İran’ı bir açık hava hapishanesine çeviren militarist rejim, 2005’ten
beri aralıklarla yaptığı gibi, Federe Kürdistan’a ve İran Kürdistanı’na
eşzamanlı operasyonlar düzenlemeye başladı. Kimi yorumlara göre bu
operasyonlar Suriye ve Türkiye’nin bilgisi dahilinde yürütülüyor.
Aralarındaki ideolojik ve tarihsel farkları unutarak, Kürtlere karşı
istihbarat paylaşımı, lojistik destek alışverişi gibi işbirliği adımları
atabilen üç ülkenin, miadı çoktan dolan bu yöntemlerle varabilecekleri
bir yer yok. Suriye’nin bu rejim yapısıyla kendisini yeniden üretmesi ve
meşruiyet krizini çözebilmesi imkansız görünüyor. Benzer bir meşruiyet
krizi İran’ı pençesine almış durumda. Türkiye, sınırlı demokratik
tecrübesi nedeniyle bu iki ülkeye göre, artık işlemeyen inkarcı, tekçi
modelini dönüştürme şansına en fazla sahip görünen ülke. Türkiye’nin
seçilmiş ve seçilmemiş seçkinlerinin verecekleri tarihi kararlar,
alacakları riskler, artık tarihe karışmakta olan eski Ortadoğu kabuğunu
üzerimizden atabilmemizi mümkün kılabilir. Tarih, mümkün olanın hayata
geçirilemediği çok sayıda örnekle dolu olmakla beraber, siyasetin,
mümkün olanı gerçekleştirme sanatı olduğuna inanmak istiyoruz...
İran’da tekçi modele yönelim
Bu yazıda 1979 İslam Devrimi’nden sonra İran rejimi ve Kürtler arasındaki ilişkilerin kısa bir değerlendirmesini sunmaya çalışacağız. Tıpkı imparatorluk sonrasının Türkiyesi gibi, İran’a oldukça dar, renksiz ve kokusuz bir ulus-devlet ceketi giydirmek, büyük gerilimlere ve acılara yol açtı. Ne var ki, İran’ın trajedisi bu dar ulus-devlet ceketine sıkıştırılmasıyla bitmedi. Ülke 1979 İslam Devrimi’yle yeni bir çılgınlığa zorlandı ve tekçi bir din anlayışı, Şiiliğin katı ve devletçi bir tanımı üzerinden topluma dayatıldı.
Oysa İran halkları, tarihleri boyunca merkeziyetçiliğe direnmiş, devleti ele geçiren farklı hanedanlıkların toplumda kök salmalarına izin vermedikleri direniş yöntemleri geliştirmişlerdi. Bir dini anlayış, devlet çıkarlarıyla fazlasıyla özdeşleşmeye başladığında, toplum kendi dini yorumuyla yanıt vermiş, böylece İran, dini çoğulculuğun ve sentezciliğin beşiği haline gelmişti.
Tuhaf olan, “modern” adı verilen ve bu niteliğiyle övünülen zamanlarda, tarihin bu çoğul mirasının hor görülmesi ve insanların İran gibi bir ülkede tekçiliğe zorlanmalarıydı. Son otuz yıl, bu tuhaflığın “ilerleme” adına parlatılmasının artık inandırıcı bulunmadığı, sorgulandığı bir dönemeç oluşturdu. Kendisi adına konuşulan, “geri, tarih dışı” olduğuna karar verilenler, tarihin sahnesine özne olarak dönmeye başladılar. Bu uyanışın, insanların içinde boğulmadıkları, yaratıcılığa ve özgürlüğe zemin sunan bir yöne evrilmesi için daha çok mücadele etmek, geçmişten çok iyi dersler çıkarmak gerek.
Reformcular ve Kürtler
İran toplumu, 79’a kadar Şah zulmünden, daha sonra ise Şah’ın molla kisvesine bürünmüş halinden başka bir şey olmayan Ruhani Önder’lerden çok çekti. Özgür ve demokratik bir toplum ne olduğunu ve ne olmadığını çok iyi biliyor. Bu çürümüş rejimi tarihe havale ederken, bir başka despotizme savrulmamak için, Kürt hareketinin geliştireceği stratejiler kadar, Reformcuların ve diğer muhalefet unsurlarının, Kürtlere karşı nasıl tutumlar geliştirecekleri de belirleyici olacaktır.
İran’ın yukarıda bahsettiğimiz laik ve dini otoriterlik dönemlerinin en bariz mağdurlarının Kürtler olması elbette tesadüf değildi. Çoğunluğu Sünni inanca sahip Kürtler, hem ulus-devlet hem de tekçi Şiiliğin en bariz mağdurları haline geldiler. İran haritasına baktığımızda trajik bir durum ortaya çıkar. Fars unsuru daha çok iç bölgelerde tutunurken, Kuzeybatı ve Kuzey sınırlarında, Kürt ve Azeriler meskundur. Irak sınırındaki Kuzistan’da Araplar, Pakistan sınırında Beluciler gibi pek çok halk, sanki İran’dan sınırlara doğru merkezkaç koşullarında yakalanmış, ama durulmamış kısrakları andırmaktadırlar. Yapılan projeksiyonlara göre 70 milyonluk İran’ın sadece yüzde 51’i Fars kökenlidir. Azeriler yüzde 24, Kürtler ise yüzde 7’lik bir oranda görünüyorlar. Kürtçe konuşanların oranı yüzde 9 olarak tahmin edilirken, Kürt nüfusunun da yüzde 9-10 arasında, yani 7 milyon civarında olduğunu düşünmek mantıklı görünmektedir. Bu çoğul ülkenin modern zamanlara kadar bir arada kalabilmesi, Fars kültürünün ve Şiiliğin birleştiriciliği yanında, bu unsurların kendi kendilerini yönetme anlamındaki geleneksel tecrübeleriyle de yakından ilişkiliydi. Böylesi tarihsel bir tecrübeye sahip olan Kürtlerin, günümüzde resmi adı Kürdistan olan bir eyaletin yanı sıra, Kermanşah, İlam ve Batı Azerbaycan eyaletlerinde meskun oldukları görülmektedir. Beluciler gibi Kürtlerin de iktisaden en geri bırakılmış halklardan olması, en az bir milyon Kürdün, Tahran’ın gettolarına akın etmesiyle sonuçlanmıştır.
Kırk katır mı kırk satır mı?
Kürtlerin 1979 İran Devrimi’nin otoriter karakterini ilk fark eden grup olmaları da tesadüf değildir. Devrime iştirak eden, devrim sonrası Kürt bölgelerindeki Halk Şuraları’yla pek çok yerde yönetimi fiilen ele geçiren İran Kürdistan Demokrat Partisi (İKDP), oldukça erken sayılabilecek bir dönemde, Mart 1979 Referandumu’nu boykot kararı almıştı. Daha yeni anayasanın hazırlanma sürecinde oluşturulan Uzmanlar Heyeti’ne Kürtlerin temsilci göndermeleri engellenmişti. Böylece İslamcı, sağcı veya solcu pek çok siyasal çevrenin Kürtlere bakışlarında benzer olumsuz refleksler taşıdıkları ortaya çıkmaktaydı. Mart 1979 Referandumu, aslında “kırk katır mı kırk satır mı?” özdeyişini haklı çıkaracak biçimde sadece, “İslam Cumhuriyeti ve Monarşi” seçeneklerini sunuyordu. Azımsanamaz sayıda Kürt, bu tuzağa düşmedi. Zaten bölgesel özerklik talepleri de karşılanmamıştı. Ne var ki, bu tavır alışın çok ağır bir siyasi bedeli oldu. Ruhani Önder Humeyni’nin tepkisi, “ayrılıkçılığa karşı cihat ilan etmek” olacaktı.
On bin Kürt katledildi
1980’lerin bu “cihadı” sonucunda 10 bin Kürt katledildi. Gezici Devrim Mahkemeleri’nde yargılanan Kürtler, hızla kurşuna diziliyorlardı. Bu idamların gizlice resminin çekilip New York Times’a ulaştırılmasıyla, 20. yüzyılın en çarpıcı kapaklarından birisi ortaya çıkacaktı. Yıllar sonra bir arşiv taramasında karşıma çıkan bu resim şahsen Kürtler konusunda düşünmeye başlamamda en büyük etkendir. Bu resimde saniyeler sonra kurşuna dizilecek bir Kürt genci, olanca gururuyla elini kalbinin üzerine bastırmış, cellatlarına vicdan azabı salarken, yoldaşlarına da unutmama sorumluluğunu fısıldar gibidir. Sahiden de bu mahkemelerde binlerce insanın katline ferman veren kimi “Devrimciler”, zamanla hatalarının farkına vardılar ve Reformcu Harekete katılarak İslami rejimle mücadeleye başladılar. Reformcuların Kürt hareketine ve onun politik temsilcilerine karşı önyargılarından bütünüyle kurtulduklarını, karşılıklı güvensizliğin sona erdiğini söylemek halen mümkün değildir.
Yine de bu güvensizliğin kısmen gerilediği, olumlu adımların atıldığı bir dönem olarak Muhammed Hatemi’nin cumhurbaşkanlığını üstlendiği 1997-2005 döneminden kısaca bahsetmek gerekiyor. Bu dönemde Kürtlerden kimi haklı talepleri olan bir azınlık olarak bahsetmek yaygınlaşmakla beraber, bölgesel özerklik veya Federal İran gibi kavramlar tabu olmayı sürdürüyordu. Hatemi, Kürdistan eyaletine ilk defa Kürt kökenli bir vali atama gibi yeniliklere imza attı. Yine Hatemi döneminde Kürdistan ve Kermanşah eyaletlerinden seçilen yaklaşık 40 Kürt milletvekili, bir grup gibi hareket etmeye başladılar. Elbette bundan önce ve sonra da Meclis’e seçilen Kürt vekiller vardı. Ama Kürt kimliğini açıkça sahiplenen ve bununla irtibatlı haklar talep eden Kürtler, Hatemi dönemine özgüydü ve son derece ılımlı bir siyasi duruş sergilemekteydiler.
Tam da bu noktada İran Anayasası’nın 15. maddesi ve uygulamada ortaya çıkan çelişkileri anımsamak yararlı olabilir. Bu maddeye göre resmi dil, Farsça olmakla beraber, “bölge ve aşiret dillerinin kitle iletişim araçları ve basında kullanımı, dil ve edebiyatlarının okullarda öğretilmesi” de güvence altına alınmaktaydı. Burada hiçbir grubun adı zikredilmiyordu. Pratikteyse, Kürtçe’nin devlet okullarında öğretilmesi, diğer azınlık dilleri gibi mümkün olmadı. Kürtçe yayın yapılabiliyordu ama bütün ülkeyi kasıp kavuran sansürcü anlayış, Kürt yayınlarını es geçmediği gibi, bu yayınlar söz konusu olduğunda daha da katmerleniyordu. Bu çelişkili pratikleri kısmen yumuşatan Hatemi’den sonra “Şii-Pers şovenizmini” temsil eden, militarist Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle yasakçı-asayişçi anlayış daha da baskın çıktı. Hatemi döneminde patlama yaşayan Kürtçe yayınların 40’a yakını defalarca yasaklandı veya tamamen kapatıldılar.
Fars milliyetçiliği
Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı seçildiği ilk yıllarda utangaçça Fars milliyetçiliği yapması, İslami rejimin önemli bir tabusu olan milliyetçilik kartını açıktan oynayamaması, 2009’da hileli seçimlerden sonra yeniden cumhurbaşkanı yapılmasıyla değişmeye başladı. Ahmedinejad, kendi militarist kuşağını öne çıkarmaya başlayarak, Ruhani Önder Ali Hamaney etrafındaki “Aksaçlı Mollaları” ürkütmeye başladı. Yakın zamanlarda “İran’a özgü İslam’dan bahsetmesi”, “Kayıp İmam’la (Mehdi) direkt bağ kurduğunu ima etmesi” ve milliyetçi mesajlarını daha açıktan iletmeye başlaması, İran’ın farklı eyaletlerine bu fikirlere yakın valiler ve idareciler atamasıyla beraber, İran’da siyasal dengeler değişmeye başladı. Reformcu kadroların baskı ve zorla sindirildiği bu dönemde asıl rekabet Ahmedinejad ve Hamaney fraksiyonları arasında geçmeye başladı. Bu mücadelenin olası sonuçları, toplumda son derece ciddi kökleri olan Reformcu hareketin örgütsel ve ideolojik yetenekleri veya başarısızlıkları ve özellikle Kürt hareketinin stratejileri, İran’ın yakın geleceğinin siyasal kaderini belirleyecek.
İran’da tekçi modele yönelim
Bu yazıda 1979 İslam Devrimi’nden sonra İran rejimi ve Kürtler arasındaki ilişkilerin kısa bir değerlendirmesini sunmaya çalışacağız. Tıpkı imparatorluk sonrasının Türkiyesi gibi, İran’a oldukça dar, renksiz ve kokusuz bir ulus-devlet ceketi giydirmek, büyük gerilimlere ve acılara yol açtı. Ne var ki, İran’ın trajedisi bu dar ulus-devlet ceketine sıkıştırılmasıyla bitmedi. Ülke 1979 İslam Devrimi’yle yeni bir çılgınlığa zorlandı ve tekçi bir din anlayışı, Şiiliğin katı ve devletçi bir tanımı üzerinden topluma dayatıldı.
Oysa İran halkları, tarihleri boyunca merkeziyetçiliğe direnmiş, devleti ele geçiren farklı hanedanlıkların toplumda kök salmalarına izin vermedikleri direniş yöntemleri geliştirmişlerdi. Bir dini anlayış, devlet çıkarlarıyla fazlasıyla özdeşleşmeye başladığında, toplum kendi dini yorumuyla yanıt vermiş, böylece İran, dini çoğulculuğun ve sentezciliğin beşiği haline gelmişti.
Tuhaf olan, “modern” adı verilen ve bu niteliğiyle övünülen zamanlarda, tarihin bu çoğul mirasının hor görülmesi ve insanların İran gibi bir ülkede tekçiliğe zorlanmalarıydı. Son otuz yıl, bu tuhaflığın “ilerleme” adına parlatılmasının artık inandırıcı bulunmadığı, sorgulandığı bir dönemeç oluşturdu. Kendisi adına konuşulan, “geri, tarih dışı” olduğuna karar verilenler, tarihin sahnesine özne olarak dönmeye başladılar. Bu uyanışın, insanların içinde boğulmadıkları, yaratıcılığa ve özgürlüğe zemin sunan bir yöne evrilmesi için daha çok mücadele etmek, geçmişten çok iyi dersler çıkarmak gerek.
Reformcular ve Kürtler
İran toplumu, 79’a kadar Şah zulmünden, daha sonra ise Şah’ın molla kisvesine bürünmüş halinden başka bir şey olmayan Ruhani Önder’lerden çok çekti. Özgür ve demokratik bir toplum ne olduğunu ve ne olmadığını çok iyi biliyor. Bu çürümüş rejimi tarihe havale ederken, bir başka despotizme savrulmamak için, Kürt hareketinin geliştireceği stratejiler kadar, Reformcuların ve diğer muhalefet unsurlarının, Kürtlere karşı nasıl tutumlar geliştirecekleri de belirleyici olacaktır.
İran’ın yukarıda bahsettiğimiz laik ve dini otoriterlik dönemlerinin en bariz mağdurlarının Kürtler olması elbette tesadüf değildi. Çoğunluğu Sünni inanca sahip Kürtler, hem ulus-devlet hem de tekçi Şiiliğin en bariz mağdurları haline geldiler. İran haritasına baktığımızda trajik bir durum ortaya çıkar. Fars unsuru daha çok iç bölgelerde tutunurken, Kuzeybatı ve Kuzey sınırlarında, Kürt ve Azeriler meskundur. Irak sınırındaki Kuzistan’da Araplar, Pakistan sınırında Beluciler gibi pek çok halk, sanki İran’dan sınırlara doğru merkezkaç koşullarında yakalanmış, ama durulmamış kısrakları andırmaktadırlar. Yapılan projeksiyonlara göre 70 milyonluk İran’ın sadece yüzde 51’i Fars kökenlidir. Azeriler yüzde 24, Kürtler ise yüzde 7’lik bir oranda görünüyorlar. Kürtçe konuşanların oranı yüzde 9 olarak tahmin edilirken, Kürt nüfusunun da yüzde 9-10 arasında, yani 7 milyon civarında olduğunu düşünmek mantıklı görünmektedir. Bu çoğul ülkenin modern zamanlara kadar bir arada kalabilmesi, Fars kültürünün ve Şiiliğin birleştiriciliği yanında, bu unsurların kendi kendilerini yönetme anlamındaki geleneksel tecrübeleriyle de yakından ilişkiliydi. Böylesi tarihsel bir tecrübeye sahip olan Kürtlerin, günümüzde resmi adı Kürdistan olan bir eyaletin yanı sıra, Kermanşah, İlam ve Batı Azerbaycan eyaletlerinde meskun oldukları görülmektedir. Beluciler gibi Kürtlerin de iktisaden en geri bırakılmış halklardan olması, en az bir milyon Kürdün, Tahran’ın gettolarına akın etmesiyle sonuçlanmıştır.
Kırk katır mı kırk satır mı?
Kürtlerin 1979 İran Devrimi’nin otoriter karakterini ilk fark eden grup olmaları da tesadüf değildir. Devrime iştirak eden, devrim sonrası Kürt bölgelerindeki Halk Şuraları’yla pek çok yerde yönetimi fiilen ele geçiren İran Kürdistan Demokrat Partisi (İKDP), oldukça erken sayılabilecek bir dönemde, Mart 1979 Referandumu’nu boykot kararı almıştı. Daha yeni anayasanın hazırlanma sürecinde oluşturulan Uzmanlar Heyeti’ne Kürtlerin temsilci göndermeleri engellenmişti. Böylece İslamcı, sağcı veya solcu pek çok siyasal çevrenin Kürtlere bakışlarında benzer olumsuz refleksler taşıdıkları ortaya çıkmaktaydı. Mart 1979 Referandumu, aslında “kırk katır mı kırk satır mı?” özdeyişini haklı çıkaracak biçimde sadece, “İslam Cumhuriyeti ve Monarşi” seçeneklerini sunuyordu. Azımsanamaz sayıda Kürt, bu tuzağa düşmedi. Zaten bölgesel özerklik talepleri de karşılanmamıştı. Ne var ki, bu tavır alışın çok ağır bir siyasi bedeli oldu. Ruhani Önder Humeyni’nin tepkisi, “ayrılıkçılığa karşı cihat ilan etmek” olacaktı.
On bin Kürt katledildi
1980’lerin bu “cihadı” sonucunda 10 bin Kürt katledildi. Gezici Devrim Mahkemeleri’nde yargılanan Kürtler, hızla kurşuna diziliyorlardı. Bu idamların gizlice resminin çekilip New York Times’a ulaştırılmasıyla, 20. yüzyılın en çarpıcı kapaklarından birisi ortaya çıkacaktı. Yıllar sonra bir arşiv taramasında karşıma çıkan bu resim şahsen Kürtler konusunda düşünmeye başlamamda en büyük etkendir. Bu resimde saniyeler sonra kurşuna dizilecek bir Kürt genci, olanca gururuyla elini kalbinin üzerine bastırmış, cellatlarına vicdan azabı salarken, yoldaşlarına da unutmama sorumluluğunu fısıldar gibidir. Sahiden de bu mahkemelerde binlerce insanın katline ferman veren kimi “Devrimciler”, zamanla hatalarının farkına vardılar ve Reformcu Harekete katılarak İslami rejimle mücadeleye başladılar. Reformcuların Kürt hareketine ve onun politik temsilcilerine karşı önyargılarından bütünüyle kurtulduklarını, karşılıklı güvensizliğin sona erdiğini söylemek halen mümkün değildir.
Yine de bu güvensizliğin kısmen gerilediği, olumlu adımların atıldığı bir dönem olarak Muhammed Hatemi’nin cumhurbaşkanlığını üstlendiği 1997-2005 döneminden kısaca bahsetmek gerekiyor. Bu dönemde Kürtlerden kimi haklı talepleri olan bir azınlık olarak bahsetmek yaygınlaşmakla beraber, bölgesel özerklik veya Federal İran gibi kavramlar tabu olmayı sürdürüyordu. Hatemi, Kürdistan eyaletine ilk defa Kürt kökenli bir vali atama gibi yeniliklere imza attı. Yine Hatemi döneminde Kürdistan ve Kermanşah eyaletlerinden seçilen yaklaşık 40 Kürt milletvekili, bir grup gibi hareket etmeye başladılar. Elbette bundan önce ve sonra da Meclis’e seçilen Kürt vekiller vardı. Ama Kürt kimliğini açıkça sahiplenen ve bununla irtibatlı haklar talep eden Kürtler, Hatemi dönemine özgüydü ve son derece ılımlı bir siyasi duruş sergilemekteydiler.
Tam da bu noktada İran Anayasası’nın 15. maddesi ve uygulamada ortaya çıkan çelişkileri anımsamak yararlı olabilir. Bu maddeye göre resmi dil, Farsça olmakla beraber, “bölge ve aşiret dillerinin kitle iletişim araçları ve basında kullanımı, dil ve edebiyatlarının okullarda öğretilmesi” de güvence altına alınmaktaydı. Burada hiçbir grubun adı zikredilmiyordu. Pratikteyse, Kürtçe’nin devlet okullarında öğretilmesi, diğer azınlık dilleri gibi mümkün olmadı. Kürtçe yayın yapılabiliyordu ama bütün ülkeyi kasıp kavuran sansürcü anlayış, Kürt yayınlarını es geçmediği gibi, bu yayınlar söz konusu olduğunda daha da katmerleniyordu. Bu çelişkili pratikleri kısmen yumuşatan Hatemi’den sonra “Şii-Pers şovenizmini” temsil eden, militarist Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle yasakçı-asayişçi anlayış daha da baskın çıktı. Hatemi döneminde patlama yaşayan Kürtçe yayınların 40’a yakını defalarca yasaklandı veya tamamen kapatıldılar.
Fars milliyetçiliği
Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı seçildiği ilk yıllarda utangaçça Fars milliyetçiliği yapması, İslami rejimin önemli bir tabusu olan milliyetçilik kartını açıktan oynayamaması, 2009’da hileli seçimlerden sonra yeniden cumhurbaşkanı yapılmasıyla değişmeye başladı. Ahmedinejad, kendi militarist kuşağını öne çıkarmaya başlayarak, Ruhani Önder Ali Hamaney etrafındaki “Aksaçlı Mollaları” ürkütmeye başladı. Yakın zamanlarda “İran’a özgü İslam’dan bahsetmesi”, “Kayıp İmam’la (Mehdi) direkt bağ kurduğunu ima etmesi” ve milliyetçi mesajlarını daha açıktan iletmeye başlaması, İran’ın farklı eyaletlerine bu fikirlere yakın valiler ve idareciler atamasıyla beraber, İran’da siyasal dengeler değişmeye başladı. Reformcu kadroların baskı ve zorla sindirildiği bu dönemde asıl rekabet Ahmedinejad ve Hamaney fraksiyonları arasında geçmeye başladı. Bu mücadelenin olası sonuçları, toplumda son derece ciddi kökleri olan Reformcu hareketin örgütsel ve ideolojik yetenekleri veya başarısızlıkları ve özellikle Kürt hareketinin stratejileri, İran’ın yakın geleceğinin siyasal kaderini belirleyecek.
PJAK’ın zemin kazanması
2005 yılından beri, Ahmedinejad yönetimi ve Ruhani Önder Hamaney, Kürt sorununun derin köklerini inkar etmekte ve şiddete dayalı uygulamalarda hemfikir görünmekteler. Kürdistan Özgür Yaşam Partisi’ne (PJAK) yönelik çok sayıda askeri operasyonun son dalgası Federe Kürdistan’daki kimi yerleşim yerlerinin bombalanmasına kadar ulaştı. İslami rejim, yumuşak güç kullanma becerisine sahip olmadığı için çok sayıda Kürt insan hakları aktivistini ve gazeteciyi acımasızca cezalandırarak, bölgenin radikalleşmesine yol açıyor. Söz gelimi İKDP’nin, daha önce “İran için demokrasi, Kürdistan için özerklik” fikrini savunurken 13. Kongresi’nden sonra “Demokratik ve Federal bir İran” çözümüne yönelmesi önemli bir değişiklik anlamına geliyor. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, “Federasyon” kavramı, İran’daki ana akım siyaset için bir tabu niteliği taşıyor. Reformcu hareketin büyük çoğunluğu ve liderliği de bu taleplere kuşkuyla bakıyor. Benzer şekilde, temsil gücüne sahip Kürt örgütleri de, Reformcu Hareketin Musavi ve Kerrubi gibi liderlerini, İslami rejimin temel ilkelerine sadık kalmakla eleştiriyor ve onları yeterince muhalif bulmayarak desteğini esirgiyor.
Sosyolojik dinamikler ve mevcut siyasi durumun bu şekilde devamıyla PJAK’ın bölgede daha fazla zemin kazanması mümkündür. Tarih bize, Kürtlerin kendi aralarında ve İran’ın diğer demokratik güçleriyle asgari müştereklerde yan yana gelmeleriyle çok önemli bir demokratik tecrübeye imza atılabileceğine dair işaretler veriyor. Bunun mümkün olabilmesi için herkesin, ama en başta da Reformcu hareketin henüz tam hazır görünmediği “Kürt Realitesini” kavramak yönünde adımlar atması gerekiyor.
2005 yılından beri, Ahmedinejad yönetimi ve Ruhani Önder Hamaney, Kürt sorununun derin köklerini inkar etmekte ve şiddete dayalı uygulamalarda hemfikir görünmekteler. Kürdistan Özgür Yaşam Partisi’ne (PJAK) yönelik çok sayıda askeri operasyonun son dalgası Federe Kürdistan’daki kimi yerleşim yerlerinin bombalanmasına kadar ulaştı. İslami rejim, yumuşak güç kullanma becerisine sahip olmadığı için çok sayıda Kürt insan hakları aktivistini ve gazeteciyi acımasızca cezalandırarak, bölgenin radikalleşmesine yol açıyor. Söz gelimi İKDP’nin, daha önce “İran için demokrasi, Kürdistan için özerklik” fikrini savunurken 13. Kongresi’nden sonra “Demokratik ve Federal bir İran” çözümüne yönelmesi önemli bir değişiklik anlamına geliyor. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, “Federasyon” kavramı, İran’daki ana akım siyaset için bir tabu niteliği taşıyor. Reformcu hareketin büyük çoğunluğu ve liderliği de bu taleplere kuşkuyla bakıyor. Benzer şekilde, temsil gücüne sahip Kürt örgütleri de, Reformcu Hareketin Musavi ve Kerrubi gibi liderlerini, İslami rejimin temel ilkelerine sadık kalmakla eleştiriyor ve onları yeterince muhalif bulmayarak desteğini esirgiyor.
Sosyolojik dinamikler ve mevcut siyasi durumun bu şekilde devamıyla PJAK’ın bölgede daha fazla zemin kazanması mümkündür. Tarih bize, Kürtlerin kendi aralarında ve İran’ın diğer demokratik güçleriyle asgari müştereklerde yan yana gelmeleriyle çok önemli bir demokratik tecrübeye imza atılabileceğine dair işaretler veriyor. Bunun mümkün olabilmesi için herkesin, ama en başta da Reformcu hareketin henüz tam hazır görünmediği “Kürt Realitesini” kavramak yönünde adımlar atması gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder