönündeki arayışlar bunun için çok stratejik. Çünkü bu kadrolar devlet eliyle değişimi temin etmenin taşıyıcı ajanları görevini üstleniyor.


Bu noktada sınıfsal yansımalara bakmak gerek ki bu etkiler açık biçimde her yerde, özellikle de artan eşitsizlik ve kutuplaşmada görülebilir. İdeolojik düzeyde ise neoliberal karşıdevrimin neredeyse normal ve doğal gibi karşılanmasına neden olan bir hegemonik onay var. Bu özellikle sosyal demokratlar için geçerli diyebilirim.



Bu noktada 2008 krizi aklımıza geliyor. Bu hegemonik onayda bir aşınma yok mu? Krizin devlet aygıtı ve genel olarak kamu yönetimi mimarisinde doğurduğu dönüşümleri nasıl görüyorsun?


2007-2008 döneminde başlayan mali krizin etkileri çok büyük ve bunun henüz tam olarak anlaşıldığını düşünmüyorum. Ancak birçok kişinin söylediği ve dilediği şey olan ‘neoliberalizmin sonu’ tezinin aksine, ben neoliberalizmin bu krizle birlikte yeni bir diriliş, bir yeniden doğum yaşadığını öne süreceğim.


Sonuçta ABD’de konut kredisi krizi olarak başlayan kriz, neredeyse tüm dünyada bir kamu sektörü krizine dönüştürüldü. Bu suçlu arama konusundaki dönüşüm oldukça etkili. Artık İrlanda’dan İngiltere’ye, ABD’den Yunanistan’a, Kanada’ya ve diğer ülkelere bakınca bir şey çok daha açık olarak görülebiliyor. Krizin maliyetinin kamuda çalışan emekçiler tarafından ödenmesini ve daha ileri gidelim, kamu hizmetlerinin kısıtlanması yoluyla halk tarafından üstlenilmesini istiyorlar. Sermaye açısından kamuda kemer sıkma, önümüzdeki on yılın (daha da uzun olabilir) gündemini oluşturacak. Egemen sınıflar hemen her yerde, kamu işkolundaki sendikaları zayıflatmak ve yeniden dağıtımcı sosyal programları küçültmek için bunun tarihsel bir fırsat olduğunu anlamış durumda.


Kamu yönetimi mimarisine gelince. Devlet aygıtında özellikle kamusal hizmetlerin üretimi ve üstlenilmesinde bir yeniden yapılanma gözleneceği kesin. Özellikle bunu bazı kamu hizmetlerini taşeronlaştırma, özelleştirme ya da tamamen ortadan kaldırma yoluyla yapmayı amaçlayacaklar. Kamuda çalışan emekçiler, başta geçici sözleşmeler ve kısmi zamanlı çalıştırma yöntemleri aracılığıyla daha fazla esnekleştirme tehdidine maruz kalacaklar. Bunun önceki döneme göre daha ileri düzeyde olacağını görmek gerek. Dahası, kamu hizmetlerinin siyasa oluşturulması sürecindeki rolü daha da geriletilmek istenecek. Siyasal kadrolar karar süreçlerinde büyük danışmanlık şirketlerine, bankalara ve diğer sektörlere daha bağlı hale gelecek. Bu sektörlerin rolü “dışarıdan danışman” gibi işletilecek.



Bu anlattıkların açık biçimde sınıf karakteri belirgin bir devletin karar süreçlerinde otoriterleşmesine tekabül ediyor. Bu durumda egemen sınıfların demokrasi retoriğine hala yaslanabileceklerini düşünüyor musun?


Demokrasi retoriğini sürdürecekler elbette, ancak uygulama demokrasi dışında her şeye benzeyebilir. Buradaki paradoks, ki bunu özellikle Kanada için de söylüyorum, hemen her noktada hızla yoğunlaşan bir otoriter gidişe tanıklık etmemizde yatıyor. Tabii bunu meşru seçimlerde ve çok partili demokraside gözlemlediğimizi de ekleyelim. Partiler hemen tüm konularda aynılaşırken sadece tarzda farklılaşıyorlar. Bu nedenle devletin sınıf karakterinin tüm açıklığıyla görünür olduğu bir dönemdeyiz. Ve biz solda yer alanlar, bu keskin dönüşüm üzerinden egemen siyaset karşıtı bir alternatif örgütlemekte henüz çok da etkili değiliz.



Bu sınıfsal karakter konusu üzerinden devam edelim. Diyorsun ki kamu yönetiminde giderek artan bir merkezileşme ve şirket tipi yönetişim anlayışı hâkim kılınıyor. Bunu açar mısın, egemen sınıflar yönetişim mekanizması eliyle neden karar süreçlerine doğrudan müdahil olma yolunu seçiyor?


Açıklıkla söylemek gerek, neoliberal karşıdevrim, aslında Gramsciyen anlamda bir pasif devrim; yani yukarıdan aşağıya işleyen bir devrim-restorasyon. Margaret Thatcher bunu gayet net biçimde kavramıştı. Üst düzey kamu bürokrasisinin, kendi hedeflerini paylaşması gerektiği konusunda netti. Yaptığı hemen her atamada neredeyse sorduğu tek soru şuydu: “bizden biri midir?”. Kişinin Muhafazakâr Parti’den olması da tek başına bir ölçüt değildi onun için. Hatta Thatcher bunu çoğu zaman umursamadı bile. Onun için esas önemli olan şey, atadığı kadroların sorunlara ve çözümlere nasıl yaklaştığıydı. Yani diğer bir ifadeyle, ideolojik olarak uyumlular mıydı yoksa değiller miydi? Onun ve çevresinin yoğun biçimde gözettiği şey buydu.


O zaman şunu net biçimde belirtmeliyiz. Eğer neoliberal karşıdevrimi bu şekilde anlarsak, yani İkinci Dünya Savaşı sonrasında sermaye, emekçi sınıflar ve devlet arasında oluşturulan sosyal demokratik uzlaşmaya karşı bir devrim olarak ele alırsak neoliberalizmi, o zaman yüksek düzeyde bir merkezileşmenin devletin iç hiyerarşisinde zorunluluk haline geleceğini de anlamamız gerekir.
Bu artık siyasa oluşturma ve siyasal uyumu aygıtlar arasında sürdürme meselesidir. Yani karşıdevrimi, farklı noktalardan alevlenebilecek direniş noktalarının parçalayıcı saldırılarına, etkilerine karşı korunaklı hale getiren bir merkezileşmeden söz ediyoruz. Ve bu artık hemen her yerde gözlemlenen uygulama şekli halini aldı. Yürütme aygıtı siyasa oluşturuyor ve diğer tüm devlet aygıtları uygulamaya bağlılığı temin edecek şekilde kendilerini uyumlulaştırıyor.

Neoliberal siyasetçilerin ve danışmanların derinden inandıkları bir görüş daha var. O da kamu görevlilerinin kimisinin emekçi sınıf konumlarıyla ilgili, kimisinin meslekleriyle bağlantılı ya da bazılarının da sermayenin diğer fraksiyonlarıyla alakalı farklı çıkarlar tarafından etkilenebileceği inancı. Bu nedenle kamu görevlilerinin siyasa süreçlerinden dışlanması ya da bu etkinin en aza indirilmesi onlar için bir zorunluluk.



Söylediklerin Poulantzas’ın 70’lerin sonunda ortaya attığı “otoriter devletçilik” analizleriyle örtüşüyor. Soruyu bu nedenle biraz genişleterek şöyle biçimlendireyim: Sence yürütmenin yasama karşısında ve Poulantzas’ın ifadesiyle “uzmanlaşmış ekonomik aygıt”ın da diğer aygıtlar karşısında gücünü arttırması mı söz konusu sadece, yoksa kapitalist devletin iç hiyerarşisindeki değişimlere bakarken yeni bir anlayış mı geliştirmemiz gerekiyor?


Bence her ikisi de geçerli. Sonuçta yasamanın gücündeki aşınma artık tartışma konusu bile değil. Ve bir diğer boyut ise devletin, toplumun siyasal olarak zayıf kesimleriyle uzlaşmaya varma konusundaki niyetinde ciddi bir gerileme var. Artık her yerde siyasal kararlar, emekçinin aleyhine olan ve sermayenin özgürlüğünü arttırmayı amaçlayan “rekabet”e hizmet edip etmediğine bakılarak biçimlendiriliyor.


Bir şey eklemeliyim. Refah devleti uygulamalarının geriye çevrilmesinde büyük siyasal zorluklar da var. Thatcher bile Ulusal Sağlık Sistemi’ne cepheden bir saldırının intihar anlamına geleceğini biliyordu. Böylesine birçok alan var ve sonuçlar belirsiz. Sendikalar ve işçi sınıfı, gelmekte olan saldırı dalgasına nasıl karşı koyacak, işte bu hayati önem taşıyor. Çünkü bir direniş yoksa, kriz de yoktur. Yunanistan’da son dönemde yaşananlar bu hakikati bir kere daha gösterdi. Şöyle düşün: Eğer Yunan işçi sınıfı geri çekilseydi ve kendisine dayatılan kemer sıkma politikalarını kabul etseydi, biz bu konuda bir kelime daha fazla duymayacaktık. Yunan halkının sokaklara taşıdığı ateş, egemen sınıflar tarafından nasıl ilerlemek gerektiği konusundaki stratejileri yeniden gözden geçirme zorunluluğu olarak algılandı. Ama emin olalım, devam edecekler. Ayrıca ABD bu noktada izlenmesi çok ilginç bir örnek olacak. Madison olayı, kitlesel direnişin ABD’de bile potansiyel olarak varlığını koruduğunu gösteren önemli bir işaretti. Oradaki sorun başka: politik vizyon yok, strateji yok ve örgüt yok. Her yerde egemen sınıflar birlik içinde, işçi sınıfı ise bu birliğin çok gerisinde.



Şimdi sözü Türkiye’ye getirmek istiyorum. Şu anda kabinede ciddi bir yeniden yapılanma söz konusu. AKP ekonomi alanında yeni bakanlıklar oluşturdu ve bakan yardımcılığı sistemini getirdi. Sen Kanada’da devlet elitleri ve bakan yardımcılığı kurumu üzerine çalışmalarınla da tanınıyorsun. Her şeyden önce bize kapitalist devlet açısından bakan yardımcılarının rolünü özetleyebilir misin?


Elbette. Bakan yardımcıları, normal şartlarda bakanlık ofisi ile kamu hizmeti sistemi arasındaki arayüz gibidir. Bir tür bağlantı noktası gibi. Yani bakan yardımcılarını kurumsallaşmış devleti seçilmiş yöneticilere bağlayan doku olarak görebiliriz. Rollerine gelince. Buradaki amaç, devletin idari yapısında gözlemlenen tüm işlevleri, kararların uygulanmasını seçilmiş yöneticilere bağlı olarak sürdürmektir.



Burada çizdiğin tablo, idari düzeydeki işlevlerle bağlantılı diyebiliriz. Acaba artan merkezileşmenin ve şirket tipi yönetişim mekanizmalarının yürürlüğe konmasının, bakan yardımcılarının işlevlerine dönük, sınıfsal karakterine dönük bir değişiklik yaratıp yaratmadığını söyler misin?


Aslına bakarsan mevcut durum, tam da böyle bir değişikliğe işaret ediyor. Kanada üzerinden şunu söyleyebilirim: Kanada’da bakan yardımcıları genellikle bir ya da iki siyasa alanında kariyer yapmış, gözde ve deneyimli bürokrat kadrolardan seçilir. Çünkü teknik detayları iyi bilirler ve o siyasa alanına özgü politikalara da hakimdirler. Çoğu zaman sorunları çözmek için bilgilerini, deneyimlerini ve siyasal bağlantılarını kullanırlar. Mevcut şartlarda ise, artık bakan yardımcıları daha çok bir şirket işlevi görüyor. Artık birçoğu herhangi bir siyasa alanında uzmanlaşmış kişiler değil ve yine birçoğu siyasal aktörleri tanımıyor. Bunun yerine, iktidardaki parti ve hükümetin genel çıkarına hizmet ediyorlar. Devletin neoliberal karakteri ortada, sosyal demokratlar dahil tüm düzen partilerinin kapitalizmin neoliberal biçimi ile uyumu da aşikarken, bakan yardımcılarının bu büyük uzlaşmanın dışında olduklarını düşünmek imkansız. Neoliberalizmin devlet içindeki taşıyıcı ajanlığını yapıyorlar diyebiliriz bu nedenle.



Türkiye’de yürütme önemli bir yeniden yapılanma sürecinden geçiyor ve bunun ciddi sınıfsal yansımaları var. Önce durumu özetlemek için Başbakan Erdoğan’ın açıklamasını aktarayım sana: “Bakan yardımcıları milletvekilleri dışından, atama yoluyla görevlendirilecek. Bu yardımcılar, hükümetle gelecek ve hükümetle gidecek. Bakan yardımcıları, işlerinin uzmanı, sektörü bilen, bakanlık faaliyetlerinin daha verimli ve süratli yürütülmesini sağlayacak kişilerden seçilecek. Özel sektörden de bu makama atama yapılabilecek… ‘Üniversite mezunu şartı yok. İlkokul mezunu da bakan yardımcısı olabilecek. Aslolan, kendini gerçekten piyasalarda ispat etmiş, çok başarılı olması. Mesela Türkiye’de öyle işadamları var ki bakıyorsun ilkokul, ortaokul mezunu. Yabancı dili yok ama başarılı . Rahmetli Sakıp Ağa’nın durumunu düşünün. Vehbi Koç’un durumunu düşünün’ diyen Erdoğan, sözlerine şöyle devam etti: ‘Bunlar üniversite mezunu değillerdi ama Türkiye’nin bir, iki numarasıydı. Hatta öyle zamanlar oldu ki ‘bunlar vali olmaz mı, büyükelçi olmaz mı’ diye tartışılmıştı. Dolayısıyla bu şekilde başarılı birçok insan olabilir. Bunlar, gerek bakanların gerek başbakanın müşterek değerlendirmeleri sonucu cumhurbaşkanına takdim edilecek. (http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/17988199.asp).” Senden bu yeni yapılanmaya dair ipuçları üzerinden kapitalist devletin ve yürütmenin dönüşümü üzerine yorumlar yapmanı isteyebilir miyiz?


Erdoğan’ın önerdiği şey, Kanada’daki sistemden keskin bir kopuş değil aslında. Temel farklılıksa şurada: önerdiği sistem, açık biçimde siyasal karakterde, siyasal motivasyonun belirleyici olduğu atamalar yapmakla mümkün. Yani, Amerikan modeline daha yakın. Bununla birlikte, Kanada’da bile, atamaların arkasında partizan bir gerekçe bulmak mümkün. Ancak Kanada’da bakan yardımcılarını ele alalım mesela: genelde bu kişiler kamu hizmetinden, bürokrasiden gelirler. Erdoğan’ın açıklamasındaysa önemli bir fark var: üst düzey kapitalistleri, kapitalist yöneticileri bu konuma atamakta özgürlük istiyor. Bunun bir yansıması, insanların artık kamuda uzun vadeli bir kariyer beklentisi içine girmemeleri olacaktır. Atanacak bakan yardımcıları ise açık biçimde başbakanın güdümünde olacaklar. Bu, kuşkusuz ki köklü kültürel ve yapısal değişiklikler meydana getirecektir. İş dünyasından gelen kapitalistlerse, hayal edilebileceği üzere, buradaki anlayışı kamuya dayatacaklardır. Çünkü özünde kamu hizmetini daha çok özel sektörün karlılığını arttırmanın ve piyasalaştırma potansiyelini kuvvetlendirmenin bir aracı olarak görüyorlar.


Hemen hemen tüm Kanadalı bakan yardımcıları, ki bölgesel ya da merkezi düzeyde bu değişmez, zorunluluk olmamasına rağmen bir üniversite diplomasına sahiptir. Erdoğan’ın söyleminde göze çarpan bir diğer fark da bu. Erdoğan’ın bakan yardımcısı olmak için bir üniversite diplomasının gerekmediğini söylemesi aslında epey ideolojik bir söylem. Gerçekte söylemeye çalıştığı şey şu çünkü: Bu işadamları, çok fazla düşünen üniversite diploması sahibi kişilerin aksine, eylem ve başarı adamlarıdırlar. Başladıkları işi başarıyla bitirirler.



Türkiye’de uygulanacak modelin Amerikan modeline yakın olduğunu söylüyorsun. Kapitalist ilişkiler içinde tuttukları yeri de gözeterek, Amerika’daki bakan yardımcılığı modeli hakkında bizi bilgilendirir misin?


Evet, gerçekten de öyle düşünüyorum. Okuduklarım, bende Türkiye’nin Amerikan modelini benimsediği izlenimini güçlendiriyor. Eğer bu doğruysa, üst düzey yöneticilerin, Türkiye’de hükümetlerin değişen partizan yüzlerine göre belirleneceğini, göreve onlarla gelip onlarla gideceklerini anlayabiliriz. Bunun doğal sonucunu size söyleyeyim: devlet aygıtları, iktidar partisinin siyasal gündemine daha da bağımlı hale gelecektir. Bu işin siyasal yanı. Diğer taraftan, devlet içindeki en stratejik alanlar, mesela maliye, ekonomik kalkınma, doğrudan sermaye ile yakın bağı olan ve dünyayı sermayenin gözünden yorumlayan kişilerce yönetilecektir. Bu bakımdan şunu rahatlıkla söyleyebilirim: devlete yön veren zihinsel rehberle, sermayenin zihinsel rehberi aynı olacaktır.



Bryan, sen özellikle ilerici sol, sosyalist akademisyenlerin kamu yönetimi mimarisinde, devletin iç hiyerarşisinde meydana gelen değişimleri yeterince önemsememelerini eleştiriyorsun. Sana göre bu alan oldukça verimli bir alan. Bu noktada görüşlerini açabilir misin?


Kamu yönetimi, inceleme ve uygulama bakımından stratejik bir alan. Egemen sınıflar bunu çok iyi biliyor. Solda yer alan akademisyenler ve aktivistler için de, devletin nasıl işlediğini bilmek önemli bir görev. Onu değiştirmek, kontrol altına almak için onun işleyişini de anlamak gerekiyor. Bence bu noktada sol-sosyalist aydınların üzerinde düşünmesi ve yanıtlar geliştirmesi gereken önemli sorular da var. Mesela devletin iç birliği nasıl sağlanıyor? Devletin demokratikleşmesi nasıl sağlanabilir? Devlet içindeki ideolojik ortodoksi nedir ve bu gerçekten hegemonik midir? Devlet içindeki stratejik alanlar nereleridir? Bakanlar Kurulu mu, başbakanlık ofisi mi yoksa Maliye Bakanlığı mı? Bunlar arasındaki koordinasyon nasıl sağlanır ve bakanlıklar arasındaki ilişkileri nasıl biçimlendirirler? Bürokrasi karşısında siyasal kadroların rolü nedir? Devrimci koşulların olmadığı bir ortamda, sol, hükümette yer alarak ne yapabilir? Ben bu soruların çoğaltılması ve yanıtlanması gerektiğini düşünüyorum.



Son soru. Hep sorunlardan söz ettik. Ancak hayat bize bir de çözüm örgütlemeyi dayatıyor. Bu noktada söyleşinin başında sarf ettiğin bir cümleyi hatırlatmak isterim. İdeolojik düzeyde, neredeyse normal ve doğalmış gibi kabullenilen bir hegemonyadan söz ettin. Bu hegemonya etkisini kaybetmeyecek mi? Bu noktada karşı hegemonya seçenekleri neler? İradeyi iyimser kılacak örnekler yok mu?


Aslına bakarsan benim atıf yaptığım ideolojik hegemonya, Kanada’da her zaman olduğundan çok daha güçlü durumda şu anda. Elbette Euro bölgesindeki olaylar ve Obama’nın ABD borçları konusunda Cumhuriyetçilerle anlaşmaya çalışması bu durumu değiştirebilir. Kanada’da, devletin neoliberalleşmesini önleyebilmek adına şartlar pek de iyi değil. Bazı kamu işkolu sendikaları, büyük şirketlerin karlarına vergi indirimi yapılırken kamu hizmetlerinin kısıtlanmasını protesto etmek için çok etkili bir medya kampanyası yürüttüler. Ancak şu noktada açıklıkla söyleyebilirim ki Kanada emek hareketi oldukça edilgen. Verilen mücadelede daha çok savunma pozisyonunda kalıyor. Ancak diğer taraftan tabii ki başka ülkelerde yürüyen çok ciddi mücadeleler var. Yunanistan’ı ve Venezüella’yı düşünelim mesela. Venezüella’da Hugo Chavez, politikalarını uygulayabilmek için resmi devlet aygıtına paralel bir devlet aygıtı inşa etmek zorundaydı ve yaptı da. Bunlar ciddi dersler. Eğer sol, gerçek anlamda hükümet olmak ve devlet iktidarını eline geçirmek istiyorsa, idare ve siyaset geliştirme konusunda çok daha fazla şey öğrenmek zorunda.



Bryan, bu yararlı söyleşi için çok teşekkür ederiz.


Ben teşekkür ederim.



* Söyleşiler ve çeviri: Deniz Yıldırım (Yrd. Doç. Dr. Ordu Üniversitesi Ünye İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi)

Hiç yorum yok: