Tekelleşme ekonomik, siyasal, kültürel gibi herhangibir alandaki örgütlü faaliyetin tek bir güç merkezi tarafından kontroludur. En basit anlamıyla bir alanın tek bir elden yönetimidir. Ekonomik alanda gercek anlamıyla tekeli kapitalist devlet tekel kurumları oluşturarak yapar. Özel teşebbüsün faaliyet alanlarinda kelimenin gercek anlamiyla tek bir şirketin tekeli yoktur; onun yerine tek veya birkaç dev şirketin egemenligi vardır.
Tekellleşmenin kötü
veya iyi olarak nitelenmesi tamamiyle görecedir: Bu nedenle tekelleşmede ilk sorulacak
sorular “kim, ne ve ne için tekelleşiyor? “Tekelleşme kimin çıkarına ve kimin
kaybına çalışıyor?” gibi sorulardır.
Kapitalist sistemin
tarihinde, ekonomik bakımdan serbest rekabetin yerini tekel pazarı almış; küçük
sanayi yerini büyük sanayiye terk etmiş; firmaların büyümesi ve çeşitli şekilde
birleşmesiyle tekeller ortaya çıkmıştır; banka sermayesi sanayi sermayesiyle
birleşerek finans kapitali ve finans oligarşisi oluşmuş; mal ihracının üzerinde
Kapital ihracı egemenlik ve öncelik kurmuş; tekeller uluslararası kapitalist tekelleri
kurmuşlar (bugünkü çok uluslu şirketler); güçlü kapitalistler tarafından
dünyanın paylaşılması tamamlanmış ve bu nedenle, ilerideki çatışmalar yeniden
paylaşma için olacaktır. Bu kaçınılmaz çünkü dengesiz gelişme nedeniyle tekelci
güçlerin ilişkisi değişir, bu değişim sonucu paylaşmanın şekli ve
paylaşanların payı da değişir. Bu da bağımlılik ve ücret\maaş kölelik
koşullarının perçinlenmesini sağlar.
Tekelleşme serbest
rekabet ideolojisi tarafından serbest ticaret sistemine ciddi rekabet engellerinden biri
olarak sunulur. Fakat bu ideoloji için tekelleşme gibi rekabet engelleri ne denli etkili
olursa olsun, sonuçta önemsizdir, çünkü küçük ya da büyük bütün üreticiler
eşit ölçüde tüketici talebine bağlıdırlar. Daha açık bir deyimle, özel
teşebbüsün tekelleşmesi rekabet engeli olsa bile gene de pazar koşulunu ve durumunu
belirleyen tüketici talepleri olduğu için serbestlik ilkesini ortadan kaldıracak bir
öneme sahip değildir. İlginç olan, Bir taraftan bu söylenirken, öte yandan,
üniversitelerdeki işletme okullarında talep yönetimi öğretilir, pazar
araştırmaları yapılır, tüketicilerin zevkleri, tutumları ve pazar davranışları
en küçük detayına kadar incelenir. Bu "bilimsel" girişimlerin amacı
insanlığa bilgi toplayarak yardım değil, kontrol mekanizmaları kurmak ve
politikaları uygulamaktır; serbest rekabet ilkesini çiğneyen bir girişimle talep
üzerinde yönetim ve kontrol sağlamaktır. Bu girişim de genellikle farklı bir
kılıfta “müşteri isteklerini yerine getirme, müşteri hizmeti, toplam kalite
yönetimi, katılımcı yönetim, müsteri tatmini” vb olarak sunulur.
Aynı yaklaşımlar özel
teşebbüsün tekelleşmesinin etkisini minimize ederken, kamu sektöründeki
tekelleşmeyi özgürlüklere ve serbest rekabet ilkelerine aykırı olarak niteler ve
yoğun saldırılarda bulunurlar. 1980’ler ve 90’lar uluslararası şirketlerin ve
ortaklarının çıkarlarını gerçekleştirmek için birçok ülkede yaygin
özelleştirmeler başlatılarak kamu kurumları ve zenginlikleri sermayeye peşkeş
çekme yılları olmuştur. Ilginç olan bu satışa devletlerin kendileri
katilmaktadırlar. Dünya çapında sermayenin egemenliğine ülkelerin arzuyla
katılmaları, İkinci Dünya savaşından sonra hızlanan bagımsızlık savaşlarina
karşı dogrudan sömurgecilik yerine yeni-sömürgeciliği yerleştirme çabalarıyla
başlayan geçiş döneminin bittiğini ve dünyada yeni-sömürgeciliğin
“post-modernism ve küreselleşme” uyduruları adı altında başladığını
göstermektedir. Yani dünya yirmibirinci yüzyıla, sermayenin tekelindeki
yeni-sömürgeciliğe geçişin büyük ölçüde tamamlanıp yeni-sömürgecilik
dönemine girişle başlamaktadır. Günümüzde, ekonomik ve siyasi gücü ellerinde
tutanlar iletişim ile zihinleri de denetim altına alabilecek konuma gelmişlerdir. Sivil
toplum örgütlenmeleriyle belli ölçüde baskı gücüne sahip, demokratik gelenekleri
güçlü toplumlarda tekelleşmenin yarattığı sakıncaları sınırlayabilecek
olanaklardan söz edilebilir. Ama dünyanın pek çok ülkesi, istese bile, gelişmelerin
yarattığı durumlara karşı koyacak olanaklara ve mekanizmalara sahip değildir.
Kapiitalist tekelci
yönelimin yanında aynı zamanda sayısız küçük sermaye şirketleri yaşar. Her yıl
bir çok özel teşebbüs, sözde, “halka istediğini veremediği” için batmaktadır.
Sözde topluma hizmet ve böylece ekonomiye ve kalkınmaya katkıda bulunmak için,
üretimin örgütlenmesi ve ham madde safhasından başlayarak mahallemizin köşesindeki
"süpermarketa" kadar çeşitlenen biçimlerde, büyük ve küçük firmalar
sürekli rekabet içindedirler. Örneğin, NY'da her yıl açılan küçük iş yerlerinin
çoğunun kısa zamanda kapanması hem rekabetin ne denli şiddetli olduğunu hem de
üreticilerin\satıcıların, kısaca pazar ilişkisindeki arz eden tarafın ne denli
talebin kurbanı olduğunu anlatmaz mı? Anlatmaz: Bu iddianın aksine, kapitalizmin
büyüme baskısını ve küçüğü ezmeye yönelik karakterilerini gösterir. Aynı
zamanda, küçük firmaların yok oluşlarının talebin belirleyiciliğiyle olan
ilişkisi, tekelci veya oligopolist kapitalist pazardaki yokedicilikle sürdürülen
canlılıkla ilişkisi ve ideolojik amaçlı kullanım ötesinde, çok az önem taşır:
Kapitalist pazarda küçük sermaye girişimleri ve başarısızlıklar, aynı anda yeni
girişimlerin eskileri takip etmesi pazara büyük hareketlilik, rekabetcilik
görünümünü verir. Sürekli ölüm kalım mücadelesi veren ve büyüme sancıları
çeken küçük burjuvazi milliyetciliğe, ırkçılığa, dinciliğe başvurarak hem
talebi "Allah allah sesleri ve vatan millet sakarya nameleriyle" kendine doğru
yönlendirmeye, hem de ezilişinin hıncını suçsuzdan almaya çalışır. Bu uğraş
küçük burjuvaziye kapitalist düzenin tanıdığı çaresiz çare kapısıdır. Bunun
ötesinde, birleşmeler, satın almalar, ortak yatırımlar, dikey ve yatay büyüme ve
bütünleşme, tekelleşme, yaygınlaşma, pazar kontrolu ve kar azamileştirmesi
günümüzün kapitalist pazarının egemen karakteridir. Talebin krallığı
günümüzdeki İngiliz kralının İngiliz ekonomik ve siyasal politikalarını
saptamadaki "krallığına" benzer: Saptayamaz. Türk halkı BP'den, Petrol
Ofisinden, Shell'den "aman bize kurşunlu benzin satın! Nüfus çok artıyor!
Böylece hem binbir türlü kanserle nüfus artışı kontroluna katkıda bulunuruz, hem
dolmuşlar ve otobüslerde ve de sokakta kurşunla cigerleri dolan çocuklarımızın
beyinleri zedelenerek, onları düşünme gibi bir zahmete katlanmaktan kurtarmış
oluruz!" diye istedikleri için mi, dünyada insanın değerinin beş para etmediği
ülkeler dışındaki on para ettiği ülkelerde yasaklandığı halde, Türkiye'de
satılmaktadır? Otobüslerde, dolmuşlarda ve sokakta zehirlenen Türk insanı bu petrol
şirketlerine, "Neden siz petrolu burnumuzun dibinden getirip bize, dünyanın öbür
ucundaki Amerikadaki sattığınızın iki misli fiyatına kakalıyorsunuz?" diye
sorsa, dinleyen olur mu? " Veya böyle bir soruyu aklına getiremeyecek kadar
aptallaştırılmış mı? Bu sorulara cevabı mülkiyet ve güç ilişkileri içinde
aramak gerekir. "Kurşunlu benzin istemeyiz!" diye millet gösteri yapsa ne
olur? Başta cevap hazırdır: "İstemezseniz, siz de super benzin alın, sizi
zorlayan yok ki!" olur. Benzinin pahalı olması şikayetine de "özgürlük
var, istemezseniz almayı, zorlamıyoruz" gibi karşılık verilir. Millet israr
ederse, "demokrasiyi, huzuru ve düzeni" kurmak için devletin kiraladığı
polis denen maaşlı-köleler veya ordu denen mecburi-köleler harekete geçirilir.
Kısaca, üretim ve pazar ilişkileri toplumdaki mülkiyet ve güç yapısından
bağımsız değildir. Kapitalist toplumsal üretim biçiminde talep örgütlü soygunun
kurbanıdır; Örgütlü baskı ve sömürü pratikleri ve baskısı içinde
güçsüzleştirilmiştir.
Liberal yaklaşım tekelci
kapitalizmi ve bunun yarattığı bağımlılıkları, günümüzde, demokratik
çoğulculuk ve serbest pazar ideolojisi sunumlarıyla farkli bir biçimde gösterir.
Aslinda bu çoğulculuk yaklaşımı çoğulcu siyasal ve ekonomik demokrasinin varlığı
iddiasına benzer: Siyasal Partiler vardır ve birbiriyle egemenlik mücadelesi
içindedirler; Özelleştirme vardır, devletin tekeline karşı demokratik mücadele
vermektedir; pazarda sayısız çeşitlilik vardır, yok yoktur. Siyasal yöneticiler,
sosyal, ekonomik ve siyasal gerçeklere, sorunlara ve çözümlere çeşitli anlam veren
halk tarafından, halk oyuyla dört yılda bir seçilirler ve yeniden seçilirler; Halkın
rasyonel tüketim davranışları sonucu olarak ekonomik pazar biçimlenir ve ekonomik
dünyada yaşayanın yaşamasını ve ölenin de ölmesini böylece tüketici-halk saptar.
Diğer bir deyişle, sosyal, ekonomik ve siyasal örgütlenme ve ilişki biçiminde
olduğu gibi, yaşayan dilde yaşayan anlam vermeler de tekelci, oligarşik veya
hegemonici değil, çoğulcu bir karakter taşır. Böylece, yirmibirinci yüzyılda
uluslararası şirketlerin egemenliğindeki bağımlılığa katılma sadece ekonomik
alanda değil dilden, bilinçten ve kültürden geçerek sağlanan total bir katılma
biçimidir ve bu biçimin adı da yeni-sömürgeciliktir; post-modernizm, küreselleşme,
demokratikleşme değil… Bu yeni-yapıda, Amerikan sisteminin aynen kopye edildiği bir
egemenlik vardır. Kitle iletişimindeki dikey tekelleşme, yani iletişim sürecinde
iletişimin ta başından, üretiminden tüketimine kadar olan kademelerin (film
stüdyosundan filmlerin gösterildiği sinema binalarına kadar, gazetenin kağıdının
üretiminden, basımı ve bayilerde dağıtımına kadar herşeye) sahip olan uluslararasi
firmalar ve ortaklarının egemenliği vardır. Bu durum uluslararası ve ulus içi
tekelleşmelerin egemen olduğu dünya pazarında dev şirketlerin pazar gündemini kurma
ve yürütmesini getirir ve "küçük güzeldir" ideolojisinin laftan öte
geçersizligini yanıtlar. Karşımızda dev endüstriyel yapılar görürüz ve bu
yapıların amacıyla tüketici, daha doğrusu ücretli\maaşlı köle durumuna
düşürülmüş insan kitlelerinin amaçları arasıdaki ilişki çok özel karakterlere
sahiptir. Egemen karakter: Kapitalist mülkiyet ilişkilerinde sermaye birikimin
garantilemek ve bunu garantileyen örgütlü yapıları sürdürmektır. Dolayısiyle, bu
egemen karakterin belirlediği amaçlar, ücretli ve maaşlı çoğunluğun
çıkarlarıyla taban tabana zıddır.
Korkmaz Alemdar ve irfan
Erdogan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder