Babamın, dedemin izlerini sürdüm. Dedemi hiç tanımadım, çünkü 1936
yılında ölmüş. Ben doğmadan 12 yıl önce. Dedem Ömer Efendi bir
müderristi. Onun babası da din adamı. Zara’dan gelmiş, Ordu Mesudiye’nin
dağlık yöresindeki Beysekü köyüne. Kardeşlerinden birinin Kürtçe
bildiğini söylediler Beysekü’de... Kimine göre Haylık da varmış işin
içinde...
Neden Zara’dan Mesudiye’ye gelmişler bilinmez. Belki de 1877 Osmanlı-Rus savaşının bölgede yarattığı altüstlükten dolayı terketmişler Zara’yı ya da yerel çatışmalardan, kim bilir? Bu benim tahminim. Zara, o zamanlar Kürt ve Ermeni ağırlıklı bir nüfusa sahip...
Babam, bir köy öğretmeni iken, o da iz sürmek için gider Mesudiye’ye. Ve Beysekü’nde dedesinin ailesinin Zarakol diye çağrıldığını öğrenir ve bu soyadını almayı o önerir aileye.
Dedem, Ömer Efendi ile ağabeyi birlikte yollara düşüp Mesudiye’den Çorum Medresesi’ne gitmişler. Orada iki kardeşin yolu ayrılmış. Ağabeyi Nakşibendi tarikatı yolunda gitmiş. Nitekim daha sonra Niksar’a giderek Nakşibendi şeyhi olmuş ve orada bir kütüphane oluşturmuş.
Ömer Efendi ise ilim yolunda yürümeye karar vererek, İstanbul’a, Gülhane’deki Zeynep Hatun Medresesi’ne gelmiş. Abdulhamit döneminde Hatta beratını ondan aldığını söylerler. Sonra yola düşüp Niksar’a ağabeyinin yanına gitmiş, medrese hocası olarak. Orada Arif Bey diye bir zabitin kızkardeşi, Naciye Hanım ile evlenmiş, yani babaannemle.
Arif Dayı, 1914 kışında Allahüekber Dağları’nda az sayıda sağ kalıp, Çarlık ordusuna esir düşenlerden. Ve orada 1917 devrimine de tanık olur. (Meraklısına; Arif Ölçen’in Sibirya’da tuttuğu günlük, Valutra Nehri başlığıyla Türkçe olarak ve Amerika’da bir üniversite tarafından İngilizce olarak yayınlandı) Arif Dayının oğlu Nejat Ölçen’i ve Makbule Halamı da bu arada Çamlık yaylasında ziyaret ettim, geçen yaz. Ama önce babamların çocukken gittiği perşembe yaylasına gittim.
Oradan ver elini babamın 6 yıl öğretmenlik yaptığı Geyran köyüne ve Düden yaylası... Geyran bir Alevi köyü. Babam ile köyün ağası elele verip, burada bir okuma seferberliği başlatmışlar. Bugün yörenin en fazla öğretmen yetiştiren kasabası olmuş eski Geyran köyü. Daha 70’lerde kültür festivalleri düzenleyen bir yer... Babamın öğrencileri ile tanışmak ayrı bir keyifti. Onların dediğine göre, babam “İslamın özü Alevilikte” dermiş onlara. Babam keman ve dayısının bizzat yaptığı tamburu çalarmış onlara, kurdukları sohbet sofrasında. Önce dedemin doğduğu evde, sonra oradan yola düşüp babamın yaşadığı köy evinde uyumak bambaşka bir duyguydu.
Geyran’a 12 Eylül darbesinden sonra bir binbaşı çok zulüm etmiş, ‘solcu’ diye adları çıktığı için.
Ordu Fatsa’dan çıkmıştık sarı kızla yola, bir tek Reşadiye’den yukarı vururken nefesi tıkanmıştı Vosvos’un. Her yerde 12 Eylül’ün izlerini de kovalıyorduk bir yandan da.
Ve aklıma ailenin ilk komünisti gelmişti aklıma. Babamın dayısı Arif Bey, kucağında ölen binbaşısının kızını Beşiktaş’ta bulup evlenmiş ve onun erkek kardeşini de Kuleli’ye vermiş... Ve bu adamcağız çiçeği burnunda bir teğmen iken, salt solcu arkadaşları var diye, bir yemek resmi ‘delil’ kabul edilerek, 5 yıl hapse atıldığı gibi, hayatı boyunca da izlenmiş. Hani 1938 Nazım Hikmet operasyonu vardı. İşte onun kurbanlarından. Sarıkamış şehidinin yetimi falan takmamış Fevzi Çakmak Paşa...
Dedem Ömer Efendiyi, Niksar’da “Meletli Hoca” diye anarlar, Şeyh Ağabeyinin (Zarakol Efendi!) yanında gömülü Melik Gazi Mezarlığı’nda. Ve şimdi ziyaret yeri!
Babam 1936’larda bir yandan da Aksaray’da Pertevniyal Lisesi’nde dışardan bitirme sınavları verirken, babası da gelmiş İstanbul’a, birlikte önce Gülhane’deki Zeynep Hatun Medresesi’ne gitmişler, tabii çoktan kapatılmış. Sonra oradaki Alemdar sinemasına gitmişler. (Ne yazık ki bugün otomobil galerisi) Tarzan filmi varmış, Tarzan Jane’yi öpünce, babam dedemin yanında çok utanmış. Çok ilginç tam o sıralarda Cemil Meriç de Antakya’dan gelmiş, Pertevniyal Lisesi’nde son sınıfı bitirmeye çalışmakta, bir yandan da Hikmet Kıvılcımlı’nın, Kerim Sadi’nin yayınevlerini ziyaret etmektedir.
Ayşe Nur’un annesi ise Arnavutköy Kız Koleji’nde çabalamaktadır.
Mesudiye kasabasının eski adı ‘Meletis’ Melet soyundan gelir. Mesudiye’de turlarken çok hoş bir tesadüfle karşılaştık. Oradaki Rum Kilisesi restore ediliyordu. Genç mimar bir karı-koca, mütevazi bir şekilde, reklam falan da yapmadan bu tarihi mekanı, Kültür Bakanı’nın desteği ile hayata döndürüyorlardı.
Ve sarkık bıyıklı bir “sözde” üniversite hocası, “Ordu’da bizim ödediğimiz vergilerle nasıl kilise restore edilir” diye protesto ediyordu! Meğer Ordu’da sözde “üniversite” varmış! Şimdi mahpus damında gözümün önünden hiç gitmiyor o dağların ve yaylaların görüntüleri, güneşin batışındaki ışık ve gölge oyunları, dağa çöken sis ve kör gözle, çakıl taşlarını kerteriz tutarak dağdan kıyıya inişimiz...
O sis sanki hayatımızın geçtiği bir zaman tüneli idi. Orada göçler vardı, tehcirler, kıyımlar, sürgünler vardı, savaşlar, esirlikler, mahpusluklar, darbeler, farklı inanışlar, farklı yollar...
Ve hepsi bizi oluşturan köklerimizdi. Bu benim zaman tünelinde hayatımın en güzel yolculuğuydu...
Not: Şıh amcaya ne mi oldu? Efsane dolu, yazmalar kütüphanesi 1925 yılında darma dağın oldu. Medreseler kapanınca dedem de işsiz kaldı. Ailesi yoksullaştı. Tokat valisinin çektiği zılgıttan sonra Şıh amca “melon” şapka giydi!
Neden Zara’dan Mesudiye’ye gelmişler bilinmez. Belki de 1877 Osmanlı-Rus savaşının bölgede yarattığı altüstlükten dolayı terketmişler Zara’yı ya da yerel çatışmalardan, kim bilir? Bu benim tahminim. Zara, o zamanlar Kürt ve Ermeni ağırlıklı bir nüfusa sahip...
Babam, bir köy öğretmeni iken, o da iz sürmek için gider Mesudiye’ye. Ve Beysekü’nde dedesinin ailesinin Zarakol diye çağrıldığını öğrenir ve bu soyadını almayı o önerir aileye.
Dedem, Ömer Efendi ile ağabeyi birlikte yollara düşüp Mesudiye’den Çorum Medresesi’ne gitmişler. Orada iki kardeşin yolu ayrılmış. Ağabeyi Nakşibendi tarikatı yolunda gitmiş. Nitekim daha sonra Niksar’a giderek Nakşibendi şeyhi olmuş ve orada bir kütüphane oluşturmuş.
Ömer Efendi ise ilim yolunda yürümeye karar vererek, İstanbul’a, Gülhane’deki Zeynep Hatun Medresesi’ne gelmiş. Abdulhamit döneminde Hatta beratını ondan aldığını söylerler. Sonra yola düşüp Niksar’a ağabeyinin yanına gitmiş, medrese hocası olarak. Orada Arif Bey diye bir zabitin kızkardeşi, Naciye Hanım ile evlenmiş, yani babaannemle.
Arif Dayı, 1914 kışında Allahüekber Dağları’nda az sayıda sağ kalıp, Çarlık ordusuna esir düşenlerden. Ve orada 1917 devrimine de tanık olur. (Meraklısına; Arif Ölçen’in Sibirya’da tuttuğu günlük, Valutra Nehri başlığıyla Türkçe olarak ve Amerika’da bir üniversite tarafından İngilizce olarak yayınlandı) Arif Dayının oğlu Nejat Ölçen’i ve Makbule Halamı da bu arada Çamlık yaylasında ziyaret ettim, geçen yaz. Ama önce babamların çocukken gittiği perşembe yaylasına gittim.
Oradan ver elini babamın 6 yıl öğretmenlik yaptığı Geyran köyüne ve Düden yaylası... Geyran bir Alevi köyü. Babam ile köyün ağası elele verip, burada bir okuma seferberliği başlatmışlar. Bugün yörenin en fazla öğretmen yetiştiren kasabası olmuş eski Geyran köyü. Daha 70’lerde kültür festivalleri düzenleyen bir yer... Babamın öğrencileri ile tanışmak ayrı bir keyifti. Onların dediğine göre, babam “İslamın özü Alevilikte” dermiş onlara. Babam keman ve dayısının bizzat yaptığı tamburu çalarmış onlara, kurdukları sohbet sofrasında. Önce dedemin doğduğu evde, sonra oradan yola düşüp babamın yaşadığı köy evinde uyumak bambaşka bir duyguydu.
Geyran’a 12 Eylül darbesinden sonra bir binbaşı çok zulüm etmiş, ‘solcu’ diye adları çıktığı için.
Ordu Fatsa’dan çıkmıştık sarı kızla yola, bir tek Reşadiye’den yukarı vururken nefesi tıkanmıştı Vosvos’un. Her yerde 12 Eylül’ün izlerini de kovalıyorduk bir yandan da.
Ve aklıma ailenin ilk komünisti gelmişti aklıma. Babamın dayısı Arif Bey, kucağında ölen binbaşısının kızını Beşiktaş’ta bulup evlenmiş ve onun erkek kardeşini de Kuleli’ye vermiş... Ve bu adamcağız çiçeği burnunda bir teğmen iken, salt solcu arkadaşları var diye, bir yemek resmi ‘delil’ kabul edilerek, 5 yıl hapse atıldığı gibi, hayatı boyunca da izlenmiş. Hani 1938 Nazım Hikmet operasyonu vardı. İşte onun kurbanlarından. Sarıkamış şehidinin yetimi falan takmamış Fevzi Çakmak Paşa...
Dedem Ömer Efendiyi, Niksar’da “Meletli Hoca” diye anarlar, Şeyh Ağabeyinin (Zarakol Efendi!) yanında gömülü Melik Gazi Mezarlığı’nda. Ve şimdi ziyaret yeri!
Babam 1936’larda bir yandan da Aksaray’da Pertevniyal Lisesi’nde dışardan bitirme sınavları verirken, babası da gelmiş İstanbul’a, birlikte önce Gülhane’deki Zeynep Hatun Medresesi’ne gitmişler, tabii çoktan kapatılmış. Sonra oradaki Alemdar sinemasına gitmişler. (Ne yazık ki bugün otomobil galerisi) Tarzan filmi varmış, Tarzan Jane’yi öpünce, babam dedemin yanında çok utanmış. Çok ilginç tam o sıralarda Cemil Meriç de Antakya’dan gelmiş, Pertevniyal Lisesi’nde son sınıfı bitirmeye çalışmakta, bir yandan da Hikmet Kıvılcımlı’nın, Kerim Sadi’nin yayınevlerini ziyaret etmektedir.
Ayşe Nur’un annesi ise Arnavutköy Kız Koleji’nde çabalamaktadır.
Mesudiye kasabasının eski adı ‘Meletis’ Melet soyundan gelir. Mesudiye’de turlarken çok hoş bir tesadüfle karşılaştık. Oradaki Rum Kilisesi restore ediliyordu. Genç mimar bir karı-koca, mütevazi bir şekilde, reklam falan da yapmadan bu tarihi mekanı, Kültür Bakanı’nın desteği ile hayata döndürüyorlardı.
Ve sarkık bıyıklı bir “sözde” üniversite hocası, “Ordu’da bizim ödediğimiz vergilerle nasıl kilise restore edilir” diye protesto ediyordu! Meğer Ordu’da sözde “üniversite” varmış! Şimdi mahpus damında gözümün önünden hiç gitmiyor o dağların ve yaylaların görüntüleri, güneşin batışındaki ışık ve gölge oyunları, dağa çöken sis ve kör gözle, çakıl taşlarını kerteriz tutarak dağdan kıyıya inişimiz...
O sis sanki hayatımızın geçtiği bir zaman tüneli idi. Orada göçler vardı, tehcirler, kıyımlar, sürgünler vardı, savaşlar, esirlikler, mahpusluklar, darbeler, farklı inanışlar, farklı yollar...
Ve hepsi bizi oluşturan köklerimizdi. Bu benim zaman tünelinde hayatımın en güzel yolculuğuydu...
Not: Şıh amcaya ne mi oldu? Efsane dolu, yazmalar kütüphanesi 1925 yılında darma dağın oldu. Medreseler kapanınca dedem de işsiz kaldı. Ailesi yoksullaştı. Tokat valisinin çektiği zılgıttan sonra Şıh amca “melon” şapka giydi!
Ragıp ZARAKOLU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder