29 Ocak 2011 Cumartesi

Mısır 'da Halk Ayaklanmasi

Arap rejimleri ve devletleri dünyanın en kötü yönetim ve rejimlari arasında yer alıyor.

Mısır sallanıyor. Bu gün Cumaz namazı ve benzer gösterilerle birlikte muhalefet Hüsnü Mübarek yönetimine karşı geniş bir cephe açtı. Hemen her kesim bu cephede yer alıyor. Onlarca yıldır süren yönetime ve daha öncesinide eklersek halk artık taammül etmiyor.

Ordu skıyönetim ilan etti. Bir nevi yönetime el koymuştur. Hüsnü Mübarek başkonutan olarak bu yola başvurdu. Mübarek ve partisinin göstermelik "ılımlı" mesajlarına rağmen halk inanmıyor.

Mısır iyice karıştı. Çatışmalar yaşandı çeşitli şehirlerde.

"Tunus'ta başlayan Yasemin Devrimi'nin etkisiyle protesto gösterilerinin başladığı Mısır'da bugün eylemlere kan ve kargaşa hakim.

Muhaliflerin 'Cuma Gazabı' adıyla başlattıkları Cuma namazı sonrası eylemlerde 8 kişinin öldüğü çok sayıda kişinin de yaralandığı belirtiliyor. Olayların ardından ordu yönetime el koydu ve ülkede sokağa çıkma yasağı ilan edildi.

Onbinlerce kişinin Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'e karşı gösteri yaptığı Mısır'ın başkenti Kahire ile İskenderiye ve Süveyş'te sokağa çıkma yasağı ilan edildi.

Devlet televizyonu, ordunun 18.00 ila 07.00 arasında sokağa çıkma yasağı ilan ettiğini duyurdu. Ordunun bu kararı, kamu mallarıyla özel malları korumak ve yağmalamaları önlemek için aldığı belirtildi.

Kararın, Başkomutan olarak Cumhurbaşkanı Mübarek tarafından alındığı kaydedildi.

8 KİŞİ ÖLDÜ İDDİASI

Gösterilerde başta başkent Kahire ve Süveyş kenti olmak üzere polisle göstericiler arasında şiddetli çatışmalar çıkarken, uluslararası ajanslar yaralananlar olduğunu, Süveyş'te 1 kişinin öldüğünü haber verdi. El Cezire televizyonu ise en az 2 kişinin öldüğünü duyurdu. Ajanslar, dört günde en az 8 kişinin öldüğünü bildiriyor.

Ajanslar ayrıca görgü tanıklarına dayanarak, kargaşa içindeki başkent sokaklarında yaralılar, başlarından kanlar akanlar ve yerde baygın yatanlar görüldüğünü bildirdi.

El Cezire televizyonu ise Kahire'de aralarında 2005'deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Hüsnü Mübarek'in ardından büyük oy farkıyla ikinci olan Eymen Nur'un bulunduğu onlarca kişinin de yaralandığını haber verdi.

GÖSTERİCİYLE POLİS TOKALAŞIYOR

Mısır'da gösterilerde çatışmalar olduğu belirtilirken, Reuters ajansı başkentte bazı göstericilerin polisle tokalaşmaya başladığını aktardı. AP ajansı, Kahire'deki bazı göstericilerin orduya destek çağrısında bulunduğunu duyurdu.

Ajans, görgü tanıklarına dayanarak, reform yanlısı muhalif lider olarak sahneye çıkan ve yandaşlarıyla ilk kez bugün gösterilere katılan Muhammed El Baradei'nin daha önceki saatlerde patlak veren çatışmaların ardından barışçı yürüyüş düzenlediğini ve bazı göstericilerin polisle tokalaştığını bildirdiğini duyurdu. Ancak daha sonra El Baradei'nin nerede olduğu ve durumu hakkında çelişkili haberler gelmeye başladı

AP ajansı, El Baradei'nin ev hapsinde olduğunu, polisin başkent Kahire'deki evinin önüne konuşlandığı Baradei'ye evinden çıkamayacağını söylediğini haber verdi.

Daha önceki haberlerde El Baradei'nin Kahire'de cuma namazını kıldığı caminin dışında toplanan protestocuya polisin müdahale ettiği, gösterilere katılan Baradei'nin polisin tazyikli su müdahalesine maruz kaldığı duyurulmuştu.

KAHİRE VE SÜVEYŞ'TE ÖLENLER OLDU

Ajanslar ile El Cezire televizyonu, Süveyş kentinde güvenlik güçleriyle çatışmada bir göstericinin öldüğünü bildirdi.

Uluslararası ajanslara göre Suveyş'teki görgü tanıkları, göstericilerin protestolarda ölen kişinin cenazesini kent sokaklarında taşıdığını belirtti. Bir göstericinin, "Kardeşimi öldürdüler" diye feryat ettiği kaydedildi.

Bu arada, Kahire'nin çevresindeki semtlerde göstericilerin hükümete ait binaları yakmaya başladığı, parlamentonun bulunduğu cadde de yer yer çatışmalar çıktığı haber verildi.

Kahire'de Cumhurbaşkanlığı Sarayı yakınında da göstericilerin toplandığı bilgileri gelirken, başkentin yanı sıra İskenderiye, Asvan, Süveyş, Mansura, Luksor, Port Said ve Dimyat'ta gösteriler olduğu bildirildi.

"28 VİLAYETİN 11'İNDE GÖSTERİ"

Bir uluslararası haber ajansı, Mısır'da 28 vilayetin 11'nde gösteriler yapıldığını belirtti.

Dimyat'ta binlerin, Port Said'de on binlerce kişinin gösteri yaptığı, Dimyat'taki göstericilerin iktidardaki Ulusal Demokratik Parti'nin bürosunu ateşe verdiği kaydedildi.

El Cezire televizyonu Süveyş'te polis karakolunu basan göstericilerin, kentin bu bölgesinin kontrolünü de ele geçirdiğini duyurdu.

Televizyon, göstericilerin bastığı karakolun 1973 savaşında İsrail'in komuta merkezi olmasının da sembolik önemi bulunduğuna işaret etti.

VALİLİK BİNASINI ATEŞE VERDİ


Mısır'ın İskenderiye kentinde göstericilerin valilik binasını ateşe verdiği bildirildi.

Bölgedeki AFP muhabiri göstericilerin valilik binasını ateşe verdiğini belirtirken, El Cezire televizyonu haberinde güvenlik araçlarının da ateşe verildiğini ve göstericilerin bazı polisleri etkisiz hale getirerek cop kullandığını duyurdu.

Bu arada CNN televizyonu başkent Kahire'de askeri birliklerin sokaklara çıktığını, El Cezire de sokaklarda askeri araçların görüldüğünü duyurdu.

Öte yandan göstericilerin Kahire'deki iki karakolu ateşe verdiği belirtildi.

Mısır'da değişim için harekete geçen muhalefet, salı günü, 1977'den bu yana görülen en büyük gösterilerini yaptı. Gösteriler işçiler, öğrenciler, muhalefet partilerinin üyeleri ve diğer eylemcileri sokağa döktü.

Mısır'daki muhalefet hareketleri ise tek bir yapıdan oluşmuyor. Farklı grupalar, farklı taleplerle boy gösteriyor.

Peki Mısır’ın muhalefet odakları kim ve talepleri neler? İşte kaynayan kazan Mısır için bir muhalefet rehberi...


6 NİSAN HAREKETi

Gençlerin oluşturduğu bu muhalefet birliği, salı günü yapılan gösterilerin ardındaki ana gücü oluşturuyor. Hareketin üyeleri, demokrasi yanlısı gösterileri tertip etmede Facebook ve Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerini yaygın olarak kullandı.

İnternet sitesinde taleplerinin listesini yayımlayan hareket, İçişleri Bakanının görevden ayrılmasını, olağanüstü hal yasasının kaldırılmasını ve asgari ücretin yükseltilmesini istiyor. 6 Nisan Hareketi, Mısır halkından talepler karşılanana kadar sokaklarda gösterilere devam etmesini talep ediyor.

6 Nisan, 2008'de kuzeydeki sanayi bölgesi Kübra Mahallesi'nde işçileri desteklemek için bir Facebook grubu olarak ortaya çıktı ve o yılın 6 Nisanında genel grev çağrısında bulundu.Hareketin üyelerinin çoğunu eğitimli gençler oluşturuyor.


MİLLİ DEĞİŞİM BİRLİĞİ (MDB)

 Muhalefet gruplarının şemsiye örgütü niteliğindeki MDB, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'nun eski başkanı Muhammed El Baradei tarafından, uzun yıllar sonra ülkesine dönüşünde kuruldu.

Baradei, son gösterilere katılmasa da Twitter'de "baskı ve yolsuzluğa karşı barışçıl gösterileri desteklediğini" yazdı.

MDB, salı günü yayımladığı bir bildiride, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in altıncı dönem aday olmaması çağrısında bulunurken, iktidarın Mübarek'in oğlu Cemal'in eline geçmesine karşı olduğunu belirtti. MDB ayrıca, yeni seçilen meclisin feshedilmesini istedi.

Liberal siyasi partiler olan Yarın Partisi ve Demokratik Cephe'nin liderleri, Müslüman Kardeşler'le MDB'de temsil ediliyor. MDB'de, önde gelen entelektüeller ve kıdemli eylemciler, Mısır Demokratik Değişim Hareketi'nin üyeleri de yer alıyor.

MDB de 6 Nisan gibi olağanüstü halin sona ermesini istiyor ve demokratik ve anayasal reformların yapılmasını talep ediyor.

Programını desteklemek için bir milyon imza çağrısında bulunan MDB''nin çabaları, Müslüman Kardeşlerin aktif katılımıyla destek buldu. Ancak Müslüman Kardeşler geçen seneki genel seçim boykotuna katılmayınca hareketteki bölünmeler arttı.

MÜSLÜMAN KARDEŞLER

Ülkenin en büyük muhalefet örgütü Müslüman Kardeşler, yönetim tarafından ayaklanmaya sebep olmakla suçlansa da örgüt şimdiye kadarki protestolarda önemli rol oynamadı.

Resmi olarak yasaklı olmasına karşın örgüt, ülkenin en büyük ve en organize muhalefet hareketi.

Geçen seneye kadar, bağımsız adaylar olarak seçimlere katılan Müslüman Kardeşler'in üyeleri, önceki mecliste sandalyelerin beşte birini elde etmişti. Ancak ilk turda seçim hilesi yapıldığı gerekçesiyle ikinci tura katılmayan örgüt 2010 seçimlerinde meclisteki temsilcilerini kaybetti.

Kardeşler, geçmişte büyük kalabalıkları sokaklara dökebiliyordu ancak çoğu zaman doğrudan hükümeti hedef almaktan kaçındı. Örgüt, Israil'in Gazze'ye saldırısına karşı ve ABD'nin Irak'ı işgaline karşı büyük gösteriler düzenlemişti.

VAFD PARTİSİ

 Daha önce mecliste muhalefet olarak yer alsa da bu partinin geniş halk desteği bulunmuyor.

Parti geçen genel seçimlerin ikinci turunu hile yapıldığı gerekçesiyle boykot etti. Parti başkanı El Seyid El Bedevi ve partisi, hükümete çok yakın olmakla eleştiriliyor.

El Bedevi, salı günkü gösterilere katılmasa da örgütün genç üyelerinin isterlerse katılabileceğini bildirdi.

Bedevi, bir Arap uydu televizyonunda meclisin feshedilmesi, yeni bir milli birlik hükümetinin kurulması ve nispi temsil sistemine dayanan yeni seçimlerin yapılmasını istedi.

YARIN PARTİSİ

Liberal çizgideki Yarın (El Gad) partisinin kurucusu Eymen Nur, gösterilere katılsa da geniş bir siyasi desteğe sahip değil.

Önceki devlet başkanlığı seçimlerinde Mübarek'ten sonra ikinci gelen Nur, sahtecilik suçlamasıyla 3 yıl hapis yattı.

Eymen Nur parmaklıklar ardındayken, partisi hükümetin destekçilerince ele geçirildi.

2009 Şubatında serbest bırakılmasından beri Nur, hükümet karşıtı gösterilerde düzenli olarak yer alıyor."

Mısır'da Isyanın Günlüğü

Hüsnü Mübarek'in 1981'den beri iktidarda bulunduğu Mısır'da, halk 4 gündür sokaklarda isyan halinde..

Sokağa çıkma yasağına rağmen süren olayların kronolojisi şöyle:

17 OCAK: Mısır'ın başkenti Kahire'de Meclis binası önünde bir kişi kendini yakmaya çalıştı. Hareket, aralık ortasında Tunus'ta benzer bir girişimde bulunan ve ölümüyle de halkı sokaklara dökerek Zeynelabidin Bİn Ali'nin 23 yıllık iktidarını bırakıp kaçmasına neden olan gencin hareketini çağrıştırdı.

18 OCAK: İskenderiye'de kendini yakmaya çalışan bir işsiz, hastanede öldü. Kahire'de, bir avukat hükümet binası önünde kendini yakmaya çalıştı.

20 OCAK: Kendilerini yakmaya çalışan 2 işçi yaralandı.

24 OCAK: Mısırlı muhalif lider Muhammed El Baradei, "Tunuslular yaptıysa, Mısırlılar da yapmalı" sloganıyla ortaya çıktı.

25 OCAK: Hükümet karşıtı gösteriler başladı. Binlerce insan seferber oldu. Polisle çatışan 2 gösterici Süveyş'te öldü, Kahire'de bir polis göstericiler tarafından dövülerek öldürüldü: 200 kişi gözaltına alındı.

Aynı gece güvenlik kuvvetleri Kahire'de sokaklara dökülen binlerce kişiyi dağıtmak için göz yaşartıcı gaz kullandı.

ABD, Mısır hükümetini halkın isteklerini dinlemeye çağırdı.

26 OCAK: Yasağa rağmen binlerce gösterici birçok kentte gösteri yaptı. Polis göz yaşartıcı gaz, cop ve hatta taşlarla göstericileri dağıtmaya çalıştı. Protestocular da taş atınca 15 polis yaralandı.

Kahire'de olaylar sırasında 2 kişi öldü. Süveyş'te göstericiler resmi bir binaya molotof kokteyli attı, 55 gösterici, 15 polis yaralandı.

27 OCAK: En az bin kişi gözaltına alındı. Sina'nın kuzeyinde bir kişi öldü. Polise karşı tanksavar roketleri kullanıldı. Süveyş'te göstericiler itfaiyecilere ait binayı ateşe verdi. İsmailiye'de çatışmalar çıktı.

Baradei, Kahire'de geçiş dönemine hazır olduğunu söyledi.

Fransa Mısır'ın ifade özgürlüğüne saygı duymasını istedi. ABD, şiddetin bir çözüm olmadığını açıkladı.

Gece saatlerinde iktidar, göstericilere karşı "kararlı önlemler" aldı.

28 OCAK: Polisle onbinlere ulaşan göstericiler ülke genelinde çatıştı. Polis gözyaşartıcı gaz, plastik mermi ve tazyikli su kullandı. Muhammed El Baradei ile Müslüman Kardeşler gösterilere katıldı.

İskenderiye'de Valilik binası ateşe verildi, Kahire'de de iki karakol ile iktidar partisinin binası ateşe verildi.

İnternet ağı kesildi.

Yabancı gazeteciler güvenlik güçlerinin sert müdahalesine maruz kaldı.

Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, ordudan polisle birlikte güvenliği sağlamasını istedi, Kahire, İskenderiye ve Süveyş'te sokağa çıkma yasağı ilan etti.

Birçok Batılı ülke endişelerini ifade etti.

ABD başta askeri olmak üzere Mısır'a yardımı gözden geçirebileceğini açıkladı.

ABD Savunma Bakanlığı, Mısır Genelkurmay Başkanı Sami Anan'ın resmi ziyaretini kısa keserek Mısır'a döneceğini duyurdu.

Mısır genelinde en az 20 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Ocak ayının 25'inden bu yana ölü sayısı 27'ye çıktı.

Mübarek, devlet televizyonundan halka kısa bir konuşma yaptı ve hükümeti görevden aldığını, yeni hükümetin kurulacağını belirterek, reform sözü verdi.





Mısır Sokakları Savaş Alanı Gibi





 Mısır'da 29 yıldır iktidarda olan Hüsnü Mübarek rejimine karşı bugün ülke genelinde yüzbinlerce kişi sokağa çıktı. Birçok kentte şiddetli çatışmalar yaşandı. Sokağa çıkma yasağı ilan edildi, 870 kişi yaralandı. Akşam saatlerinde Devlet Televizyonu ele geçirildi. Ülkede dördüncü gününe giren gösterilerin arkasındaki esas örgüt olan 6 Nisan gençlik hareketi eylemlerin süreceği mesajını verdi.

Mısır'da Mübarek rejimi tarihinin en kapsamlı gösterileri ile karşı karşıya. Ülke genelinde onbinlerce kişi sokağa çıktı. Bugünkü eylemler Cuma namazından sonra başladı. Kahire sokaklarına dökülen onbinlerce kişi 'halk rejimi devirecek' sloganlarını attı. Polis göz yaşartıcı gazlar ve tazyikli su ile eylemcileri dağıtmaya çalıştı.

Hükümet binalarının bulunduğu Nil nehrinin doğu kıyısındaki birçok semtte başlayan eylemler, 20 milyon kişinin yaşadığı başkentte nehrin batı kıyılarındaki birçok semte yayıldı.

Kahire’deki eylemlere Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu eski başkanı Muhammed El Baredey de katıldı.

Gize meydanında polis binlerce kişinin katıldığı eyleme göz yaşartıcı gazların yanısıra plastik mermiyle müdahale etti. Çatışmaların arından El Baradey, camiye sığındı. İlerleyen saatlerde El Baradey, Mısır polisi tarafından ev hapsine alındı.

İSKENDERİYE’DE 100 BİN KİŞİ SOKAĞA ÇIKTI

Ülkenin ikinci büyük kenti İskenderiye’de 5 bin kişi Cuma namazı sonrası Rahml yolcu garı yakınında toplantı. Polis göstericileri dağıtmak için gözyaşartıcı gazlar ve plastik mermiler kullandı. Eylemciler, 'Allah u Ekber', 'Onu istemiyoruz' gibi sloganlar atarken, polise taşlarla karşılık verdi. Ancak ilerleyen saatlerde gösteriye katılım sayısı arttı. Gelen bilgilere, 100 bin kişi gösteri düzenleyerek iktidar karşıtı sloganlar attı.

İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) acil bölüm müdürü de İskenderiye’den bildirdiğine göre, “Polis eylemcilerle kavga etmiyor. Polisler ve eylemciler birbirleriyle konuşuyor ve bazı eylemciler polislere su ve sirke (gözyaşartıcı gazlara karşı) veriyor” dedi.

HRW’nin aktardığı bilgilere göre alanlarda Mübarek ve oğlu Cemal karşıtı sloganlar atılıyor ve gösterilerde çok sayıda başı örtülü kadın, yaşlı ve çocuklar da bulunuyor. Polisin ise ortalıkta görünmediği ifade ediliyor.

Nil Deltası’ndaki Dimyat’ta da onbinlerce kişi kişi “Kahrolsun Mübarek” sloganı ile yürüdü. Bazı imamların cuma namazı sırasında halka sokaklara çıkma çağrısında bulunduğu bildirildi. Bu eylemlere de polisler müdahalede bulundu.

EN ŞİDDETLİ ÇATIŞMALAR SUVEŞT’TE

En şiddetli çatışmaların Suveyş kentinde yaşandığı haberleri geliyor. Eylem alanındaki göstericilerden gelen bilgiler, gösterinin dev boyutlarda olduğunu gösteriyor. Bu kentteki çatışmalarda bir kişinin hayatını kaybettiği bildirildi.

İKTİDAR PARTİSİ YETKİLİSİ DEVRİME KARŞI REFORM ÖNERDİ

Kahire sokakları savaş alanına dönerken, Mısır Parlamentosu Dışilişkiler Komisyonu Başkanı ve aynı zamanda iktidardaki Ulusal Demokrasi Partisi’nin üyesi olan Mustafa El Fekki, El Cezire televizyonuna yaptığı açıklamada, Mısır’da devrimi engellemek için “benzersiz reform” önerdi. El Fekki, “Dünyanın hiçbir yerinde güvenlik bir devrime son verme yeteneğinde değildir” diyerek, “Tek başına güvenlik seçeneği yeterli değildir ve Başkan bu olayları durduracak tek kişidir” şeklinde konuştu.

Akşam saatlerine doğru sokağa çıkma yasağı ilan edilirken, göstericiler iktidar partisinin merkezi ateşe verdi.

Dördüncü gününe giren eylemlerde polisin şiddetini protesto eden göstericiler “Ordu nerede? Polisin yaptıklarına bakın. Orduyu istiyoruz” diye bağırdı. Nitekim akşam saatlerinde tankların sokaklara indi. Ancak askerler ile göstericiler arasında çok da ciddi çatışmaların yaşanmadığı bildirildi.

DEVLET TELEVİZYONU ELE GEÇİRİLDİ

Son gelen bilgilere göre göstericiler, Enformasyon Bakanlığı kompleksi içinde bulunan devlet televizyonu binasını ele geçirdi.

El Arabiya televizyonunun haberine göre, televizyonun yayını devam ediyor. Özellikle başkent Kahire'nin merkezinde, parlamento binası ve hükümet binaları yakınlarında çatışmalar olduğu ve silah sesleri geldiği bildirildi

2 saat önce Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in bir açıklama yapacağı bildirildi. Ancak göstericilerin devlet televizyonunu ele geçirmesi nedeniyle Mübarek’in açıklama yapmaktan vazgeçtiği belirtildi.

Tunus'tan Sonra Sira Misir'da...(Fotograflar)

Fransa 'Diktatörleri' Sever

Tunus isyanı Batılı ülkelerin otoriter ve diktatör rejimlerle olan ilişkilerinde de yeni bir dönemin kapısını açtı. Son ana kadar Zeynel Abidin Bin Ali iktidarını destekleyen Fransa, Tunus isyanında ABD’nin gerisinde kaldı ve sert eleştiriler aldı.
Tunus’ta her şey çok hızlı gelişti. 17 Aralık’ta üniversite mezunu bir genç aşağılamalara dayanamadı ve bedenini ateşe verdi. Görüntüleri internet üzeri kısa sürede yayıldı ve eylemler başladı. Ülke geneline yayılan eylemler sırasında BM’ye göre 100 kişi hayatını kaybetti. Ülkeyi, eşi ve eşinin ailesiyle birlikte avuçlarının içine alarak bütün kaynaklarını kemiren Zeynel Abidin Bin Ali, isyanın dördüncü haftasında 14 Ocak günü ülkesinden kaçarak Suudi Arabistan’a sığındı.
DEVRİM BATILI DEVLETLERİN DIŞ POLİTİKASINA DARBE VURDU

Bu başkaldırı ilk bakışta en çok otoriter ve diktatör Arap rejimleri açısından açık mesajlar içerse de, onların işbirlikçileri olan ve ayakta kalmalarında önemli rolü olan Batılı devletlerin dış politikalarına da darbe vurdu. Tunus’ta olanları, bu ülkeyi yakından takip eden en uyanık gözlemciler bile tahmin edememişti. Bin Ali’nin destekçisi devletler de aynı şekilde, bu isyanın rejimin çöküşüyle sonuçlanacağını beklemiyordu.
Bin Ali, sadece Ortadoğu diktatörlerinin korumasından yararlanmıyordu, uzun süre Avrupa ve Fransa’nın korumasından da fayda gördü. AB ve Fransa, Tunus’ta halkın gücünü küçümsedi, Washington ise erken davranarak Bin Ali’den el çekti.

FRANSA’DAN KÖTÜ İŞBİRLİKÇİ
Fransa, Tunus’taki olaylar sırasında en kötü rol oynayan Batılı devletlerin başında geliyor. Resmi olarak son ana kadar Bin Ali rejimine destek verdi. Bunun açık kanıtı da Dışişleri Bakanı Michèle Alliot-Marie’nin düzeni sağlamak için Fransız tecrübelerini Bin Ali ile paylaşma önerisi oldu. İşbirliğinin boyutları bununla da sınırlı değil. Rue89 isimli alternatif internet gazetesi Fransız hükümetinin Tunus’a gönderilen gaz bombalarından haberi olduğunu yazdı, Başbakan ve Dışişleri Bakanlığı yalanladı. Ancak bu ürünün ihracatından sorumlu şirket olan Sofexi, Bin Ali rejiminin, çatışmaların en şiddetli olduğu bir sırada gaz bombaları talebinde bulunduğunu doğruladı. Le Monde gazetesine göre bunun için de Sofex’i Fransız yetkili makamlarından tüm izinleri aldı. Bu ihracatın yapılabilmesi için İçişleri, Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarının imzası gerekiyordu.

SARKOZY ALAY KONUSU OLDU

Fransız hükümeti Bin Ali rejimi devrildikten 24 saat sonra ancak halk ayaklanmasına açık bir
şekilde destek verdi. Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy yaptığı açıklamada Tunus halkının özgürlük özlemlerinin boyutlarını hesap edemediklerini söyledi. Tunus devrimi Fransa’ya birçok açıdan mesaj gönderiyor. Birincisi, her ne kadar Tunus halkı Fransa gibi bir ülkenin desteğini arkasında görmek istese de bu kez çok değer biçmedi. Bu durum isyanın başından sonuna kadar böyleydi. Fransız yöneticilerin açıklamaları sert eleştiri aldı ancak Tunus halkında hayal kırıklığı yaratmadı. Hatta Fransız Cumhurbaşkanı Tunuslular arasında şaka konusu bile oldu. Tunuslular “Halkına kötü örnek oluyor, dostunu yüzüstü bıraktı” diye alay ederek Fransa’nın Bin Ali ile olan dostluğuna dikkat çekti.

KOLONYALİST ANLAYIŞA SON VERİLMELİ

İkincisi mesaj şu soruya verilecek cevapta gizli: “Peki bu durum Tunus’taki Fransız zamanının artık sona erdiği anlamına mı geliyor?” Fransa’nın Tunus’ta her şeyden önce yaşadığı gecikmeyi yakalaması gerekiyor. Bunu da ancak dış politikasında köklü değişiklikler yaparak başarabilir. Köklü değişim, aynı zamanda Fransa’nın kolonyalist anlayışından vazgeçmesi anlamına geliyor. Zira Fransa’nın 1960’lı yılların sonuna kadar bu ülke ile direkt olan kolonyalist ilişkileri, sonrasında da dolaylı bir şekilde devam etti. Bu da özellikle çift taraflı bir şekilde, özellikle de serbest ticaret ile yoğunlaştırılan ilişkilerle sistemin içine sızarak gerçekleşti.

ABD TUNUS’TA DAHA POPULER HALE GELİYOR

Fransa’nın yanlış politikalarının bir sonucu da ABD’nin Tunus’ta popülarite kazanmasına yol açtı. Liberation gazetesi, Bin Ali rejiminin düşmesinde ABD’nin belirleyici bir rol oynadığı iddiasında bulundu. Amerikalılar bu tür iddiaları reddetti. Görünen gerçek ise, ABD’nin Tunus isyanı sırasında Fransa ve Avrupa Birliği’nden daha aktif olması ile özetlenebilir. Bugün Amerikalılar Tunus’ta daha popülerlik kazandılar. Onların düşünceleri yakından izleniyor. Hatta Bin Ali’nin kaçmasından bir gün sonra 15 Ocak’ta “Yes we can” (Evet, yapabiliriz) ya da “Yew we do” (Evet, yapıyoruz” şeklinde sloganlar atıldı. Wikileaks’in Bin Ali iktidarının yolsuzluklarına ilişkin yayınladığı gizli diplomatik belgeler de ABD’nin imajını güçlendirdi. ABD’nin bu süreçte oynadığı rol, Tunus’ta sempati topladı. Öyle ki Bin Ali’nin devrilmesinde ABD’nin rolü olduğuna ilişkin iddialar tüm Tunus’a yayıldı.

Oysa Fransa’nın kolonyalist dönemlerinden kalma bu ülkeyle yakın ilişkisi var. Bugün 50 bin civarında Fransız-Tunus vatandaşı var. Tunusluların büyük çoğunluğu Fransızca biliyor. Tunus, Fransız turistlerinin temel adreslerinden biri. Çok sayıda Fransız endüstrinin, başta ikinci büyük kenti olan Sfax’ta olmak üzere bu ülkede fabrikaları bulunuyor. Fransız kanalları Tunus’ta izleniyor, gazeteleri okunuyor ve Tunuslular gelip Fransa’da eğitim görüyor. Ancak Fransa, örneğin Sfax’taki büyükelçilik ve kültürel merkezini kapattı. Buna karşın ABD ise bir İngilizce okul ve bir kültürel merkez açtı. Bugün İngilizce Tunus’ta giderek daha fazla görünür hale geldi.

Fransa’da bir dizi yolsuzluk skandalıyla zayıflayan Sarkozy iktidarı, bir diktatörle yapılan pis işbirliğinin bıraktığı izleri silebilecek mi? Bunu zaman gösterecek. Tunus şok dalgasının vurduğu Mısır’ın yanısıra diğer Arap ülkelerinde son haftalarda yaşanan gelişmeler, Batılı ülkelerin diktatör rejimlerle olan ilişkilerinde stratejik değişimlere gitmesini kaçınılmaz kılıyor.

28 Ocak 2011 Cuma

Ulus-Devlete Hapsedilmiş ‘Azınlık’!

Yeni_Özgür_Politika13 Aralık 2007 tarihli Lizbon Antlaşması’nın, AB’ye azınlık haklarını koruma anlamında açık bir yetki vermemesi ve üye devletleri azınlıklarını korumak için etkin politikalar üretmeye zorlamaması, AB’nin azınlık hakları konusunda, hak ihlallerini gerçekleştiren ülkeler üzerindeki etkisinin sınırlarını göstermektedir.
Yüzyıllar süren savaşlardan geriye ulus-devletleşme süreci kaldı. Bu sürecin içerisinde „azınlık“ durumuna getirilen halklar; din, dil, etnik farklılıklarını bu ulus-devletlerin daraltılmış sınırları içerisinde kimi yarı açık, kimi yarı kapalı bir biçimde yaşayarak bugüne kadar geldi. Özellikle sermaye akışının hızlandırılması için Avrupa’dan, Britanya’dan, Amerika’dan diğer ülkelere seferler başlatıldığında farklı dil ve kültürlere mensup ve aynı topraklar üzerindeki halklar kışkırtıldı. Birbirine kırdırıldı. Tüm bunlar yaşanırken, „insan haklarını, adaleti götüren“ ise yine onların yaralarını kaşıyarak, kârlarına kâr katmaya çalışan devletler oldu. İşte bu aşamada özellikle bu ülkeler kendi çatıları altında ulus-devlet içerisine hapsettikleri diğer ulusların haklarını „azınlık“ hakları olarak belli formüllere kavuşturdular. Bu özellikle uluslararası ilişkiler açısından 20. yüzyılın sonuna doğru büyük bir önem kazandığı içindi. Diğer bir konu ise, farklılıklarıyla varlıklarını korumaya çalışan halkların hak taleplerinde bulunmalarıydı. Bir süre sonra öncelikle Avrupa ülkelerinde devletlerin insan hakları karnesinin geçer not alabilmesinin, ülkesinde bulunan „azınlıklara“ tanıdığı haklarla ölçülmeye başlandı.

Lizbon’la başlayan yeni süreç!
Özellikle Avrupa Birliği (AB) sürecinde bu başka bir boyut kazanmıştır. Örneğin AB’nin içerisinde yer alabilmenin şartları arasında „azınlık“ haklarına saygıyı kabul etme zorunluluğu var. Bir nevi hem AB’ye üye ülkelerin birbirine karşı kullandığı bir koz hem de AB’ye dahil edilmek istenen ülkeler üzerinde farklı basınçlar oluşturmanın aracı olmuş bir zorunluluk haline getirilmiş „azınlık haklarına saygı“ şartı, her şeye rağmen azınlık hakları kavramındaki „ayrımcılığın önlenmesi“ hedefinden „azınlıkların korunması“ anlayışına doğru gidişatta belli bir yol katedilmesini de sağlamıştır.

Bu konuda sayısız anlaşma imzalanmış olmasına rağmen özellikle Portekiz’in AB dönem başkanlığında hazırlanan 13 Aralık 2007 tarihli Lizbon Antlaşması’nın, AB’ye azınlık haklarını koruma anlamında açık bir yetki vermemesi, bu alanda uygulanacak yeni politika açılımlarından bahsetmemesi ve üye devletleri azınlıklarını korumak için etkin politikalar üretmeye zorlamaması, AB’nin azınlık hakları konusunda ne kadar ilerleyebileceğinin sorgulanması gerektiğini ve hak ihlallerini gerçekleştiren ülkeler üzerindeki etkisinin sınırlarını göstermektedir. Diğer bir gösterdiği de AB ülkelerinde bulunan diğer halklar ve göçmenler için yeni bir sürecin başladığının Lizbon’da somutlanmasıydı. Bu gerçek kendisini Fransa’nın Romanları sınır dışı etme kararıyla çok daha net bir biçimde ortaya çıkarmıştır. „Azınlıklar ve azınlıklara“ uygulanan politikalarla ilgili şu soru sorulmaktadır: Birlik kurucu devletleri ne kadar „azınlıkların“ haklarına saygılı bir biçimde davranmaktadır? Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin, ülkesinde „azınlık“ durumundaki 8 binden fazla Romanı sınır dışı etmesiyle Birliğin mevzuatına aykırı hareket içerisinde bulunduğu halde somut bir yaptırıma tabi tutulmamıştır. 


Fransız olmak ne demek!
„Avrupa Birliği’ne üye ülkeler Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve Avrupa Sosyal Şartı’na uygun davranmak zorundadırlar“ denilmesine rağmen Fransa’nın Romanlara dönük insanlık dışı uygulamaları görmezden gelinmiştir. 8 bin insan hiçbir hakka sahip olmaksızın sınırlar dışına atılmıştır. 59 Milyon nüfuslu Fransa’da „azınlık“ olarak kimler tanımlanmaktadır, bu bile açık bir biçimde konuşulmamaktadır. Oysa Fransa’da; Breton, Alsaslı, Korsikalı, Bask, Roman, Katalan, Hollandalı, Oksitan, Lüksemburglu, Creole ve Mağripli olarak pek çok farklı etnik grup bulunmaktadır. Fransa resmi olarak hiçbir grubu azınlık kabul etmemektedir. Fransa, Bölgesel ve Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nı imzalamış, ancak onaylamadığından yürürlüğe koymamıştır. Sözleşmeyi imzalarken de getirdiği yorumla amacının ülkede yaşayan diğer ulusları tanımak ve korumak olmadığını, ülkenin bölünmez bütünlüğünün, yasa önünde eşitliğin, Fransız halkının tekliğinin üstün olduğunu açıkça bildirmiştir. Fransa tüm vatandaşlarını Fransız olarak kabul etmektedir. Ama şu an yasalaşması beklenen „Fransız vatandaşlığı elde etmiş olsa bile herhangi bir suç işlediğinde“ yine yabancı sayılan yabancılar için yasa taslağı Fransa’nın diğer ulusları hiçbir zaman yasalar önünde Fransız kabul etmediğinin göstergesidir. Yani „suç“ işlendiği durumda Fransız kimliği ortadan kalkmaktadır. Bu ulusların dilleri de tanınmamaktadır. Resmi ve zorunlu dil Fransızca’dır. Dolayısıyla, Fransa’da hiçbir milli azınlık bulunmadığını, daha doğrusu Fransa’nın Fransa’da yaşayan diğer ulusları resmen tanımadığını belirtmek gerekmektedir. Diğer açık bir nokta ise Fransa’daki azınlıkların dillerinin tamamını -örneğin Almanca, Katalanca ve Bretonca- „mahalli şive“ kabul etmektedir. Fransa kendi bünyesindeki bu ulusları yok saydığı için bu gruplarla ilgili herhangi bir istatistik de düzenlememektedir. Bu nedenle Fransa’da yaşayan diğer ulusların nüfusu konusunda sadece tahminler vardır. 1994 yılına ait bir Avrupa Parlamentosu raporundaki tahminlere göre; Fransa’da toplam nüfusun Oksitanlar yüzde 10,2’sini, Almanlar yüzde 2,5’ini, Asaslılar yüzde 2,1’ini, Lothringler yüzde 0,4’ünü, Bretonlar yüzde 0,8’ini, Katalanlar yüzde 0,4’ünü, Korsikalılar yüzde 0,3’ünü, Flamanlar yüzde 0,2’sini, Basklılar yüzde 0,1’ini oluşturmaktadır. Fransa’da „azınlıkların“ toplamının tahminen 8 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Buna rağmen Fransa’da Fransızca dışında herhangi bir dilin kamusal alanda kullanımı yasaktır. Fransa’da Fransız asıllı olmayanlar anayasanın getirdiği eşitlik ilkesi ve temel hak ve hürriyetlerin garantisi ile yetinmek zorundadır. Fransızca’nın yegane dil olarak kullanımı konusundaki Fransa’nın katı tutumu her alanda kendini göstermiştir. Örnek vermek gerekirse; Fransız aileler çocuklarına Fransızca olmayan bir ismi koyma hakkına ancak 1993’te kavuşmuşladır.

Yok sayılan farklılıklar!
Fransa’da „yerel diller ve mahalli şiveler“ olarak kabul edilen azınlık dillerinin eğitimi için 1951’den bu yana gerekli hukuki zemin yaratılsa bile bu dillerin devlet okullarına girişi yakın zamanda mümkün olmuştur. Fransa’da azınlık çocuklarının sadece yüzde 2 veya 3’ü bütün tahsil hayatını yerel dillerde tamamlamaktadır. Fransa azınlık haklarının genişletilmesini ve azınlık kimliklerinin desteklenmesini Fransız Cumhuriyeti’nin devamlılığı için bir tehdit olarak algılamaktadır. Bu nedenle Fransa, azınlıkların korunması, otonomi ve benzeri olasılıkları kategorik olarak reddetmektedir. Elbette şunu belirtmekte büyük fayda var; Fransa’da Fransız kökene sahip olmayanların toplam nüfusa oranı yüzde 14 olduğu gibi, Fransa’da yaşayan göçmen ve göçmen kökenlilerin sayısal değerinin Fransa nüfusuna oranı da 14 milyon ile yüzde 23 seviyesindedir. Özetle, AB’nin kurucu ülkelerinden Fransa, AB’ye aday ülkelere insan hakları dersi verirken, ki bunu azınlık hakları üzerinden dillendirirken, kendi içindeki katı uygulamasıyla sözkonusu ülkelerden farklı bir tutuma sahip değildir. Avrupa Komisyonu’nun verilerine göre Fransa’da etnik grup anlamında en büyük ve kalabalık grup Romanlardır. Sadece Romanya ve Bulgaristan’dan Fransa’ya göç eden Romanların sayısının ise 15 bin olduğu tahmin edilmektedir. Fransa, Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy’nin, ülkesinde azınlık durumundaki Romanları sınır dışı etme kararı aldıktan sonra dünya kamuoyu tarafından haklı bir tepkiyle karşılaşmıştır. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi ve AGİT gibi kuruluşlar azınlıklara yönelik olumsuz tutumlara karşı çıkarak kimi müdahalelerde bulundu. Ama bu Fransa’yı durdurmaya yetmedi. Bu noktada, Sarkozy ve iktidarının ülkesindeki Roman azınlığa uyguladığı bu politikanın temelinde yatan nedenleri ve hangi gerekçelerle bu politikayı uyguladığını bakmakta fayda var.

Yeni bir sürecin pratik ayakları!
Fransa bu durumu; yasalara aykırı hareketlerin önlenmesi ve kamusal düzenin bozulmasına karşı alınan bir önlem olarak değerlendirmektedir. 16 Eylül 2010 tarihinde Fransa’nın daveti üzerine gerçekleştirilen AB Zirvesi’nin sonucunda; „AB’ye üye ülkelerin, temel insan hakları ve özgürlükleri çerçevesinde Romanlara yönelik ortak bir strateji benimsemeleri ve bu doğrultuda politikalar üretmeleri gerektiği“ vurgulanmıştır. Ama Fransa uygulamalarından vazgeçmeyerek, AB’nin temelini oluşturan üç temel sütundan biri olan Serbest Dolaşım İlkesi’ne aykırı hareket etmeye devam etmiştir. Fransa’nın yabancılara karşı olan genel tutumu çerçevesinde ortaya çıkan sonuç: Ulusal Meclis’in bu noktada üzerine düşen görevi yapması beklenmektedir; bu görev, sınır dışı etme yasasını tasarı halinden kurtarıp yürürlüğe sokma çabasıyla ifade edilebilir. Dolayısıyla, Fransa Ulusal Meclisi’nde tartışılmaya başlanan yabancıların sınır dışı edilmesini kolaylaştıran yasa tasarısına göre; Fransa’da üç aylık bulunma süresini ihlal eden AB vatandaşları, serbest dolaşım hakkına rağmen, hemen sınır dışı edilebilecektir. Tasarıdaki düzenlemeye göre Fransız sosyal sistemine yük getiren, hırsızlık ve dilencilik yaparak kamu düzenini bozan yabancılar da aynı şekilde ülkeden gönderilebilecektir. Tasarıda güvenlik güçlerinin yaşamına kast eden, saldırılar düzenleyen göçmenlerin vatandaşlık haklarının geri alınması öngörülmektedir.

Fransa’da jandarma, polis, savcı ve yargıç gibi adli görevle yükümlü çalışanlara yönelik saldırılar düzenleyen göçmenlerin vatandaşlık haklarının ellerinden alınması Fransa’nın yabancılara karşı tutumunu göstermektedir. Bu durumun, „Birliğin kurucu ülkelerinin kendi anayasaları çerçevesinde mi yoksa Birlik Anayasası’na göre mi“ değerlendirilmesi gerektiği tartışma konusu olmaktadır. Bununla birlikte kimi hukukçuların konuya yaklaşımları kayda değerdir; bazı hukukçular, kökenleri ne olursa olsun, tüm Fransız vatandaşlarının yasalar karşısında eşit olduğuna dikkat çekerek, bu düzenlemenin Fransız Anayasası’na aykırı olduğunu savunmaktadır. Devamında, düzenlemelerin içeriğine bakıldığında, sahte evlilik hususuna da dikkat çekildiği görülmektedir; tasarı, vatandaşlık hakkı almak için yapılan sahte evliliklere de ağır cezalar getirirken, yine göçmenlerin yasadışı yollarla sosyal güvenlik sisteminden yardım almaları ve avantaj sağlamaları halinde sınır dışı edilmelerinin kolaylaştırılmasını da kapsamaktadır.

Sayısal olarak varlık, kimlik olarak yok sayılma!
Romanya Cumhurbaşkanı Traian Basescu’nun Bulgaristan’a günübirlik yaptığı resmi ziyaretten sonra Bulgaristan Cumhurbaşkanı Georgi Pırvanov, Fransa’nın sınır dışı ettiği Romanların Bulgaristan veya Romanya vatandaşları olmalarından çok, aslında onların AB vatandaşı olduklarına dikkat çekerek şöyle demiştir: „Burada söz konusu olan Bulgaristan veya Romanya vatandaşları değil, Avrupa vatandaşlarıdır. Eğer bu vatandaşlardan bazıları bulundukları ülkenin yasalarını çiğnediyse yasal anlamda cezalandırılabilir, ancak belli bir etnik kökenden vatandaşlar grubunun topluca sınır dışı edilmesini kabul etmek mümkün değildir.“ 
Cumhurbaşkanı Pırvanov’un da belirttiği gibi Romanlar Bulgaristan veya Romanya vatandaşları olmalarının yanı sıra Avrupa vatandaşlarıdır. Avrupa’nın her yerine yayılan Romanların durumu istatistiki verilere göre şöyledir: Son nüfus istatistiklerine göre Romanya’da 535 bin ; Bulgaristan’da 370 bin; Macaristan’da 205 bin; Slovakya’da 89 bin ve Sırbistan’da 108 bin Roman asıllı vatandaş yaşıyor. Yaklaşık 200 bin Romanın Çek Cumhuriyeti’nde bulunduğu, bir o kadarının da Yunanistan’da yerleşik olduğu tahmin edilirken, Türkiye’de bu rakamın 500 bin civarında olduğu kaydedilmektedir.

Saat işliyor!
Sonuç itibariyle; her iki ülkenin cumhurbaşkanları da Fransa’nın ülkesindeki Romanlara karşı olan tutumunu eleştirmekte ve bu tutumun AB mevzuatlarıyla bağdaşmadığını dile getirseler de, Fransa uyguladığı pratik politikayla 8 bini resmi, gayri resmi olarak fazla olduğu tahmin edilen Roman’ı sınırdışı etmiş bulundu. Günlük yaşam içerisinde de uygulamasına devam etmektedir. Elysee Sarayı’ndan, devletin diğer kurumlarına kadar sayısız toplantı yapıldı, karar tartışıldı. Ama açık olan şu ki Fransa, yabancılara dönük olarak uygulamak istediği ve taslak olarak yasalaşması beklenen ırkçı politikasını, somut olarak Romanlar üzerinden hayata geçirdi. Avrupa Birliği’nin diğer ülkeleri ise kimi tepkiler verse de Fransa’nın bu deneyimini yakın bir süreçte kendi pratikleri içerisinde gerçekleştirmeye kılıf aramakta. Fransa Avrupa’da yaşayan yabancılara dönük geliştirilecek politikanın öncülüğünü biraz kuralsız da olsa oynamış oldu. Şimdi eşgüdüm içerisinde diğer ülkelerde yasaların oluşturulması an meselesi! Bununla beraber; Roman vatandaşları AB vatandaşı olmalarından kaynaklanan haklarını kullanmak bir yana, aynı zamanda en temel insan haklarından dahi mahrum bırakılmaktalar. Diğer yandan yine ulus-devlet sınırlarınının, kimlere girip çıkma hakkı verdiğini daha net bir biçimde görmekteyiz. Böylelikle Lizbon Antlaşması’yla önü açılan süreç bir saat gibi işlemeye devam ediyor.

Kaynaklar: Uluslararası Politikada Etnik Sorunlar ve Çözüm Yolları, İktisat Dergisi, Sayı: 386.
Smith, Anthony (1986): The Ethnic Origins of Nation, Oxford, Basil Blackwell Inc.
AB Sürecine Yurttaşlık Tartışmaları, Tesev Yayınları, II. B. , s. 247- 24
Avrupa Konseyi, 9 Şubat 2010, Avrupa’da Azınlıkların Korunması Raporu
Dünden Bugüne Avrupa Birliği, İstanbul, Boyut Kitapları, Ekim 2003, s 168
Avrupa Parlamentosu Resmi İnternet Sitesi www.europarl.europa.eu
Minority Rights Protection in the EU: Contradictions and Problems, European Alternatives, www.euroalter.com/2009/min.

SELMA AKKAYA

27 Ocak 2011 Perşembe

Mısır'da Mübarek Rejimi Dökülüyor

Siyaset bilimcilerinin 'Tunus virüsü' şeklinde adlandırdıkları halk isyanı Mısır'da Mübarek rejimini zorlamaya başladı. İktidarının 30. yılını kutlamaya hazırlanan Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’i protesto dalgası yayılıyor. Koltuğunu devretmeye hazırlandığı oğlu Cemal, eşi ve annesi Suzan ile yüze yakın bavulla kaçarken, Mısırlılar ''Cemal, babanı da al git' sloganları attı. Göstericiler ile polis arasındaki çatışmalarda şu ana kadar 6 kişi öldü, bine y akın gözaltının olduğu bildiriliyor.

Halkın günlerce protestosuna dayanamayan Bin Ali, Leyla ile birlikte canını zor kurtarmıştı. Mısır’da ise Suzan, oğlu Cemal ile kaçtı, fakat Hüsnü Mübarek hala iktidarda. 1981 yılından bu yana ülkeyi despot bir rejimle yöneten Mübarek’e karşı halk ilk kez sokaklara çıktı. Başta başkent Kahire ve İskenderiye kentlerinde yoğunlaşan gösteriler, kısa sürede bütün ülkeye yayılıyor.

Yer yer çatışmaların da yaşandığı gösteriler sırasında Süveyş kentindeki hükümet binası yakıldı. Önceki gün 3 gösterici ile 1 polisin ardından dün ise Kahire’deki protestolarda bir ve 1 gösterici daha hayatını kaybetti. 20’e yakını ağır olmak üzere yaralı sayısı 400’e, gözaltına alınanların sayısı ise bine ulaştı. Mısır Gazeteciler Sendikası, gözaltına alınanlar arasında 26 gazetecinin olduğunu duyurdu.

FACEBOOK VE TWİTTER’E YASAK

Gösterilere ilişki duyuru ve ilanların yer aldığı sosyal paylaşım siteleri Twitter ve Facebook’un erişimi engellenirken protestocular “Mübarek başkanlıktan çekilsin, oğlu Cemal’in aday olmasın, fesh edilecek meclisin yerine ulusal birlik hükümeti” taleplerinde bulunuyorlar. Babasının koltuğuna oturması beklenen ve “Babanı da al git” pankartlarıyla protesto edilen Cemal Mübarek ise ülkeden kaçtı.

Cemal’e eşi Hatice, annesi Suzan ve kızıyla birlikte, yüze yakın bavulunu alıp özel jetiyle ülkeden ayrılıp, Londra’ya gittiği belirtiliyor. Suzan geçtiğimiz günlerde “Hayatımı adadığım oğlumun tabii ki ülke yönetiminin en tepesinde olmasını istiyorum” diye konuşmuştu.

BARADEY MISIR’A DÖNÜYOR


Eylül ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en güçlü muhalif adayı Muhammed El Baradey’in ise protesto gösterilerinin ardından bugün ülkesine gidebileceği öğrenildi. Reuters haber ajansına e-mail gönderden Ali Baradey “Kardeşim bugün Mısır’a gidecek” bilgisini verdi. Eski BM Irak silah denetçisi olan ve şu anda Avusturya’nın başkenti Viyana’da yaşayan Baradey’e yasak yüzünden seçimlere bağımsız adaylarla girmeye hazırlanan Müslüman Kardeşler Örgütü de destek veriyor.

Nobel Barış Ödülü sahibi Baradey’e göre ise ülkesi geri dönüşü olmayan bir yolda. Hareketin çığ gibi büyüyeceğini düşünen Baradey’e karşı Mübarek yanlısı basın ise harekete geçti. Londra’da bankacı olan kızı Leyla Baradey’in mayolu fotoğraflarının altına “İşte size adalet ve özgürlük. Baradey’i seçerseniz kızlarımız böyle olur” şeklinde manşetlere taşındı. “Demokrasi, adalet ve özgürlük” sloganını ise sık sık Baradey kullanıyordu.

Tunus’taki isyan sırasında sonuna kadar eski sömürgesinin devlet başkanı Ben Ali’ye destek veren Fransa gibi olmak istemeyen ve daha önce Mübarek’ten yana olan ABD yönetimi ise son açıklamasıyla halkı desteklediğini duyurdu. Ortadoğu’daki en önemli yandaşı Mübarek’e destek mesajı veren Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un ardından Beyaz Saray sözcüsü “Halkın taleplerine duyarsız kalınmamalı” açıklamasını yaptı.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Stadyumlar ve Siyasal Iktidarlar

Stadyumların tarihine bakmak bir anlamda yakın siyasi tarih okuması yapmakla eşdeğer. Kim ki bir ülkenin yakın siyasi tarihi hakkında bir fikir edinmek istiyor dönüp stadyumlara baksın yeter.
İnanmayan Şili’deki Santiago’ya, Barcelona’daki Nou Camp’a, Almanya’daki Münih Olimpiyat’a, Madrid’deki Barnebau’ya ya da Eyüp Stadı’na baksın. Görülecektir ki futbol nasıl asla sadece futbol değilse stadyumlar da sadece birer beton ve metal yığını değil. Bu yüzdendir ki stadyumlar hiç kimseden çekmedi siyasal iktidarlardan çektiği kadar.
Ne holiganların taşkınlıkları ne şoven milliyetçi grupların saldırganlıkları otoriter siyasi iktidarların stadyumlara yaptığını yapmadı.

OTORİTER SİSTEMLERİN ALANLARI

Siyaset ve stadyumlar ayrı dünyaların kavramları gibi görünse de aslında değil. İçiçe geçmiş durumdalar. Hem Misak-ı Milli sınırları içinde hem de uluslararası arenada stadyumlar siyasal iktidarların at koşturdukları alanlar olagelmişlerdir. Özellikle de cunta ve otoriter sistemlerin...
Muktedirlerin geniş kitleler üzerinde tahakküm sağlamak için uğradıkları ilk yer stadyumlar olmuştur. Bu nedenle değil midir ki tek parti döneminde İnönü adını alan stadyum Demokrat Parti’nin iktidarıyla birlikte bir anda Mithatpaşa olur! Devran dönünce de tekrardan İnönü’ye evrilir.

DİKTATÖRLERİN ARENASI!

Merkez-çevre kavgasının en bariz yansımasıdır İnönü. Liberal değerlerinin her şeyi alıp sattığı günümüzde zamanın ruhuna uygun olarak yeniden ismi değiştirilerek bir inşaat markasının arkasına eklemlendi.
Yine aynı nedenledir ki, yurt genelindeki statların yüzde 80’ine ‘Atatürk’ adı verilmiştir. Bundan olsa gerek milli şef İnönü’nün adını ülke genelinde birçok stat isim olarak taşır. Stadyumlar sadece stadyum olsa neden Kasımpaşa Stadı birdenbire Recep Tayyip Erdoğan Stadı’na dönüşüversin ki? Ya da Rize’de yapılan modern stadın adına neden başbakanın adı verilmek istensin? Metin Göktepe de bir zemheri ayazında katledilmeden önce Eyüp Stadı’nda değilmiydi?
İspanya’da Franco, Portekiz’de Salazar, İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler faşizmini de en iyi stadyumlardan okuyabiliriz.  Keza faşist Latin Amerika diktatörlerinin tarihinde de stadyumlar önemli roller kaplıyor.
11 Eylül 1973 sabahı CIA’nin desteğini arkasına alan General Augusto Pinochet binlerce muhalifi stadyumda toplar. Gözaltına alınan binlerce sosyalistten biri olan devrimci ozan Victor Jara’nın elleri burada kesilir. Santiago Stadyumu’nda. 
Arjantin’i kana bulayan diktatör Videla Buenos Aires’teki stadyumlar üzerinden hükmeder yıllar yılı ülkeye. Keza Hitler Almanya’sı da dünyaya meydan okumak için stadyumları tercih etmiştir. Faşist lider Hitler’in 1936’daki Berlin Olimpiyatları’nı  gövde gösterisine nasıl dönüştürdüğüne bakmak için ufak bir tarih çalışması yeter bile.
Hakkını yemeyelim ama stadyumlar aynı zamanda direniş ve başkaldırıların da merkezi olmuştur.
General Francois Franco zulmü altında inleyen Katalanlar kendi dillerini yıllarca sadece statta konuşabildi, nefret ettikleri diktatöre sadece Nou Camp Stadyumu’nda küfretti. Bu nedenledir ki Barcelona kulübü için ‘Mas que un club!’ (Bir futbol kulübünden daha fazlası) deniliyor. 

TT ARENA’YA TAM KADRO ÇIKARMA

İki siyahi onurlu sporcu Berlin Olimpiyat Stadı’nda yüz bin kişinin şaşkın bakışı altında merasim töreninde faşist lider Hitler’e karşı sol yumruklarını havaya kaldırmadı mı? Faşist liderin güç gösterisine çevirdiği olimpiyatları Hitler’e zehir etmedi mi?
Gösterişli, modern statlar siyasi iktidarlar için hem içerde hem de dışarıda önemli bir halkla ilişkiler faaliyetidir. Bu sebeple değil midir ki muktedirlerimiz seçim öncesinde henüz altyapısı dahi tamamlanmadan TT Arena’ya tam kadro halinde çıkarma yapıp, bu niyetleri sezilip ıslıklanınca da kıyametleri koparıyor

 İBRAHİM VARLI

Nijerya'yı ele geçirmişler

Bir Shell yetkilisi diyor ki Nijerya hükümetinin her bakanlığında adamlarımız var ve devletin aldığı her kilit karar hakkında içeriden bilgiye sahibiz..

Wikileaks belgelerini her gün aksatmadan dünya basını ve kamuoyu ile paylaşan Guardian gazetesinin manşetinde bugün Shell’in Nijerya hükümetine olan hükmedişi vardı. Gün geçmiyorki yaşadığımız dünya üzerinde dönen bütün dolaplar bir bir ortaya çıkıyor. Telgraflar halinde.
Shell'in, büyük petrol rezervlerinin bulunduğu Nijerya'daki en üst düzey yetkilisi Ann Pickard, her bakanlıkta adamları olduğunu, siyasetçilerin her adımını bildiklerini söylüyor. Gizli belgelerde, Hollanda-İngiltere ortaklığındaki şirketin Amerikan hükümetiyle istihbarat paylaştığı da belirtiliyor. Shell militanlara  destek verdiği bilinen kimi siyasetçilerin adını Amerikalı diplomatlara bildiriyor, sonra da gidip militanların uçak savarı var mı yok mu diye Amerikalı’lara soruyorlar.
20 Ekim 2009'da Abuja'da gerçekleşen ve zaptı tutulan görüşmede, Ann Pickard, Nijerya Hükümeti'nin Nijer Deltası'nda açılacak petrol ihalesi için Çin'e gönderdiği mektuptan söz etti. Petrolden Sorumlu Bakan, mektubun varlığını reddetti. Ama Shell'e göre, Çin ve Rusya'yla yazışmalar yapılmıştı. Amerikan Büyükelçisi Robin Renee Sanders gerisini şöyle anlatıyor:

"Shell sorumlusu, 'Hükümet ilgili her bakanlıkta adamlarımız olduğunu unutuyor' dedi. O, bakanlıklarda olan her şeyi bildiklerini söyledi."
Nijerya dünyanın 8. Büyük petrol ihracatçısı ve hepimizin bildiği gibi halkı yoksulluk sınırının altında sefaletle boğuşuyor, Guardian gazetesi bunu %70 olarak bildiriyor. Social Action Nigeria adlı örgütün program sorumlusu 'Shell her yerde. Her bakanlıkta gözü kulağı var. Her yerde maaşa bağladıkları adamları var. Bu yüzden tüm engelleri aşıyorlar. Nijerya Hükümeti'nden daha güçlüler" diyor.
Ayrıca Shell bölgedeki en güçlü operatör ve çevreyi kirlettiği gibi geri dönüşümü imkansız çevresel zararlara neden oluyor.

Nigeria Social Action’dan Celestine Akbopari adlı yetkili “Shell ve Nijerya hükümeyi aynı paranın iki yüzüdür. Nijerya’nın her bir bakanlığında ve gözleri kulakları var. Maaş dağıtılan birimlerin hepsinde birer adamları var ve bu yüzden de canları ne isterse yapabiliyorlar. Nijerya hükümetinden daha güçlüler.” Diyor.

Bir başka isim Platform’dan Ben Amunwa ise “Shell Nijerya hükümeti ile hiçbir ilişkisi olmadığını iddia ediyor ancak Shell sistemin en derinine sızmış durumda ve kendi avantajı uğruna politik kaynakların hepsinden istifade ediyor.” Dedi.

Nijerya hükümeti ise tüm belgeleri yalanlayarak bunlar sadece tek bir kişinin görüşleri diyor.
Ann Pickard , Shell yetkilisi  Rus firması Gazprom’un Nijerya topraklarından iş kapmak için çalışmaları olduğunu söylüyor. Nijerya hükümetine bir buçuk milyon sterlin değerinde bir anlaşma yapıyorlar, bunun üzerine Shell hemen paydasını kaybetmek istemediği için Amerikan Büyükelçiliğine başvuruyor. Pickard ayrıca büyükelçilik yetkilileri ile konuşmayı pek sevmediğini çünkü Amerikan hükümetinin sızdırmaya müsait bir portre çizdiğini ekliyor sözlerine.
 

İçeride ‘Güçlü Polis’,Dışarıda ‘Güçlü Ordu’


Emperyalist güçlerin (bizim için özellikle ABD’nin) genel planlamaları doğrultusunda, yerli sermayenin ülkedeki ekonomik ve siyasal yapıya müdahalesi AKP eliyle yapılandırılmaya devam ediyor.

Yani olan biten ne sadece AKP’nin ideolojik formasyonuna ne de sermayenin yerel çıkarlarına indirgenerek anlaşılabilir.


Ama tersine, devam etmekte olan süreci tüm ayrıntılarıyla Washington’da planlanmış bir “senaryo” olarak görmek de hem emperyalizmin gücünü abartmak, hem de yerel dinamiklerin (ezileniyle, egemeniyle) etkisini görememek anlamına gelecektir.


Genel düzlemde emperyalist planlamaya uygun davranan yerli sermaye, fırsat yakaladıkça bu genel planlamaya kendi lehine müdahalelerde bulunmaya çalışmaktadır. Hakeza AKP de bir yandan sermayenin yeni konumlanışının uygulayıcısı olurken, diğer yandan da mümkün olduğunca kurulan yeni statükoya kendi ideolojik etkisini yapıyor.


Sermayenin, genel çıkarlarıyla çelişmediği sürece rejimin rengine ilişkin bu tür konumlanmalara pek aldırış etmediklerini yaşayarak görüyoruz. AKP hükümete geldiğinden bu yana toplam varlıklarını 5-10 kat arttıran Koç, Sabancı, OYAK, Çalık, Enka vs neden itiraz etsinler ki düzenlemelere?


Ancak sermayenin konumlanışında ve serbest akışında pürüz yaratacak, modernist tüketim kültürünü sekteye uğratacak ya da bir “güç sarhoşluğu” içerisine düşecek bir hükümetin (hele ki bu hükümet gerçek bir halk desteğine değil, sermaye şişirmesine dayanıyorken) hızla gözden düşürülüp yerine alternatifinin kısa sürede hazırlanacağından da kimsenin şüphesi olmasın. Bugün Kılıçdaroğlu başkanlığındaki “Yeni CHP”nin ısındırıldığı görev tam da budur. Muhafazakâr liberal AKP, laikçi liberal CHP’yle terbiye edilecek ve de tersi.


Bu uzun girişten sonra yazının başlığına dönecek olursak…


Ordu’nun vesayetini sermaye lehine kırmak için hükümete getirilen AKP, iktidar ilişkilerinde söylenecek son sözde “zorun”, “silahlı güçlerin” önemini çok iyi bilmektedir (Demokratik Özerklik tartışmalarında “savunma” başlığının bunca kıyamet kopartması da bu yüzdendir). Ordu’yu terbiye etme, “işgal ettiği” mevzileri terk etme ve yalnız sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmek üzere kışlasına çekilmesine ikna etme, gerekiyorsa da “zorlama” noktasında ihtiyacı olan “silahlı gücü” Emniyet Teşkilatı (ve MİT) aracılığıyla sağlamaya çalışmaktadır.


İktidara geldiğinde 180-200 bin civarı olan polis sayısı bugün 350 bin civarındadır ve bu sayının 400-450 bine çıkartılması planlanmaktadır.


Emniyet Teşkilatına verdiği önemi, polisin tüm faşist uygulamalarını (en son Dolmabahçe’de olanları hatırlayınız) “ben polisimi ezdirtmem” anlayışıyla destekleyen Tayyip Erdoğan’ın tavrından kolaylıkla görmek mümkün.


AKP’nin polise ilgisi sayısını arttırmakla da bitmiyor. 2011 bütçesinde, bir önceki yıla göre yüzde 23,2 oranında arttırılarak, Emniyet Teşkilatına ayrılan pay 10 milyar 578 milyon TL’ye çıkartıldı. Eğitime, sağlığa ayrılan bütçeyle karşılaştırıldığında AKP’nin önümüzdeki dönem için önceliklerini anlamak çok da zor değil. Yılın ilk günü yayınlanan “Harp Silahları, Bunların Aksam ve Parçalarının İthaline İlişkin Tebliğ”le birlikte Polis’in “ağır silahlarla donatılmasının da önü açılmış oldu.


Bütün bu kayırmalar yetmiyormuş gibi 3 Ocak 2011’de toplanan yılın ilk Bakanlar Kurulu yüz binlerce üniversite mezunu altı ay, milyonlarca lise mezunu on beş ay askerlik yaparken, Akademi mezunu polislerin üç hafta, Polis Lisesi mezunlarının altı ay askerlik yapmasını kararlaştırdı. “Zorunlu askerlik” denen ucube zaten yeterince can sıkıcıyken bir de bu “eşitsiz” kayırma eklenmiş oldu.


Şüphesiz ki “güçlü polis teşkilatının” öncelikli görevi adaletin mahkemelerde koruduğu “mülk”ü sokaklarda korumak.  Yani burnunu krizden çıkartamayan kapitalizme karşı her türlü olası itirazı zapturapt altına almak.


Ama “güçlendirilmiş Polis Teşkilatının” aynı zamanda, yeni statüko içerisinde budanmış yetkeleriyle yeni pozisyonunu alan, ancak ilk fırsatta “eski statükonun güzel günlerine” dönüş için gereken “her şeyi” yapabilecek Ordu karşısında bir güç odağı olarak kapasitesinin arttırılmakta olduğu aşikar.


Bu durumdan illaki bir fiziki karşı karşıya geliş olacağı sonucu çıkmasa da, egemenler arası olan bir karşı karşıya gelişte “silahlı gücü” elde bulundurmak sonucu belirlemekte etkili olacaktır.


Sermaye AKP eliyle güçlendirdiği “Emniyet Teşkilatı” vasıtasıyla hem mutlak kontrolünde bir silahlı güç, hem de yeni statükoya uygun bir Ordu dizaynında “zorlayıcı” olabilecek bir kuvvet yaratmış oluyor. Yeni statüko, sermayenin yerel, bölgesel ve küresel çıkarları doğrultusunda hareket edecek, içeride “güçlü polis”, dışarıda “güçlü ordu” anlayışına dayanıyor. Bu yüzden de sermaye, Ordu’yu imtiyazlarından arındırarak ama “gücünü koruyarak/arttırarak” kendi kontrolüne almak istiyor.


AKP sermayenin istediği “yeni statüko”yu kurarken, yeniden yapılandırmak üzere el attığı her kurumu kendi düsturunca ve kendi kadrolarıyla şekillendiriyor. YÖK’te, Yargı’da olduğu gibi, Emniyet Teşkilatında da aynı süreçler işliyor. Devlet kurumlarının 12 Eylül’den kalma anti-demokratik yapılanmalarını ortadan kaldırmak bir yana, hâkimiyeti ele geçirdiği andan itibaren de daha fazla merkezi siyasete bağlı, daha totaliter yapılara dönüştürüyor. Resimdeki bu dönüşüm sürecine kendi rengini daha fazla verebilmek için illegal “paralel hukuklar” işletmekten de geri durmuyor. Fırsatını bulduğunda ise “paralel hukuklarının” içtihatlarına yasal statüler kazandırıyor.


En son ortaya çıkan “hakim ve savcıların fişlenmesi olayı” bunun en tipik örneklerinden biri oldu. Eski statüko “namaz kılıyor mu, camiye gidiyor mu, eşi türbanlı mı” diye fişlerken, yeni statüko da “içki içiyor mu, bara gidiyor mu, eşi açık mı” diye fişliyor. İşte AKP’nin “ileri demokrasi”sindeki, sermayenin yeni statükosundaki ilerleme!


Tüm bu gelişmeler olup biterken, bu düzenin mağdurlarının tek çıkar yolu kendi statükolarını, kendi anayasalarını, kendi taleplerini sistematize edip örgütlü güçlerini oluşturmaktır. Sermayenin “yeni statükosu”nun  AKP’sinden de, “Yeni CHP”sinden de, eski statükonun çöplüğünde debelenip duran MHP’den de alın terlerini yaşamlarına katık edenlerin, özgürlük, eşitlik ve adalet isteyenlerin bir çıkarı olamaz.


Tuncay Yılmaz
Toplumsal Özgürlük Platformu Sözcüsü / Silivri Cezaevi

AKP'nin Şeytan Üçgeni

AKP iktidarının kimi Anayasa maddelerini değiştirmek üzere gündeme getirdiği Referandumu, bir milat kabul etme eğilimindeyiz, nedense…
Bilindiği üzere değişiklik paketinin ana gövdesini Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın bileşimi ve yetkileri oluşturmaktaydı; iktidar partisi, 12 Eylül Referandumu’yla onaylanan Anayasa değişikliğiyle birlikte, bu kurumlar üzerindeki denetimi pekiştirerek, belki de “laik” Cumhuriyet rejiminin “son kale”sine, hukuk sistemine de nüfuz etmenin yolunu açtı.
“Laik güçler”, bu değişikliğin “Hukuk Devleti”ne doğrudan bir saldırı, bir “suikast”, AKP’nin “gizli ajanda”sını yürürlüğe sokmasında ileri bir adım olduğunu öne süredursunlar - ola ki öyledir.
Ancak bu ülkenin ezilenleri, madunları ve onların yanında yer alanlar, Kürtler, emekçiler, kadınlar, sosyalistler, devrimciler açısından 12 Eylül Referandumuyla devreye sokulan Anayasa değişikliğinin anlamı, ancak yakın bir zaman öncesine tarihlenen bir başka yasa değişikliğiyle birlikte ele alındığında gerçek boyutlarıyla ortaya çıkıyor.
2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nda 2 Haziran 2007 tarihinde yapılan değişikliklerden söz ediyorum. Özellikle de polisin zor ve silah kullanma yetkisini arttıran ve “zor kullanma yetkisi kapsamında direnmeyi etkisiz kılmak amacıyla kullanacağı araç ve gereç ile kullanacağı zorun derecesini(…) takdir ve tayin” yetkisini bizzat kolluk gücüne bırakan maddeden. Bu değişikliğin ardından bu ülkede devletin kolluk güçleri tarafından gerçekleştirilen hak ihlâllerinin zirve yaptığı ve/fakat kovuşturulan, cezalandırılan polis sayısının ise neredeyse sıfırlandığı biliniyor. Yasa değişikliğinin, yakın bir tarih öncesine dek her vesilede “Kahrolsun İnsan Hakları!” sloganıyla gövde gösterilerine kalkışan kolluk kuvvetlerinin, deyim yerindeyse “yüreğini soğuttuğu”, onlara kanunun lafzının ötesinde bir güç/iktidar alanı açtığı da öyle.
12 Eylül 2010 Referandumu’yla birlikte yeniden yapılandırılan yargı sistemi, “AKP’nin yargıçları” kavramını elle tutulur bir olasılık hâline getirdi. Adalet Bakanı’nın HSYK üzerinde artan yetkisi sayesinde müdahale ettiği (ve sicil amirliğini elinde tuttuğu) yargıçlar ile “AKP’nin polisleri” arasında, böylelikle “verimli” bir işbirliği alanı biçimlenmiş oldu.
Elbette, AKP’nin iktidara gelişinden çok önceleri de, bu ülkenin emniyet ve adalet örgütleri, “Devletin bekası, rejime yönelik tehdit(ler)” vb. söz konusu olduğunda mükemmel bir uyum sergilemekteydiler. Emniyet tutanaklarının -imla ve ifade bozukluklarıyla birlikte- olduğu gibi savcılık iddianamesine hatta hükümlere geçirilegeldiğini, bu ülkede “terör”e ilişkin herhangi bir suçlamayla (üyelik, propaganda, övme, yardım-yataklık, vb…) yargı önüne çıkmış herkes “bittecrübe” bilir.
Ancak PVSK’daki değişiklikler ile 12 Eylül referandumu sonucu yargı sisteminde gerçekleşen değişiklikler, “Devletin bekası ve rejim”e yönelen tehditlerin ne olduğunu tayin yetkisini tek ve tikel bir partinin, AKP’nin eline verdi. Bir başka deyişle “rejime yönelen tehdit(ler)” algısını biçimlendirme erki, AKP’nin (ve gerisindeki cemaatlerin, özellikle de Fethullahçıların) eline geçmiş oldu. [AKP ile Cemaat(ler) arasındaki olası çatlak ve yarılmalar, bu yazının konusu değil…] Bu durum, -kimileri “demokratikleşme”, “ileri demokrasiye geçiş”, “vesayetçi sistemin çökertilmesi” olarak alkışlarla karşılasa da- AKP ve cemaatlerin rövanşist reflekslerini “devlet politikası” olarak hayata geçirme yolunun açılmasından başka bir anlam ifade etmemektedir.
Nitekim, bu mantık, örneğin “açılım söylenceleri” kapsamında Kandil ve Mahmur’dan gelenleri sınır kapılarına gönderdiği “seyyar savcılar”la karşılayarak ifadelerini alıp serbest bırakacak, ardından, “açılım” duvara toslayınca -durumlarında hiçbir değişiklik olmamasına karşın- “intikamını” topunu tutuklatarak alacaktır. Ya da “kafası bozulduğunda”, BDP yöneticilerini, bileklerinde plastik kelepçeler, “terör örgütünün şehir yapılanması” suçlamasıyla Diyarbakır Adliyesi önünde sıraya dizecektir.
Ya da Fethullahçılara yakınlığıyla bilinen bir polis müdürü, Hanefi Avcı’nın, sonradan şu ya da bu nedenle cemaatle ters düşmesi üzerine, Sosyalist Demokrasi Partisi Başkanı Rıdvan Turan ve diğer yöneticiler, Oğuzhan Kayserilioğlu ve Toplumsal Özgürlük Platformu mensupları ile birlikte (“yandaş medya”da sık sık Ergenekon ile ilişkili olduğu açık ve örtük biçimde ima edilen) “Devrimci Karargâh” örgütü operasyonu kapsamında tutuklanıp Silivri cezaevine sevk edilmesi yine bu türden bir “rövanş” operasyonudur… Bu arada aynı örgüt ile ilişkili olarak daha önce tutuklananların nedense başka cezaevlerinde tutulduğunu da kaydedelim! Bitmedi, Sosyalist Parti yöneticilerinden Mahir Sayın’ın -uyduruk telefon dinlemelerine dayanarak- Devrimci Karargâh liderlerinden ilan edilmesi de cabası…
Evet, AKP iktidarı, özellikle de onun PVSK ve HSYK operasyonlarıyla birlikte bu ülkenin ezilenleri ve onların savunucularının önünde “yandaş polis”, “yandaş medya” ve “yandaş yargı”dan oluşan yeni bir “Bermuda Şeytan Üçgeni” açılmıştır.
Bu “Kara Delik”te kaybolmamak, ancak yan yana durabilme ve yan yana direnebilme yetimizle mümkün olabilecektir.

Sibel Özbudun / 1 Ocak 2011

Fareler ve İnsanlar


Naziler soykırımın provalarını ilk olarak bugünkü Namibya'da Herero ve Namaqua yerlilerine karşı yapmışlardı. İlk toplama kampları, mecburi çalışmalar, tek tek numaralandırılan masum insanlar ve düşen numaraların deftere ihtimamla kaydedilmesi, ilk olarak yüz küsur yıl önce 1904'te bugünkü adı Namibya olan Alman kolonisi Güneybatı Afrika'da görüldü. Altmış beş bin Herero ve on bin Namaqua katledildi.
Alman Doktor Eugene Fischer Namibya kıyılarına geldiğinde toplama kampları çoktan kurulmuştu. Doktor Fischer ve ekibi yerlilere doğal yollardan nasıl ölünmeyeceğini gösteren deneyler yaptılar.
Kamplardaki yerli mahkûmları, Herero yerlisi çocukları ve Herero kadınların Alman askerlerden olan melez çocuklarını üzerlerinde deneyler yaparak öldürdüler.
Fischer bu çocukları "düşük kalite ırktan piçler" olarak addediyordu. Ekibiyle beraber ırkın saflaştırılması üzerine denemeler yaptı; deneklere çiçek, tifüs ve tüberküloz virüsü enjekte etti. Almanya'ya döndüğünde konu üzerine kitaplar yazdı, Berlin Üniversitesi'nde dersler verdi. En sadık okurlarından biri Hitler oldu, en başarılı öğrencilerinden biri Josef Mengele'ydi.
İngiliz gazeteci Robert Fisk'in, henüz Türkçesini görme şansına eremediğimiz Uygarlık İçin Büyük Savaş, Ortadoğu'nun İşgali isimli kitabının bölüm başlıklarından biri "İlk Soykırım"dır. Fisk Türkiye'de ve Türkçe'de genel olarak "Ermeni Tatsızlığı" olarak anılan olaylarla Yahudi Soykırımı arasındaki benzerliklerin altını çizer.
Uzun ölüm kervanları, yakılan kiliseler, yük vagonlarında taşınan Ermeniler, Hitler'in Einsatzgruppen'ini andıran Teşkilatı Mahsusiye gibi pek çok paralellik kurar. Bu pek çok paralellikten biri de gaz odalarıdır.
Evet, gaz odaları. Fisk, kitabında Suriye'de Şeddadi şehri yakınlarındaki bir mağaradan bahseder. Bugün bir petrol arama bölgesinde kalan mağarayı bulur: Girişi biraz harap olsa da hala sağlamdır. Elinde çakmakla yaklaşık bir kilometre kadar uzanan mağarayı gezer.
Tekrar günışığına çıkar ve mağaraya birlikte gittikleri aslen Maraşlı Bogos Dakessian mağaranın girişinde Fisk'e ve bütün okurlara anlatır: "Bizimkilerden yaklaşık beş binini burada öldürmüşler. Mağaraya doldurmuşlar, burada, mağaranın ağzında büyük bir ateş yakmışlar, mağara duman dolmuş. Boğulmuşlar. Öksüre öksüre ölmüşler."
Türkçeye çevrilen son kitabı Aynalar'da Eduardo Galeano da bahseder bu gaz odası olarak kullanılan mağaralardan. Mağaralar, der Galeano, tek bir mağaradan bahsetmez. Kitapta "Dokunulmazlık, unutmanın meyvesidir" olarak çevirebileceğimiz bir başlıkla yer alan anekdot, Hitler'in 1939'da Polonya'ya saldırmanın arifesinde dava arkadaşlarını cesaretlendirmek için sarf ettiği şu sözlerle biter: "Bugün kim hatırlıyor Ermenileri?"
Bugün, buradan bakınca, Nazilerin çok iyi hatırladığını söyleyebiliriz. Ermenilerin başına gelenleri çok iyi etüt ettiklerini, Fisk'in altını çizdiği benzerliklerin yalnızca tesadüf olamayacağını söyleyebiliriz.
1888'den itibaren Bağdat Demiryolu projesiyle Almanların askeri ve siyasi açıdan Osmanlı içinde giderek güçlendiklerini, Osmanlı topraklarında fink attıklarını ve 1914'ten itibaren ordudaki yetki sahibi neredeyse bütün subayların Alman olduğunu da ekleyebiliriz buna.
1904 ve 1915'te yaşananların en yeni bilimsel buluşlarla, en son teknolojilerle desteklenen çok daha sistematik bir versiyonunun II. Dünya Savaşı'nda Naziler tarafından Yahudilere, ari ırktan olmayanlara, romanlara, komünistlere, eşcinsellere, zihinsel ve bedensel özrü bulunanlara Alman disipliniyle uygulandığını da söyleriz: Herkes bilir çünkü: "Yahudi Tatsızlığı"dır bu.
Ama ben başka bir "tatsızlığa" geçmek istiyorum: 1937'de yaşanan "Dersim Tatsızlığı"na. Dönemin kendisine toz kondur(ul)mayan tanıklarından Çağlayangil'in açıklamalarında aklıma hayli zamandır takılan bir şey vardı: "...Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi..."
Mağaralarda insanları öldürmek mi? Neden olmasındı, sonuçta daha yirmi küsur yıl önce Suriye çöllerinde insanlar mağaralarda topluca boğularak öldürülmüştü. Mutlaka "toplumsal bellek" gibi "askeri bellek" diye de bir şey vardır. Birden hatırlayıvermişlerdir. Ya da zaten hiç unutmamışlardır. Hayır, vicdanla ilgisi yok, vicdandan bahsetmiyorum; pratik, etkili, masrafsız bir taktik olarak demek istiyorum.
Ben şu "fare zehiri" kısmına takıldım. Ateş ve duman gibi yirmi küsur sene önceki ilkel bir yöntemden değil de "zehirli gaz"dan ve "fare gibi zehirlemek"ten bahsedilince, aklıma Primo Levi geldi. Kendisi de bir kimyacı olan ve Auschwitz'den kurtulanlardan(!) olan Primo Levi, Boğulanlar, Kurtulanlarda o güne dek gemilerin ambarlarını temizlemekte kullanılan bir tür fare zehiri olan hidrojen siyanürden bahseder. Üretiminde bir anda görülen devasa sıçramadan ve üreticilerin bu ani talebin sebebini araştırmayı nedense(!) hiç düşünmemelerinden.
Almanlar fare zehiri olarak kullanılan hidrosiyanürden toplama kamplarında gaz odalarında kullanılan Zyklon-B'yi üretmişlerdi: Teneke kutularda sunulan bir tür konserve zehirli gazdı Zyklon-B. Pratik, ergonomik, taşınabilir bir şey. Kutuların boyutu değişebiliyor. Likit ama akmıyor, katılaştırılmış. Havayla temas edince çözülüyor, havaya karışıyor. Kurban zehri soluyor ve...
Çağlayangil'in dilinin sürçmediğini ya da söylediklerinin basit bir tesadüf olmadığını düşündüm. Tesadüf gibi görünmeyen bir şey daha var: Dersim Katliamı yaşanırken Almanlar yine Anadolu'da, yine çok yakınlardaydılar. Dönemin en büyük projelerinden ikisini Almanlar gerçekleştiriyordu: Hayli zamandır süren Malatya-Diyarbakır demiryolu hattı 1935'te bitmişti. 1939'a kadar sürecek Maden'deki bakır tesislerinin inşasına ise 1936'da başlanmıştı.
Daha da kötüsü "Tek parti, sıfır tepki" dönemiydi ve ülke idaresindeki Nazizm hayranlığı barizdi. Bir de yüzlerce yıllık şu bilgimiz var: Zengin ülkelerin yoksul ülkelerde yoksul halklar üzerinde deneyler yapması, her dönem olduğu gibi o dönem de pek modaydı. İngilizler de aynı yıllarda Hintliler üzerinde hardal gazını deniyorlardı. Ne sanıyoruz ki biz, bilim böyle böyle gelişiyor(!) işte.
Daha önce savaşlarda kimyasal gaz kullanılmıştı; ama uçaktan ve geniş alanlara. Bir geminin ambarını ya da bir gaz odasını andıran bir mağaranın ağzından içeri atmak henüz yaşanmamış, görülmemişti. Ama artık bu iş için Alman icadı Zyklon B vardı. Konserve zehirli gaz Zyklon B Dersim için idealdi. O sarp Dersim dağlarına taşımak için idealdi. Ordunun, kendine zarar veremeyeceği kadar basit olmasıyla idealdi. Ucuzluğuyla idealdi. Kullanım kolaylığı açısından idealdi.
Kapağını açıyor, mağaranın içine atıyorlardı. Dersimli kurbanlar mağaranın içinde karanlıkta birbirlerine sarılmış, saldırının gerçekleştiğinden habersiz, korkuyla askerlerin baskınını bekliyorlardı.  İçeri tuhaf bir şey attılar ama... O tuhaf şeyin kendilerini öldürebileceğine asla akılları ermezdi. Erse, belki hemen dışarı atarlardı. Akılları bu zulme ermeden, askerin saldırısından habersiz kurtulmayı umarak, karanlıkta, birbirlerine sarılmış korkuyla son nefeslerini alıyorlardı ve...
İnsanlar ölüyor, fareler yaşıyordu. (BK/EÖ)