2008’de patlak verip 2010’da kısmen yatıştıktan sonra dünyanın
kapısını yeniden ve daha şiddetli biçimde çalacağına kesin gözüyle
bakılan ekonomik kriz çok bekletmedi. Avrupa ve ABD’de borç ödemeleri
konusunda yaşanan sıkıntılar, borsalarda ve kur hareketlerinde altüst
oluşlara yol açtı. 2008 krizinde OECD ülkeleri içinde en büyük daralmayı
yaşayan Türkiye, yeni hareketlilikte de borsası en çok kaybeden ülke
oldu. Bunun üretim, istihdam ve gelire yansımaları ise henüz açığa
çıkmış değil. AKP hükümeti çelişkili açıklamalar ve tedbirlerle “risk
var ama iyi yönetiyoruz” söylemine sarılmış durumda. Sendika.Org’un
sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Erinç Yeldan’a göre ise bu söylem,
AKP’nin çaresizliğinin bir yansıması. Yeldan, bu krizin sistemin krizi
haline gelebilmesi için sınıf mücadelesinin yükseltilmesi gerektiğine
dikkat çekiyor. Yeldan'la dünya ekonomisinin durumu, ABD'nin kredi
notunun düşürülmesini takip eden hegemonik güç tartışmaları, tırmanan
savaşların krizle bağlantısı ve kriz karşısında emek cephesinden
yükseltilecek taleplerin içeriği üzerine konuştuk
Şimdi, küresel ekonomide büyük durgunluk diye ifade edilen, çok tehlikeli bir konjonktür içindeyiz. Dünya ekonomisi aslında 1970’lerde oluşmaya başlayan bu sermaye birikimindeki tıkanıklığı aşacak teknolojik, sermaye birikimi ve kurumsal ivmeyi kapitalizm henüz gerçekleştirememiş durumda. Bunun sinyalleri Asya krizinde verildi, Rusya moratoryumunda verildi, 2001 yavaşlamasında verildi ve nihayet 2008 küresel krizde bu patlak verdi ve ortaya saçıldı.
2008’de bütün ezberler bir kenara atılıp, neoliberal iktisadın artık eskimiş, köhnemiş dediği bütün canlandırma paketleri tekrardan devreye sokularak 2008 krizi bir yere kadar bertaraf edildi, ötelendi. Sonra toparlanma yılı dediğimiz konjonktürde birden bire şirketler, bankalar değil devletlerin iflasları ortaya çıkmaya başladı.
Kapitalizmin içinde düştüğü çelişkili ortamı öteleyecek, sermaye birikimini sürdürecek bir mali genişleme Amerika dâhil kapitalizmin kalelerinin yaratacağı miktarları aşmış durumda. Sistem kendi içinde sürdürülemez bir boyutta çatlama içine sürüklenmiş durumda. Bir yanda küresel anlamada büyük bir eşitsizlik var bir yanda mal, sanayi üretiminin sürdüğü Çin, Hindistan bölgesinde yoğun emek sömürüsüyle birlikte ücret avantajlarından kaynaklanan birikim fazlası var. Öbür tarafta da bunu tüketebilecek tüketim fazlası bir türlü yaratılamıyor. Bu yapay yollarla 2000’li yıllarda kredi kartları, menkul kıymet köpüğü, internet köpüğü yaratılan balonun patladığı bir noktadayız.
Şimdi dünyanın büyük bir durgunluk konjonktüründe olduğu bir dönemde Türkiye ekonomisinin bu kadar dışa bağımlı yapısının yarattığı yapısal sorunlar, çatlaklar Türkiye’yi nereye sürükler, sürdürür bunu bilemeyiz. Galbreit’in ünlü bir sözü var: “Sönmekte olan balon düzenli hareket etmez.” Şu anda balon sönüyor düzensiz davranışların kimi nerede ve nasıl etkileyeceği belli değil.
Geçtiğimiz haftalarda Rusya Başbakanı Vladimir Putin’in bir açıklaması oldu. Putin ABD’yi dünya ekonomisinin asalağı olarak adlandırdı. Ancak baktığımız zaman mevcut konjonktürün aşırı üretim ve bunun yansıması olan aşırı tüketime dayandığını ve bu ekonomik canlılığın enerji fiyatları yoluyla Rusya ekonomisine yaradığını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu bağlamda, dünya ekonomisinin içinde bulunduğu bağımlılık ilişkilerini biraz açabilir miyiz?
Şimdi, Putin’in açıklaması tamamıyla siyasi bir şov. Rusya şu anda küresel ekonominin doğrudan doğruya birinci hammadde üreticisi olarak küresel ekonomiye eklemlenmiş durumda ve hatta bu emtia fiyatlarındaki artışların ardındaki spekülasyonların da baş aktörlerinden bir tanesi.
Yalnız şu sözü doğru; kapitalizm bir rant ve asalaklık rejimi. Bir başka ifadeyle piyasaların anarşizmine dayalı bir birikim modeli. Bu birikim modeli içinde kârın kaynağı her zaman için rant ve sömürüdür, bunu zaten biliyoruz. Finansal kârın arkasında da köpük ve spekülasyon ekonomisi yatmaktadır. ABD ekonomisi, dünyanın merkez bankası olmasına dayalı Bretton Woods sisteminin getirdiği, kapitalizmin hegemonik gücü olma avantajını sonuna dek kullanmış. Öyle ki 2005-2006 küresel krizden hemen önceki dönemde Amerika’da özel tasarruf oranının yüzde 0 olduğunu biliyoruz. Neden tasarruf etsin ki Amerika? İşte, dünyanın merkez bankası olarak likidite sunuyor ve Kore’si, Japonya’sı, Türkiye’si, Çin’i, Hindistan’ı Amerika’nın sunduğu bu dolar ve hazine kâğıtlarına hücum ediyor. Bu da Amerika’ya tasarruf etmeden tüketme olanağı sağlıyor. Hatta ileri finansal hizmet toplumu gibi post-modern toplum imajı veriyor. Putin’in sözü doğru yani, bu kapitalizmin ta kendisi.
Amerika’nın hegemonyasının sarsıldığını söyleyebilir miyiz? Son olarak kredi ve derecelendirme kuruluşu S&P’nin not düşürme kararını bu yönde yorumlayabilir miyiz?
Bu çok zor. Ben burada finansal sistemin artık ayaklarını yere basması gerektiğini düşünüyorum. Finansal sistemin artık 2008 öncesine dönemeyeceği artık çok açık. Öncesinde tamamen finansal genişlemeye, likidite bolluğuna dayanan köpük düzeni ve düzenin getirdiği bütün yıkımların da sosyalleştirilmesi ve mali canlandırma paketleri yoluyla da bertaraf edilmesinin artık olmayacağını, finansal sistemin de yavaş yavaş anlamaya başladığını görüyoruz. Artık dünyada finansal burjuvazi açışından yüzde yüz korunaklı bir limanın kalmadığı çok net bir şekilde anlaşılıyor. Amerikan finansal sistemi için yapılan not indirimini de ben biraz buna bağlıyorum. Bence bu not indirimi ileride Amerikan finansal hegemonyasının zayıflayacağına hele hele bunun el değiştireceğine yönelik çok güçlü bir emare değil. Bu rolü üstelenecek iki tane adaydan biri olan Çin’in finansal sistemi son derece güdük ve sığ dünya finansal sisteminin getireceği hacmi kaldırabilecek boyutta değil. Çin’in de böyle bir riski yönetecek ya da göze alacağını zannetmiyorum. Bence, Çin ekonomisi üretmeye ve dünyanın atölye ekonomisi konumunu pekiştirmeye razı. Şu anki durumda, bir finansal hegemonyanın peşinde olduklarını öngörmek güç.
Avro ya da AB’nin de şu andaki konjonktür içinde böyle bir finansal liderliğe soyunacağını düşünmek hayal. Dolayısıyla, finansal sistemin daha az korunaklı olduğunu gördükleri limanlarda gene de sığınmaya çalışacağını ve Amerikan finansal hegemonyasının daha uzun bir dönem süreceğini düşünüyoruz. Ama sistem bütün olarak daha az sağlıklı, daha riskli ve kırılgan.
Ergin Yıldızoğlu “Bu kriz, o krizdir” diyor. Bunun kitlelere mal edilmesi en büyük dileğimiz. Finansal burjuvazinin bu krizini Türkiye’de ve dünyada reel bir krize dönüştürmek emekçilerin ve onların örgütlerinin görevi.
Aslında bizim bu yönde çalışmamız gerekiyor, krizin niteliğini ortaya koymamız gerekiyor ancak bu yöndeki çabaların da çok yeterli olmadığını görüyoruz.
2008 yılında Milliyet’te yaptığınız söyleşide “Bu krizin ardından düzeltici savaşlar gelebilir” sözünüzü 3 yıl sonra tekrardan yorumlarsanız, neler söylemek istersiniz?
O zamanki yorumlarımız çoğunlukla kapitalizmin tarihinden edindiğimiz derslere dayalıydı. Tarih kuşkusuz böyle bir determinist tekerrürden ibaret bir süreç değil. Hiçbir kriz bir öncekilerle benzer mekanizmalarla aşılmıyor; hegemonik güç değişiyor, sosyal uyarlama mekanizmaları değişiyor. Teknolojiler değişiyor, emekçi sınıfların konumu değişiyor fakat şu tespit çok ortada; dünya kapitalizmi artık bir savaş konjonktürü olmadan sermayeyi yönetemez konuma sürüklenmiş durumda.
Bu sadece Keynesgil anlamda talep yaratma ya da iktisadi artığı şu ya da bu şekilde yakma meselesi değil. Aynı zamanda bu tip krizlerin ortaya döktüğü sosyal çalkantıların da, ya milliyet temelinde ya etnik temelde ya da dini temelde kamufle edilmesi, yani bir tarafa kanalize edilmesi gerekiyor. Yoksa bunların bir emek-sermaye çelişkisine dönüşmesi durumunda Yıldızoğlu’nun değindiği noktaya birden bire gelmemiz kaçınılmaz olacak. Bu tür iktisadi kriz anları, böyle 50-60 senede yaşadığımız bu dalgalar siyasi ve sosyal krizleri kaçınılmaz olarak yaratıyor.
İşsiz kalmış kitleler bir aidiyet duygusu içinde komşusuna düşman oluyor, yanındaki başka milliyetten olan insanlara düşman oluyor, kaybettiği işinin sorumlusu olarak onları görüyor ve medya sermaye ile birlikte bu tür ayrımları sürekli körüklüyor. Bu ayrımlar da illa da bir nükleer ya da 3. Dünya Savaşı konjonktürüne değil bölgesel savaşlar şeklinde tezahür edebilir. Yugoslavya’nın parçalanması daha sonra kara Afrika’da Sudan’ın parçalanması, Arap Baharı diye sürdürülen konjonktürün aslında Ortadoğu’da ve Arap dünyasında cetvellerin, pergellerin tekrardan ele alınıp yeniden şekillendirilmesine yönelik projeler olduğunu da görüyoruz. Bu bakımdan bölgesel savaş veya daha büyük bir savaş durumunun kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olduğunu görüyorum, okuyorum.
Bunlar, 1900’lerin başından beri Rosa Luxemburg’ların ortaya koyduğu tezler. Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği durumun daha sonra 1940’larda tekrar ele alınması ve sermayenin kapitalizmi idare etmek adına savaş konjonktürü içine girmesi… Savaşın hem teknolojik ilerleme bakımından hem de kitleleri pasifize etme ve onları başka bir yöne kanalize etme için zorunlu bir yol olarak görüldüğü düşüncesindeyim. Şu anda yaşanan etnik çatışmalar, hem ülkemizde hem de sınırlarımızda yaşananlar bu konjonktürde değerlendirilmeli bence.
Tam da bu noktada emekçi yığınlara bu yıkıcı dönem için mücadele anlamında neler söyleyebiliriz? David Harvey’in belirttiği gibi kapitalizmle mücadelenin neoliberalizmle mücadele olması gerektiği sözünü de düşündüğümüzde neler söylemek istersiniz?
Öncelikle, bu söze katıldığımı belirtmek isterim. İngiltere kaynaklı “vatandaşlık ücreti” ya da “geçimlik ücret” meselesine daha önce değinmiştik. Kapitalizmin şu anki devrevi krizi içinde bunun mümkün olmadığı yönündeki tutum nedeniyle, “kitleleri bu talep etrafında toplayamıyoruz” şeklinde bir yaklaşım mevcut İngiltere’de.
Türkiye’de ise yurttaşlık bilinci giderek azalırken bir cemaat etrafında toplanma, cemaat ağları içinde var olma eğilimi artmakta. Sosyal yardım da bir dizi dini motif içinde kabul görüyor ve o şu anda gündemde. CHP’nin “aile sigortası”nın beklenen etkiyi yaratmamasında bunların da rolü yadsınamaz. Oysa, diğer taraf çok daha güçlü bir sinyal ile kamuoyunun karşısına çıktı ve kitleleri aldı götürdü. Dini motifler etrafında ve Türkiye’ye dayatılan Büyük Ortadoğu Projesi’nin de bir parçası olan Türkiye’de muhafazakârlaşma, cemaatleşme eğiliminin sonucu olarak “aile sigortası” başarısız olmuştur diyebiliriz.
Fakat daha çok sistem içi ve sistem dışı talepleri doğru dengeleme konusunda bir kafa karışıklığımız mevcut. Korkut [Boratav] hocanın çok önemli bir yaklaşımıydı bence. Kitleleri örgütleyebilmek, yani kapitalizmin sistem içi talepleri bile karşılayamaz halde olduğunu gösterebilmek için birtakım sistem içi talepleri ısrarla masaya koymamız lazım. İstihdam ve işsizlikle mücadele tabii ki bunlardan bir tanesi. Yani kapitalizm 1950’li 60’lı yıllarda bu talepleri meşru olarak görüyor, “gerçekçi” görüyor ve bunların yerine getirilebilmesi için bir kurumsal çaba içinde gözüküyordu. Oysa, Keynesgil politikalarla, Bretton Woods sistemiyle tüm bunlar kapitalizmin öğesine aykırıydı.
Şimdi, bu “sistem içi” taleplerden vazgeçmek bence şu bakımlardan yanlış: Kapitalizm sistem için tedbirleri bile yerine getiremeyecek, buna bile tahammül edemeyecek durumda. Kitlelerin sınıfsal bilinci üzerinde bir etki yaratmak amacıyla bu tür sistem için talepleri yükseltmek anlamlıdır. Bu, CHP’nin “aile sigortası” gibi, yurttaşlık bilincini doğuracak talepler şeklinde olabilir; işsizlik sigortası fonunun genişletilmesi olabilir; sendikal taleplerin yükseltilmesi şeklinde olabilir. Ama “Bunlar geçekçi değil, kapitalizm bize bunları veremez, dolayısıyla biz bunları talep etmeyelim” diye bunları elden çıkarmak bence yanlış olur.
Bir yerde görsel bir etki yaratıp kitleleri örgütleyebilmek için onlara güç vermek, örgütlenme bilinci vermek için bu tip taleplerin yükseltilmesi lazım. Ve bunların bir noktada sistem ile olan ilişkilerinin ortaya dökülmesi lazım. Yani sistem içi talepler ve sistemi dönüştürmeye yönelik talepler eş anlı olarak yürütülmelidir. Sakın yanlış da anlaşılmasın, önce sistem için taleplerle kitleleri toparlayalım daha sonra bir “sınıf bilinci” verelim, ondan sonra da sistemi değiştirecek talepleri de gündeme getirelim, şeklinde bir şeyi kesinlikle söylemiyorum. Tam tersine iki yönlü taleplerin de birlikte yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum.
David Harvey’in sözüne tekrar gelecek olursak… 1970’lerde oluşmaya başlayan krizin ötelenmesinde finansallaşmanın çok önemli, büyük rolü var. Bizim, Bağımsız Sosyal Bilimciler raporlarında dile getirdiğimiz ana unsur olan finansallaşma, kapitalizmin kaçınılmaz krizlerini ötelemeye yaradı. Finansallaşma sayesinde bu kriz ötelendi, dolayısıyla bu finansallaşmanın önünü kesebilmek, onu dizginleyebilmek yani finansal sermayenin kaynaklarının kurutulabilmesi aslında bana son derece devrimci talepler olarak geliyor; kapitalizmin ömrünü kısaltacak, onun kaynaklarını kurutacak talepler olarak geliyor.
Son derece masum, basit bir talep olarak ortaya çıkan bu Tobin vergisi birçok devrimci yapı için çok basit ve sistem içi, çok reformist geliyor. Ama öte yandan finansal sermaye buna tahammül dahi edemiyor. Ben bununla sınırlı kalmayıp finansal sermayenin bu yönden de sıkıştırılması gerektiğini düşünüyorum. Ama bu tabii ki mücadeleyi yüzde 3-5’lik bir vergi talebi ile sınırlandırmak değil; kapitalizmin birikim kaynaklarını törpüleyecek, kurutacak ve onu zor durumda bırakacak bir talep olduğunu göz ardı etmememiz gerekiyor. Neoliberal paradigma, Keynesgil iktisadın çöküşü, hatta neoliberal paradigmanın en uç örneği bu iş-çevrimleri teorileri, yaşanan bu krizler aslında piyasanın kendi doğal mekanizması içindedir, Kendi optimal tepkilerini veriyor. “Bunlara hiç müdahale edilmemesi lazımdır” diyen ultra sağ, ultra muhafazakar neoliberal görüşün canlandırıldığını görüyoruz.
Bunlara doğrudan Marksizm’in temel öğeleri üzerinden tepki vermek, Yıldızoğlu’nu tekrar referans gösterirsek bu krizin bir sistem krizi olduğu tartışmalarını gündeme getirmek gerekiyor. Bir yerden başlayarak kapitalizmin kriz içinde olduğunu, konjonktürel olarak aşılsa bile kapitalizmin krizli bir sistem olduğu algısını güçlendirmek gerekiyor.
"Emekten yana güçler krizi halka iyi ifade edemediler. Kriz emekçileri ilgilendirmeyen borsa endeksine, döviz kuruna indirgenmiş durumda..."
"Emekçi sınıfları yeniden istihdam kayıpları, ücret kayıpları, örgütsüzleşme, parçalanma ile birlikte bozulan gelir dağılımı konjonktürü bekliyor..."
"Türkiye için risk var fakat bu iyi idare ediliyor' sözü aslında riskin doğru tespit edilememesinden kaynaklanıyor..."
Kriz tartışmalarını izliyoruz. Hükümet kanadından birbiriyle çelişen açıklamalar geliyor. Merkez Bankası şaşırtıcı kararlar alıyor. Ne yapmaya çalışıyorlar?
Hükümetin tavrı, çok iyi kurgulanmış bir ekonomi ve siyaset idaresinden ziyade içgüdüsel olarak rastgele verilmiş tepkiler bütünü izlenimi uyandırıyor. Her tepkinin ardından “galiba yanlış yaptık” veya “piyasalara’ yanlış mesaj verdik” gözlemi ile bir başka tepki veriyorlar. Mehmet Şimşek’in, Ali Babacan’ın, Merkez Bankası’nın, Zafer Çağlayan’ın verdiği tepkiler inişli çıkışlı bir içgüdüsel tepkileşme gibi. Çok iyi denetlenmiş, planlanmış, önceden de öngörülmüş bir projeye göre hareket ettikleri izleniminde değilim.
Türkiye 2008 krizini önceki yıllarda olduğu gibi yaygın banka iflasları; fiyatlarda, döviz kurunda, faizlerde büyük hareketlenmeler şeklinde yaşamadı. 2008 krizi, doğrudan doğruya şirket iflasları, işsizlikte artış, üretim sektörünün çöküşü şeklinde yaşandı. 2000’li yıllarda Türkiye’nin küresel finansal sistemle olan ilişkileri çoğunlukla şirketlerin doğrudan borçlanması, şirketlerin küresel ekonomi ile doğrudan aktif menkul kıymet alım-satım işine girmesi ile belirlenmişti. Yurtdışından sermaye girişleri 2008’in son çeyreğinde yavaşlayınca şirketlerin borçları sürdürülemez hale geldi. Şirket iflasları yaşandı, üretim daraldı, yatırımlar ertelendi, üretim ertelendi, makine teçhizat ithalatı yavaşladı ve Türk sanayi reel anlamda yüzde 40'ı aşan bir daralma içine girdi.
Bakan Mehmet Şimşek'in, “Türkiye için risk var fakat bu iyi idare ediliyor” sözü aslında riskin doğru tespit edilememesinden kaynaklanıyor. Bankacılık sistemi riskli değil. Çünkü bankacılık sistemi şu anda Türkiye ekonomisinin küresel ekonomi ile olan eklemlenmesinde çok aktif rol alan bir sistem değil. Aktif rol alan kesim şirketler. Bu kesim de ucuz dövizin getirdiği ithalat kolaylıkları nedeniyle sıcak paraya dayalı, ithalata dayalı bir büyüme içinde gözüküyor.
“Makroekonomik temeller sağlam” cümlesi tamamıyla gerçek dışı. Makroekonomik temel dediğimiz gösterge iç tasarruf yatırımı dengesi ve dış tasarruf dengesidir. Cari işlemler açığı diye dile getirilen büyüklük milli gelir muhasebesinin tanımı gereği içerde tasarruf yatırım dengesinin bozulduğu anlamına geliyor. Türkiye bugün milli gelirinin yaklaşık yüzde 10'u kadar bir dış açık yaşıyorsa, bu, tasarruf ve yatırım dengesinin milli gelire oran olarak fiilen yüzde 10 bozulmuş olması anlamına gelir. Dolayısıyla makroekonomik temellerin yüzde 10 saptığı bir ekonomide makroekonomik temeller sağlıklıdır demek milli gelir muhasebesini tamamıyla göz ardı etmektir.
Türkiye ekonomisinin 1980'den sonra girdiği yolda ('94 krizi, '98 durgunluğu, 2001 krizi gibi tökezlemelerin dışında) Türkiye ekonomisinin bütün geleceği yabancı sermayenin, sıcak para dediğimiz spekülatör sermayesinin kaprislerine bağımlı hale gelmiştir. Türkiye ancak döviz girişi olduğu sürece üretimini finanse edebilmekte, büyüyebilmektedir.
Şimdi, 2011’in ikinci yarısında bütün dünya ekonomisinde bir durgunluk, sermaye akımlarında bir daralma gözleniyor. Bunun Türkiye’ye yansımalarında doğrudan doğruya tekrardan şirketler kesiminde üretimin yavaşlaması anlamında bir yavaşlama konjonktürüne gireceğiz. “Krizi iyi idare ediyoruz” sözü, sürekli olarak yabancı sermayeyi çekmeye yönelik bir söylem.
Ama Başbakan’ın “teğet geçecek” söylemi halkta bir karşılık buluyor…
Türk solu, daha doğrusu emekten yana güçler kriz olgusunu halka iyi ifade edemediler. Bu 2001 krizi ve 2001 sonrasında medyada yer alan birçok ekonomi programının ve kriz algılamasının etkisiyle, kriz emekçi halkı hemen hiç ilgilendirmeyen bir borsa endeksine, döviz kuruna, faiz oranlarına indirgenmiş durumda.
Fakat kriz, bu değil. Ne zamanki bütün bunlar, doğrudan doğruya istihdam kararlarına, yatırım kararlarına yansıyor, üretim duruyor, istihdam yavaşlıyor, tüketici güveni sarsılıyor. Kriz olgusunu ilk safta böyle anlıyoruz. Şimdi dünyanın hemen hemen bütün ekonomileri doğrudan doğruya bir üretim krizi yaşadı 2008'de. Türkiye de OECD ülkeleri arasında üretim ve istihdam krizini en ciddi yaşayan 2 ülkeden bir tanesiydi. İşsizlik oranındaki artış veya büyümedeki kayıplar bakımından değerlendirildiği zaman Türkiye ilk 3 ülkenin arasında yer alıyordu. Ama bankacılık sistemi üzerinden bir finansal kriz yaşamadı. Çünkü krizin aktörü dediğim gibi zaten bankacılık sisteminden ziyade şirketler ve hane halklarıydı. Küresel ekonomideki bu çalkantıyı Türkiye’nin reel ekonomi üzerinden yaşaması bu bakımdan çok doğaldı. Bir de hep dile getirilen, göz ardı etmememiz gereken bir olgu var. Türkiye’ye 2008 Ekim'inden 2009 Nisan sonuna kadar kaynağı belirsiz yaklaşık 18 milyar dolarlık bir sermaye girişi yaşandı. Bu da IMF ile stand by imzalama gerekçelerini ortadan kaldırdı. Konumuz değil ama bu para çok büyük olasılıkla şirket sahiplerinin, hane halklarının yurt dışında veya yurt içindeki kayıt dışı parayı kendi şirketlerini kurtarmak üzere sisteme dâhil etmesi sonucunda geldi. İlle de kara para olmak zorunda değil.
Türkiye’nin 2008 krizi ile ilgili olarak “krizden etkilenmedik” söyleminin ciddiye alınacak bir tarafı yok. Sanayi yüzde 40 çöktü, 1 milyon yeni işsiz ortaya atıldı, sadece sanayi sektöründe 400 bin kişi işsiz kaldı. Böyle bir konjonktürde tartışmanın özü “biz krizden etkilendik mi etkilenmedik mi, şimdi etkilenir miyiz” olamaz. Niye finans sektöründe herhangi bir intibak mekanizması devreye girmeden doğrudan doğruya reel sektörün bütün intibakı üzerine aldığı, emekçi kesimlerin büyük bir işsizlik, onun getirdiği büyük bir ücret daralması, sosyal yardımların çökmesi ve yoksulluğun artması ile yüz yüze geldiği bir kriz yaşadık; bunun üzerinde durmak gerekiyor.
2011’deki bu yeni durgunluk konjonktüründen Türkiye nasıl etkilenir; bunu tartışmamız gerekiyor. 2008’in dersleri bize gösteriyor ki yabancı sermayenin girişlerinin yavaşladığı bir konjonktürde Türkiye çok şiddetli bir reel sektör krizine sürükleniyor. Şimdi bu konuda alınmış hemen hemen hiçbir tedbir yok.
Merkez Bankası önlem olarak yine yabancı sermayeyi çekmeye yönelik bir “genişletici mali daralma” politikası izliyor. Bu 2001 konjonktüründe uygundu, çünkü dünya zaten bir likidite bolluğu içinde ve genişleme konjonktüründeydi. Yabancı sermaye kendisine yüksek rant elde edebileceği güvenilir az gelişmiş ülke pazarları arıyordu. Şimdi ise böyle “mali disiplini sağladık, biz çok sağlamız, gelin bize yatırım yapın” mesajı yankı bulmayabilir ve çok büyük olasılıkla bulmayacaktır.
Burada Türkiye’nin geniş iç pazarının devreye sokulmasında çok büyük bir yarar görüyorum. Artık yabancı sermaye yatırımlarına değil ulusal tasarruflara dayalı bir ulusal yatırım projesinin devreye sokulmasının tam zamanı. Hâlbuki şu anda, “daraltıcı bir maliye politikasıyla yurtdışından yine sermaye girişleri sağlansın döviz kuru 1.70’lerden tekrardan aşağı çekilebilsin ve bu durgunluğun getirdiği yumuşak yatırım ve tüketim psikolojisinin içinde çok yüksek olmayan bir cari işlemler açığı ile Türkiye 2011’i çıkarsın” beklentisi var.
Anladığımız kadarıyla ekonomide bir daralma yaşayacağız. Hükümet de herhalde şöyle düşünüyor: “Finansal bir çalkantı olmasın da, zaten ekonomi daraldığı zaman biz bunu sıkıntısız atlatabiliyoruz. Dövizde aşırı sıçrama yaşanmasın, biraz yükselsin. Hem bundan ihracatçı yararlanır hem de cari açık azalır…”
Kesinlikle. “Zaten yüzde 11’lik saman alevi gibi büyüme ve onun neden olduğu yüzde 10’luk cari açık kabul edilebilir bir seviye değildi. Şimdi, burada aşağıya doğru bir yavaşlama içine giriyoruz. Fakat çok da böyle işsizlik yaratacak büyük bir durgunluk değil. Bizim yüzde 6-7’lik bir büyüme hedefimiz zaten var, ona indirgeyecek, enflasyona da baskı yaratmayacak, finansal sistemde de büyük bir çalkantı yaratmayacak bir konjonktüre sürükleniyoruz. Ekonomi bu sayede kendi kendine cari işlemler açığını azaltır, yaz aylarında olduğumuz için mevsimsel etkilerden dolayı zaten istihdamda da bir canlılık yaşanır. Sanayideki olası daralmalar turizm ve tarımdaki mevsimsel istihdam ile bertaraf edilebilir” düşüncesi var.
Şimdi bu tamamıyla edilgen ve Merkez Bankası’nın “önceden hazırlıklıyız” sözünü yadsıyan bir politika. “Ekonominin düşüşe geçmesinden rahatız. Bu çok da büyük bir çöküntüye yol açmayacağa benziyor veya en azından biz buna kendimizi inandırdık, halkımız da bir an önce tedbirler almaya başlarsa 2011’in son aylarını yumuşak bir durgunlukla geçirebiliriz” temennisine dayanıyor.
Hatırlarsınız 2009’un Mayıs ayına kadar, bütçe yasasında yüzde 4-5 büyüme hedefi vardı; 2009’un orta vadeli programında kendi kendilerini teğet geçtiğine inandırıp hiçbir tedbir almadılar. O dönem “teğet geçiyor, geçti, küresel krizi atlattık” temennisi ile geçtikten sonra birden bire cumhuriyet tarihinin en şiddetli daralmasıyla karşı karşıya kaldık.
Çok yüksek büyüme oranlarına rağmen Türkiye’nin 2001 krizi öncesinde yüzde 5-6 düzeyinde olan işsizlik oranına inemedik. Çünkü Türkiye istihdam yaratacak bir büyüme içinde değil. Şimdi tekrardan bir yavaşlama, durgunluk konjonktürüne giriyoruz bu son tablo Türkiye’de istihdamın bu şekilde artırılamayacağını, işsizliğin yüzde 10’un altına düşürülemeyeceğini gösteriyor. Bunun üzerine bir de mali disiplin sözü ile betimlenen bir mali daralmadan, sosyal yardımlar ve sosyal harcamaların daraltılacağından çok büyük bir olasılıkla memur maaş ve ücretlerinin tekrardan bir negatif seyir içine gireceğinden emin olabiliriz. Böyle bir dönemde emekçi yığınları yeniden istihdam kayıpları, ücret kayıpları, örgütsüzleşme, parçalanma ile birlikte bozulan gelir dağılımı konjonktürü bekliyor.
Söyleşi: Engin Duran, Ankara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder