31 Temmuz 2011 Pazar

İran ve Türkiye’nin Kürt Düşmanlığı


İran hiç beklenmeyen bir zamanda Kandil ve Medya Savunma Alanları’nı işgal etme saldırısı başlattı. İran, Türkiye başta olmak üzere birçok devletin desteğini almadan böyle bir saldırıya cesaret edemezdi. Nitekim saldırılarda Türk subayları da yer almaktadır. Sadece subayların değil, askerlerin de bu saldırılarda yer aldığına dair güçlü kanıtlar bulunmaktadır.

Kürtler söz konusu olduğunda İran, Irak, Türkiye ve Suriye ortak hareket ediyorlar. Birbirleriyle ciddi sorunları olsa da Kürt karşıtlığında birleşiyorlar. Her birisi Kürtlerin her parçadaki mücadelesi ve kazanımlarını kendileri için de tehlikeli görüyorlar. Dünyada böyle bir düşmanlık da böyle bir ittifak da görülmemiştir.


İran’ın ABD ile ciddi çelişkileri var, ama Kürt sorunu söz konusu olduğunda ABD’nin müttefiki Türkiye, İran ile işbirliği yapıyor. Bu durum aslında PKK konusunda İran’ın ABD’den de destek aldığını gösteriyor. 2008 yılı 1 Mayıs’ında ABD keşif yapmış, Türk uçakları PJAK’ın basın birimini bombalamış, 6 PJAK’lı yaşamını yitirmiştir.


Kürt düşmanlığı böyle karmaşık bir ilişki ve politika ortaya çıkarıyor. Böyle bir politika izleyen ülkeler Kürt sorununu çözemezler. Çünkü hala Kürtler ortak inkar ve imha politikalarıyla fiziki ve kültürel soykırıma uğratılmak isteniyor. ‘Kürt var’ dediklerinde bile bu politikayı bırakmıyorlar.


Kürt karşıtlığını PKK ile birlikte daha üst bir düzeye çıkarmışlardır. İran İslam devriminin ilk dönemlerinde göreceli de olsa halkçı ve devrimci bir yanı vardı. PKK ile belirli bir ilişki içinde de oldu. Hatta PKK İran’la Kürtlerin ittifak içinde olması için çaba gösterdi. Ancak İran’da da Kürtleri siyasi egemenlik altında tutma ve zaman içinde bu kimliği yok etme politikası izlendiği için her zaman PKK’yi sınırlamaya çaba gösterdi. PKK’nin toplumu harekete geçirme karakterinden her zaman ürktü.


Şu anda Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin PKK’ye düşman olmasının en temel nedeni PKK’nin bu karakterde olmasındandır. PKK’yi tasfiye ederlerse bütün Kürtler üzerinde kolay egemenlik kuracaklarını düşünüyorlar. PKK’yi etkisizleştirebilirlerse, Federe Kürdistan’ı da kısa sürede etkisiz kılacaklarını hesaplıyorlar. İran PJAK’a yönelik yürüttüğü saldırıyı esas olarak PKK’yi etkisizleştirmek için yapıyor. PKK’yi etkisizleştirse Kürtleri kalbinden vuracağını düşünüyor.


İran’ın saldırdığı günlerde Türkiye’nin sınıra yığınak yapması bu saldırı ortaklığını kanıtlıyor. PKK’ye yönelik saldırıdaki İran-Türkiye ortaklığını Fehmi Koru açıkça yazdı. Herhalde cumhurbaşkanı ya da siyasi danışmanlarından aldığı bilgileri bir makale haline getirmiş. AKP hükümeti ve Başbakan’ın PKK’ye yönelik saldırgan dil kullanmasının hikmeti de anlaşılmaktadır. Fehmi Koru’nun, İran’ın Kandil’e yönelik saldırılarda ısrarlı olacağını vurgulaması da Türkiye ve İran’ın ortak bir politika izlediğinin kanıtıdır.


Aslında İran Federe Kürdistanlılarla da PKK’yi etkisizleştirme konusunda anlaşmıştır. Federe Kürdistan’da çıkan “Levin” dergisi bu anlaşmayı yayınladı. Federe Kürdistanlı siyasi güçler anlaşmanın üzerinde oynandığını söylüyorlar. Federe Kürdistanlıların belirttiği gibi anlaşma maddeleri üzerinde oynanmış da olabilir. Ancak İran’ın Federe Kürdistan güçlerini PKK ile karşı karşıya getirmek istediği netleşmiştir. Türkiye zaten yıllardır Kürtleri birbirine düşürme politikası izlemektedir.


İran’ın ve Türkiye’nin Kürt karşıtı bu ittifakı ve yapılan saldırılar Kürtlere karşı nasıl bir ortak tasfiye planı içinde olduklarını gösteriyor. Bu ittifakın içinde Irak da vardır. Hepsinin amacı Ortadoğu’da yeni siyasi dengeler kurulurken Kürtlerin kazanım elde etmesini engellemektir. Bu nedenle Kürtlerin güçlenmesini engellemek için ortak hareket etmektedirler. 21. yüzyılda da Kürtleri zayıf ve statüsüz bırakıp sonuçta tümden yok etmeyi hedefliyorlar. Belki tümden yok etmeleri zordur, ama küçük bir alana sıkıştırıp marjinal ve iradesiz kılmak istiyorlar.


Bu durum karşısında Kuzey, Güney ve Doğuda tüm Kürt halkının ve siyasi güçlerinin birliğini pekiştirip ortak tutum almaları gerekmektedir. Kürtlerin birliğini zayıf gördükleri için bu saldırılara cesaret edilmekte ve buna karşı Kürt halkı, İran’ın Kandil’i işgal etme harekatını tüm Kürtlere saldırı olarak görüp harekete geçmelidir. Tüm parçalardaki siyasi güçler de bir araya gelmeli ve bu işgal harekatına karşı çıkılmalıdır. Bu olay dört parçadaki Kürtlerin birliğini daha da zorunlu hale getirmiştir.


İran’ın tüm Kürtlere yönelik saldırılarını durdurmak için tüm Kürt halkı ve kamuoyu harekete geçmelidir. Çünkü bu olay dört parçadaki Kürtlerin birliğini daha da zorunlu hale getirmiştir. Kürtlerin iradesi ve mücadelesinin bu saldırılarla kırılamayacağı tüm Kürt karşıtlarına gösterilmelidir.


Şimdi tam da tüm parçalarda birlik ve mücadele günüdür...

İran, Militarist Teokrasi ve Kürtler

İran’ı bir açık hava hapishanesine çeviren militarist rejim, 2005’ten beri aralıklarla yaptığı gibi, Federe Kürdistan’a ve İran Kürdistanı’na eşzamanlı operasyonlar düzenlemeye başladı. Kimi yorumlara göre bu operasyonlar Suriye ve Türkiye’nin bilgisi dahilinde yürütülüyor. Aralarındaki ideolojik ve tarihsel farkları unutarak, Kürtlere karşı istihbarat paylaşımı, lojistik destek alışverişi gibi işbirliği adımları atabilen üç ülkenin, miadı çoktan dolan bu yöntemlerle varabilecekleri bir yer yok. Suriye’nin bu rejim yapısıyla kendisini yeniden üretmesi ve meşruiyet krizini çözebilmesi imkansız görünüyor. Benzer bir meşruiyet krizi İran’ı pençesine almış durumda. Türkiye, sınırlı demokratik tecrübesi nedeniyle bu iki ülkeye göre, artık işlemeyen inkarcı, tekçi modelini dönüştürme şansına en fazla sahip görünen ülke. Türkiye’nin seçilmiş ve seçilmemiş seçkinlerinin verecekleri tarihi kararlar, alacakları riskler, artık tarihe karışmakta olan eski Ortadoğu kabuğunu üzerimizden atabilmemizi mümkün kılabilir. Tarih, mümkün olanın hayata geçirilemediği çok sayıda örnekle dolu olmakla beraber, siyasetin, mümkün olanı gerçekleştirme sanatı olduğuna inanmak istiyoruz...

İran’da tekçi modele yönelim


Bu yazıda 1979 İslam Devrimi’nden sonra İran rejimi ve Kürtler arasındaki ilişkilerin kısa bir değerlendirmesini sunmaya çalışacağız. Tıpkı imparatorluk sonrasının Türkiyesi gibi, İran’a oldukça dar, renksiz ve kokusuz bir ulus-devlet ceketi giydirmek, büyük gerilimlere ve acılara yol açtı. Ne var ki, İran’ın trajedisi bu dar ulus-devlet ceketine sıkıştırılmasıyla bitmedi. Ülke 1979 İslam Devrimi’yle yeni bir çılgınlığa zorlandı ve tekçi bir din anlayışı, Şiiliğin katı ve devletçi bir tanımı üzerinden topluma dayatıldı.


Oysa İran halkları, tarihleri boyunca merkeziyetçiliğe direnmiş, devleti ele geçiren farklı hanedanlıkların toplumda kök salmalarına izin vermedikleri direniş yöntemleri geliştirmişlerdi. Bir dini anlayış, devlet çıkarlarıyla fazlasıyla özdeşleşmeye başladığında, toplum kendi dini yorumuyla yanıt vermiş, böylece İran, dini çoğulculuğun ve sentezciliğin beşiği haline gelmişti.


Tuhaf olan, “modern” adı verilen ve bu niteliğiyle övünülen zamanlarda, tarihin bu çoğul mirasının hor görülmesi ve insanların İran gibi bir ülkede tekçiliğe zorlanmalarıydı. Son otuz yıl, bu tuhaflığın “ilerleme” adına parlatılmasının artık inandırıcı bulunmadığı, sorgulandığı bir dönemeç oluşturdu. Kendisi adına konuşulan, “geri, tarih dışı” olduğuna karar verilenler, tarihin sahnesine özne olarak dönmeye başladılar. Bu uyanışın, insanların içinde boğulmadıkları, yaratıcılığa ve özgürlüğe zemin sunan bir yöne evrilmesi için daha çok mücadele etmek, geçmişten çok iyi dersler çıkarmak gerek.


Reformcular ve Kürtler


İran toplumu, 79’a kadar Şah zulmünden, daha sonra ise Şah’ın molla kisvesine bürünmüş halinden başka bir şey olmayan Ruhani Önder’lerden çok çekti. Özgür ve demokratik bir toplum ne olduğunu ve ne olmadığını çok iyi biliyor. Bu çürümüş rejimi tarihe havale ederken, bir başka despotizme savrulmamak için, Kürt hareketinin geliştireceği stratejiler kadar, Reformcuların ve diğer muhalefet unsurlarının, Kürtlere karşı nasıl tutumlar geliştirecekleri de belirleyici olacaktır.


İran’ın yukarıda bahsettiğimiz laik ve dini otoriterlik dönemlerinin en bariz mağdurlarının Kürtler olması elbette tesadüf değildi. Çoğunluğu Sünni inanca sahip Kürtler, hem ulus-devlet hem de tekçi Şiiliğin en bariz mağdurları haline geldiler. İran haritasına baktığımızda trajik bir durum ortaya çıkar. Fars unsuru daha çok iç bölgelerde tutunurken, Kuzeybatı ve Kuzey sınırlarında, Kürt ve Azeriler meskundur. Irak sınırındaki Kuzistan’da Araplar, Pakistan sınırında Beluciler gibi pek çok halk, sanki İran’dan sınırlara doğru merkezkaç koşullarında yakalanmış, ama durulmamış kısrakları andırmaktadırlar. Yapılan projeksiyonlara göre 70 milyonluk İran’ın sadece yüzde 51’i Fars kökenlidir. Azeriler yüzde 24, Kürtler ise yüzde 7’lik bir oranda görünüyorlar. Kürtçe konuşanların oranı yüzde 9 olarak tahmin edilirken, Kürt nüfusunun da yüzde 9-10 arasında, yani 7 milyon civarında olduğunu düşünmek mantıklı görünmektedir. Bu çoğul ülkenin modern zamanlara kadar bir arada kalabilmesi, Fars kültürünün ve Şiiliğin birleştiriciliği yanında, bu unsurların kendi kendilerini yönetme anlamındaki geleneksel tecrübeleriyle de yakından ilişkiliydi. Böylesi tarihsel bir tecrübeye sahip olan Kürtlerin, günümüzde resmi adı Kürdistan olan bir eyaletin yanı sıra, Kermanşah, İlam ve Batı Azerbaycan eyaletlerinde meskun oldukları görülmektedir. Beluciler gibi Kürtlerin de iktisaden en geri bırakılmış halklardan olması, en az bir milyon Kürdün, Tahran’ın gettolarına akın etmesiyle sonuçlanmıştır.

    
Kırk katır mı kırk satır mı?


Kürtlerin 1979 İran Devrimi’nin otoriter karakterini ilk fark eden grup olmaları da tesadüf değildir. Devrime iştirak eden, devrim sonrası Kürt bölgelerindeki Halk Şuraları’yla pek çok yerde yönetimi fiilen ele geçiren İran Kürdistan Demokrat Partisi (İKDP), oldukça erken sayılabilecek bir dönemde, Mart 1979 Referandumu’nu boykot kararı almıştı. Daha yeni anayasanın hazırlanma sürecinde oluşturulan Uzmanlar Heyeti’ne Kürtlerin temsilci göndermeleri engellenmişti. Böylece İslamcı, sağcı veya solcu pek çok siyasal çevrenin Kürtlere bakışlarında benzer olumsuz refleksler taşıdıkları ortaya çıkmaktaydı. Mart 1979 Referandumu, aslında “kırk katır mı kırk satır mı?” özdeyişini haklı çıkaracak biçimde sadece, “İslam Cumhuriyeti ve Monarşi” seçeneklerini sunuyordu. Azımsanamaz sayıda Kürt, bu tuzağa düşmedi. Zaten bölgesel özerklik talepleri de karşılanmamıştı. Ne var ki, bu tavır alışın çok ağır bir siyasi bedeli oldu. Ruhani Önder Humeyni’nin tepkisi, “ayrılıkçılığa karşı cihat ilan etmek” olacaktı.


On bin Kürt katledildi


1980’lerin bu “cihadı” sonucunda 10 bin Kürt katledildi. Gezici Devrim Mahkemeleri’nde yargılanan Kürtler, hızla kurşuna diziliyorlardı. Bu idamların gizlice resminin çekilip New York Times’a ulaştırılmasıyla, 20. yüzyılın en çarpıcı kapaklarından birisi ortaya çıkacaktı. Yıllar sonra bir arşiv taramasında karşıma çıkan bu resim şahsen Kürtler konusunda düşünmeye başlamamda en büyük etkendir. Bu resimde saniyeler sonra kurşuna dizilecek bir Kürt genci, olanca gururuyla elini kalbinin üzerine bastırmış, cellatlarına vicdan azabı salarken, yoldaşlarına da unutmama sorumluluğunu fısıldar gibidir. Sahiden de bu mahkemelerde binlerce insanın katline ferman veren kimi “Devrimciler”, zamanla hatalarının farkına vardılar ve Reformcu Harekete katılarak İslami rejimle mücadeleye başladılar. Reformcuların Kürt hareketine ve onun politik temsilcilerine karşı önyargılarından bütünüyle kurtulduklarını, karşılıklı güvensizliğin sona erdiğini söylemek halen mümkün değildir.

Yine de bu güvensizliğin kısmen gerilediği, olumlu adımların atıldığı bir dönem olarak Muhammed Hatemi’nin cumhurbaşkanlığını üstlendiği 1997-2005 döneminden kısaca bahsetmek gerekiyor. Bu dönemde Kürtlerden kimi haklı talepleri olan bir azınlık olarak bahsetmek yaygınlaşmakla beraber, bölgesel özerklik veya Federal İran gibi kavramlar tabu olmayı sürdürüyordu. Hatemi, Kürdistan eyaletine ilk defa Kürt kökenli bir vali atama gibi yeniliklere imza attı. Yine Hatemi döneminde Kürdistan ve Kermanşah eyaletlerinden seçilen yaklaşık 40 Kürt milletvekili, bir grup gibi hareket etmeye başladılar. Elbette bundan önce ve sonra da Meclis’e seçilen Kürt vekiller vardı. Ama Kürt kimliğini açıkça sahiplenen ve bununla irtibatlı haklar talep eden Kürtler, Hatemi dönemine özgüydü ve son derece ılımlı bir siyasi duruş sergilemekteydiler.


Tam da bu noktada İran Anayasası’nın 15. maddesi ve uygulamada ortaya çıkan çelişkileri anımsamak yararlı olabilir. Bu maddeye göre resmi dil, Farsça olmakla beraber, “bölge ve aşiret dillerinin kitle iletişim araçları ve basında kullanımı, dil ve edebiyatlarının okullarda öğretilmesi” de güvence altına alınmaktaydı. Burada hiçbir grubun adı zikredilmiyordu. Pratikteyse, Kürtçe’nin devlet okullarında öğretilmesi, diğer azınlık dilleri gibi mümkün olmadı. Kürtçe yayın yapılabiliyordu ama bütün ülkeyi kasıp kavuran sansürcü anlayış, Kürt yayınlarını es geçmediği gibi, bu yayınlar söz konusu olduğunda daha da katmerleniyordu. Bu çelişkili pratikleri kısmen yumuşatan Hatemi’den sonra “Şii-Pers şovenizmini” temsil eden, militarist Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle yasakçı-asayişçi anlayış daha da baskın çıktı. Hatemi döneminde patlama yaşayan Kürtçe yayınların 40’a yakını defalarca yasaklandı veya tamamen kapatıldılar.


Fars milliyetçiliği


Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı seçildiği ilk yıllarda utangaçça Fars milliyetçiliği yapması, İslami rejimin önemli bir tabusu olan milliyetçilik kartını açıktan oynayamaması, 2009’da hileli seçimlerden sonra yeniden cumhurbaşkanı yapılmasıyla değişmeye başladı. Ahmedinejad, kendi militarist kuşağını öne çıkarmaya başlayarak, Ruhani Önder Ali Hamaney etrafındaki “Aksaçlı Mollaları” ürkütmeye başladı. Yakın zamanlarda “İran’a özgü İslam’dan bahsetmesi”, “Kayıp İmam’la (Mehdi) direkt bağ kurduğunu ima etmesi” ve milliyetçi mesajlarını daha açıktan iletmeye başlaması, İran’ın farklı eyaletlerine bu fikirlere yakın valiler ve idareciler atamasıyla beraber, İran’da siyasal dengeler değişmeye başladı. Reformcu kadroların baskı ve zorla sindirildiği bu dönemde asıl rekabet Ahmedinejad ve Hamaney fraksiyonları arasında geçmeye başladı. Bu mücadelenin olası sonuçları, toplumda son derece ciddi kökleri olan Reformcu hareketin örgütsel ve ideolojik yetenekleri veya başarısızlıkları ve özellikle Kürt hareketinin stratejileri, İran’ın yakın geleceğinin siyasal kaderini belirleyecek.

 
 
PJAK’ın zemin kazanması

2005 yılından beri, Ahmedinejad yönetimi ve Ruhani Önder Hamaney, Kürt sorununun derin köklerini inkar etmekte ve şiddete dayalı uygulamalarda hemfikir görünmekteler. Kürdistan Özgür Yaşam Partisi’ne (PJAK) yönelik çok sayıda askeri operasyonun son dalgası Federe Kürdistan’daki kimi yerleşim yerlerinin bombalanmasına kadar ulaştı. İslami rejim, yumuşak güç kullanma becerisine sahip olmadığı için çok sayıda Kürt insan hakları aktivistini ve gazeteciyi acımasızca cezalandırarak, bölgenin radikalleşmesine yol açıyor. Söz gelimi İKDP’nin, daha önce “İran için demokrasi, Kürdistan için özerklik” fikrini savunurken 13. Kongresi’nden sonra “Demokratik ve Federal bir İran” çözümüne yönelmesi önemli bir değişiklik anlamına geliyor. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, “Federasyon” kavramı, İran’daki ana akım siyaset için bir tabu niteliği taşıyor. Reformcu hareketin büyük çoğunluğu ve liderliği de bu taleplere kuşkuyla bakıyor. Benzer şekilde, temsil gücüne sahip Kürt örgütleri de, Reformcu Hareketin Musavi ve Kerrubi gibi liderlerini, İslami rejimin temel ilkelerine sadık kalmakla eleştiriyor ve onları yeterince muhalif bulmayarak desteğini esirgiyor.


Sosyolojik dinamikler ve mevcut siyasi durumun bu şekilde devamıyla PJAK’ın bölgede daha fazla zemin kazanması mümkündür. Tarih bize, Kürtlerin kendi aralarında ve İran’ın diğer demokratik güçleriyle asgari müştereklerde yan yana gelmeleriyle çok önemli bir demokratik tecrübeye imza atılabileceğine dair işaretler veriyor. Bunun mümkün olabilmesi için herkesin, ama en başta da Reformcu hareketin henüz tam hazır görünmediği “Kürt Realitesini” kavramak yönünde adımlar atması gerekiyor.

İran Saldırısı Hangi Konseptin Ürünü?

İran rejiminin 16 Temmuz’dan bu yana Federal Kürdistan Bölgesi sınır hattı boyunca tüm güçleri ile yürüttüğü saldırının birçok boyutu olmakla birlikte, kabul görecek en önemli senaryo, Kürt hareketine ve Kürtlere yönelik üçüncü yolu zedeleyen bir konseptin devrede olduğudur. Uluslararası siyasetin yeniden şekilleneceği bir konsept olarak Türkiye’nin de askeri olarak destek verdiği bu saldırı, Kürt hareketini ezme, iradesiz bırakma ve yok etme üzerine bir mantık içeriyor. Türkiye’de yürütülen politikalardan da bu anlaşılmaktadır. Kürtlerin “Varlığını koruma, özgürlüğünü sağlama” diye adlandırdığı süreçte, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın bütün girişimleri devre dışı bırakılmıştır. Legal siyaset olanakları kurnazca bir yargı kılıfıyla engellenmiştir. Kürtlerin iyi niyetli girişimleri sürecin barışa evrilmesi konusunda heba edilmiştir. Bunlar Türkiye’de kapsamlı bir savaş sürecine girilmesinin işaretidir.

Silvan olayı ile birlikte Türkiye’nin gittikçe bir halklar savaşını da içinde barındırdığını ve AKP’nin girişmeleriyle bunun körüklendiği görülüyor. Kurnazca yürütülen savaş politikasının sonucudur. Zaten AKP medyası da Gülen cemaatinin girişimi doğrultusunda, Kürt hareketi ve Öcalan’a karşı kullandığı dille rolünü görmeyen, çok başlı tezini ortaya sürerek, kafa karıştırma çabalarını en uç noktada yürütmektedir. Bu dil, AKP ve Gülen cemaatinin sorumluluğunu örtbas eden bir dildir.


Yani İran’ın PJAK’a saldırısı, İran’ın kendini kurtarma, uluslararası basıncı en aza indirme ve kendi arka bahçesini temizleyip, Ortadoğu’daki dalgalanmadan kurtulma çabası olarak görülmesinin yanı  sıra bir diğer boyutu da İran’ın bu çerçevede Türkiye’yi yanına almak için yaptığı bir girişimdir. İran rejimi hem kendini yaşanacak devrim hareketlerinden korumak, hem de Türkiye’yi yanına alarak, üstündeki uluslararası basıncı bertaraf etmek istemektedir. Bu bir bölgesel konsepttir de aynı zamanda. İran rejimi, bu saldırı ile bu sürece hızlı bir giriş yapmıştır. Türkiye YNK ve diğer bölgesel güçlerin de dahil olduğu bir saldırı ile Kürt hareketine ağır bir darbe vurulması halinde, Türkiye gibi diğer bölgesel güçler de devreye girecektir. İşte bu, Fehmi Koru’nun söz ettiği Sri Lanka modelini kapsamaktadır. Bu saldırının İran açısından başarılı çıkması ve Kürt hareketinin askeri olarak çözülmesi halinde, bazı Kürt dinamiklarinin dahil olacağı konseptle, Kürtlere dönük topyekün bir tasfiye politikası uygulamaya konacaktır. Muhalif Kürt siyasetine dönük, belediye başkanlarının hatta milletvekillerinin de içinde bulunduğu yüzlerce insanı kapsayacak büyük bir siyasi soykırım operasyonu da olası senaryolardan biridir. Ardından Hüseyin Yıldırım, Kemal Burkay gibi işbirlikçi Kürtlerle, yeni bir muhalefet yaratılacaktır. İran eğer Kürt hareketine ağır bir darbe vurabilirse, Kürtler için hiçbir emek sarf etmeyen sahte Kürt kişilikleri ile yeni bir konsept başlatacaktır.


Ancak, Kandil’de yaşanan çatışma ve direniş, İran’a yenilgi yaşatırsa durum tam tersine çevrilecektir. Mevcut veriler savaşta kazanan gücün yeni özgürlükçü ve temel çizgi olarak Ortadoğu’da kendini güçlendireceğidir. İran da bir iç krize girip kendi sonunu getiren bir sonuca imza atacaktır. Kamuoyu baskısı ve Kürt hareketinin direnişi bunu zorunlu kılacaktır. Kürtlere dönük sağlanan bölgesel şer ittifakı da parçalanmış olacaktır. Bu süreçte özellikle milletvekillerinin “farklı görüşler dile getirme” adına basın karşısında çelişki gibi gösterilmeye zemin hazırlayan demeçler vermesi tehlikeli bir yaklaşımdır. “Özerklik zamansızdır” gibi söylemler üzerinden Kürtlerin statüsünü belirleyecek özerkliğin tartışılır hale getirilmesi, niyette olmasa da İran’ın öncülük ettiği büyük Kürt inkarının fiziki ve kültürel soykırımın değirmenine su taşıyacaktır. Özerklik, yeni bir anayasa oluşurken, Kürtlerin bu seferki fırsatı kaçırmayarak, anayasanın demokratik olmasına hizmet edecek, tarihi bir adımdır. Zamansız tartışmaları, yakın tarih bilincinden yoksun, iyi niyetli olmakla birlikte tarihsel gerçeklikten ve yeni konsepti kavramaktan uzak bir tartışmadır. Aksi Kürtlerin yakaladığı tarihi fırsatı kaçırmak anlamına gelecektir. Şimdi birlik olma zamanı.
 
Özgür DENİZ  

İran Uzun Süreli Savaş İçin Hazırlanıyor

 
Kandil’e yönelik işgal hareketi kapsamında İran sınıra askeri sevkiyatı sürdürürken, iç kamuoyunu da uzun süreli bir savaş için hazırlıyor.

Son bir haftadır İran’da tüm camilerde PJAK ile yürütülen savaşa dikkat çekilen hutbeler verildi. Hutbelerde, PJAK hareketinin ABD, İsrail ajanı ve din düşmanı olduğu iddia ediliyor.

Aslında İran iç kamuoyunu psikolojik ve ideolojik olarak uzun süreli bir savaşa hazırlıyor. Kürtler içinde ajanlaştırdığı ve koruculaştırdığı ne kadar kişi varsa hepsini bir araya toplamaya çalışıyor. Kürt merkezlerine askeri güç yığarak, Kürtleri sindirmek, PJAK’ın ise önünü kesmek istiyor.

Öte yandan savaşmak istemeyen korucu ve firar eden Kürt askerlerin öldürüldüğü yönünde haberler geliyor.

Şu ana kadar yürütülen savaşta İran istediği sonucu ulaşamadı, aksine ağır darbeler aldı. Bunun en büyük sebebi İran’ın yapmış olduğu operasyonun perde arkasındaki anlaşmalarda aramak gerekiyor. Masa başında hazırlanan ve kesin sonuç alınacağına inanılan operasyonda İran’a diplomatik, askeri, istihbari ve psikolojik olarak destek verecek güçler olacaktı. Bu plan İran’ı zafer sarhoşluğuna itti. Onun için kapsamlı ve uzun süreli sürecek bir operasyonun hazırlığını yapmadan hemen sınıra yığdığı 10 ve 15 bin askeri güçle Kandil, Xinere, Xaxurk, Dola Eyşê gibi geniş ve oldukça dağlık bir arazide yıllardır gerillanın denetiminde alanlara girmeye çalıştı.

Aslında İran ilk saldırıda sonuç alıp ittifak güçlerinin devreye gireceğinden hareketle savaşı başlattı. Ancak gerilla direnişi karşısında ağır kayıp veren İran, bir şok durumu yaşadı. Şu an kapsamlı ve uzun süreli bir savaş için sınıra yığınak yapılıyor.

İran mevcut durumda tek başına kaldı. Güney Kürdistan basını, kamuoyu, siyasi partileri ve hükümeti ilk hafta operasyonu görmek istemedi. Bu sessizlik aslında savaşın yönünün nereye doğru kayacağının bekleyişi idi.

Şimdi bu giderek bozulmakta işler İran’ın aleyhine dönüyor. Çünkü bu savaşın Güney Kürdistan’a yansımasının farklı boyutları söz konusudur. İran, PJAK’ın ağır darbe aldığı, karargahlarının ele geçtiği, buna karşı kendilerinin bir kaç kaybı olduğu yönünde doğru olmayan haberlerle savaşın gerçek bilançosunu kendi kamuoyunda sakladı. Ama aynı şeyi Güney Kürdistan’da yapamadı. Her ne kadar ilk günlerde Irak’taki Kürt basını gelişmelere sessizde kalsa halk bizzat savaşın tanığı durumdaydı.

Mevcut durumda Kürdistan’da STK, aydınlar, yazarlar, gençler ve kadınları kapsayan çeşitli inisiyatifler kurulmaya başladı. “Askeri işgale hayır kampanyası”,”Dur İran”, “Kürdistan sınırlarını askeriyeden arındırma” isimli inisiyatifler kuruldu

İran, Irak ve Güneyli güçlere oldukça öfkeli olacak ki ismini açıklamayan bir İran askeri basına yazılı açıklama göndererek şunları ifade etti: ‘Irak devleti, sınırları boyunca 150 km uzunluğunda ve 20 km genişliğinde PJAK güçlerine topraklarını tahsis etti.’’ Irak hükümeti ise bu iddiaya cevap vererek böyle bir şeyin söz konusu olmadığını dile getirdi.

İran bahsetmiş olduğu alanların gerilla denetiminde olduğunu çok iyi biliyor. Ancak Tahran yönetimi Irak ve Kürt hükümetine baskı altında tutmak istiyor. İran’ın bu çıkışı aslında Irak ve Güney Kürdistan’da işlerin istediği gibi yolunda olmadığı anlamına geliyor. İran, PJAK’a karşı savaşta giderek yalnızlaşıyor. Güney Kürdistan’da bazı islami örgüt ve gruplar bölgesel boyutta ise Türkiye devleti İran’ın yanında görünüyor.

Türkiye PKK gerilla güçlerine karşı sınır ötesi operasyonlarda oldukça tecrübe kazanmış bir ülke. Türkiye geçmişte yaşamış olduğu tecrübelere dayalı olarak şimdiden İran’ın yenilgisini görmüş gibi. Onun için alttan komuta düzeyinde, askeri tesisat ve askeri tecrübe boyutunda sonuna kadar yardım edecektir. Fakat bizzat operasyona dahil olmayı daha erken görüyor. Onun için savaşın İran’a faturası ağır olacak gibi görünüyor.


YUSUF ZİYAD

‘Çaktırmadan Faşizme’ Geçiş Yolları

Açgözlü insanlar için eskiler ne derlermiş?

“Allah gözünü doyursun!” derlermiş. Biz de Başbakan’a “Allah gözünü doyursun” diyoruz.


Neden derseniz, şundan: Başbakan “Terörle mücadelede medya hâlâ yanımızda yer almamıştır” demiş.


Destur! Tövbe de Başbakan, çarpılırsın. Daha ne olsun?


“Allah Başbakaníın gözünü doyursun!”


TV kanallarının yüzde doksan dokuzu... Zaman, Star, Sabah, Yeni Şafak, Posta, bir de buna “promosyon” olarak liberal kesimden Taraf’ı, ultra milliyetçi kesimden Yeni Çağ’ı eklersek, yazılı medya tirajının da yüzde doksanı... Hepsi Başbakan “muhibbi”.


Geriye ne kalıyor? Özgürlükçü medya... Merkez medyada vicdanlı az sayıda yazar ve daha geçenlerde NTV’den atılan Banu Güven, şu sıralarda “Kandil muhibliği” yaftasıyla savcılara ihbar edilen Ece Temelkuran ve Nuray Mert gibi vicdanlı insanlar... Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Oral Çalışlar gibi “nesnelciler”.


Başbakan’ın “medya” ilgili sözlerini bir kere daha okuyalım:


“Terörle mücadelede medya hâlâ yanımızda yer almamıştır. Bu, terör örgütünün ekmeğine yağ sürüyor. Adamın derdi propagandasını yaptırmak. TV kanallarında bakıyorsunuz bunların siyasi temsilcileri durmadan o biçim programlar yapıyorlar. Buna gerek var mı?”


Başbakan medyada düşünce özgürlüğüne düşman. Yalnız “tek millet, tek devlet, tek dil, tek din, tek mezhep, tek Başkan” demiyor. “Tek ses, tek nefes, özgürlüğün sesini kes” diye bağırıyor.


Bundan daha iyi ‘çaktırmadan faşizm’ olur mu?


Belli oluyor ki, hükümet polis devletine geçiş sürecinde medyayı da susturmayı planlıyor. Şimdi biz hem demokrasiden söz eden, hem de hükümete destek veren bütün yazarlara ve programcılara sesleniyoruz:


Hepiniz hep bir ağızdan Başbakan’a deyin ki; Allah senin gözünü doyursun! Ve de Allah “belanı” demesek bile, müstahakını versin. Amin!

İran Saldırısı

1 Mayıs 2008 tarihinde Türk savaş uçakları PJAK’ın üstlendiği noktalara uçak saldırıları gerçekleştirmişti. Yapılan bu saldırıda basın-yayın çalışmalarını yürüten altı PJAK mensubu yaşamını kaybetmişti. Bu saldırının en dikkat çekici yanı ise;    Türkiye, İran ve ABD’nin PJAK karşısında bir araya gelmiş olmalarıydı. 

2008 yılında gerçekleşen bu saldırıda İran İstihbarat sağlamış, ABD İnsansız uçaklarıyla keşif yapmış ve Türk Uçakları da ABD yapısı güdümlü bombaları PJAK üstlerine yağdırmıştı. Aradan üç yıl geçti, bu Kürt karşıtı ittifak yeniden devrede.

Bir haftadır Güney Kürdistan ve Doğu Kürdistan sınır hatlarının birleştiği alanlardan olan Hacı Ümran ve Zele arasındaki sınır hattında şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Bu çatışmalar da iki yüze(200) aşkın İran askeri on’a(10) yakın da HRK gerillası yaşamını kaybetti. Hala süren bu çatışmalarda yaşamlarını kaybedenlerin sayısının daha da artma olasılığı fazlasıyla var.
 
PJAK ve İran arasında çatışmalar yaşanmaya devam ederken gerek ABD gerekse de savaş bölgesine yakın bir alanda konumlanan YNK’den hiçbir ses çıkmamaktadır. Oysa YNK, PKK ve PJAK ile yaptığı görüşmelerde İran’la çatışmanın yaşandığı bölgeyi sürekli gündemde tutmuştu. ABD’de sözde İran’ın askeri hareketliliğini kontrol altında tutma bahanesi altında neredeyse günün 24 saatinde bölgede insansız keşif uçaklarını havada tutuyordu.

İran'ın saldırılarının fiili işgal harekâtına dönüştürülmeye çalışıldığı son bir haftalık süre içerisinde ne YNK bölge üzerine olan duyarlılığını gündeme getirdi ne de ABD’nin İran karşısında duyduğunu dile getirdiği “rahatsızlık”(?!) konuşuldu. Bu her iki güçte derin bir sessizliğe gömüldüler.
 
Türk devletinin İran’ın gerçekleştirdiği bu saldırıdaki yeri çok nettir. Türkiye ile İran yaptığı Kürt karşıtı anlaşma ile ortak saldırı ve hareket kararı aldılar. Doğu Kürdistan ve Kuzey Kürdistan sınırlarının kesiştiği Dambat, Maku vb. gibi yerleşim anlarında ortak askeri harekâtlarda gerçekleştirdiler. Hacı Ümran ve Zele arasında kalan sınır hattında gerçekleşen saldırıda da Türk subayları fiilen yer almaktadırlar. Ancak anlaşılacağı gibi bu saldırı sadece İran-Türk ortak harekâtı olmakla sınırlı değil. ABD’de üçüncü bir ortak olarak bu saldırının içerisinde kendisi için bir konum belirledi.

 
Halen sürmekte olan bu çatışmalar ne kadar sürer ve hangi boyutlara ulaşır bu konuda şimdiden bir şey söylemek mümkün değil. Ancak İran saldırılarına devam eder ve kendini bu konumda tutarsa çatışmaların daha geniş bir alana yayılacağını ve boyut kazanacağını söylemek abartı olmaz. En son Serdeşt’te yaşanan çatışmada bunu göstermektedir.

 
İran neden böyle bir saldırıya gerek duydu? Bu saldırı gerçekten İran’ın çıkarına mı? Bunlar mutlaka cevaplanması gereken sorular olma özelliği taşımaktadır.     
  
Ortadoğu’da siyasal açıdan yaşananlar bilinmektedir. İçerisinde olunan bu süreci yakından takip edenler, sıranın İran’a geldiğini anlamakta hiçbir güçlük çekmeyeceklerdir. Libya kuşatma altında, Suriye’de giderek benzeri bir kuşatılmışlık içerisine çekilmekle karşı karşıya. Bu her iki devlette ABD’nin Ortadoğu ve yakın bölgelerine vermeye çalıştığı yeni biçim karşısında hizaya getirilmesi gerekenler arasında yer almaktadırlar. Libya ve Suriye tüm uzlaşmacı ve taviz veren politikalar geliştirmesine rağmen böyle bir konumda ele alınmaktan kendilerini kurtaramamışlardır. Sonuç ise ortadır.
İran, Suriye ve Libya ile aynı statü içerisinde ele alınan ülkeler arasında yer almakta olsa da ABD tarafından biraz daha sert kabuklu ceviz muamelesi gören bir devlet konumundadır. Suriye ve Libya kuşatmasından sonra ise bu şekilde sert kabuklu bir ceviz olma özelliğinden de çıkarılmak istenilmektedir. Libya ve Suriye konusunda ABD ile anlaşan Türkiye İran konusunda da bir anlaşmaya varmıştır. Bu anlamda Türkiye ABD tarafından da bir misyon sahibi kılınmıştır ve Libya ve Suriye karşı olduğu gibi İran’a karşı da kullanılacaktır. Bundan hiçbir kimse de kuşku duymamalıdır.
İran giderek kuşatılma altına alınmaya başlandığı ve sıranın hızla kendisine geldiği bir süreçte PJAK’a saldırıya geçmiştir. Bu gerçeklik İran’ın neden PJAK’a saldırarak işgal harekâtı başlattığı ve bu saldırının İran’ın yararına mı olduğu sorularına da bir cevap teşkil etmektedir.
 
İran’ın hangi gerekçeyle olursa bugüne kadar yapmış olduğu askeri saldırıların haklı bir gerekçesi olamaz. Bunlar kesinlikle mahkûm edilmesi ve karşı durulması gereken saldırılardır. Son gerçekleşen saldırılar ise bunlarında ötesinde geçmişte yaşananlardan da daha tehlikelidir. Bu sadece Kürtler içinde değildir. Başta İran halkı olmak üzere orta doğu içinde bir tehlikedir. 

Saddam Hüseyin’i Kuveyt’e saldırtan ABD’den başkası değildi. Saddam’ı yıkan ve idam sehpasına gönderen yine ABD oldu. Saddam’ı savunmuyoruz. Ahmed-i Nejat’ı ve onun Kürt karşıtı politikasını da savunmuyoruz. Kesinlikle de buna karşıyız. Ahmed-i Nejat ve onun temsil ettiği yönetimin koşar adımlarla ABD’nin onları çekmeye çalıştığı girdaba girme konusunda o kadar istekli olması da tamamen kendilerinin bilecekleri bir şey. 
 
İran’ın PJAK özgülünde Kürtlere karşı başlattığı bu saldırının, ABD’nin ve Türkiye’nin İran’ı içerisine çekmeye çalıştıkları girdap olduğuna dair de hiçbir kuşku yok. O kadar açık ve net. Şaşırtıcı olan İran yönetiminin bunları yaparken hala ABD ve Siyonizm karşıtlığı söylemleri kullanmak istemesi…

Başta İran olmak üzere Müslüman topluluklar içerisinde gerçekten kendisini ABD ve Siyonizm karşıtı görenler, öyle olduklarının propagandasını yapanlar İran yönetiminin bu Kürt karşıtı politika ve işgale dönüşen saldırganlık karşısında sessiz kalmamalıdır.

Cemal Şerik

Kooperatifçiliğin Doğuşu ve Gelişimi-1

İngiltere'de Robert OWEN (1771-1858) ve Dr. William KİNG (1786-1865) bir tüketici hareketinin ortaya çıkmasına teorileri ve çabaları ile önayak olmuşlardır. 
 

İngiltere'de Robert OWEN (1771-1858) ve Dr. William KİNG (1786-1865) bir tüketici hareketinin ortaya çık
masına teorileri ve çabaları ile önayak olmuşlardır. 1844'de başlayan Rochdale Pioneers atılımı, bu çabaların ilk başarısı olmuş, sonra da tüm ülkelere yayılmıştır. 
 
Fransa'da Charles FOURİER (1772-1837), Lois BLANC (1881-1882) ve Philippe BUCHER (1796-1865) ve daha sonra da Charles GİDE (1847-1932) üretim ortaklığı düşüncesini geliştirmişlerdir. Üretim ortaklığı bir tür kooperatiftir ve sonradan Alman Ferdinant LASSALLE (1825-1864)’in teorilerini önemli ölçüde etkilemiştir. 

Tarımsal kooperatifçilik hareketinin gerçek başlama yeri Almanya'dır. Frederich Wilhelm RAİFFEİSEN (1818-1888) ve Wilhelm HAAS (1839-1913) kredi, alım ve daha sonra pazarlama alanlarını kapsayan oldukça eksiksiz bir kırsal kooperatif sistemini birkaç yıl içinde kurmuşlardır. 
 
Yine o dönemde İtalya'da Luigi LUZZATTİ (1841-1927), Fransa'da Abbe de LEMMARAİS (1782-18549) tarım kredi kooperatifleri alanında, daha sonraki dönemde İrlanda'da Sir Horace BLUNKETT (1854-1932) süt endüstrisi alanında benzer çabalar göstermişlerdir. İskandinav ülkelerindeki yaygın tarımsal kooperatifçiliğin temeli, Psikopos Nikolai GRUNDVİG 'in (1713-1872) öncüsü olduğu “yetişkinlerin eğitimi” akımıdır. 

 
Küçük esnaf ve sanatkârları arasında kooperatifçiliğin başarı kazanmasına, Alman Herman Schulze-DELİTSCH (1808-1883)’in halk bankalarını ve kooperatif alım örgütlerini kurmasına neden olmuştur. Başka bir Alman, Victor HUBAR (1800-1869), konut kooperatiflerinin kurulmasında ilk çabayı göstermiştir. 

Bu ilk kooperatiflerin güdüleri, ya dini inançlara ya yoksulluğa düşen soydaşlarına karşı duydukları insancıl sorumluluğa ya da zamanın siyasal akımlarına dayanmıştır. Örneğin, LEMMARİES ve GİDE, Henri de Saint-SİMON'un Hıristiyan sosyalizminin taraftarıydılar. Schulze-DELİTSCH ve HUBER, John Stuart WİLL' in liberalizminin izleyicisiydiler. 
 
Bu düşünceler göçmenler aracılığıyla kuzey ve güney Amerika'ya yayılmıştır. Kanada'da ve ABD'de özellikle RAİFFEİSEN 'in kredi kooperatifleri, papaz TOMPKİNS, Dr. COADY, E. FİENNE ve R. BERGENGREN 'in çabaları sonucunda çok benimsenmiştir.
İngiliz sömürge yöntemi, RAİFFEİSEN ve LUZZATTİ 'nin Almanya ve İtalya'daki kredi kooperatiflerini ayrıntılı biçimde inceledikten sonra, kooperatifçiliği 20. Yüzyılın başında Hindistan'a tanıtmıştır. Kooperatifçilik Hindistan'dan bazı öteki Asya ülkelerine yayılmış, Japonya'da ve daha sonra, 1920'lerde, Doğu Afrika'da özellikle başarı kazanmıştır. 1945'den sonra, İngiliz ve Fransız sömürgelerin dağılması ve birçok bağımsız ülkenin ortaya çıkmasıyla kooperatifçilik hareketi Afrika ve Asya'nın hemen her tarafına yayılmış ve kooperatiflerin sayısı hızla artmıştır. 
 
 İngiltere'de Kooperatifçiliğin Doğuşu ve Gelişimi 

 
Çağdaş kooperatiflerin ilk örneği sayılan Rochdale Tüketim Kooperatifi İngiltere'de kurulduğu gibi, kooperatifçilik hareketinin görüşleri ve denemeleri ile besleyen düşünürlerin de en eskileri İngiltere'de yetişmiştir. Bu düşünürlerin başında da hiç şüphesiz, büyük sosyal reformların yaratıcısı Robert OWEN gelmektedir.
Kooperatifçilik fikrinin babası sayılan ve ilk “kooperatif” terimini kullanan OWEN: “bir makine nasıl yağlamakla daha iyi iş görürse, işçide iyi bakıldığı takdirde iyi randıman verir ” diye düşünmeye başlamış, kuruluşunda çalışan işçilerin karışık, bozuk hem de pahalı ihtiyaç malzemelerini aldıklarını görünce bu işçilere iyi, sağlam ve ucuz ihtiyaç malzemeleri almayı düşünmüştür. OWEN kendi kuruluşunun işçileri için bir tüketim mağazası-tasarruf sandığı meydana getirmiştir. 
 
OWEN ilk defa kooperatif kelimesini kullanan kişidir. Fakat OWEN 'ın bundan kastettiği bugün anladığımızdan farklıdır. Onu tam bir kooperatifçi saymak yerine, modern kooperatifler için ortam hazırlamaya çalışan bir ıslahatçı olarak kabul etmek daha doğrudur.
OWEN ile birlikte bir başka rehber Dr. William KİNG’ DE o devrin İngiltere'si için önemli bir sorun olan işçi sınıfın sefaleti karşısında harekete geçmiş Owenist fikirleri gerçekleştirmeye gayret etmiştir. 1828'de işçilerden toplanan haftalık taksitlerle önce tüketim kooperatifleri (union shop), sonra üretim kooperatifleri, daha sonra da elde edilen karlarla arazi satın alma büyük sanayi organizasyonları kurma düşünceleri üzerinde durmuştur.  İcraata girişmiş ve 250 kadar tüketim mağazası açmış, fakat beklenen sonuçları elde edememiştir.
OWEN ve KİNG'in İngiltere içinde veya dışında yaptıkları deneyimler beklenen sonuçları her ne kadar vermemişse de zihinleri böyle bir uygulama için alıştırmış olmakla bir nevi eğitim hizmeti görmüştür. Denemelerin aksayan taraflarını belirtmiş, yeni uygulamalarda daha farklı adımların atılmasına sebep olmuştur. 
 
1816-1828 yılları arasında İngiltere içinde ve dışında OWEN ve KİNG tarafından girişilen deneyimler karışmış ve Owenci tanınmış birkaç dokuma işçisinin de katıldığı üçüncü deneme, kooperatifçilik tarihinde Rochdale 'liler adı altında tanınmaktadır. Manchester yakınında küçük bir dokumacılık kasabası olan Rochdale'da 28 dokuma işçisi kendi aralarında ve pek mütevazı bir amaçlı bir tüketim kooperatifi kurarak işe başlamış ve 1844'de kasabada bugün ziyaret yeri haline gelmiş olan, küçük bir dükkân açmışlardır. Rochdale'lilerin ilk girişim yılı kooperatif karşıtlarının propagandalarına rağmen ümit verici olmuştur. 28 ortak sayısı 74' e, 28 sterlin olan kapital ise 180 sterline çıkmıştır.

İngiltere'de, 1844-1849 yılları arasında, bu kooperatifi örnek alan yüze yakın tüketim kooperatifi mağazası açılmıştır. Zaten hazır olan bu ortam üzerinde çalışmanın idealizmini etrafa yayan bir kooperatifçilik cereyan, yayım ve aydınlatma sahalarında kuvvetlenmeye başlamıştır. İngiliz hukuku hayatının bir karakteri burada kendisini göstermiş ve bir kooperatif kanunu hazırlanmıştır. Bu kanun bütün dünyada ilk örnek olmuş ve başka yerlerde yapılan kanunlara modellik etmiştir. 
 
1862'de çıkarılan bir yasa ile yerel kooperatiflerin ortak alacakları ile bir toptancı kooperatif mağazaları meydana getirilmiştir. Bugün hala işleyişlerini devam ettiren birçok toptancı kooperatif mağaza bu dönemde kurulmuştur. Bugün dünyanın en güçlü tüketim kooperatifçiliği örgütüne sahip İngiltere de, tüketim kooperatiflerinde 1983'de 221.500 kişi çalışmakta iken, bugün bu kooperatiflerin ortak sayısı 9 milyona ulaşmaktadır. 

 
Büyük Britanya kooperatif hareketi çok geniş oranda şehirli işçiler hareketi olarak tanınırsa da, daha sonraki yıllarda çiftçilerin üretim ihtiyaçlarını sağlamak amacıyla alım ve tedarik kooperatifleri ve pazarlama kooperatifleri şeklinde de gelişme göstermiştir.
İngiltere de ilk tarımsal kooperatif 1867'de kurulmuştur. Başlangıçta ve özellikle takip eden yüzyılın önemli bir bölümünde tedarik sektöründe ilerlemiş ve tarımsal ürün pazarlama sektöründe gelişmesi yavaş olmuştur. 
 
Fransa'da Kooperatifçiliğin Doğuşu ve Gelişimi 

 
Fransa'daki kooperatif düşünceleri daha çok üretim kooperatifçiliği çerçevesinde gelişmiştir. OWEN'in yanı sıra en önemli kooperatif teorisyenlerinden biri de FOURİER 'dir. 

FOURİER'e göre kapitalist ekonominin yarattığı rekabet sonucunda güçlüler güçsüzleri yok etmekte ve kapitalist ekonomide giderek tekelleşme hâkim duruma geçmektedir. Ancak insanların kendi rızaları ile kuracakları dernekler ile insanlık aleyhine işleyen rekabeti ortadan kaldırabilir. Bunun için “phalenstere” denilen büyük üretim ortaklıkları kurulmalıdır. “Phalenstere” lerden elde olunan üretim fazlasının 5/12 si emeğe, 4/12 si sermayeye ve 3/12 si de kabiliyete verilmelidir. 
 
FOURİER'in kooperatifçilik konusunda aktif bir çalışması olmamıştır. Ancak eserlerini yayınlamış, görüşlerini açıklamıştır. FOURİER den etkilenerek Fransa da bazı kooperatifler kurulmuştur.

Bir başka Fransız Philipe RUCHEZ ise insanlardaki bencilliğin ve toplumlardaki inançsızlığın yeni fikirlerle yenilebileceğini işaret ederek ekonomide, fakir halk tabakalarının kalkınması uğruna çalıştıracak bir mekanizmanın kurulması gerektiğini dile getirmiştir. Bunun ise herkese üretimde adil bir pay verilecek şekilde ekonomik bir örgütlenme ile mümkün olacağını bunun da emekçilerin kooperatiflerde toplanması ile gerçekleşeceğini ifade etmiştir. 

 
Bu iki düşünür dışında Louis BLANC ve GİDE de Fransız kooperatifçiliğinin gelişmesinde fikirleriyle katkıda bulunmuşlardır.
Fransa'da tarımsal kooperatifçiliğin tarihsel kökeni 12. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Alplerin ve Jura dağlarındaki köylük yörelerde gravyer peyniri üreten “fruitiere” ler kooperatif niteliğine çok yakın bir gruplaşma şeklidir. Tarımda gerçek kooperatifçilik hareketinin doğuşu 19. yüzyılın sonlarıdır. Bu yüzyılın son yıllarında kurulan tarımsal sendikalar, ortakların ihtiyaç duyduğu gübre ve diğer girdileri temin ederek onların piyasada dengelerini güçlendirmiş ve kooperatifler için ilk hareket organizasyonları olmuştur. 

19. yüzyılın sonu ve Birinci Dünya Savaşı öncesi yıllar önemli gelişmelere tanık olmuştur; tarımsal teknikler mükemmelleşmiş, tarımsal ürünlerin pazarları çoğalmış ve genişlemiştir. Süt ve şarap sektörlerindeki kriz nedeniyle ilk modern tarımsal kooperatifler bu sektörlerde doğup gelişmişlerdir. 
 
İki Dünya Savaşı arasındaki yıllarda tarımsal örgütlerle kamu iktidarları işbirliği gelişmiştir. Bu dönem kooperatiflerin çoğalması ve yapısallaşması dönemi olmuştur. 1930'daki ekonomik kriz buğday pazarını çok olumsuz etkilemiş bu kriz hububat kooperatiflerinin gelişmesi ve 1936'da buğday ofisinin kurulmasında önemli bir etken olmuştur. 

İkinci Dünya Savaşının sonrasında yaygınlaşan kıtlık, çiftçilerin üretimini artırmaya itmiş ve işletme yapılarının ve araçlarının değişimine neden olmuştur. Tarımsal kooperatifler bu dönemden itibaren sayılarını artırmışlar ve çiftçilere girdi tedarikinde, tarımsal ürünlerin işlenmesi ve pazarlanmasında ağırlıklarını artırmışlardır. Bu safhayı tarımsal kooperatifçiliğin yeniden yapılması ve yeniden gruplaşması dönemi izlemiştir. 
 
Almanya'da Kooperatifçiliğin Doğuşu ve Gelişimi 

İngiltere ve Fransa ile modern kooperatifçiliğin öncülüğünü yapan bir diğer ülke Almanya olmuştur. Tüketim kooperatifçiliğinde İngiltere, üretim kooperatifçiliğinde Fransa nasıl dünyaya örnek olmuşlarsa, esnaf ve tarım kredi kooperatifçiliklerinde de Almanya aynı rolü oynamıştır. Hatta Alman esnaf ve tarım kredi kooperatifleri; İngiliz tüketim kooperatifleri ile Fransız üretim kooperatiflerinden daha fazla yankı uyandırmış ve daha çok ün kazanmıştır. 19. yüzyılın ortalarında, özellikle esnafa kredi bulmak ve köylünün tarımsal kredi ihtiyacını karşılamak amacıyla Almanya da kooperatifçilik hareketi doğmuştur. Bu harekete iki kişi öncülük etmiştir. Kooperatifçilik tarihinde çok önemli bir yer işgal eden bu iki şahıs, Herman Schulze DELİTZSCH ve Frederich Wilhemm RAİFFEİSEN 'dir. 
 
Herman Schulze, büyük endüstrinin rekabetinden etkilenen esnafın kredi ve himaye ihtiyacını karşılamak amacıyla başta esnaf grubu olmak üzere marangozları ve ayakkabıcıları kooperatifleştirmeye karar vermiştir. Bu maksatla esnaflar için hammadde tedarik kooperatifi kurmuştur. Bu kooperatifin kurulmasından bir yıl sonra esnaf kredi kooperatifini oluşturmuştur. Aynı zamanda bazı işadamlarıyla işbirliği yaparak bir “Esnaf Kredi Bankası” ve ayrıca bir tüketim kooperatifi kurmuştur. Az zamanda Almanya'da Schulze DELİTZSCH 'in kurmuş olduğu tipte kredi kuruluşları çoğalmaya başlamıştır. 

1850 den itibaren esnaf kredi kooperatifleri ağır fakat emin gelişme aşaması geçirmiştir. Bu gelişmeler devam ederken Schulze, küçük sanatkârların üretimlerini satmak üzere kooperatif mağazaları açmıştır. 1859 yılında ise o zamana kadar kurulmuş olan bütün küçük sanat kooperatiflerini “Alman Küçük Sanat ve İktisat Kooperatifleri Birliği” adı altında bir araya toplamıştır. 1846 yılında ilk “Alman Kooperatif Bankası”nı kurmayı başarmıştır. 1867 yılında Prusya daha sonra bütün Almanya'yı kapsamına alan bir kooperatif kanunu kabul etmiştir. Bu kanuna göre kooperatif ortaklarının sorumlulukları sınırsız olmuştur. 
 
RAİFFEİSEN ise ilk kooperatifçilik girişimini, 1847'de hasadı az alarak zor duruma düşmüş köylüleri bu güç durumdan kurtarmak amacıyla, mali durumu yerinde olan birkaç ailenin yardımı ile “Geçim Komitesi” meydana getirmiştir. Bu komite köylüye o kış hububat ve patates temin etmiştir. Böylece çiftçilerin zor durumdan kurtulmasını sağlamıştır. Bu komite bir araya gelmenin faziletini göstermiştir. 

RAİFFEİSEN 1864 yılında Schulze'un deneyimlerinden de faydalanarak köylünün kooperatif aracılığı ile kalkınması yolunda kurduğu ortaklıklarına son şeklini vermiş ve “İkraz Sandıkları Birliği” ne çevirmiştir. Fakat birliğin sermaye ihtiyacı artınca 1872'de Kooperatif Bankaları, 1877'de de Merkezi Banka Kuruluşuna girişmiştir. 
 
Danimarka'da Kooperatifçiliğin Doğuşu ve Gelişimi 

1850'li yıllarda Danimarka'da başarılı kooperatifçilik örnekleri sergilenmiştir. Bazı kaynaklar bu uygulamayı, dünyada kooperatif pazarlamanın öncüsü olarak kabul etmektedirler. Pratik felsefecisi ve papaz Nikolai F. Severin GRUNDTWİG ile eğitimci Kriston KOLD tarafından kurulan “Halk Liseleri” önceleri genç çiftçileri sonra da kız çocuklarını eğiterek, ülke halkını birbirlerine güvenir, dış dünyaya açık fikirli bir hale getirmiştir. 
 
Şimdiki süt ve süt ürünleri kooperatif hareketi 1882'de başlamıştır. 1882'de sağlam ekonomik esaslara dayalı bir işletme kooperatifi kurulmuştur. Bu ilk uygulamada büyük başarı kazanılmış ve kooperatif işletme ünitelerinin sayısı hızla artmıştır. Ülkede mevcut süt üreticilerinin %90'ı ürünlerini bu kooperatif organizasyonlara vermektedirler. 

 
1980'de Danimarka'da 641'i yerel, 21'i bölgesel, 19'u ulusal düzeyde olmak üzere 681 kooperatif organizasyon mevcuttur. 

ABD'de Kooperatifçiliğin Doğuşu ve Gelişimi 

ABD de çiftçi organizasyonlarından Grange 1867'de kurulmaya başlamıştır. Bu genel örgütleşme olayı olmasına rağmen, bu olay taşıma, depolama ve pazarlama ile ilgili kooperatif örgütlerinde teşvikçisidir. Diğer bir çiftçi örgütü 1872'lerde görülen “Çiftçi Birlikleri” dir. İlk örneklerden 1902 yılında Teksas'ta kurulan “Çiftçi Eğitim ve Kooperatif Birliği” sayılabilir. Bunlar ve bundan sonraki çiftçi kuruluşları hem alım hem de pazarlama kooperatiflerinin gelişmesinde aktif bir etki yapmışlardır. İlk kooperatiflerin birçoğu kısa ömürlü bazıları ise başarılı olmuşlardır. Zaman içerisinde yerel kooperatifler, yöresel bölgesel ve ulusal düzeyde gelişmişlerdir. Kooperatiflerle ilgili yasal düzenlemenin başlangıcı 1857'li yıllardır. Ondan sonra birçok kanun daha çıkarılmıştır. 
 
1870'li yıllarda sütçülük, meyve, pamuk ve hayvancılık kesiminde kurulan kooperatiflerin birçoğu, özel kesimin kuvvetli muhalefeti ve gerçek kooperatifçilik ilkelerinin uygulanamayışı nedenleri ile başarılı olamamışlardır. Bu olumsuz gidiş 1870-1890 arası sürmüştür. 1895-1920 dönemi kooperatiflerin gelişmesinin giderek arttığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde birçok kooperatif hububat siloları veya depolama ofisleri, sütçülük kooperatifleri kurulmuştur. 1920-1930 döneminde özellikle birinci dünya savaşı yıllarında düşük ürün fiyatları süresince kooperatifler hızlı bir gelişme göstermişlerdir. 1930 sonrası yeni düzenlemelerin de etkisi ile belki sayısal olarak çok fazla bir artış olmasa da kooperatif organizasyonu genişlemiş ve güçlenmiştir. 

ABD de pazarlık kooperatifleri daha fazla fiyat pazarlık gücü sağlayabilmede önemli başarılar elde etmişlerdir.
İlk dönemler ve sonrasında kredi ve hizmet kooperatifleri kayda değer bir önemde olmuştur. 
 
ABD de tarımsal kooperatiflerin iş hacmi 1950 de 8,1 milyar dolar iken bu miktar 1980 de 66 milyar dolara ulaşmıştır. Bu rakamlar ABD ekonomisinde kooperatifçiliğin ne kadar önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir. 


Alî Welat

Türk Devleti, Suriye Rejim Karşıtı Muhaliflerini Silahlandırıyor

Fetullahçı AKP hükümeti, CIA ile birlikte Güneybatı Kürdistan sınırından gizlice Suriye’deki AKP-ABD işbirlikçilerine silah gönderiyor.

Fetullahçı AKP hükümeti, CIA ile birlikte Güneybatı Kürdistan sınırından gizlice Suriye’deki AKP-ABD işbirlikçilerine silah gönderiyor.

ABD’nin Suriye’yi ele geçirme harekâtında işbirlikçi konumunu sürdüren ve bu konuda görevler üstlenen Fetullahçı AKP hükümeti,  ABD’nin Suriye müdahalesi için uygun koşulları hazırlama görevini yerine getirmeye çalışıyor.

CIA ve MİT işbirliğiyle on bine yakın kişi Suriye’deki “rejim baskısından kaçtı” iddiasıyla Türkiye’ye getirilerek NATO destekli bir askeri operasyon için hazırlıklar sürdürülürken, bir taraftan da Suriye rejim karşıtları Antalya ve İstanbul’da AKP hükümeti öncülüğünde bir araya getiriliyor.

ABD ve Fetullahçı AKP hükümeti,  Suriye içinde ve dışında kendi yandaşları durumuna getirdiği işbirlikçi kesimlerle cephe oluşturmaya çalışırken bir yandan da bu işbirlikçi kesimleri silahlandırmaya çalışıyorlar.
 
CIA tarafından Türkiye’ye getirilen silah ve mühimmatlar, MİT tarafından Kilis’ten Güneybatı Kürdistan sınırına kaçak yollardan geçirilerek Suriye içindeki işbirlikçi muhaliflere gönderiliyor.
Afrin’e bağlı aynı zamanda Kuzey Kürdistan sınırına sıfır noktada olan Meydan köyünden, Pikap türü arabalara yüklenmiş silahlar, muhaliflerin çoğunlukta olduğu Deraa, Cısir Şuur ve Hama’ya kaçak yollardan getirilerek dağıtılıyor.
 
Fetullahçı AKP’nin kirli işlerinin organizasyonunu üstlenen MİT’in, Suriye’deki işbirlikçi muhaliflere gönderdiği silah yüklü pikapların bir tanesi 5 gün önce Afrin’e bağlı Kefircane köyü yakınlarında yol kontrolü sırasında Suriye güvenlik güçleri tarafından ele geçirildi.
Kontrol noktasında görevli rütbeli bir asker, ele geçen silah yüklü arabayı kullanan şoförün ilk sorgusunda, silahları Kilis’ten aldığını, Afrin’de kendisini bekleyen başka bir arabaya teslim edeceğini, bu iş için kendisine yarısı peşin yarısı da teslim sonrasında toplam 10 bin dolar ödendiğini iddia etti.
 
MİT tarafından, işbirlikçi Suriye muhaliflerine gönderilmek istenen silah yüklü arabaların yakalanması üzerine, Suriye istihbaratı ve Suriye güvenlik güçlerinin sınırda ve yollarda güvenlik önlemlerini arttırması dikkat çekti. Afrin’e giren ve çıkan arabalar detektörlerle ve eğitilmiş köpeklerle didik didik aranmaya başlandı.


Yasin Muhammed/ Afrin

Endonezya, Sri Lanka ve Kürdistan


Yeşile boyanmış egemen Türk ırkçılığı yine dişlerini göstermeye başladı.

Kürt halkına ve PKK’ye karşı Sri Lanka ve Tamil Kaplanları örneğini gündeme getiriyorlar. Tamil Kaplanları gibi PKK’yi de devletlerarası işbirliğiyle yok edeceklermiş.

Bunların tarihinde Endonezya hayali peşinde koşmak vardır. Endonezya’da 65-66 yıllarında sözde İslamcıların da katılımıyla bir milyona yakın komünist ve devrimci katledilmişti. Aynı tarihlerde Türkiye’de de devrimci hareketin yükselişi devam ediyordu. 

Dinci geçinen bu ırkçı gruplar solcuları Endonezya’daki gibi yok etmekle tehdit ediyorlardı. Fethullah Gülen hayatını anlatırken, Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni nasıl kurduğunu gururla anlatıyor. O dernek ki o dönem sola yönelik bütün saldırıların ve cinayetlerin organizatörüdür. ABD-CIA uşağı bir kontrgerilla örgütlenmesidir.

Dün komünistlere karşı sistemi korumak için saldırıya geçiyorlardı.
Bugün de Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve her türlü demokratik harekete saldırıyorlar.

Dün kapitalist-emperyalist ABD ve CIA uşağıydılar. Bugün de öyledirler.

Bunlar ne Müslüman ne de dindar olabilir. Din maskesi takmış ırkçı-faşist çetelerdir.

İşte AKP de, çıkarlarını ve kaderini AKP’ye bağlamış sermaye çevreleri de bunlara dayanıyor. AKP zirvelerinden başlayıp bir kaç istisna dışında büyük yandaş-candaş ve hür medyaya egemen olan zihniyet de bunlara dayanmaktadır.

Bölgesel olarak kah İran, kah Irak ve kah Suriye ile işbirliği halindedirler. Ortak sömürgelerini ellerinde tutabilmek için her türlü suç ortaklığı sürüyor. Aslında bölgede yeni bir şey yok. Yeni olan bu sömürgeci katliamcılığın din maskesiyle süslenmesidir. İyi de bunların yaptıklarının dinle imanla ne ilgisi var?

ÇALMAYACAKSIN!.. 

Ama Çalıyorlar, deveyi hamutuyla yutuyorlar.

ÖLDÜRMEYECEKSİN!... 

Çoluk-çocuk, yaşlı-genç, kadın-erkek demeden öldürüyorlar. Öldürdükleri yetmemiş gibi Sri Lanka rüyalarıyla yaşıyorlar. Kadınlara ekstra kinleri var. Herhalde “Üç K yetmedi, bunlar bir de kadın...Yani dört K” diye düşünüyorlar. BDP’ye saldırırken kadın milletvekillerine özel ağırlık ve öncelik verdikleri görülüyor. Erdoğan, Arınç ve Çiçek’ten sonra iş medyaya ve Ahmet Hakan gibi kuklalara kadar düştü. Genlerine kadar sinmiş kadın düşmanlığını kusuyorlar. Bunların iktidar olduğu bir ülkede günde beş kadının da daha fazlasının da öldürülmesine şaşmamak gerekiyor.

YALAN SÖYLEMEYECEKSİN!.. 

Yanlışlıkla bile bir kez doğruyu söylüyorlar mı? Erdoğan ve yandaş medyası seçim döneminde halkı kışkırtmak için her yalanı söyledi. Ama halkı kandıramadı. Yine de yalanda inat ediyor:

’Ordu, polis silah bırakır mı’ diyor.

Oysa bunu kimse istemedi. İstenen PKK’nin tek yanlı eylemsizlik kararına karşılık hükümetin, ordunun ve polisin hukuk dışı kanlı operasyonlarını durdurması ve barışçı-demokratik çözüme fırsat tanınmasıdır. Erdoğan bu farkı anlamıyor mu?

’Demokratik Özerklik ayrı devlet kurmaktır’ diyor.
Yıllardır sayın Öcalan ve tüm Kürtler bunu ayrıntılarıyla açıkladı: Demokratik cumhuriyet içinde bölgelere Demokratik Özerklik tanınmalıdır. Genel sorunlar dışında her şeye halkın seçtiği özerk yönetimler karar vermelidir. Bunun neyine itiraz ediyorsunuz?

Demokratik çözüm yerine sorunu yine askere-polise havale etmek, savaşı büyütmek ve bir iç savaşı kışkırtmak nasıl bir yenilik ve açılım oluyor? Unutulmamalıdır ki ülkenin en önemli sorunlarının çözümünü askere bırakanlar sonuçta iktidarı da onlara bırakmak zorunda kalırlar. Yakın tarihe bakarsak iktidarını korumak için sıkıyönetim ilan eden hükümetler kısa bir süre sonra askeri darbelerle yıkılmışlardır.

Atatürkçü-laikçi kalpazanlar şimdiye kadar AKP ve şürekası şeriatçılıkla suçlamakla haksızlık yaptılar. Bunlar şeriatçı falan değil düpedüz ırkçı olduklarını ortaya koydular. Eskiden ırkçılar sıkışınca dine sarılırdı. Şimdi de sahte dinci AKP şürekası sıkıştıkça ırkçılığa sarılıyor ve ırkçılığa sarıldıkça da memleketi büyük bir felakete doğru sürüklüyor.

Bu gidişata dur diyecek tek güç halklarımızın birleşik özgürlük ve demokrasi mücadelesidir. Bu mücadelenin yükselişi bu karanlık döneme son verecek ve Sri Lanka rüyası görenleri suç üstü yakalayacaktır.

SUAT BOZKUŞ
suatbozkus@hotmail.com

Fethullahçılar Bir Cemaat mı Yoksa Savaş Lobisi mi?



 
Türkiye’de herkes Fethullahçıların önemli bir politik güç olduklarını biliyor ve bunu kabullenmiş durumda. Dini referanslı bir cemaatin politikayla bu kadar iç içe olması ne kadar gerekli ve doğrudur? Milli eğitim ve polis teşkilatında ve diğer kurumlarda bu kadar örgütlenmeleri neyi ifade eder? Açık ki, bu ülkenin yönetimine ve politik yaşamına direkt bir giriş ve müdahaledir.
 
Dini bir çevrenin politikaya bu kadar angaje olması ve devletin içine girerek kadrolaşması her açıdan tartışılmaya ve değerlendirilmeye değer bir konudur. Bu konu Türkiye’de yeterli biçimde tartışılmadı. Şimdi iktidar partisinde ve devlet yönetiminde etkili olmfları nedeniyle birçok çevre de hedef olmamak için tartışmadan uzak durmayı tercih ediyor. Fethullahçı çevreler eğitim ve hayır vb işlerle sınırlı kalmadılar. Güçlü bir basın da oluşturdular ve Türk siyasal hareketine ağırlık koydular. Kendilerinden olmayan güçleri hedeflediler. Polisi ve istihbaratı kullanarak rakip gördüklerini etkisizleştirmeye ve devre dışı bırakmaya çalıştılar. 

 
Bu aşırı politika sevdası onları din ve hayır işlerinin ötesine, politik oyun ve en kirlisinden psikolojik savaş yöntemlerine taşıdı. İslam’ın gereği olarak barışı ve iyiliği esas almaları gerekiyordu. Şerden ve fesattan uzak durmalıydılar. Savaş kışkırtıcılığı yapmamalıydılar. Ancak belirttiklerimizin tersi ne varsa Fethullahçı çevreler tarafından yapıldı.

 
Hüseyin Gülerce’nin Zaman’da yazdığı makale tam bir savaş manifestosu durumunda. Bu şahıs böyle bir yazıyı kendi başına yazamaz. Sorumlulukları ağır olan bir tutum hükümetten bağımsız olarak da öyle bir yazı yazamaz. Anlaşılan cemaat ve hükümet arasında bu konuda bir mütabakat var.  

 
H. Gülerce’nin yazısı kendine aşırı güvenin ve kibirin de bir numunesi gibi. Ve çokça karşı olduklarını söyledikleri Ergenekoncuların ve aşırı milliyetçilerin bütün hastalıklarından müzdarip. Aynı dili ve referansları esas almış. Oldukça ırkçı ve milliyetçi bir söyleme sahip. Kürtleri ne kadar küçük gördüklerini ve bir fatih edasıyla Kürtlerin kendilerini yönetemeyeceklerini, devlet ve hükümetin çizidiği sınırların dışında çıkamayacaklarını belirtmektedir.
Dil tamamen sorunlu. “Bir tarafta millet bir tarafta da millet düşmanları var“ diyor. Bu dilde bir yenilik var mı? Bu dil ve söyleme Türkiye yabancı değil. Irkçı ve inkarcı Türk egemen sistemi içeride demokratik muhalefeti ezmek için hep “devlet ve millet düşmanları” söylemini kullanmıştır. Şimdi H. Gülerce de aynısını yapıyor. Onlar millet ve devlet, Kürtler ve muhalefet edenler de millet ve devlet düşmanları! Millet ve devlet düşmanlarına ne yapılır? Kahredilmeleri için gerekenler yapılır.

 
H. Gülerce Kürt muhalefetini nasıl ezeceklerini ve kahredeceklerini de açıkça ilan etmekte bir sakınca görmemiştir. Doğan Güreş ve Tansu Çiller’in bolca kullandıkları artık demode olmuş “belini kıracağız“ söylemine geri dönmüştür. Dikkat edilirse, askeri yetkililer bile bu söylemi artık terketmişlerdi. Ama H. Gülerce onları da aşarak bu söylemi kullanmaktan sakınca görmemektedir. Şimdi artık yetki sivil hükümette ve polisi, jandarmayı ve özel kuvvetleri kullanarak Kürt direniş hareketini tasfiye edeceklerini belirtmektedir.

 
H. Gülerce herhangi bir analiz ve yorum yapmamaktadır. Açıkça bir savaş stratejisi açıklamaktadır. Dikkat edilirse hükümet kanadından ve yandaş medyadan bu yazıya herhangi bir tepki ve farklı görüş gelmemiştir. Ortak bir görüş ve hareket planı olduğu açıktır.
H. Gülerce yüzde elli oya ve devleti istedikleri gibi dizayn etmeye fazla güvenmiş. Artık 14 Temmuz’un Kürtler için bir millad olduğunu ve onlara gününü göstereceklerini ilan etmiştir.

 
Fethullahçılar açıkça meydana indiler. Bu meydan barış meydanı değil, şer meydanıdır. Buna söylenecek er meydanına hoş geldiniz. Şimdiye kadar başkalarının arkasına sığınarak olanakları ele geçirdiniz. Artık palazlandınız ve kendinize güven kazandınız ve meydana iniyorsunuz. Ama bu iniş zalimlerin inişi ve dilidir. Kürtler mazlum bir halktır. Hala dilini bile okullarında kullanamamaktadır. Kimsenin özgürlüğünü elinden almamışlar ve herhangi bir ülkeyi işgal etmemişlerdir. Kürtlerin toprakları başkaları tarafından yönetilmektedir. Kendilerini yönetme istemlerine niye en kaba işgalcinin tahammüsüzlüğüyle karşılık veriyorsunuz.

 
Kürtleri açıkça tehdit ediyorsunuz. Dört bin köyün yakılması, elli binden fazla insanın ölmesi ve onbinlerce insanın hapislerde hayatlarının harcanmasına doymadınız. Bu yıkımlar yetmedi. Şimdi Fethullahçılar savaşı yeniden organize ederek Kürtlere gününü göstereceklerini ilan ediyorlar.

 
Anlaşılan İran’ın da Kürtlere saldırmasını fırsat bilerek bu ortaklığın Türkiye ayağını da tamamlamak istiyorlar. Kürtler Fethullahçılara ve AKP Hükümeti’ne teslim olacak mı? Onların tehdit ve kara propagandalarına papuç bırakacak mı? Bunu kimse beklemesin. H. Gülerce gibilerine söylenecek şudur: Aklınızı başınıza toplayın. Siz çocuklarınızı savaşa ve ölüme göndermezsiniz. Yoksulların çocuklarının kanı üzerinde siyaset yapmaktan vazgeçin. Savaşın ve şerin tarafında olmayın. Barışın ve iyiliğin dilini kullanın. Bunu yapmazsanız bundan sonra artık sarumluluğu başkasına yükleyemezsiniz. Yaptıklarınızın ve söylediklerinizin sonuçlarına da ortak olursunuz.

MUZAFFER AYATA