23 Aralık 2011 Cuma

Terör Arayacaksanız İddianamede Arayın

9 Aralık’ta görülen Ankara’nın Hopa davası duruşmasında mahpusları bir avukatlar ordusu savundu. Aylardır bu davaya hazırlanan avukatlardan Ayhan Erdoğan ve Kazım Erkut Güzel ile konuştuk. On üç saat süren duruşmanın ertesinde sorduğumuz sorulara, avukatlardan şaşırtıcı bir enerji ile yanıt aldık. Güzel, hukuk mücadelesinin yeni başladığını ifade ederken, Erdoğan, üstüne basa basa, bir sonraki duruşma için de salon dışındaki ilgi ve kararlılığı beklediğini söylüyordu

Av. Ayhan Erdoğan

Öncelikle Ankara’nın davasıyla ilgili genel kısa bir değerlendirme alabilir miyiz? Hukukçular gözüyle bu dava ne anlama geliyor?


Av. Kazım Erkut Güzel


Erkut Güzel:
AKP döneminin yargılama süreci denince, ilk akla gelen özel yetkili savcılık ve mahkmelerin uzun tutukluluk süreçleridir herhalde. 6 ay önce cadı avına benzeyen yöntemlerle sokaktan, evlerinden gözaltına alınan ve tutuklanıp, F tipinde tutulan müvekkillerimiz hakkında zor da olsa bir "yargılama" sürecinin içine girmek, bir yıl ve fazla tutuklu kalıp en ufak bir yargılama sürecine girmeyen diğer davaları da düşünürsek umut verici bir süreçti.

Ayhan Erdoğan:
Sol örgütlenmelerin özellikle sokakta eylem yapan ve iktidarı protesto eden, özelinde iktidarı genelinde sistemi eleştiren sol muhalefeti susturmak, sindirmek amacıyla hazırlanmış bir iddianame olduğunu söyleyebilirim. Bu iddianamenin genel hedefi bu ama özelinde öncelikle Öğrenci Kolektifleri ve Halkevleri üzerinden bir faaliyete yol açabilecek öncül bir dava olma niteliğinde.

Arkası gelir mi diyorsunuz?


A.E:
Onu hissettiriyor bana. Çünkü burada Öğrenci Kolektifleri’ni gizli örgüt sayma eğilimini hissediyorum. Öğrenci Kolektifleri’nden rahatsız olmuş iktidar belli ki. Zaten başbakan hapşırınca emniyet grip oluyor. Hopa’yla başlayan daha sonra Öğrenci Kolektifleri’nin yumurta eylemleri ve gençliğin öne çıkması başbakanı rahatsız etti. Gençliği üniversitelerde susturmak istiyorlar. Halkevleri de hedefleri. Halkevleri’nin yerine Deniz Feneri’ni ikame ettiler. Danıştay’dan bu yetki alınarak Bakanlar Kurulu kamu yararına dernek statüsünü belirlemek için yetkilendirildi. Bu yetkiyi alır almaz da ilk işleri Halkevleri’nin kamu yararına dernek statüsünü sonlandırmak oldu. Onun da gerekçesini oluşturdular. Bu statü için bir gelir, o gelirin belli bir yüzdesini harcaması şartı getirildi. Bu özellikle yapılan, stratejik bir iş. Böyle bir plan yürütüyorlar. Yerine de gelirlerinin yarısını ceplerine yarısını da nereye gönderdikleri belli olmayan Deniz Feneri’ni kamu yararına dernek olarak getiriyorlar.
Hopa halkı onları çok korkuttu

Peki neden Hopa’dan başladı?


A.E.:
Hopa halkı Türkiye’ye “uyanın” dedi. Hopa halkı “Bu ülke nereye gidiyor? Doğamız gidiyor, suyumuz gidiyor çayımız gidiyor ormanlarımız gidiyor, insanlarımız gidiyor. Bu ülkeyi nereye götürüyorsunuz? Bu ülke sahipsiz değil burada biz yaşıyoruz” deyip kendi yaşadıkları ülkeye sahip çıkmakla ilgili ne yapılması gerektiğini gösterdi. Bu onları çok korkuttu. Çünkü bunu padişahın sarayına dayanma olarak gördüler. ‘Kim ola ki bu saraya dayana’ diye baktılar ve işte bunların bir listesi yapıldı. Tahmini söylüyorum, şu an emniyet içindeki o teşkilat bir sıralama yaptı. Sendikalar içerisinde KESK’i, kitle örgütlenmelerinde Halkevleri’ni, gençlik üzerinde Öğrenci Kolektifleri’ni aldı. Bu başlangıç menüsü olarak görüldü. Çünkü iddianameye baktığınızda TKP, ÖDP, ESP, SDP Türkiye’nin sosyalist partilerinin hepsi sadece basın açıklamasına davet ettikleri için terör örgütü üyeliği ile suçlanıyor. Yani aslında yasal sosyalist partileri de sıraya dizdiklerini onların da sırada olduklarını yazıyorlar. Yani bu sol düşünce üzerine sosyalist düşünce üzerine estirilen en büyük terördür. Terör ararsanız burada arayacaksınız. Latince kökeniyle kelimenin kendi anlamıyla bir terör estirmedir. İddianamenin hukuki olarak içeriği, politik dayanakları, hukuki olarak delilleri hiçbirinin ceza normları içerisinde yeri yok. Çok kötü hazırlanmış bence.
Özel yetkili mahkemeler siyasidir

Savunmalarınız, savunma değil, eleştiri gibiydi. Neden böyle bir yol seçtiniz? Sizce mahkeme salonu siyaset yapmanın yeri midir?


E.G:
Savunmaların, savunmadan çok eleştiri olmasının temel sebebi suçun olmamasıdır. Suç isnadına yani iddiasına karşı savunma yapılır. Bir insanın ölümüne dair fikrini söylemek isteyen insanlar "terörist" olarak nitelendirilirse, savunma değil yapılan işin saçma olduğunu eleştirme hakkınızın başladığı noktaya gelmiş olursunuz. Eskiden DGM olan şimdinin özel yetkili savcılık ve mahkemeleri doğaları gereği siyasidir. Ankara-Hopa davasında olduğu gibi muhalif seslere tahammülsüzlüğün iddianamesi savcılıkça kaleme alınmış ve mahkeme de bu iddianameyi kabul etmişse salonda artık siyaset vardır. Hükümetin özgürlükleri yok eden siyaseti tartışmaya açılır ve mahkum edilen aslında özgürlükler karşıtı hükümet adımlarıdır.

A.E:
Mahkeme salonu siyasetin tam da yeridir artık. Çünkü yargılamaların hiçbirinin hukuki olduğunu düşünmüyorum. Yani Özel Yetkili Mahkemeler’in yaptığı artık ağırlıkla bir ceza yargılamasını konu eden klasik olarak bir suç tipinin kusurlu bir hareketle ihlaline dayalı bir yargılama faaliyeti değil. Bunlar, insanların düşünce hayatıyla ilgilenerek onların düşünce ve iktidara karşı olan kabullenmedikleri iktidar politikalarını benimsetme ve ona karşı çıkanları susturma aracı olarak kullanılıyor. Ben genel olarak savunmalarımın ceza hukuku normları içerisinde kalması çabasını gösteren bir avukatım. Ama idianame o kadar politik ve solu susturma, solun üzerine çökme anlayışıyla hazırlanmış ki burda ister istemez politik bir dil kullanacaksınız. Üstelik bu daha başlangıç dilimizdir. Çocukların tutuklanmasıyla ilişkili bölüm ağırlıkta olduğu için politik dili biraz daha yumuşak tuttuk. Parasız eğitim diyen iki üniversite genci için bir ceza avukatı hangi ceza hukuku normuna göre bir savunma yapacaktır? Bizim Hopa davasında çocukların suçlandığı iddianamede yazanlar şunlar; Mamak halkına yol istemişler, yok otobüsler yaşlıymış tehlikeliymiş, halk için yeni otobüs istemişler, yok otobüs biletleri pahalıymış, ucuz otobüs bileti olsun demişler. Sağlık istemişler. Harçların kaldırılmasını istemişler. Şimdi siz bunu örgüt üyeliğine bir delil olarak sunuyosunuz. Şimdi Allah aşkına, savunmayı ne üzerine inşa edeceksiniz. Artık kapitalistler, sosyalist düşünceyi mahkemelerde savunur hale getirmesinin ayıbını yaşıyor.
Sıra diğer muhaliflerin savunusunu yapmakta

Duruşma salonunu anlatabilir misiniz bize? İçeride hava nasıldı?


E.G.:
Öncelikle duruşma salonu bu dava için küçüktü. Katılıma açık bir duruşma için yetersiz izleyici ve avukat yerleri ile yargılama yapmak savunmayı kısıtlamaktadır. Mahkeme başkanı yoğun katılımdan kaynaklı olarak biraz bunaldı diyebilirim. Zaten ortada abes bir suçlamanın olduğu bir duruşma sürecinde tüm müvekkiller rahatlıkla savunmalarını dile getirdiler. Her ne kadar görevsizlik talebimiz, yani yargılamanın özel yetkili olmayan mahkemelerde yapılması talebimiz reddedilse de tüm müvekkillerin tahliye edilmesi mutluluk verici idi. Şimdi de haksız yere tutuklanıp sırf muhalif olduğu için cezalandırılan diğer yurttaşların savunusunu yapmak, tüm vicdan sahibi basına, avukatlara ve ilericilere düşmektedir.

A.E.:
Bir kere hava yoktu. Ben ilk önce kendimle ilgili birşey söyleyeyim, ceketim dahil, bütün vücudum su altında durmuş gibiydim. İçeride ailelerin tümünün gelmiş olması, CHP’li ve BDP’li milletvekillerinin gelmiş olması, demokratik kitle örgütlerinin ve sendikaların yetkililerinin olması, basının olağanüstü ilgisi... Basına müteşekkirim bu konuda. Yani bu, ‘şiddete hayır şemsiyesinin’ terör örgütü üyeliğine delil gösterebilme cesaretlerini kırdı. Orada artık işin vardığı noktayı farketmişlerdi.

Ama dava günü ana haberlerde vs. çıkmadı. Daha çok sosyal medyada yer aldı.


A.E.:
Evet ama medya bir şekilde iktidarla kapışmadan bunu hissettirdi. Bu kadar verebilirlerdi, özgürlükleri bu kadardı. Bunu kabul etmek gerekir. Aslında çünkü sonuç olarak Türkiye’de basın sermaye gruplarının elinde. Dolayısıyla buradaki basın da bu kadar özgür olabilirdi. O orantı ile iyi verildiğini düşünüyorum.

Bu da aslında dava için mücadele verenlerin çabasıyla oldu değil mi?


A.E.:
Elbette öyle. Basın zaten o gücü görmeseydi, buna kalkışmazdı. Basın kendiliğinden hiçbir şey yapmaz. Dışarıya bu kadar yansıyanı hiç görmezlik edemezdi. Ben içerideki havada ailelerin sabırsızlıklarını, telaşlarını ve gerginliklerini çok fazla hissettim. O elektrik bize kadar yansıdı. Çocukların ilk salona geldiklerinde, bizim zaten görevsizlik kararıyla ilgili konuşmamızın bir önemli tarafı vardı. Çocuklar ilk defa mahkemeye çıkıyorlardı. Hayatlarında ilk defa cezaevine girmişlerdi. Üstelik hiçbir şekilde suç sayılacak birşey yapmadıklarının inancıyla başlarına bu gelince... Çocukların o paniğini bizim ilk savunmamızın yendiğini düşünüyorum. Yani bir mahkeme karşısında haklılıklarını açık bir dille savunulması. Onlar da yaptıklarını çok doğru bir şekilde anlattılar. Yaptıkları da oydu zaten. O çocukların sosyal zekaları bunun suç olmadığını anlayacak durumda zaten. Çünkü ortada suç yoktu fakat herkeste “ne olacak” gerilimi vardı. Avukat arkadaşlarda da vardı. Bende hat safhadaydı.

Yükünüz de ağırdı?


A.E.:
Evet, çünkü savcının çok acımasız olduğunu düşünüyorum. Onu çok masum bulmuyorum. Buradan böyle bir iddianame düzenlenemez. İddianameyi hukuken de önümüzdeki günlerde işleyeceğiz.

Hava elektrikli bir havaydı yani onu söyleyeyim. Ta ki tahliye kararını duyuncaya kadar herkes yel gibiydi yani. On üç saat herkesin üzerindeki gerginliği hissediyordum. Herkesin yüz hatları gerilmiş bir vaziyetteydi.


Bu tarz davalarda bir avukatın yaptığı basit bir propaganda mıdır?


A.E.:
Yok, savunmadır. Şimdi siz iddianameyi bu kadar politik hazırlarsanız, iddianameye karşı hazırlayacağımız sözler de dolayısıyla, politik olur. Siz iddianameyi kapitalizmi savunma, sosyalizmin halktan yana olmasını suç saymak üzerine kurarsanız, avukatın da söyleceği şeyler ister istemez yoksul halkı savunmanın suç olmadığı, sosyalizmin halkın lehine bir sistem olduğu, sömürünün bir ayıp olduğu olur.

E.G.:
Bir savunman avukat meşru tüm olanak, olgu, konulara girmek özgürlüğüne sahiptir. Örneğin bu duruşma da Economist dergisinin Türkiye yargısı için kullandığı tanım ve verileri kullandık, yine kendisi de hukukçu olan Ece Temelkuran’ın yazılarına atıflar yapılarak savunmalar yaptık. Bu mahkeme başkanına göre propaganda gibi görünebilir. Ama ülkemizdeki yargılama sistemi ortadadır. Tüm dünyadaki siyasi tutukluluk oranının üçte biri ülkemizde ise bu artık propaganda değil gerçektir.

Siz bir avukatlar ordusu olarak oradaydınız. Bunun nasıl bir etkisi olmuştur sizce kararda?


E.G.:
Avukat sayısı bu tür davalarda hep önemli olmuştur. Hukukçuların yargıya olan eleştirisinin somut örneğidir. Tüm destek veren meslektaşlarımıza teşekkürü de yineleriz buradan. Duruşmaya İstanbul, Ankara ve diğer barolardan temsilciler ve baro başkanları da izleyici olarak katılmışlardır. Bugün faal avukatlar haksızlığa karşı duracaklarını bu dava ile yine göstermiş oldular
İlgiyi devam ettirmek gerekli

A.E.:
Bunun getirdiği olumlu hava davanın başında hissedildi. Ama bu davada hala tehlike geçmemiştir. Tahliye işin sonu değildir. Davada bütün sol örgütlerin basın açıklamasına çağrıları terör örgütü üyeliği olarak kabul edildiği için Halkevleri’nden sonra tüm bu tür çağrıların bir toplu dava haline getirilme ihtimali bulunmaktadır. Dolayısıyla bugün süratle bu davada bu ilgiyi devam ettirmek gerekmektedir.
Erdoğan’ın Hopa’yı işaret etmesi, Demirel’in Fatsa’yı işaret etmesi gibiydi

Dışarıdaki ilgiyi bekliyoruz dediniz, acaba bir sonraki duruşma için de aynı ortam gerçekleşir mi dersiniz?


A.E.:
Bu kadar yoğun olmasa bile gerçekleşmesini beklerim. Neden beklerim? Herkesin farketmesi gereken bir husus var. Bu bir zaman Demirel’in Fatsa’yı işaret etmesi gibi bir şeydi. Demirel Fatsa’yı işaret etti ve ondan sonra sol operasyonlar nasıl olduysa, Tayyip Erdoğan’ın Hopa’yı işaret etmesi de tarihsel olarak benzer bir sürece işaret etmektedir. Ben çok da açıktan burda şunu söyleyebilirim. İddianamede adı geçen sol, siyasi partiler ve demokratik kitle örgütleri basın açıklamalarını bir örgüte delil gösteren kişiler hakkında tazminat davası açabilirler. Bu işin peşini bırakmamalılar. Çünkü bu şu anlama gelecek. Hiç bir üye bundan sonra onların çağrıları ile basın açıklaması gibi anayasal bir hakkı, düşünce özgürlüğünün ifade edildiğini içeren bir hakkın kullanılmasının güvencesini veremeyebilir. Yani işte terör diye demeye çalıştığım şey bu. Toplumsal terör diye bahsettiğim aslında Türkiye’de toplumsal düşünce üzerinde terör estirilmektedir ve malesef devlet içinde bir yapılanmaya işaret etmektedir bu.

AKP’nin yargıyı “eline geçirdiği” bir ortamda hukuki mücadelenin anlamı nedir sizin için?


E.G.:
Asıl hukuk mücadelesi baskının en yüksek olduğu bu günlerde değerlidir. Zira hukukçuların aydın olma, halkın haklarını olabildiğince savunma ve geri kazanma mücadelesinin ihtiyaç duyulduğu bir dönemde yaşamaktayız. Hopa sürecinde tutuklanan Hopa halkından 7 kişi halen Arhavi cezaevinde ve Hopa savcılığı tutuklamayı cezalandırma yöntemi olarak sürdürmeye devam etmektedir.*2 hafta önce herhangi bir olaya dayanmadan 12 kişi tutuklandı, her gün başka bir özel yetkili savcılık emirlerine dayanan operasyonlarla uyanmaktayız. Asıl hukuk mücadelesi şimdi başlamaktadır. AKP’nin hukukunun, AKP karşıtlarını yok etme hukuku olduğunu yani zorbalığın hukuk kurumlarınca gerçekleştirilmekten başkaca bir yöntem olmadığının halka anlatılmasının en doğrudan yolu bu olcaktır.

A.E.:
Eskiden mahkemeye giderim, mahkemede hakkımı ararım, diye bir duygu vardı. Bu özel görevli mahkemelerle birlikte o duyguyu kaybetti insanlar. Yani şunu söyleyemiyorum artık “Ya mahkemeye gideriz. Berlin’de hakimler var gibi Ankara’da hakimler var.” Mahkemeye gitmek tek başına bir sonuç almak için yeterli değil. O mahkemenin kapısına dayanmadığınız sürece haklılığınızı haykırmadığınız sürece mahkemede sadece hukuki savunma yapan iki tane becerikli avukatın sonuç almasını kimse beklemesin artık Türkiye’de. Hukuk yoluyla demokratik hakların ve kağıt üzerinde yazılı hakların dahi kullanılmasının mümkün olmadığı bir süreçteyiz. Özelikle bu özel görevli mahkemlerin bulunduğu yerlerde soruşturmanın yürümesi, tutukluluk halleri, yargılama biçimleri hukuktan umudumuzun kesildiği bir süreci göstermektedir. Tehlikeli bir süreçtir.

İddianamede AKP karşıtlığı suç olarak gösteriliyor. Suç mudur AKP karşıtlığı?


E.G.:
Tabii ki değil. Örneğin HES karşıtı olmak, doğayı korumak, sahip çıkmak suç değildir. Aksine anayasal bir haktır. Ve 1980 darbe anayasası bile doğayı savunmayı devlet ve her bir vatandaşın hakkı olarak düzenlemiştir. Parsız eğitim, parasız sağlık hakkı aynen Anayasa’da yer olmaktadır. Halkevleri’nin bu konulardaki kampanyalarına baktığımızda Anayasa’ya atıf yapıldığı görürsünüz.

A.E.:
Eğer siz savcıyı ve yargıyı istediğiniz gibi şekillendirdiyseniz, suç saydıysanız, mesele değildir ama genel hukuk kavramı içerisinde AKP karşıtlığı tabii ki suç değildir. Savcı elinden gelse Marx’ı getirip yargılayacak. Kaldırılmış Ceza Kanunu’nun yasaklı yayınlarla ilgili maddesini hala uygulatmaya çalışıyor savcı. Ben orada da söyledim. “İstiklal Mahkemesi kararlarına götürün” dedim. Bu mantıkla herşeyi suç haline getirmeniz mümkün. En çıplak hali ‘parasız eğitim’, en çıplak hali bizim Hopa davasındaki çocukların hali. Ne yapmışlar? Sadece parasız eğitim, parasız sağlık, ucuz bir ulaşım istemişler. Bu mantıkla herşey olabilir ama hukuk mantığıyla baktığınızda AKP karşıtlığı suç değildir.

Karşıtlıklar zenginliklerdir. Bu lafı politikacılar da zaman zaman kullanır. Gevrek gevrek, ağızlarını yayarak kullanırlar. Bunun en güzel biçimi Marx’la Proudhon arasındaki tartışmalardır. Eğer Proudhon ‘Sefaletin felsefesi’ni yazmasaydı, Marks’ın ‘Felsefenin sefaleti’ diye bir eseri olmazdı. Karşıtlıklar zenginliklerdir sözü ancak felsefi ve bilimsel zenginliği olan insanlar açısından geçerlidir. Dikkat edin, düşünceden nasibini almamış insanların, karşıtlıklar zenginliklerdir diye ağızlarını yayarak, tebessüm ederek, zaten inanmadıklarını da belli ederek, eğlencesine söyledikleri gibi değil, gerçekten de karşıtlıklar zenginlikleri ifade eder.


Eğer atışmalar olmasaydı, Hegel ve Marx’ın ilişkisini, Marks’la Proudhon ilişkisini ya da tarihsel olarak materyalizmle metafaizik arasındaki ilişki ya da yaratılış felsefesi ile evrim teorisi içersindeki karşılıklı zenginlik olmasaydı bilimsel gelişmelerimiz, bugünün düşün hayatı bu kadar gelişkin olmazdı.


Arzu Becerik savunmasında “Herkes son Osmanlı Padişahı Tayyip Erdoğan diye pankart taşımak zorunda değildir” diyordu. Davada bu söz ne anlama geliyordu?


E.G.:
Arzu hanım açık olarak bu hükümetin kendisinden olmayana, kendisine biat etmeyene düşman olarak yaklaşımının örneğini vermiştir. Verdiği örnekteki insan ödül bile almaktadır belki ama aynı mitinde başbakanı protesto eden üniversite öğrencileri gözaltına alınmıştır. Örnekleri çoğaltmak mümkün. AKP hukukunun bir örneğidir. Bu nedenle yer verilmiştir.

A.E.:
Tayyip Erdoğan’ı çok sevenler olabilir. Yani Hitler’in de seveni çoktu. Aynı şeydir. Bakın mesela bu da suç değil. Ama karşıtı da olabilir. Yani ben Tayyip Erdoğan’ı padişah olarak değil, bağımsız yargının, tarafsız ve bağımsız bir hakim karşısında daha evvel işlediği suçlarla ilgili yargılanırken görmek isterim. Ama bu ülkede son Osmanlı padişahı Tayyip diyenler yargılanmıyor, Tayyip’e karşı çıkanlar, padişaha karşı çıkmış gibi yargılanıyor.

Eklemek istediğiniz birşeyler var mı?


A.E.:
Türk yargısı hakkında eskisi kadar iyimser değilim. Ben 12 Eylül faşist cuntasının sıkı yönetimlerini de biliyordum ama kısaca şu tarifi yapmak istiyorum. Bunu önümüzdeki celsede mahkeme heyetine de ifade edeceğim. Her dönem o dönemin iktisadi yaşamı, demokratik hakları veya dönüşümleri ile beraber, yargısı ile birlikte anılır. Bazen yargıdaki o faaliyetler öyle öne çıkar ki sizin başarılı işleriniz bile başarılı olmaktan çıkabilir. Veya görünmez hale gelebilir. Padişahlığın kaldırılması, halifeliğin kaldırılması, meclis, kadın hakları vs. gibi çok mükemmel işleri içeriyor ama İstiklal Mahkemeleri gibi bir mahkemeniz var. İstiklal Mahkemeleri’nin faailyetinin hiç bir zaman için yargılama faaliyeti adı altında yürütmeniz mümkün değil. O bir siyasal infaz sistemidir. Dolayısıyla döneme damgasını vuran, bu iddiayı dile getiren İstiklal Mahkemeleri’dir.Yani İstiklal Mahkemeleri sizin yaptığınız işlerin üstünü örtüverir. Ya da daha ilerisinde Menderes dönemi çok partili sisteme geçiş anlamında önemlidir ama onu da bir Tahkikat Komüsyonu vardır. Tahkikat Komüsyonları’na mahkeme gibi yetki vermiştir. Temyiz yargılama ve infaz o da bütün muhaliflerin, şimdikilerin yaptığına çok benzerdir. Aslında Menderes dönemi ile şimdinin süyasal süreçleri benziyor. Araçları farklılaşmış gibi gözüküyor ama yöntemleri benziyor. Tahkikat Komüsyonları vastasıyla halkın ensesinde boza pişirerek bütün muhalefeti temizledi. 27 Mayıs dönemi geldi. O konuda farklı düşünebilirim. 27 Mayıs’ı 12 Mart 12 Eylül’le eşleştirmem. Ben 27 Mayıs’ın anlamını başka türlü değerlendiririm. Ama o 27 Mayıs, Yassıada Mahkemeleri gibi bir mahkeme uydurdu. Yani Yassıada yargılamaları rezalettir. Hukuki hiç bir yönü olmayan, hiçbir adil duyguyu içermeyen, tümüyle hasımı yok eden bir yargılama biçimdir. 12 Eylül faşist cuntasının sıkıyönetimleri var, 12 Eylül zaten berbat birşey olduğu için mahkemesi ile baktığınızda orada garip bir durum var, yönetimi mahkemesinden kötü tek sistem o. Dolayısıyla bu dönemleri bu mahkemelerle anıyorsunuz.

Bunu da ikinci 12 Eylül diye adlandırabiliriz. Ben daha evvel de böyle ifade etmiştim. Özellikle liberal ekonominin inşasının tamamlanması ve liberal iktidarın artık toplumsal düzeyde ifadesi olması nedeniyle, darbe anlamındaki anayasa değişikliği, ikinci 12 Eylül dönemi oluşmuştur. Bununla beraber de topluma dayatılan yeni yapılanma, eskiyi tasfiye ederken, muhaliflerini de tasfiye ediyor. Burada sıkıyönetim mahkemelerinden daha kötü konumda özel yetkili mahkemeleri inşa ediyor. Bizim hayatımız kısa olduğu için hayatımızı kapsayabilir ama bunlar tarih içerisinde kısa dönemlerdir. Ben bayağı dönemler gördüm. Önce peygamber ilan edilip de sonra asılırken sokakta bir kişinin olmadığı dönemleri de gördük. Onun için hiç kimse padişahlık gazına falan gelmemeli. Herkes bu toplumda kalıcı hukuk ve demokratik ilişkileri inşa edebileceği bir süreci öngörmelidir.


Bu dönem de özel yetkili mahkemeleri ile tarihte yerini alacak. Tarih sorumluların kim olduğunu daha iyi yargılar. Şimdi ben birşey söylemeyeyim. Söylersem başıma iş alırım. Bir hukukçu olarak hukuktan korkmak gibi bir şey var mı?


Sendika.Org


*
Bu söyleşi yapıldığında henüz Hopa’dan tahliye haberi gelmemişti

Hiç yorum yok: