22 Ağustos 2011 Pazartesi

Sistemin Dilemması


Türk siyasal iktidarının kurguladığı dünyada Kürtler ve Kürt isyanları böyle algılanıyor. Kurgulanan dünyada Kürtlerin sahip olduğu özgül gerçekliğin herhangi bir yeri olmadığı için gerçeklikleri birer kurgu olarak algılanıyor. Halbuki burada, kurgulanmış bir aklın kurgusu vardır ve gerçek hiçbir zaman olduğu gibi değildir. Çünkü ona bakan akıl, gerçek ile ilişkisini kurgusal kılabildiği ölçüde var olabilmektedir. Türk siyasal aklının Kürt yorumunu oldukça güzel bir biçimde sunan bu çizim aynı zamanda T.C’ye bir tür mitolojik konum biçmiş çünkü evrenin neredeyse tüm “şer güçleri” T.C’ye karşı birleşmiş bulunmaktadır.

Reel Türk siyasetini refere eden siyasal aklın; bugün için Türkiye Cumhuriyeti projesi tarafından kurgulanan bir akıl olduğunu ve bu aklın ürettiği siyasal bilincin de tıpkı cumhuriyet gibi kurgusal olduğunu biliyoruz. Biz bunun kurgusal niteliğini en güzel ve doğru biçimi ile Kürtler üzerinden anlayabiliyoruz çünkü Kürtler hiçbir zaman kendi topraklarında hesaba katılmadan inşa edilebilecek bir siyasal otoriteyi ve bir siyasal söylemi sindirebilecek, kabullenecek, kısaca meşrulaştırabilecek bir imkânı kimseye tanımadılar. Yani Kürt iradesinin ve buna olanak sağlayan Kürt gerçekliğinin yok sayıldığı herhangi bir pratik veya herhangi bir söylem kurgusal, yani gerçek ile ilişkisini gerçeği hesaba katmadan kuran bir nitelik olmaktan kurtulmamıştır ve kurtulmayacaktır.

Dolayısıyla Kürtlerin, üzerinde yaşamakta oldukları topraklarda iktidar kuranlar ile ilişkileri, söze konu olan iktidarların sosyal ve siyasi anlamda gerçek ile kurdukları veya kuracakları ilişkiyi sorgulayabileceğimiz imkânlar her zaman sağlamıştır bize.

Hem bir siyasal irade olarak hem de sosyal/kültürel bir gerçeklik olarak Kürtlüğün bu özgül varlığı ve dinamiği bu yüzden, onlara hükmetmek isteyen iktidarlar için her zaman bir soruna dönüşmüştür. Sömürgeci siyasal akılda “sorun” olarak algılanan bu şey, söz konusu aklın referansları ile anlaşılmaz, bilinmez ve yorumlanmaz kılınan şeydir aynı zamanda. Yani, Türklerin Türkiye Cumhuriyeti vesilesi ile davet edildikleri dünyada Kürtler yoktur, daha doğrusu, Mesut Yeğen’in ifadesi ile “müstakbel Türkler” olarak vardır. Otantik bir unsur olarak kabul edilebilir düzeyde bir gerçekliğe sahiptirler ve ama gelin görün ki Kürtler kendilerini hiçbir zaman ne müstakbel Türkler olarak algıladır ne de otantik, folklorik bir unsurdan ibaret kabul ettiler.

Devlet bu çatışmayı daima Kürtlere varlık ve hayat bağışlayan gerçekliğin asimile ve deforme edilmesi, nihayetinde sömürülmesi ile sonuçlandırmak istedi. Bu isteğe şiddetle itiraz eden Kürtler, devleti iki seçenek üzerinde yer yer düşünmeye sevk etti:

1) Kürtler baskı ve zorlama ile kontrol edilip nihayetinde sahip oldukları gerçeklikleri ortadan kaldırılabilirdi.

2) Kürtler, belirli bir demokratik açılım üzerinden kontrol edilip sahip oldukları gerçeklik ortadan kaldırılabilirdi.

Devletin ürettiği bu çözümlerin odağında hep aynı irade var ola geldi ve sözgelimi “Kürt sorunu kabul edildiğinde” bile söz konusu milli ülküden vazgeçilmiş değildi. Devletin Kürtleri asimile etmek istemediği veya asimilasyonun bittiği iddiası o kadar büyük bir yalandır ki, bunu ancak söz konusu siyasal aklın aktüel atraksiyonlarına akıl ve yaka kaptırabildiğimiz ölçüde inandırıcı bulma olanağına sahibiz.

Türk devleti, Kürtleri çözmek ve çözümlemek üzere ürettiği bu seçenekler üzerinden Kürtler ile ilişki kurmaya çalıştığında aynı sonuç ile yüzleşmekten kurtulamadı: Her iki durumda da devletin ürettiği kurgusal dünya yıkılma tehlikesi geçirmekten kurtulamıyordu.

Devlet ister barışçıl, insancıl ve özgürlükçü bir açılım ile Kürtler ile ilişki kurup onları iktidara ortak etsin ister de baskı, zorlama ve dayatma ile veya ister ikisini aynı anda ve beraber yapmış olsun sonuç aynıdır: Kürtler sistemi, sistemin dayandığı dünyayı topyekün tehdit etmektedir ve devlet bunu sindirmeye hazır ve niyetli de değildir.

Bu yüzden Türkiye cumhuriyeti devleti, insancıl ve özgürlükçü bir paradigma üzerinden teşekkül etse de, bugüne değin olduğu gibi baskı ve tasalluta dayalı yöntemler icra etse de Kürtler sistemi değiştirmeye ve tehdit etmeye aday olacaklardır.

İnsancıl ve özgürlükçü bir paradigmaya yaslansa Kürtlerin yukarıda bahsettiğimiz özgül ve dinamik ağırlığı, kendi özgül ve dinamik ağırlığının sonucu ve gereği olarak kendi varlık alanını inşa edecektir. Bu inşâ, Türkiye Cumhuriyeti denen devlet pratiği ve söyleminin inşa ettiği dünyayı alt üst edecektir. Tarihle, toplumla kurulan ilişki derinden sarsılacaktır. Kurgulanan dünya yıkılacaktır ve gerçeğin özgül ağrılığı bu topraklarda yaşayan bütün insanlar için yeni ve daha gerçekçi bir alan açacaktır.

Eğer, bugüne değin olduğu gibi bundan sonra da söz konusu kurgusal/siyasal söylemin ürettiği teori ve pratik odağında Kürtler ili ilişki kurulur, inkar, imha, asimilasyon ve jakoben politikalar devam ederse de bu hem kendisine çok pahalıya mal olmaya devam edecek hem de Kürtleri her anlamda sistemden kopup kendi özgül gerçeklikleri üzerinden ve gerekirse devlete rağmen kendi varlık alanlarını inşâ etmelerine yol açacaktır. Nihayetinde bu yöntem bugüne değin olduğu gibi bundan sonra da Kürtleri sistemden daha da uzaklaştıracak ve bu durum Kürtlerin sisteme rağmen kendi başlarının çaresine bakmalarına yol açacaktır. Nitekim bugün Özerklik talebinin altında yatan vaziyet budur ve, bir halk için asgari statü durumunu ifade eden Özerklik talebi esas olarak Kürtlerin sahip olduğu varlık alanının da adeta bir zorlaması, tepkisi ve hatta refleksidir. Kürtlerin varlık alanı, hem Kürtleri ve hem de onu yok etmek isteyen sömürgeci siyasal iradeyi rahatsız edecek denli kendi gerçekliğinin ağırlığını adeta dayatmaktadır.

Her iki seçeneğin de aynı sonuca işaret etmesini ifade eden bu dilemmanın ortaya çıkardığı vaziyetin odağında, Kürtlerin taşıdığı gerçekliğin ağırlığının Türk siyasal aklında bir karşılığa tekabül etmemesi üzerinden yaşanan belirsizlik vardır. Bu yüzden ve enteresan bir biçimde hem Türkler öfkelenmektedir hem de Kürtler. Türkler öfkelenmektedir çünkü Türklerin siyasal aklının inşa edildiği söylemsel dizgede, tarihle ve toplumla kurulan ilişkide, Kürt gerçekliğinin oturduğu hiçbir alan bulunmamaktadır. Bu yüzden Kürtlerin çıkardığı sesler oldukça “provokatif”tir, oldukça kurgusaldır, oldukça “dış mihraklı”dır, oldukça “cehaletten kaynaklı”dır, oldukça “feodal ilişkilerden” kaynaklıdır, oldukça “ekonomik geri kalmışlık” kaynaklıdır vs. Türk siyasal aklında Kürtlerin özgül gerçekliğinin tekabül ettiği bir çok anlam olabilir ve ama o hiçbir şekilde toplumsal ve tarihsel gerçekliğin bir son-ucu olarak ortaya çıkan insancıl bir vaziyet değildir! Kurgusal bir bilinç, gerçekliği kurgu olarak görmeye mahkûmdur çünkü.

Diğer taraftan Kürtler de öfkelidir çünkü onların hiçbir zaman kurgusal bir tarihi olmadı, hiçbir zaman kurgusal bir toplumsal yapı üzerinden, kendilerine ait bir devlete davet edilmediler, hiçbir zaman devlet denen iktidar aygıtı üzerinden, sahip oldukları sosyo-kültürel gerçekliği refere ederek kendini var etme iddiasında bulunanlar olmadı. Yanlış anlaşılmasın, onların öfkesi neden kurgusal bir dünyaya devlet eli ile davet edilmediklerine değil; böylesi bir davetin onlarda gerçeklik ile kuracakları ilişkiyi sabote etmek sureti ile onlardan mahrum bırakacağı gerçekliğin özgül ağırlığına hâlâ sahip olmalarındandır. Kürtlerin bu avantajlı pozisyonu, tarih ve toplum ile kurudukları ilişkinin daha dolaysız olmasını sağlamakla beraber, Türkiye Cumhuriyetinin sunduğu dünyanın bir “davet”, “öneri” olmayı çok aşıp baskı ve şiddete dayalı bir vetirede seyretmesine ve bunun da Türk kabul edilen ahali tarafından oldukça olağan karşılamasına yöneliktir.

İktidarın hakikat formunda Kürtlere ve Türklere sunulduğu bu topraklarda, mesela Ahmet Taşgetiren şunları ifade edebiliyor: “Biz ordumuza peygamber ocağı, ölen askerlerimize de şehit diyoruz, peki PKK sempatizanları da böyle bir şey diyor mu, onlar PKK’yi peygamber ocağı olarak görüyor mu?” Bu ifadelerin hangi kaygı üzerinden üretildiği kısmını yazarın vicdanına ve okuyucunun da anlayışına havale ederek; konumuzla alakası itibariyle şu kadarını ifade edebiliriz: TSK’ya “peygamber ocağı” diyen bir algının, bu nkotada gerçeklik ile ilişkisi ile PKK’ye peygamber ocağı demeyen bir algının bu noktada gerçekliğini mukayese ettiğimizde şu sonuca varıyoruz: Ahmet Taşgetiren ve onun emsalleri hapı yutmuş insanlardır ve onlar başkalarının da mutluluğunu bu hapı yutmakta görecek kadar ileri gitmişlerdir.

İşte bizim meselemiz bu hapı yutanlar ile yutmayanlar arasındaki zıtlaşmanın ve kavganın tam da adıdır ve yeridir. Kavgamızın sebebi budur ve bundan başka da bir şey değildir. Sistemin dilemması dediğimiz şeyi de bir başka açıdan şöyle ifade edebiliriz: Sistem hapı yuttursa da yutmayanlar sorundur; yutturmasa da..

Adnan Fırat


Hiç yorum yok: