22 Ağustos 2011 Pazartesi

Kürt Sorunu'nda Şiddete Odaklı Çözümün Geri Çağrılışı-1

Bir ulusun inşası sürecini ve yeni bir toplum imkânını –ki bu ikisinin birlikteliği Kürt Siyaseti’ni devletin nezdinden tehlikeli yapan ve onu salt etnik bir hareket olmaktan çıkarıp geniş bir ufka taşıyan en önemli noktadır- eş zamanlı örgütleyen ve bu bağlamda kendi kurumlarını yaratmaya çalışan düşünsel algıyla, ‘yok’luktan ‘var’lığa çıkmış bir kimliğe folklorik süs muamelesi yapan düşünsel algı arasındaki üzerine köprü kurulamaz uçurum, hem şiddeti üreten hem de üretilen şiddetin politik niteliğini kazandıran boşluğu oluşturur.

Şiddetin siyasalın uzamına ait olmadığına dair tespitler/arzular, büyük kuramsal çöküntülerin ve hayal kırıklıklarının eşlik ettiği bir söylem alanı içinde yerini, “sabırların tükendiği”, “artık müsamaha gösterilmeyeceği” teslim ol! çağrısına bırakıyor. Muktedirin sabrının ve müsamahasının sınırı, çağın tininin, yani insanlığın bu zamana kadar üretmiş olduğu kolektif bilincin en nitelikli sonuçlarını ölçüt almak yerine kendi bilişsel haznesinin alabildiğine sınırlı ve iktidarın (kendine içkin) yapıları tarafından belirlenmiş kriterler tarafından çiziliyor. Siyasetin gündelik dilinde bu tavrın tercümesi muhataplığın, önce reddi ve sonra da tasfiyesi, olmazsa da imha edilmesidir. Kimse fikirlerin silahlar aracılığıyla yok edilemeyeceği yalanına sarılmasın; yok edilebilirler; siyaset bu yok etmenin sizin tarafınızdan tercih edilip edilmediğiyle alakalıdır. Yoksa söylem gücü yüksek ilkesel ifadelerin bilince içkin hale getirilmesiyle değil. Çünkü tarih kendi yatağında ve kendi
tarih öncesinden almış olduğu potansiyelleri kendiliğinden açan öznesiz bir süreç değil, bizzat öznelerin zora dayalı müdahalelerinin belirlediği bir akış/durduruştur.

Zora dayalı etkinlik karşısında iki tür muhatap bulur: başka özneler ve yapı; çok zaman bunlar arasında ayrım yapmak olanaksızdır keza öznelerin yapıyla girmiş oldukları etkin ve edilgin ilişkiler ve bu ilişkilerin yarattığı diyalektik hareket her ikisini de birbirinin taşıyıcısı ama aynı zamanda da birbirinin üreticisi durumuna getirir. Bu anlamda yapılardan bağımsız bir özne ve öznelerden bağımsız bir yapı mümkün değildir. Devlet aklının sorunun başından beri -ve de şimdilerde de- çözüm olarak gördüğü Kürt Sorunu ile PKK’yi birbirinden ayırma denemeleri bu nedenle hiçbir zaman başarılı olmamıştır. Aynı başarısızlığın PKK ile Kürtleri ayırma konusunda da yaşanacağı çok açıktır. Bu ayırma çabasını temsiliyet tartışmaları eşliğinde sürdüren AKP belirli oranda temsiliyet kazanıp kendine alan açtığını düşünürken Kürt Siyaseti’nin ana akım hareketinin söylem alanı ve kavramsal haznesiyle iç içe girmekte ve alana dair kendi üretmiş olduğu bir söylem olmadığından ancak klasik devlet refleksinin söylemine geri çekilerek Kürtlere sınır çizmeye çalışmaktadır. 

Muhafazakârlığın yeni formunun en belirgin özelliği ve handikabı da burada ortaya çıkar: muhafazakâr artık geçmişten doğru gelen –elbette din, aile ve etnisiteyle ilgili olanları başat kabul ederek- insan ‘başarı’larının ve ‘değerler’inin korunmasının aktörü değil mevcut verili durumun himayesinin (siyasal olmayan) siyasi görünümüdür. Yeni muhafazakârlığın ‘yeni’si tam da bu korunanın/korunmak istenenin zamansal çizgisindeki değişmeden kaynaklanır: liberal iktisatla yaptıkları barış, kapitalizmin ontolojisinin diyalektik devindiricisini oluşturan metalaştırmanın katı olan her şeyi buharlaştıran dinamikleri ile birleştiğinde, eskinin muhafazakârının himaye altına almak istediği her şey yeni muhafazakâr için piyasada sergilenen bir metadan ya da politik kararların bir süsü olmaktan daha öte anlam taşımaz.

Geçmişten geleceğe taşınacak olan ufkun kaybedilmesi, politikanın kuramsal zemininde vaat üretme yeteneğinin de kaybedilmesi anlamına gelir. Bu yüzden “Açılım” vaatsiz –ve de belirsiz- başlamış, klasik Türk devlet politikalarının onlarca yıllık şiddet retoriğinin yeni bir vaat olarak sunulması ile de sonlanmıştır: günümüz muhafazakâr siyasetinin Kürt Sorunu’ndan ‘geriye dönen -kendince- ilerlemesine’ neden olan şey de, -üzerine basa basa söylüyorum- Kürtlerin
politik şiddetidir. Kendilerinin masaya çekilmesi için tırmandırıldığını düşündükleri şiddetin tartışma düzeylerinin arkaikliğinin yükseltilmesi için kullanıldığını anlamamaları da muhafazakârın zamansal çizgisindeki kaymanın şimdide verili olanı himaye etmeye dönüşmüş olmasındandır. Bir ulusun inşası sürecini ve yeni bir toplum imkânını -ki bu ikisinin birlikteliği Kürt Siyaseti’ni devletin nezdinde tehlikeli yapan ve onu salt etnik bir hareket olmaktan çıkarıp geniş bir ufka taşıyan en önemli noktadır- eş zamanlı örgütleyen ve bu bağlamda kendi kurumlarını yaratmaya çalışan düşünsel algıyla, ‘yok’luktan ‘var’lığa çıkmış bir kimliğe folklorik süs muamelesi yapan düşünsel algı arasındaki üzerine köprü kurulamaz uçurum, hem şiddeti üreten hem de üretilen şiddetin politik niteliğini kazandıran boşluğu oluşturur. Bu kadar büyük bir boşluğu dolduramayacağı kendileri açısından da oldukça açıkken, zaten fiili olarak elde edilmiş olanları, daha da geri çeken bir düzeyde hukuki hale getirme denemesi olarak muhafazakârın “Açılım” projesi başından itibaren şiddetin geri dönüşünü haber veren bir kapasitesizlikle maluldür.

Devlet şiddetinin ve Kürtlerin
politik şiddetinin geri çağrılışı çok farklı motivasyonlara sahip iki geri çağırılma durumuna işaret eder. Bir tarafta bu zamana kadar kazandıkları her şeyi şiddete ve onun aracılığıyla kurumsallaştırdıkları yapılara borçlu olan Kürt Siyaseti’nin tartışmanın düzeyini yükseltmek için kullandığı şiddet; diğer tarafta ise yükseltilmiş düzeyi yani Kürt Sorunu’nda üretilmiş olan yeni taleplerin sınırını aşağı çekmeye çalışan güvenlik konseptine odaklanmış şiddet. Bu durum liberalizmle bütünleşen muhafazakâr siyasetin gericilikle temasının görünüşe geldiği yerdir; fakat gericilik artık muhafazakâr siyasetin dine referanslarından türetilebilecek bir konum değildir. Gericilik başarısız olmuş siyaset yapma biçimlerinin arenaya tekrar çağrılması vasıtasıyla toplumun kolektif bilişsel kapasitesindeki mahkûm edilmiş formları manipülatif hamlelerle kurumsallaştırma pratiğidir. Seçim öncesi, heykel yıktırma, Öcalan için “biz olsak asardık” ifadesi, Kılıçdaroğlu’nun Aleviliğini gündeme getirme de benzer bir geri çağırma, toplumu gericileştirme hamlesidir. Ramazandan sonra Kürt Sorunu’nun şiddete odaklanmış çözümü üzerinden siyaset üretileceği tehdidi de “Açılım” projesi ile geri çektiremedikleri talepler sınırını askeri yöntemlerle geri çektirme denemesi olarak şekillenecektir.

Statükonun geri çağırılması durumu sadece teknik olarak şiddete odaklı çözüm düşüncesine lokal bir dönüş değildir. Kürt Siyaseti’nin ‘meşru’ siyasal alandaki hareket olanağı da, kriminalizasyon süreci ile daraltılacak ve Kürt Sorunu’nu tartışan aktörlerin oluşturduğu kavramsal hazne de yargı kurumu aracılığıyla sınırlanarak suç tehdidiyle muhafazakârın sınırlı söylem alanına geriletilmeye çalışılacaktır. Dünyanın şimdi olduğundan daha da fazlası olabileceği ihtimalinin muhafazakârın tahayyülünden silinmiş olması, dünya üzerindeki tüm toplumsal mücadeleleri kriminal bir sözcük dağarcığıyla çevirmeye çalışan mevcut hegemonyanın uygulamalarıyla muhafazakâr siyasetin uyumluluğunu arttırmaktadır. Bu hegemonya kurma pratiğine muhafazakârın düşünsel kapasitesindeki sınırlılığı eklediğinizde otoriterleşme kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır.


Elbette tüm bu anlattığımız sürecin olanaklı hale gelmesi, vaat etme kapasitesini yitirmesi ile omurgasızlaşmaya başlayan muhafazakâr siyasetin, uluslararası reel politik dengelerin sürekli yalpalayan bir aktörüne dönüşmesini sağlamaktadır. Libya’daki NATO müdahalesiyle ilgili değerlendirmenin üç günde tersine dönmesi, komşularla sıfır sorun projesinin Suriye’ye savrulan tehditlerin sözcülüğü görevine dönüşmesi, proje üreten değil üretilmiş projelere eklemlenmeye çalışan bir görüntü ortaya çıkarmaktadır. Kürt Sorunu’nda geri çağrılan şiddete dayalı çözüm, muhafazakârlığın yapısal dönüşümünün -ve bir başka yazının konusu olmak üzere yapısal krizinin- yukarıdaki tüm sonuçlarıyla birlikte bu uluslararası hesaplarla yakından ilişkilidir.


Zalim ve mazlum ayrımının sadece düşüncelerinden değil vicdanlarından da silindiği, liberal otoriterleşme lehine muhafazakârlığın tasfiyesi hareketi olarak -yanlış okumadınız-, post-muhafazakâr siyasetin Kürt Sorununu çözme denemesinin niyetlerle ilgili değil yapısal sınırlılıklara bağlı sorunlardan başarısızlığa uğradığı açıktır ve
Gerçek bir tartışma bu yapısal zeminde sürdürülmelidir. Başarısızlığın şimdilerde gizlenen sonuçları geçmişin anlamının, gelecek zamandaki bir şimdi ve burada aracılığıyla serbest bırakılması ile açık hale gelecektir.

* Ersin Vedat Elgür

Dicle Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Görevlisi

Hiç yorum yok: