22 Ağustos 2011 Pazartesi

AKP’nin Siyasi ve Askeri Stratejisi


Türk ordusunun PKK güçlerine yönelik başlattığı hava harekatına ilişkin ana akım medya kapsamlı bir destek kampanyası başlatmış olsa da, Kürt meselesine dair ortalama düzeyde bilinci olan herkesin sormakta olduğu tek bir soru var: ‘Türk devletinin PKK’yi tasfiye etmek için kullanmadığı hangi askeri yöntem kaldı ki bu kez sonuç alınabilsin?’. Bu sorunun haklılığı, 1990’larda Türk ordusunun icra ettiği kontrgerilla projesi kapsamında yakılan binlerce köy, paramiliter güçlerin işlediği binlerce cinayet ve sayısız insan hakları ihlali hatırlandığında daha da berraklaşmakta. Lakin Türk devletinin kullandığı stratejileri tarihsel ve güncel bir bağlama oturtmadan ele aldığımızda, gerçekten de tarihin hep tekerrür ettiği varsayıma inanmak durumunda kalabiliriz.

Türkiye’de yeniden tekelleşen iktidar


Sonda söyleyeceğimizi başta da söylemekte herhangi bir beis yok: Yaşadığımız süreç ile 1990’ların birbirine en fazla benzeyen yanı, rejimin gidişatına şekil veren aktör sayısının tek olmasıdır. Diğer bir deyişle, 1990’ların ilk yarısında nasıl ki Türk ordusu -Kürt meselesine dair idarenin nasıl olacağını belirlemenin çok ötesinde- mutlak bir siyasi güce sahiptiyse bugün de AKP hükümeti aynı raddeye ulaşmış durumda. Bu iddiayı kanıtlamak için sayfalarca yazmak yerine, hakim siyasetlerin medya üzerinde kurdukları dominasyonu ve Türkiye burjuvazisini terbiye edebilme kapasitelerini karşılaştırmalı düşünmek dahi kafidir. Diğer yandan, AKP iktidarının 90’ların Türk ordusuna kıyasla çok önemli birkaç farkı var: muhaliflerini yargı-medya mekiğini kullanarak daha kompleks iktidar teknikleriyle kudretten düşürebilme, siyasi projeleri için toplumdan rıza devşirme yöntemleri konusunda ustalaşma ve demokratik yollarla seçilmişliğinin meşruiyetine yaslanabilme ,AKP’nin hegemonya projesini 1990’lardaki ordu iktidarından niteliksel olarak farklılaştırıyor. AKP’nin hava harekatı emri verirken ‘açılım devam ediyor’ söylemini hala kullanıyor olmasının ardında yatan temel neden de niteliği değişen iktidardan ileri gelmekte. AKP’nin Kürt hareketi ile başa çıkmak hususunda yeni dönem stratejisi; mümkünse ‘külliyen tasfiye’, pek mümkün görünmediğinden de ‘kısmi tasfiye’ olarak formüle edilebilir. Bu starteji, Kürt hareketinin silahlı eylem yapma kapasitesini minimuma indirmek, yani Kürt hareketinin beslendiği legal veya illegal güç kaynaklarını asgariye düşürmektir. Kürt hareketinin talep ettiği kapsamlı rejim değişikliğine ve özerklik talebine onay vermeden, Kürtlere bireysel-kültürel hakların temin edilmesiyle sınırlanacak bir çözüm düşleyen AKP için orta-vadede askeri taktiklere yaslanmak adeta kaçınılmaz görünmektedir.


1990’lar Süreci: Tarih gerçekten de tekerrür eder mi?


‘1990’lı yılları mı dönüyoruz?’ sorusunun sorulmasının temel nedeni yukarıda belirtilen Türkiye’de iktidarın yeniden tek siyasi aktörde yoğunlaşması değil. Bilakis AKP hükümetinin sahici bir çözüm projesini gerçekleştirmemek için öne sürdüğü bahaneler seçimlerden hemen sonra tüketilmiş durumdaydı. Ama özel savaş birliklerinin kurulması, Kürt bölgesinde idarenin ‘Süper Vali’lere devredilmesi planları, özel harekatçıların bölgeye sevk edilmesi, PKK’ye karşı hava harekatı düzenlenmesi gibi hamleler kuşkusuz OHAL rejiminde devletin uyguladığı stratejiyi hatırlatmakta. Peki AKP açılım söylemi sürecinde AKP’nin belirttiği siyasi bahaneler tükenmiş olmasına rağmen AKP neden ibreyi savaş çizgisine çekti?


Birinci neden şu: Parlemento hariç hemen her güç mecrasında AKP güçlense de, mecliste kaybettiği koltuk sayısı anayasa tartışmalarında AKP’yi diğer partilerle uzlaşmaya zorlamakta. Tek başına anayasa yapamama, meclisteki diğer partilerle uzlaşma zorunluluğu, bu partilerin ideolojik kutuplaşması ve Kürt ve sol muhalefeti kale almadan yapılacak bir anayasanın toplumsal meşruiyet eksikliği ile uğraşmak AKP için sonuç tercih edilmeyen bir yol olarak görüldü. Bu yüzden Kürt meselesini parlamentonun ve legal siyasetin dışına taşırmak AKP iktidarını zorlayan dinamikleri askıya almak manasına gelmekte.


İkinci neden ise, TSK’nın da hizaya çekilmesinden sonra AKP’nin hegemonik projesine eklemlenemeyen veya iradesi kırılmayan yegane aktör Kürt hareketi olmasıdır. Hal böyle iken, seçimlerden oldukça başarılı bir şekilde çıkmış bir legal kanadı olan ve silahlı eylem yapma kapasitesini koruyan bir hareketle şimdi masaya oturmak demek, Kürt hareketinin ortaya koyduğu talepler karşısında oldukça zayıf kalmak demektir. Yani, Demokratik Özerklik projesinin pazarlık konusu edilemeyecek maddelerini kabul etmek demektir. Bu nedenle, Kürt hareketinin arzuladığı yönde bir çözüm sürecinin gerçekleşmesi için Türkiye devletinin ‘başka alternatif yok’ noktasına gelmesi gerekmekte. Bunun için de Tayyip Erdoğan’ın başkomutan olduğu bir muharabeye girmesi gerekiyor. Çünkü, AKP hükümeti Kürt hareketine karşı askeri, siyasi ve toplumsal bir kudretten düşürme operasyonu için zaman, enerji ve kaynağının olduğunu düşünmekte.


Türkiye medyasında hemen herkes savaşın ateşine har taşıma yarışı yaparken ve yarım ağızla ‘1990’larda yapılanları akıllara getirmeyelim’ derken ustalıkla es geçtikleri nokta gerçekten 90’lı yıllarda Türk devletinin neler yaptığıdır. Malumu yeniden ilan etmeye gerek yok. Lakin bugünü anlamak için 1990’larda yaşanan çatışmanın dinamiklerine bakmak gerek.


Yakın tarihten çatışmayı okumak


1992 yılında başlayan ve 1996 yılına kadar süren kontrgerilla stratejisi, 91-92 sürecinde kitleleri ardına alan Kürt hareketini ortadan kaldıramadı, sadece hızını kesti. Aslında, PKK ile Türk devleti arasındaki çatışma 1996-97 yıllarında doygunluğa ulaşmıştı. Türk ordusu PKK’ye karşı askeri bir zafer elde edemeyeceğini görmüş, PKK de Türk devletinin uyguladığı muazzam baskı politikası altında bağımsız bir Kürdistan kurmanın süreç itibariyle mümkün olmadığını görmüştü. Bu yenişememe hali ve silahlı çatışmanın sonuç getirmemesi durumu, gerilla dinamiğinin olduğu birçok ulusal ve/veya sınıfsal mücadele için dünya ölçeğinde barış görüşmelerinin başladığı an olmuştur. Kürt meselesi özelinde, 1996-98 sürecinde taraflar arasında düşük yoğunluklu görüşmeler başlamış olsa da PKK lideri Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi dönem itibariyle barış olasılığını temelinden dinamitledi. PKK’nin tasfiye edilebileceğine dair ciddi askeri tereddütler oluşmuşken İmralı süreci Türk devletini PKK karşısında zafer stratejisine sevk etti. PKK silahlı güçlerini sınır dışına taşımış olsa da, çatışmaların yeniden yoğunlaştığı 2005 yılına kadar Türk devletinin kayda değer bir girişimde bulunmaması da bu küllenen zafer inancıyla ilişkiliydi. Çatışmaya dair son yıllarda en önemli dönüm noktası Türk ordusunun ABD ve İsrail destekli bir şekilde 2008 yılında gerçekleştirdiği Güneş operasyonuydu. Kürt hareketinin ‘Zap Direnişi’ olarak adlandırdığı süreç, PKK’nin askeri olarak tasfiye edilmesinin Türk devleti bakımından mümkünatı oldukça zor olduğunu gözler önüne serdi. Bu yüzden yeniden AKP dönemi stratejisi şöyle tanımlanabilir: çatışmayı zamana yayıp Kürt hareketinin askeri, örgütsel ve toplumsal gücünü zayıflatmak, önümüzdeki yıllarda masaya oturulma durumunda eldeki kartların sayısını artırmak.


Ortadoğu’da kazanlar kaynarken görebildiğimiz siyasi dinamikler esasında, hala askeri stratejiler peşinde koşmak, kanlı bir biçimde barış olasılığını ertelemekten başka bir sonuç getirmeyecek gibi görünüyor. AKP’nin zihninde ise Kürt hareketinin siyasi gücünü azaltmak ve Kürtlere verilecek haklarının alanını daraltmak adına toprağa akacak kanı görmezden gelmek var.

Harun ERCAN / SUNY-Binghamton, Sosyoloji Bölümü Doktora Öğrencisi

Hiç yorum yok: