25 Ağustos 2011 Perşembe

Fırsatlar Ülkesi Amerika'da Sefalet,Açlık ve Kızılderililer


 Amerikan dilinde "poor\fakir, "fukara" demek bizdekinden    farklı anlamadır. Bizde fukara dendiğinde materyal olanaklardan yoksun insan
 anlamına gelirdi. Amerika'da fukara\fakir\poor denildiğinde beceri, kabiliyet ve başarı bakımlarından yetersiz, yeteneksiz, geri, anlamlarına gelir. Bizde okulda talebelerin bazıları "kötü not" alır. Amerika'da bu "kötü" poor'dur, yani fukaradır. Sefalet ve sefil (misery ve miserable) ise  psikolojik bakımdan rezil bir durumda olandır.  Zenginler sahip olanlar (haves) ve fukaralar ise sahip olmayanlardır (have-nots). "Haves" çok çalışıp zengin oldukları için zengindir. "Have-nots" da tembelliklerinden, sahip olmak için gerekli çabayı göstermediklerinden sahip değildirler.


Yani, Amerikan ideolojisinde  fukaralık kişisel nedenlerden kaynaklanan kişiye özgü, kişinin kendi sorunudur. Sefil rezil olan kişidir. Bu ideolojinin dili bile kullandığı kavramlarla bunu vurgular. Tabi Amerikan ideolojisiyle Amerikan halkının yaşadığı günlük gerçekler arasında dağlar kadar fark vardır. İdeoloji günlük ilişkiler düzeninin "neden öyle olduğunun" açıklamasını belli çerçeler içinde yapar. Bu açıklamayla egemen ilişkiler ve üretim düzenini savunur, haklı çıkarır, arzu edilmeyen yöndeki değişim çabalarına karşı korur ve meşruluğuna ve geçerliliğine yanıtlar getirir. ideoloji egemen ilişkilerin beyinlerdeki tam yansıması olmasa bile, fikir, kültür, ideal, hayatın gerçeği, sağ duyu, gelenek olarak dildeki ve günlük toplumsal iletişimdeki ifadesidir. 
 
         Amerika'da sefalet yeni birşey değildir. Sefalet Amerikan sisteminin temel parçalarından biridir. Yoksulluk olmazsa milyarderlik olmaz. Birkaç yüz milyarderin toplumun mal varlığının üstüne yatıp insanları yarın korkusuyla derbeder etmesi gibi şeyler olmalı ki demokrasi ve özgürlük olsun! (Amerikan ideolojisi bu dediğimi kendi görev kalıpları dışında olduğu için saçma bulur.)

         Örneğin Henri George Gelişme ve Sefalet adlı kitabında 1869'da  Amerika'da zenginliğin arasında insanların açlıktan öldüğünü söylüyordu. Sefalet her ırk arasında vardır. Sefiller ilk kez tarım alanlarında köle olarak çalıştırılan zenciler ve ardından göçmenlerdi. Sonradan bunlara tarım alanlarındaki makineleşme neticesi işlerinden olan tarım işçileri katıldı. Kentler iş arayan insanlarla doldu. Kentler de sefalet yuvası oldu.

         Sefalet ve sefalet korkusu Amerikan insanının ta baştan beri en önde gelen kuşkusu olmuştur ve bu kuşku gittikçe de artmaktadır. geçmişle bugünler arasında çok önemli bir fark var: Geçmişte sefalet içindeki bir Amerikalı durumunu "geçiçi" olarak algılıyordu ve çocuklarını bu sefaletten kurtaracağına inanıyordu. Bugünün sefalet içindeki insanı bu durumunu "kalıcı" olarak görmektedir. Hem kendisi hem de çocukları için hiçbir umudu yoktur. Çocukları okul bitirse bile bugünün toplumundaki fırsat yapısı daha çok zengin, tahsilli ve tecrübelinin dışında hiç kimseye fırsat tanımamaktadır.  

         Bugün, Amerikan egemen düşünü tarzında, sefalet toplumun yapısal bir özelliği olarak asla kabul edilmez. Amerika'da en zengininden en aç ölen insanına kadar herkeste aynı düşünce hakimdir: Sefilliğin sebebi kişinin tembelliğinden, tutumsuzluğundan, uyuşukluğundandır. Fukara "kaybedendir." Bu "kaybeden"  aşağılık ve değersiz olarak görülür ve nitelenir. "Kaybeden" de kendini ve kendi gibilerini aşağılık ve değersiz görür. Bu his Amerikan insanının içine o denli işlemiştir ki, örneğin gençler ihtiyar bir kadını veya güçsüz birini soyarken en küçük bir acıma, sempati hissi duymazlar, tam aksine "kendini koruyamadığı" için soydukları kişiyi aşağılık ve değersiz biri olarak görürler. Bu nedenle vurup yere sermekten, tekmelemekten ve hatta öldürmekten geri durmazlar. Kendilerine olan kinleri böylece kendilerinden daha güçsüz, kendilerini koruyamayacak durumda olana çevrilir. Zengin sınıf ise emeğini sömürerek ve verdiği sefalet ücretiyle soyduğu insanları benzer şekilde hor görür. 

         Kapitalist sınıf kendi çıkarlarına hizmet eden bir diğer ideolojik düşünü tarzını da insanlara işlemiştir ve sürekli işler: Kapitalist sınıfın sömürgen bir sınıf olduğunu kimse aklından bile geçirmez. Zengin sömürgen olur mu hiç! Zengin iyidir, güzeldir, gıptayla bakılandır, çok çalışıp "kazanmış" olandır. Sömürgenlerin hakim olduğu ve düdüğünün öttüğü bir toplumda böyle bir düşüncenin rağbette olması gayet normaldir. Kapitalist sömürüye çeşitli yeni isimler takılır, bunlardan biri de "işveren" kavramıdır. Asgari ücretle sefiller ordusunu yaratan  sömürgen birden  bire "işveren" olur. Şahane bir söz: İşveren. Kapitalist birden bire evdeki "karın doyuran babanın" yerini alır. Evdeki baba ailenin karnını doyurur. Peki kapitalist baba? O olmazsa aç kalır insanlar. Kapitalist  kendini böyle satar. Örneğin Trump adlı zengin  "50 bin işçiyi sömürüyorum" demez, "50 bin aileyi besliyorum" der. Ama Trump Atlantik City denilen yerde Taj Mahal gazinosunu açtığında o çevrenin insanını işe almadı, çünkü normal bir ücret ödemesi gerekirdi. Bunun yerine ta binlerce kilometreden Şikago'dan falan gelen açlar sürüsünü karın tokluğuna bir ücretle işe aldı.  

         Zaman zaman televizyonda şöyle bir haber duyarız: Bir bölgede bir fabrika işçilerin sendikalı olmaları nedeniyle yeterince kar yapamadığını (yani süper kar elde edemediğini) belirtip kapılarını kapayacağını söyler. Hemen politikacılar ve kitle iletişimi yaygaraya başlar: Aman kapatmayın, bir sürü aile işsiz kalacak. Fabrika hemen demeç verir: Biz yıllardır burda binlerce aileye hizmet etmekteyiz. Biz topluma karşı sorumluluğumuzu biliyoruz. Fakat ne yazık ki içinde bulunduğumuz şartlarda kapanmak zorundayız. Hemen ardından sendika ve politikacılar firmanın yükünü azaltmak ve kapanmasını önlemek için "ücret azaltma" veya "ücret dondurma" teklifiyle gelirler. Sendikanın ve politikacının en önde gelen amacı kendi çıkarına hizmettir, işçilerin insanlık durumu umurlarında bile değildir. Firma da kendinin ne kadar iyi ve insancıl olduğunu ispat etmek için teklifi kabul eder. Zor durumda olan firma (yani süper kar yapamayan firma) böylece insanlığını ve çevreye karşı sorumluluğunu sürdürerek fabrikayı kapamaz. Kapitalist kurtarıcı olur!

          Büyük firmalar fukaralara elini uzatır, yardım kurumları açar ve bu tür kurumları destekler. Üniversitelere, kütüphanelere, evsizler ve düşkünler yurtlarına ve hastahanelere yardım eder. Fukaralara yardım "yemekleri" ve "kokteylleri" verir. Bu partilerde zenginler en seksi ve moda giysilerini giyip boy gösterir. İnsancıl konuşmalar yapılır. Kapitalist yaptıkları iyilikler nedeniyle övünür. Böylece kapitalizm koruyucu melek olur! Bu yolla koruyucu melekler kendilerine ve başkalarına kapitalistin oynadığı meleklik rolü düşüncesini işler.  (Uyuşturucu maddeleri okullardaki çocuklara bile satan en adi bir yaratık olarak nitelenmesi gereken mafya başlarını bile "baba" olarak nitelemek miğde bulandırıcı birşeydir. Millet bu insanlıkla en küçük bir ilişkisi olmayan çirkef yaratığa bile gıptayla bakar. Bu gıptalı bakış ne zaman ki bu "baba" babalığını kaybedip güçsüz biri haline gelir, hapse atılır, mafya ailesi talan edilir, o zaman tam aksine değişir. Çünkü adam şimdi hiçbirşeydir. Kapitalist kazara iflas falan ederse neden intiharı seçer? Bir nedeni de bu "kaybetmişlik psikolojisi" ve "kaybedene" karşı olan tutumdur. Kapitalist "beş para etmez" sefiller sürüsünün ona yönelteceği bakışları ve uzatacağı dilleri asla kendine yediremez. "Onlar gibi çalışıp yaşama şerefsizliğini" kendinde bulamaz ve kendini gebertmeyi daha uygun görür. Bu "intiharı seçme" de halk tarafından çok olumlu bir şekilde ve sempati ile karşılanır. Halk güçlünün kendisi gibi olmasına dayanamaz. Annemin falan seyrettiği aşk-gözyaşı dizilerinde böyle birşey oldu mu, seyirciler gözyaşlarını tutamazlar.)

         Soyulanlar ise rekabette kaybetmiş, başarılı olamamış, tembel, motivasyonu olmayan, birbirini soyan ve öldüren, değersiz insanlar olarak görülür. Bu düşünceyi soyulanlar da benimserler. Bu benimseyiş de soyulanları soyanlara gıptayla bakmasına, "beautiful people" (güzel insanlar) dendiğinde zengin ve meşhurları aklına getirmesine, kendi gibilerden nefret etmesine, sürekli kendinden başkası olabilmek için  olmak-istediği-başkasının tükettiklerini tüketmeye çalışmasına, aşağılık duygusuna ve durumunun tek sorumlusunun kendisi olduğuna inanmasına yol açar. Büyük çoğunluk bunun bilincinde bile değildir. Rüzgarlara kapılmış kuru yaprak misali moda, soda, politika rüzgarlarının önünde sürüklenip debelene debelene giderler. 

         Amerikan halkına (ve dünya halklarına) işlenen bir diğer düşünce biçimi de "bizim durumumuz gene de dünyadaki diğer yoksul  insanlardan çok daha iyi" düşüncesidir. "Biz herkesten daha iyiyiz" düşüncesi evinde soğuktan titreyen ve açlıktan midesi burkulan insanların kafasından geçince, kendilerinden daha kötü durumda olanlar olduğunu düşünüp sevinirler, daha doğrusu tanrıya daha kötü durumda olmadıkları için şükredip kendilerini avuturlar. Ta 1968'de, Hunger USA (Açlık Amerika) adlı araştırma "Amerika'daki yoksulların üçüncü dünya ülkelerine göre durumları iyidir" düşüncesinin tabansızlığını açığa çıkardı: O zaman açlık ve kötü beslenmeden acı çeken 12 milyon insanın durumunun Pakistan ve Türkiye gibi ülkelerdeki aç ve kötü beslenen insanlardan farklı olmadığı görüldü. Amerika'da erkeklerin yaşam ortalaması dünyanın diğer 18 ülkesinden daha azdır. Çocukların ölüm oranı on üç diğer ülkeden daha kötüdür. Birçok çocuk doğarken ölmektedir. Doğarken ölen çocuk sayısı diğer onbir ülkeden daha fazladır. Dört aileden biri normal standartların altında evlerde yaşar.  Milyonlarca çocuk okullarda fukaralara verilen yemeklerden faydalanarak karınlarını doyurabilmektedir. Sokaklarda, sığınaklarda, terkedilmiş arabalarda,  karton kutular içinde, parklarda 3 ile 5 milyon arası insan yaşamaktadır. İnsanlar çöp kutularında yemek bulmak için farelerle yarışmaktadır. New York'taki farelerin büyüklüğünü görsen ödün kopar. 

         Amerikan (ve diğer ülkelerin) halklarına aşılanan bir diğer düşünceye göre Amerika'da inşaat işçileri ve çöpçü bir kollej profesöründen veya bir okumuştan çok daha fazla para kazanırlar. Keşke kazansalar, haklarıdır, çünkü onlar daha ağır ve riskli iş yaparlar. Madende çalışan işçiler gerçekte en çok para kazanan insanlardan biri olmalıdır. O tehlikeli ve zor şartlarda çalışmanın ödülü en yüksek ücret olmalıdır. Madenlerin üstünde, dışarda ofislerinde rahatça çaylarını yudumlayanların maden işçilerinden çok daha az para yapmaları gerekir. Okula gitmek ve okumuş olmak bir maden işçisinden veya tehlikeli işleri gören insanlardan fazla kazanmayı asla gerektirmez.  Tabi çok para kazanma kabiliyet, hayatını riske koyma, zor şartlarda iş yapmayla değil de "sermaye" ve dalevera, rüşvet, sahtekarlık, dolandırıcılık gibi "aklını ve fırsatları kullanmayla" ölçüldüğü için, ve en önemlisi alın teriyle para kazanmak kapitalist düşünü tarzı için aşağılık birşey olduğu için, alın-teri harcayanlar değil alın-teri hırsızları daha çok para yapar. (Alın teri hırsızlarını sadece kapitalistler olarak düşünmeyelim: Sendika, her türlü siyasal parti ve örgütlerin yüksek ücretli düzenbaz bürokratları buna dahildir). Amerika'da ücreti yüksek olan inşaat işçisi yılın on iki ayı iş asla bulamaz. Yılı bazen çalışarak, bazen işsiz olarak geçer. Otomobil işçileri de  Amerika'nın "işçi aristokratları" olarak gösterilir. Otomobil işçileri işçi sınıfının sadece küçük bir bölümünü oluşturur. Büyük bölümü ailesini besleyebilmek için uzun saatler çalışır, bazen iki işte çalışmak zorunda kalır. Amerika'da iç göç oranı fazladır. Bunun en büyük nedeni insanların iş bulma arayışındandır, zevklerinden değil.

         İnsanlar süper kar yapma peşinde olan sermaye tarafından az ücretle çalıştırılır. Yüksek kira toplayarak gelirini artırmak isteyen ev sahipleri tarafından bu insanların elinden kazandıkları paranın yarısından çoğu alınır.Tarımda ve yiyecek endüstrisinde yiyecek fiatlarının düşmemesi için ve böylece dev firmaları korumak nedeniyle devlet halkın parasıyla bu firmaların ürünlerini atmak için satın alır (bir kısmını depolarda saklar, ve sonra atar veya bizim gibi ülkelere bağışlar). Bu firmalar bu şekilde bir kar ederler. Bu karın üzerine ellerinde geri kalan malı yüksek fiatlarla dağıtır ve satarlar. Burdan da süper kar yaparlar. Millet yağ, domates, portakalı pahalı olduğu için alıp yiyemez. Öte yandan devlet halktan topladığı vergilerin parasıyla fiatları düşürmemek için domatesleri, portakalları, marulları, yağları satın alıp dağlar oluşturan çöplüklere veya denize döker. Halk da pahalılık nedeniyle, sebze ve meyva alıp yemeyi azaltır.   

         Yoksulluk Amerika'da her yerdedir. Bazı yerlerde çok bazı yerlerde az.  Tarım alanlarında bu yoksulları tarım işçileri ve küçük çiftçiler oluşturur. Dağlık yörelerde  işsiz kömür maden işçileri ve bu işçilerin oluşturduğu köy ve kasabalar ve kentler. Endüstrisel kentlerdeki kalitesiz işçiler ve sendikasızlar. Amerika'da sendikasız işçiler işgücünün % 85'ini oluştururlar. Demokrasi dediğin böyle olur. İşçi sendikası da ne demek! rekabet var, eşitlik var! Sendikalaşmak komünizm gibi birşeydir! Demokrasiye aykırıdır! Enflasyona sebep olurlar! Sendikasız işçiler az bir ücretle ofislerde, otellerde, restoranlarda, hastahanelerde, çamaşır yıkama yerlerinde, mağazalarda ve giyim-dikiş yerlerinde çalışırlar.  

         Yoksulluğun yoğun olduğu bir gurup da ihtiyarlardır. İhtiyarlar yoksullar için ayrılmış "projelerde" yaşarlar. Bu projeler 15-20 katlı binalardan oluşmuş geniş bir alanı kaplayan bloklardır. Yani, bir semt. İhtiyarların atıldıkları bir diğer yer de "yaşlı evleridir." Amerika'da ihtiyar olmak, zengin değilsen, ölümden de beterdir. İnsanlığa beş paralık kıymet vermeyen BENcillik sisteminde ihtiyarlar, saygıyla, sevgiyle, hürmetle, bizim bugünümüzü hazırlayan değerli insanlar olarak bakılmaz, tam aksine yok sayılır, bir kenara itilir, terkedilir, deprasyona ve yalnızlığa mahkum edilir. Çocuklar ve gençlik ise dağlara çıkarılır: Neden? Çünkü çocuklar ve gençlik hem şimdinin hem de yakın geleceğin tüketicileri de ondan. İhtiyarlar ise endüstride kullanılmış, işi bitmiş, suyu sıkılmış, bir artıktan başka birşey değildir.  

         Amerikanın bütçe açığı gitgide artmaktadır: 1989'da 153.3 milyar, 1990'da 220.5 milyar, 1991'de 268.7 milyar. Fakat Amerika'da zenginler daha da zenginleşmektedir. Bütçenin parası nereye gidiyor? Military-sivil-endüstriyel komplex denen savaş endüstrisi ve diğer endüstriler ceplerine indiriyorlar. Öte yanda nüfusun önemli bir bölümü çalıştıkları halde sefalet içinde yaşıyor. Demokrasi dediğin böyle olur!

         1991 Yılında sefillik seviyesinde yaşayan, yani resmi hesapla yılda 13,924 dolardan az para yapan insan sayısı 35.7 milyon idi. 1990 ile 1991 arasında yoksulların sayısı 2.1 milyon (% 14.2) arttı. Bu bir yıldaki % 14.2 artış oranı çeşitli guruplar için farklıdır: Beyazlar arasında yoksulluk  oranı % 10.7'den % 11.3'e, zenciler arasında % 31.9'dan % 32.7'ye ve ispanyollar arasında % 28.1'den 28.7'ye yükseldi.  Sefaletin en çok arttığı bölge de % 16 artışla fakirliğin yaygın olduğu güney eyaletleridir.  

          1990'daki dağılıma göre, Amerika'da nüfusun % 80'i gelirin % 55.8'ini paylaşırken, nüfusun % 20'si gelirin % 44.2"ünü alıyor. Elimizdeki verilerle, durumu aşağıdaki tabloyla biraz daha aydınlatıcı bir duruma getirelim. Not: Yıllık gelir, nüfus en azdan en fazlaya dogru beş bölüme ayrılarak sunulmuştur. Yılda 102,823 dolardan fazla geliri olanlar üst yüzde beşe dahil edilmiştir.

Yıllık Gelir (1990)
yüzde payı
Yüzde toplamı
En fazla 17,000 dolar
4.5
4.5
17,001 - 29,111 arası
10.6
15.1
29,112 - 43,000 arası
16.6
31.8
43,001 - 62,991 arası
24.1
55.8
62,992 ve fazlası
44.2
100
102,824 ve fazlası (nüfusun üst % 5'i)
17.1

      

1991'de fakirlerle zenginler arasındaki fark daha da arttı: Nüfusun zengin kesiminin (üst % 20) total gelirden aldığı pay % 44.2'den % 46.5 yükseldi. Yüzde birlik bir yükseliş bile milyarlarca dolar eder. Fakir kesiminin (alt % 20) aldığı pay ise % 4.5'dan % 3.8'e düştü.  Peki Fortune 500 firmalarına sahip veya bu firmalarda milyarlik hisseleri olanların aldığı paya n'oldu? Median denilen ortalama alınarak eritildi. Amerikanın sahipleri yılda 100 veya ikyüzbin dolar yapanlar değildir.

         Yukardaki tablo'dan da gördüğünüz gibi, nüfusun yüz bin doların üzerinde para yapan yüzde beşi gelirin 17.1'ini almaktadır. Acaba?  Diğer bir deyimle, nüfusun % 95'ı gelirin % 82.9'unu paylaşmaktadır. Ama ne paylaşma! Bu sadece Nüfüs Bürosuna nüfus sayımında belirtilen. Yani ne denli doğru olduğu şüpheli.  

         1990'da sefillerin hemen hemen üçte birini (12.5 milyon) kocasız evler oluşturuyordu. Yani sefilliğin yükü bu evlerdeki kadınlar kendi başlarına çocuklarıyla birlikte çekiyorlar. Sefillerin 22.3 milyonunu beyazlar oluşturmaktadır. Bu total beyaz nüfusun % 10.7'sidir. Zenciler ise 9.8 milyondur. Bu da zenci nüfusun % 31.9'udur. yukarda da belirttiğimiz gibi, bu oran 1991'de artmıştır. Sefaletle birlikte, bunun  acısını çeken çocuk sayısı da artmaktadır. 1980'lerde bu artış % 22'idi. 

         Devletin kıstası  bilmeyenler için yanıltıcı yorumlar ortaya çıkarır. Yanıltıcı olmayan yorum: Amerikan halkının büyük çoğunluğu gerçekte yarınından emin olmayan ailelerdir. Herhangibir felakette, iş yerinin kapanması durumunda, işini kaybetmesi halinde, ciddi bir hastalık olduğunda, evi varsa evinin bile elinden alınması ve kendini işsizlik sigortası bittikten sonra bir sene içinde sokakta bulması tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu senaryo son yıllarda sık sık tekrarlanmaktadır: İşlerini ve evlerini kaybetmek asla akıllarına bile gelmeyen birçok kişi, felaketle karşılaşmaktadır.  Ömürlerinde bir kez bile işsizlik sigortasına gitmemiş, sigortaya gidenleri hor gören kişiler kendilerini işsizlik sigortasının uzun kuyruğunda bekler bulmaktalar. Sigorta da bitince durumları daha da kötüye gider. İnsanlar kendilerini birden bir ev, araba ve rahat hayattan fakirlere çorba dağıtan kiliselerin önünde soğuktan titreyerek karnını doyurmak için bekler bulmaktadır. 

         Sefalet bu istatistikle gösterilenden çok daha fazladır: Sefalet seviyesini devlet 4 kişilik bir aile için 13,924 dolar olarak tesbit etmiş. Bu sefalet seviyesi değil, sefaletin sefaleti seviyesidir gerçekte. Yani, dört kişilik bir aile yılda bırak 14,000'i 20,000 dolar yaparsa, sefaletten kurtulur mu? Kurtulmaz, gene sefil kalır. Kaba bir hesap yapalım:

         Zorunlu temel giderler                                  4 kişilik aile
       --------------------------------------                         --------------
         sosyal sigorta ve vergiler                                   2,000
         İki yatak odalı çok ucuz bir ev kirası                    6,000
         eski arabaya benzin (çok ender alsın)                     500
         İşe gidiş geliş                                                        500
         Külüstür arabayı sigorta ettirmesi şart (en az)         500
         elektrik, gaz, telefon (minimum)                              700
         Günde herkes iki kola içse ki içer                         1,500
         haftada bir kilo bir meyva                                       200
         günde bir ekmek veya benzeri                                350
         yumurta (minimum, haftada bir)                              400 
         süt, çay, kahve, şeker (minimum)                           300 
         sefalet akşam yemeği (minimum)                         3,500
         yılda bir ucuz ayakkabı  dört kişi                             100
         Zorunlu okul masrafları (bedava okul)                      200
         Sefalet giyeceği (çorap, atlet, don)                          300 
         sigara (bir paket günde)                                       1,000
         aspirin, soğuk ilacı vs                                               50
         sabun, traş jileti gibi şeyler                                      100  
         Tuvalet kağıdı                                                          50
         mutfakta sürekli tüketilen malzemeler                       150
         çamaşır yıkama (iki haftada bir)                              150 
        
Toplam (kabaca)                                                   20,500

Gerçekte 20,000 geliri olan 4 kişilik bir ailenin vergiye, ev kirasına, sefil bir şekilde giyinip, yiyip, içmeye, yani temel ihtiyaçlarını karşılamaya harcadığı paradan sonra elinde hemen hemen hiç para kalmaz. Ucuz bir üniversiteye giden talebenin yıllık temel harcaması 10,000 dolara yakındır. Bu ailenin bana göre sefillik seviyesinden kurtulması için en az 25,000 dolar yapması gerekir. 13000 dolarla bir kişi bile kendini geçindiremez. 

          Bir kişi için sefalet tavanı 1990'da 6682 dolar, ve iki kişi için ise 8509 dolar olarak tanımlanmıştır. Bu parayla bir veya iki kişi kiralarını ödedikten sonra temel ihtiyaçlarını bile karşılayamazlar. Bu para New York gibi kentlerde ev kirasını bile karşılayamaz. Bir odanın kirası en az 450 dolardır ve bir yatak odalı ev ise en az ayda 600 dolardır. Yani devlet organlarının sefalet tanımlaması sefil bir tanımlamadır. Düpedüz siyasal uyutmacadır. Sefaletin sayısını ve derecesini gizlemedir. Zaten devlet organlarının bu istatistiklerinin geçerliliği her zaman soruşturulmuş ve kabul edilmemiştir. 

         Resmi istatistiklere göz attığımızda 1960'dan 1975'e kadar sefaletin 39.9 milyondan 25.9 milyona düştüğünü görürüz. 1975-1991 arasında ise 25.9 milyondan 35.7 milyona çıkmıştır. Tabi aklımıdan şunu çıkarmayalım, bu sayıları tayin eden resmi sefalet tanımıdır ki bu tanım zaman zaman politikaya göre değişir. Gerçekte, sefalet bu sayıların çok üzerindedir.     
    
         1984'de New York'ta doğan çocukların 3 de 1'i sefalete doğuyordu. Şimdi bu miktar daha da arttı. Evli olup da kocası terketmiş olanların ortalama (median) geliri 1989'da 16.442 dolardı. Bu miktar Zenciler ve ispanyollar için sefalet tavanının 2,000 dolar kadar altındaydı. 

         Bizde televizyonda gösterilen Amerikan aile-komedisi BUNDY gibi programlardaki aile ve yaşam biçimi, kadın ve erkek ilişkisi, abartmadan başka birşey değildir. Bundy'nin eşinin ev işindeki bilgisi, ilgisi ve tutumu Amerikan  McDonalds gibi "junk" yiyecek firmalarının arzusunun,  (yani kitle tüketimi gerektiren kitle üretiminin), bir ifadesidir. Amerikan işçi aileleri, hatta iyi durumda olanlar bile, evde yemek pişirmeyip, dışarda yemek yiyebilecek güce sahip değildir. Yani ailece gidip bir lokanta'da akşam yemeği ancak çok önemli kutlamalarda falan olur. Ne yazık ki çocuklu aileler "junk yiyecek" firmalarının kurbanıdırlar: Çocuklar "junk yiyecek" için deli divane olurlar. Aileler de bunun yarattığı sıkıntıyı çekerler. Amerikan kadınını ne yemek pişirmesini bilmeyen ve sekssizlikten başı dönmüş Bundy'nin eşi, ne de yanlış beslenmenin neticesi şişman Roseanne temsil eder. Bu kadınlar  işçi sınıfının kadınını temsil etmez. Bu kadınların davranışı ve düşünü tarzı tüketim endüstrilerinin arzularını ve çıkarlarını temsil eder. İşçi sınıfının kadını bir kere o tür bir evde yaşayamaz. İşçi sınıfının kadını gününü zevkle eğlenceyle, gevezelikle geçirecek bir durumda da değildir. Hem evde, hem de dışarda, kaba deyimle eşşek gibi çalışarak gününü geçirir. Bundy gibi, adam ayakkabıcı dükkanında ayakkabı satıcısı olacak, karısı çalışmayacak, iki tane çocukları olacak ve öyle bir evde yaşayacaklar? Bırak öyle bir evde yaşamayı, yiyecek ekmek ve içecek çorba bile bulamazlar! Onların yaşadığı ev gibi bir evde yaşamak ayakkabı dükkanında ayakkabı satmayla asla alınamaz. Banka kredi bile vermez. Yaşadıkları ev onların ana ve babalarından kalmış ev bile olsa, bazen vergiler o denli yüksektir ki vergisini bile ödeyemezler. Öyle Amerika'da Bundy ve Roseanne gibi kişilerin yaşadıkları bir evde yaşayabilmek için o evin gelirinin çok iyi olması gerekir. Bunu da ancak işçi sınıfının iyi para kazanan küçük üst tabakası yapabilir. Tabi erkek kazandığı parayı at yarışına yatırmıyorsa. Geniş kitleler Bundy ve Roseanne'in yaşadığı bir evi ancak rüyalarında veya televizyonda görürler. Roseanne'in evinin döşeniş tarzı gerçeğe daha yakın ve işçi sınıfının yaşadığı kiralık evleri andırıyor.

         Birçok yazarlar, gazeteciler ve bazı sosyolojistler kızılderelilerin, kentdeki insanların, tarım işçilerinin ve dağlık bölgedeki sefil insanların durumlarını, bu insanların "çalışma heveslerinin" olmamasına, tembel olmalarına, devlet yardımıyla sefil bir hayata alışmalarına yormaktadır. Bu insanların devletin kesesinden  yardımla yaşamayı kendilerine hayat tarzı seçtiklerini söylerler. Yapısal ve yöresel olanak ve fırsat yokluğunun ana neden olduğuna değinmezler bile. Egemen kültür anlayışına göre, sefilliğin nedeni sefilin kendisidir. Sefiller olduğu için sefillik var: Bu sefilleri at ülkeden, zencileri Afrika'ya, Texaslı-Meksikalıları Meksika'ya, Puerto Rico'luları Puerto Rico'ya, Haitilileri Haiti'ye, Güney Amerikalıları Güney Amerika'ya geri gönder, bak hiç sefillik kalır mı!  Amerikayı mahveden yabancı fikirler ve yabancılardır. Yoksa, Amerika şahane bir yerdir. 

         Sefilliği bu şekilde anlayan ve yorumlayan kültür sefil bir kültürdür.    Gelelim açlığa: Sefaletin en belirgin bir yanı açlıktır. Açlık yiyecek bulamama, az bir yiyecekle veya yiyeceksiz gün geçirmedir. "Yarın yiyecek bulabilecek miyim?" diye kabuslar görmedir. Amerika'da anneler sofraya koydukları pilav ve kuru-fasülyeyi çocukları yesin diye kendileri patlamış mısır yer (karnı doldurur), bol bol su ve demli çay içer (açlığı bastırır). Aileler eğer bulursa iki ayda bir et yer. Çocuklar açlıkla nasıl mücadele edileceğini aç kalarak öğrenirler. 

         Amerika'da ailelerin yiyecek ekmeği bulamaması ve her gün ölmemek için çabalaması özellikle dört büyük yörede olmaktadır: Fakir tarım alanlarında çalışanlar ve  küçük çiftçiler, dağlık yörelerde yaşayanlar, kızıldereli kamplarındaki kızıldereliler, ve kentlerde farelerle yarışanlar. 

         Açlığın en kötü kurbanları da çocuklardır. Community Childhood Hunger Identification Projects'in bulgularına göre,  Amerika'da 12 yaşında aşağı çocukların 5.5 milyonu her gece aç yatağa gidiyor. 11.5 milyon  çocuk ise aç veya açlık tehlikesinde.  Michigan Eyaletinin 40,000 nüfuslu Pontiak kasabasında yapılan bir diğer araştırmada, kasabadaki ailelerin % 29'unun (2,000) 12 yaş altındaki çocukları aç. Kasabada okulda sabah 1200  aç çocuğa kahvaltı verilmektedir. Minnesota'nın Hennepin kasabasındaki bir araştırmada ise ailelerin % 37'sinin çocuklarının aç olduğu ve yüzde 43'ünün açlık tehlikesiyle karşı karşıya olduğu bulundu. Aç çocuklar hem tarım hem de endüstri alanlarında, heryerde iç burucu bir yaşam sürmektedirler. 

                       KIRSAL KESİMDEKİ AÇLIK
                                     
         Aç çiftçiler


        Belleville kasabası, Kansas, 1984: Tarım ürünleri üretimiyle geçinen bir kasaba. Köylü Larry Baxa. Larry'nin evinden 5 mil uzakta verimli büyük firmaların tarlaları var. Fakat Larry küçük çiftçi ve bütün küçük çifçiler gibi Larry'de ailesinin karnını doyuramıyor. Çocukları aç. Yüz sene önce ağaçtan yapılmış eski evinde buzdolabının içi boş. Kansas'taki yüzlerce tarım aileleri ve Amerika'nın Orta Doğusundaki binlerce aile gibi, Larry'nin ailesi de, aynı kovboy filmlerinin bazılarında gördüğümüz gibi, çiftliklerini kaybetmemek için borçlu oldukları banka ve kreditörlere gerekli ödemeyi  ailenin yemek gibi temel ihtiyaçlarından kısarak yapmaya çalışıyor. Tarım bölgelerinde makinesi ve büyük toprağı olan birçok aile-çiftçisi var. Bu çiftçiler Çoğu kez ancak makinelerinin taksidini ve aldıkları kredinin faizini ödeyebilmektedirler. Yani kazançlarını bankalar düpedüz ellerinden alıyor.  Kansas'da yaşayan çiftçiler için bu 1970'lerin ortasında başlayan bir durum. Bu yörenin küçük çiftçileri son onbeş yıldan beri açlığın ne olduğunu öğreniyorlar. Böylece Amerika'nın Appalachia, güneyin en güneyi ve güney-batının aç ailelerle dolu bölgelerine bir bölge daha katılmış oluyor. 

         Çiftçiler ve kasabalardaki fukaralar kendi kasabalarında insanca yaşayabilecek bir gelire sahip değildirler ve şehre gidemeyecek kadar da yoksuldurlar. Şehre gelseler bile, kentlerdeki işsizlikle kendilerini yüz yüze bulurlar. Kiliseler ve yardım örgütleri bu insanlara yemek vererek aç ölmeden günlerini geçirmelerini sağlamaktadır. Larry'nin durumu 1970'lerde iyiymiş. Fakat sonradan sıkıntılı günler gelince karısı dayanamamış ve iki yıl önce çocukları Larry'e bırakıp terketmiş. Larry "köpek gibi" çalıştığını fakat gene de çocuklarını geçindirecek gelir elde edemediğini söylüyor. Çocukların yeterince yemek yemediklerini, bazen küçük çocuğunun "baba, ben açım" dediğini anlatıyor.(Örneğin, Sep 26, 1984, New York Times haberi daha geniş bir bilgi vermektedir.).

         Amerika'da 1991'de 2.1 milyon çiftlik vardı. 1940'daki bu sayının üç misliydi. Yani çiftlik sayısı tarımda makineleşme sonucu büyük firmaların eline geçerek gitgide azalmıştır. Çiftliklerin büyüklüğü de tam aksine artmıştır ve artmaktadır: 1940'da bir averaj çiftlik 168 dönüm iken 1992'de 468 dönüme çıktı. Bu, küçük çifçilerin ya büyümek ya da yok olmak seçeneğiyle karşı karşıya kaldığını ve çoğunlukla yok olduğunu işaret eder. 

         Çiftliklerin çoğunluğunu küçük çiftlikler oluşturur, fakat tarımdaki satışlardan elde edilen gelirin yalnız yüzde onu kadarı bu çiftçilerindir. Büyük geliri büyük firmalar elde eder. Yani büyük çiftlikler büyüyüp daha verimli hale geldikçe, küçük çiftlikler de gerilemektedir. Tarım alanındaki sefaletin merkezi Güney, Pasifik Kuzey batı, Rocky Mountains bölgesi ve New Meksiko'dur. Bu bölgelerdeki insanlar geçimlerini çiftçilikten yaparlar, fakat yaptıkları tarımla elde ettikleri gelir bu ailelerin karınlarını bile doyurmaya yetmez.

            Sefil tarım işçileri

         Bu çiftçiler yanında, tarım işçilerinin de durumu sürekli kötüye gitmektedir. iki türlü tarım işçileri vardır: tarım bölgesinde yaşayan yerleşik işçiler ve mevsimlik göçebe işçiler. 1940'da total 51.7 milyon işçinin 9.0 milyonu tarım işçisiydi. 1991'de toplam işçi sayısı 116 milyondu ve bunun yalnız 2.8 milyonu tarımda çalışıyordu. (Tabi bu sayıya tarımda kitleler halinde kullanılan kaçak milyonlarca işçi dahil değildir). Bu, total işgücünün yalnız % 2.5'dur.  1992 yılının ikinci yarısında tarımda işsizlik oranı % 12.4'e ulaştı.

         Sorun yalnız işsizlik değildir.  Sorun çalışan işçilerin ücretlerinin korkunç derecede düşük olması ve tarım işçilerinin hayvanlardan bile kötü insanlık dışı, insan haklarının hunharca çiğnendiği, çalışma ve hayat şartlarıdır: Susuz, elektriksiz, tuvaletsiz kulübelere üstüste yatacak şekilde tıkılırlar. Tarım işçileri 1976'ya kadar işsizlik sigortası alamıyorlardı. Asgari ücret kanununa da dahil değildirler. Dolayısıyla çoluk çocuk beş kuruşa uzun saatler çalıştırılırlar.  Bugün çoğu asgari ücretin altında çalışır. Kanunlara göre tarım işçileri sendika da kuramaz. Neden? Çünkü Amerika'da insan hakları var, ve tarım işçileri (Chicanolar, Teksaslılar, Meksikalılar, Filipinliler, Porto Ricolular, Zenciler) insan tanımı içine girmez de ondan!  Bu hak yalnız kaliforniya'da 1975'de tanındı. Fakat kaliforniya'da bile işçilerin çoğu sendikasızdır. Tabi mevsimlik tarım işçilerinin durumu daha da kötüdür, çünkü göçebedirler ve kolay sömürülmeye daha da yatkındırlar. 

         Kanunlar sermaye tarafından çiğnenmek için yapılır. İşçilere işsizlik ve sağlık sigortası ve diğer gerekli şeyleri ödememek için, kendini sahip-sanan yüksek ücretli üniversite bitirmiş menejerler kanunu kendi çıkarları yönünde bükme yolları arar ve bulurlar: İşçileri işçi olarak nitelemez, özel kontratçı olarak nitelerler ve böylece işçileri işçi niteliğinden çıkararak efendilerinin cebine giren parayı artırırlar. Veya taşeron kullanırlar.

         Tarım işçilerinin çoğunluğu "mevsimlik göçebe" işçidir: Tarım teknolojisi büyük ölçüde makineleşmiştir, bu da tarımda işsizliğe neden olmuştur. Fakat ne denli makineleşirse makineleşsin ürünleri toplama zamanı geldiğinde, kısa bir süre kullanmak için büyük işçi kitlelerine ihtiyaç duyarlar. Bu nedenle güneyde Zenciler ve Teksaslı-Meksikalılar ve Kaliforniya'da beyazlar, ve hemen her yerde Meksikalı kaçak işçiler hayvan sürüleri gibi kamyonlara doldurulur ve saati birkaç dolara tarlalarda gün doğuşundan gün batışına kadar çalıştırılır. Bu insanların yattıkları yerde ne su, ne de tuvalet vardır. Tahta barakalarda yatarlar. bazen bir barakada asker barakası gibi kırk elli kişi yatar. Hiçbir sağlık sigortaları da yoktur. Bu insanlar sebzeden meyvaya kadar her türlü yiyecek ürünlerini toplarlar. Ve bu bolluk içinde açtırlar ve sefil bir hayata mahkum bırakılmışlardır. Sermaye onları insan yerine bile koymaz. Sermayenin hayvanları, örneğin atları, bu insanlardan bin kat daha iyi beslenirler ve bin kat daha rahat hayat sürerler.

         Kaliforniya tarımı Amerikanın en zenginidir. Kaliforniya'nın dev çiftliklerinde çoğunlukla Beyazlar, chicano'lar, Filipinliler ve kaçak meksikalı işçiler  günde on iki saat kadar kızgın güneş altında çalışırlar. Sadece erkekler değil kadın ve çocuklar da çalışır. Kadınlar küçük bebeklerini de getirirler. Onları tarlaların başlarında yapma beşiklerde bırakarak çalışmaya giderler. Öte yandan, Kaliforniya'da mahalleler vardır. Bu mahallelerin hemen her evinde özel uçak garajı. Garajda da uçak. Sabah işe arabayla iki saat sürüp gitme yerine, uçak kullanarak 30 dakikada gidilir.

         Göçebe işçiler güneyden gelirler ve kuzeye doğru yayılırlar. Florida eyaletinin kırsal kesiminde yaşayan zencilerin % 60'ı kuzeye (Carolina, Nort Carolina ve ta New York'a kadar çalışmak için gelirler. Zencilerin yanında doğu bölgesinde Meksikalılar, Haitililer  ve Puerto Ricolular da gelirler. Meksikalı kaçak işçiler, Amerikalı-Meksikalıların çoğu ve Teksaslılar çoğunlukla orta-kuzeye ve Kaliforniya tarafına iş bulmaya giderler. Özellikle Kaliforniya taraflarında bu işçiler ilk baharın başından sonbaharın sonuna kadar çalışırlar.   

          
          Dağlık bölgelerde açlık
        
Appalachian dağları Amerikanın doğusunda, bizim Toroslar gibi denize biraz uzakta ve kıyıya paralel, kuzeyde New York'un güneyinden güneyde Mississippi eyaletine kadar uzanır. Bölge 13 eyaleti ve 397 ilçeyi içine alır. Bu eyaletler Amerika'daki küçük Amerika'lardır." Her küçük Amerika'da olan katıksız sömürü, kitlelerin sefaleti, avuç içi kadar bir azınlığın zenginliği, adam-kayırma, rüşvet, yolsuzluk, çarpık ve uyuşuk bürokrasi, yaygın işsizlik buralarda da günlük yaşamın egemen gerçeğidir. Küçük Amerika sevdasıyla yanıp tutuşanların dikkatine! 

         Bu dağlar bizim Karadeniz bölgesindeki dağlar gibi sığ ormanlıktır. Tarım yapma olanağı çok azdır. (Bizdeki gibi ormanları talan olanağı çok fazladır.) Bu dağlık bölgeye Appalachian bölgesi denir. Bu bölgede 1800'lerde dağlılar yaşıyordu. Yaptıkları çoğunlukla avcılık ve bazen de ticaretti. Kendi kendilerini geçindiriyorlardı. 1865'den sonra kuzeyin kapitalistleri zengin mineral ve kerestelik ağaçlara (timber) gözünü dikti ve sermaye bu dağlara gelmeye başladı. Dağları satın aldılar. Kapitalist maden endüstrisinin gelişiyle bölgenin ilkel ekonomisi kapitalist ücret-köleliği ekonomisi tarafından yutuldu. Dağları ormanları satın alıp kömür madenciliğine başladılar. 

          Doğanın güzelliği büyüleyicidir Appalachian dağlarında. Doğanın soluk kesici görünüşünü mahveden maden ocakları ve kasvetli görünüşlü köy ve kasabalardır. Bu güzellikler arasında insanlar yoksul ve aç yaşar. Bu yerler Amerikanın en sefil yerleridir. Bu bölgelerdeki yerleşim yerlerinde birkaç güçlü aile hem özel hem de kamu sektörlerini tamamiyle kontrolları altına almıştır. Sürekli iş olanakları azdır. Fukaralar geçici iş bulduklarında çalışırlar, yoksa devlet yardımıyla ve aile üyeleri arasındaki dayanışmayla geçimlerini sağlayabilmektedirler. Kömür madenciliği Appalachian bölgesine iş ve umut değil, işsizlik, düşük ücret ve sefalet getirmiştir. Kömür madenleri çok olduğu için karı artırabilmenin tek yolu ucuz işgücüydü. Neticede ücretler hep düşük kaldı. Kömür madenlerinin etrafında maden köyleri oluştu. Bu köy ve kasabalar madencilere tümüyle bağlıydılar. Madencilere eğlenceden alışveriş yerlerine kadar bütün günlük servisleri bile onlar getirdi. Borsada ve dünya pazarında kömürün artış ve inişine göre insanlar iş buldu veya işini kaybetti. Firmalar heryeri satın aldıklarından, fakir aileler kendi karınlarını doyurabilmek için tarım yapma olanaklarından da yoksun bırakıldılar.  Gerçi Kentucky gibi bölgelerde maden işçilerinin ücretleri yüksektir. Fakat burda bile ailelerin dörtte biri işsizdir. 

         1960 seçim kampanyasında Johnson Appalachian bölgesinin en fukara yerlerinden biri olan West Virginia eyaletinde bir çocuktan "Bir yiyeceği koru planını" öğrendi.  Bu plana göre çocuk bir gün yemeği yemeden geçiriyordu, böylece hiç değilse ertesi gün normal bir yemek yiyebiliyordu. Bölgeyi kalkındırmak için 1965'de Johnson bir kalkınma planı imzaladı. Bu planla 20 yıl içinde 15 milyar dolar "yardım"  parası harcandı. 20 milyon nüfusun yaşadığı bu bölgede gene de sefalet hakimdir. Yardım adıyla fukaralar adına harcanan her kuruşta olduğu gibi bu 15 milyar özel teşebbüsün cebine gitti ve gitmektedir. Tek yapılan kentler arası modern yolllardı ki bu da özel teşebbüsü çekeceği bahanesiyle yapıldı. Özel teşebbüs umulduğu kadar gelmedi. Fakat yollar tabi özel teşebbüsün taşıma işine yardım etmektedir. Yolların bir diğer yardımı da, bizdeki gibi, açların bu sefil bölgeden kaçıp kentsel alanlarda sefalet bölgelerinin oluşmasını kolaylaştırdı.  

          Bu bölgede yaşayan insanların, örneğin Logan County'nin, evlerinde ne su ne de kanalizasyon vardır. Halkın % 40'ının içtiği su tehlikelidir. Bazı yerlerde boş boya tenekeleri kayalar üzerinden süzülerek damlayan kaynak suların altına akşamdan konur. Sabah erkenden millet gidip suyla dolmuş tenekeleri toplarlar. Bu sırada gece yakından geçen kömür kamyonlarının tozları da bu suya karışır. Bu su milletin içtiği ve kullandığı sudur. 

         Appalachian Bölge Komisyonu'nun raporuna göre, bu bölgede 20 yıl içinde (1965-1985) yalnız 2 milyon iş yaratılabildi. Fakat işsizlik Amerika'daki genel ortalamanın en az iki katıydı: Örneğin W. Virginia'da % 13.4, Logan County'de  % 18.1 idi. Bölgede kömür madenleri hakimdir ve ocakların kapanması nedeniyle işsizlik gittikçe artmıştır. 1951'de 400,000 olan maden işçileri, 1965'de 69,300'e ve 1985'de ise 38,000'e düştü. Kömür kasabalarından göç eden genç nüfus oto, demir-çelik ve inşaat endüstrisinde çalışmak için metropollere göç ettiler. Detroit, Chicago ve Cincinnati gibi büyük endüstri kentlerinin etrafında "dağlılar gettosu" diye çağırılan gecekondu bölgeleri oluşturdular. Sefalet gene orda da devam etti.

        Yoksul Kızılderililer 
        
Haziran 1994. Güzel bir hava New yorkta. Altmışbeş yaşında olduğunu söyleyen dinç bir ihtiyar Hilton, Sheriton ve uluslararası şirketlerin bulunduğu bölgede bir gökdelenin dibinde oturuyor. Elinde kartondan bir tabela. Tabelanın üzerinde el yazısıyla şunlar yazılı: NAVAHO KIZILDERELİSİ. EVE DÖNEBILMEK İÇİN PARAYA İHTİYACIM VAR. "New York'a niye geldin ki?" diye sordum.

         Hata işte.
         Ev nerde?
         Nort Dakota'da.
         Reservasyon da?
         Evet. Kendi toprağım ve evim var. Devlet de yardım eder.
         Bu sırada geçen bir zenci genç durdu ve "sen hala burda mısın, dört aydır gideceğim diyorsun?" 

         Kızıldereli gülumsedi: "ikiyüz elli dolar yapınca gideceğim."
         Ben "Greyhound 65 dolar falan" dedim. (Greyhound otobüs şirketidir).

         Yanlız değilim eşim de benimle. Ayrıca külüstür bir minibüsümüz var. Burdan eve gidiş ikiyüz elli dolar kadar, şimdi yalnız 120 dolara ihtiyacım var gaz ve yiyecek için. 

         Uzun limozinin yanında dikilen şoför alaylı atıldı: Gel, ben seni götüreyim. Şoför belki de Hilton veya Sheritonda iş yapan yüksek kaliteli bir orospuyu bekliyordu. Kızıldereli "ya ya" diye gülerek karşılık verdi. Bir dolar verip "iyi şanslar diledikten sonra ayrıldım.
 
Amerika'da 1990 nüfus sayımına göre 1,878,285 Amerikan  kızılderelisi, 57,152 eskimo ve 23797 Aleut yaşıyordu. Kızıldereliler kendileri için ayrılmış 278 tane Federal Indian Reservations denilen kamplarda  yaşarlar. 

Reservasyonlarda yaşayanların sayısı 1,411,435 kadardır. Amerikan kızılderelilerin durumu çok kötüdür. Kızılderelilerin ortalama % 25'i sefalet içinde yaşamaktadır. Geri kalanın da bolluk içinde yaşadığını sanmayın. Kızıldereli ailelerin yüzde ellisi sefalet çizgisinin hemen üzerinde yaşarlar. İyi durumda olan kızılderelilerden örnek vereyim: Navaho kızılderelilerinin yaşadığı reservasyonda işsizlik % 35'dir. Navahoların çoğunun evinde su, elektrik ve telefon yoktur. Kamp evlerinin ve çevresinin görünümü bile bu sefaleti yansıtır. Navaholar 1860'da bizim Türkiye'de heyecanla okuduğumuz sahte-kahraman Kit Karson tarafından Fort Sumner denilen kaleye hayvan sürüsü gibi tıkıldılar. Topraklarının çoğu ellerinden alındı. Fakat o zaman bu topraklar beyazların işine yaramadığı için, çoğu Navaholulara sonradan geri verildi. Bugün Navaho reservasyonu 67,000 km karedir. 220,000 nüfuslu Navahoların 180,000'i bu reservasyonlarda yaşar. Her kızıldereli kabilesi Navaholar gibi şanslı değildi. Çoklarının toprakları ellerinde alındı. Yaşanması zor yerlere sürüldü, ve öldürüldü. O zamanlardan beri olan ve Amerikan devletinin kızıldereli işleriyle uğraşan departmanı "Bureau of Indian Affairs" her zaman uygunsuzlukla, düzenbazlıkla, hırsızlıkla, üçkaatçılıkla, duygusuzlukla, anlayışsızlıkla ve kızılderelileri kazıklamakla suçlanmıştır.  

         İçki içmek birçok reservasyonda yasaklanmıştır. İşsiz kızıldereliler ve gençler reservasyonlara yakın kasaba veya köylerdeki barları doldururlar. Kızıldereliler arasında içki çok yaygındır. İçer zil zurna sarhoş olurlar. Reservasyona motorsikletlerini veya külüstür arabalarını sürüp geri dönerken kaza yapıp başkalarının ve kendilerinin hayatlarının kaybolmasına sebep olurlar. Zaman zaman NEw York Times bu tür "acıklı" hikayeler yazar: Kızılderelilerin sanki başka sorun ve dertleri yok gibi!. Sanki kızılderelilerin durumunun nedeni içkiye karşi zaafları gibi... 

         1975'e kadar Amerika'nın politikası kızılderelileri diğer ırklara yaptıkları gibi genel nüfusun ve egemen ideolojinin içinde "eritmekti." Fakat kızıldereliler sürekli direndiler. Kendilerini "istila edilmiş bir ülkenin insanları" olarak gören kızıldereliler, 1975'de kendi reservasyonlarında\kamplarında kendi yerel idarelerini kurma hakkına sahip oldular. Yani konsentrasyon kamplarında kendileri kendilerini idare ediyorlar. Her kızıldereli iki vatandaşlığa sahiptir: Kendi kızıldereli vatandaşlığı ve Amerikan vatandaşlığı. Kızıldereli kampını terkedince Amerikan vatandaşı olur ve Amerikan kanunlarına tabidir. Bazen hangi kanunun geçerliliği üzerinde anlaşmazlık çıkar ve kızılderelilerle FBI (federal polis) arasında silahlı çatışmalar çıkar. 

         Kızılderelileri topraklarından sürerken ve yapılan anlaşmaları çiğneyip silah zoruyla insanları topraklarından atarken, Amerikalılar bunu "yeniden-yerleştirme" olarak adlandırdılar. Bu nedenle savaşlar çıktı, bu nedenle topraklarına geri gelip sulh içinde yaşamak isteyen kızıldereliler çoluk çocuk öldürüldüler. Geçtiğimiz yıllarda yapılan "yeniden-yerleştirmede" kızılderelilere evler verildi ve endüstriyel yerlerin yakınına yerleştirildi. Fakat kızıldereliler buna karşı geldiler. Durumları zaten değişmedi. Çoğu reservasyona geri döndüler. Beyazlar bunu tabi nankörlükle, tembellikle falan nitelediler. Gerçekte amaç kızıldereli ırklarını ortadan kaldırmaktır. Bunun da nedeni sadece siyasal değil, daha önemli olarak ekonomiktir.

         Ekonomist dergisi kızıldereliler hakkındaki bir yazısında Kızılderelilerin kalkınmamasını kızılderelilerin kültürel anlayışına bağlıyor: Navahoların topraklarının altı zengin petrol ve uranyum gibi çeşitli madenlerle doluymuş. Fakat Navaholar'da kapitalist batıdaki gibi birkaç kişinin toplumun mal varlığına konması anlayışı yoktur. Bunun yerine toplumun varlığı topluma aittir. Kapitalist-elitist Ekonomist buna çok bozuluyor. Bankacıların ve yatırımcıların bu nedenle borç vermeye ve yatırım yapmaya yanaşmadığını söylüyor. Ekonomist'in istediği, bu kızılderelilerin eski ve sıkı sıkıya bağlandıkları, kendilerini zenginlikte fakir durumda bırakan, kültürden vazgeçmeleridir. Ekonomist'in demek istediği: Kızıldereliler, kapitalist kültürü benimseyin, birbirinize kazık atarak, toprakları özel mülkiyet haline dönüştürün, aranızda paylaşın, herkes bir toprağa sahip olsun, bankacılar ve yatırımcılar gelip elinizden alsınlar ve evsiz ve yurtsuz kalın! Tabi bunu Ekonomist açıkça söylemiyor. Ekonomist topraklar özelleşince zengin olacaklarını söylüyerek yalan söylüyor.  Elbette birkaç kişi zengin olacaktır, fakat büyük çoğunluğun da anası ağlayacaktır. Birkaç kişi için çoğunluğu feda etmek, çoğunluğu ücretli-köle haline dönüştürmek ne demek? Demokrasi demek! Serbest rekabet demek! Özel teşebbüs sistemi, özgürlük demek!. İnsanlar genellikle aptal değildir. O zaman bu yutturmacayı nasıl yutuyorlar? Yutmuyorlar. Kendileri o, öyle de ondan.  

         Son sıralarda Amerikan egemen kitle iletişim araçları kızıldereli sorunu olarak bazı fırsatçıların kendilerini kızıldereli veya kızıldereli reisi olduklarını iddia ettiklerini ve fırsatlardan yararlananarak vurgun vurmaya çalıştıklarını gündeme getirmektedirler. Böylece kızıldereli sorunu bir iki kişinin çıkar mücadelesine indirgenmektedir. Sanki kızılderelilerin bütün derdi buymuş gibi...  
        
                                      e. Devletin yiyecek yardımı 

         Tarım alanındaki sefaletin acısını azaltmak için devletin bu insanlara yaptığı yiyecek yardımı 1982'de 16.2 milyar dolar idi. Bu 1991'de 28.8 milyar dolara ulaştı. Bunun büyük kısmı (18.7 milyarı)  "Food Stamps" (Yiyecek Pulu) programına ayrılmıştır. Fukaralara bu "Food Stamps" ile devlet içinde 1, 2, 5, 10 dolar yazılı para büyüklüğünde kağıtların (pulların) olduğu para yerine kullanılan çek defteri gibi defterler verir. Fukara yiyecek alışverişi yaptığında para yerine bu pulları kullanır. Tabi her yardım da olduğu gibi bunda da soyguncular çıkar. Örneğin 50 dolarlık kuponu yiyecek yerine para isteyen fukaradan 40 dolara satın alan yerler vardır. Böylece yardım amacına ulaşmadığı gibi bazıları bundan milyonlar vurmaktadır. Bu yardım gerçekte yardıma ihtiyacı olanların önemli bir kısmının eline geçmez. Gidip müracaat bile etmezler. Birçokları da çalışır ve gelirlerini az gösterirler, hem de yardım alırlar ve ancak bu şekilde karınlarını doyurabilirler. Yiyecek yardımı programına 1989'da çorba mutfakları (devletin parasıyla bedava çorba veren yerler) katıldı. 685 milyon da okullarda aç çocuklara sabah kahvaltısı programı için ayrıldı.
         Devlet yardımının ne demek olduğuna ilerde tekrar döneceğiz.
        
 ŞEHİRLERDE FARELERLE YARIŞANLAR
        
Saat gecenin biri. Korkunç derecede soğuk New York. Beşinci cadde üzerinde 59'uncu sokaktan 70'inci sokağa doğru yürüyorum. Solumda meşhur Central park, sağımda ise meşhur oteller ve zenginlerin yaşadığı apartmanlar var. 63'üncü sokağa ulaşıyorum. Soğuk içime işliyor. 63'üncü sokak ile 70'inci arasında üç ayrı yerde apartmanların kuytu köşesinde kalın karton kutular içinde uyuyan  üç kişi gördüm. Bir diğeri de parkın alçak duvarı yanındaki kanapede uyuyordu. Üzerinde bir sürü örtü vardı. Ne kafası ne herhangibir yeri görünüyordu. Bir çabut yığını.

         Amerika'da evsizliğe hemen her yerde rastlarız. Bu insanlar arabalarda, terkedilmiş binalarda, sokakta, büyük binaların ve kiliselerin kuytuluklarında, parklarda, karton kutularda, trenlerde, yer altında, tren ve otobüs istasyonlarında, köprü altında uyurlar. Kimlerdir bu evsiz sokaklarda sürünen milyonlarca kişi? İşlerinden atılmış ve iş bulamamışlar, kirayı ödemediği için evden kovulmuşlar, hastalandıktan sonra bir ay içinde bütün varlıklarını doktora ve hastahaneye veren ve parasız pulsuz kalanlar, eşi tarafından kapı dışarı edilenler, ev kirası ödeyecek kadar gelire sahip olamayanlar,  anne-baba evinden kaçanlar, kardeşi, akrabası ve arkadaşları tarafından yüzüne bile bakılmayanlar, deliler hastahanesinde sokağa atılanlar gibi insanlardır. 

         1990'da  U.S. Bureau of Census (Nüfus sayımı bürosu) Mart 20-21'de saat akşam 6 ile sabah 4 arasında evsizler için açılmış sığınaklarda 178,828  ve belli sokak köşelerinde yaşayan 49,793 insan buldu. Şaşırıp yanlış köşelere gittiler herhalde. Belki de o gün evsizler kentlerde Amerika çapında bir saklambaç oyununa dalmışlardı  da bu nedenle yalnız 49,793 kişi buldular. Kaliforniya 48,887 ile birinci ve N.Y 43,204 ile ikinci geliyordu. Devletin nüfus sayımı bürosunun 1991'deki istatistiğine göre,  New york'ta 33,830 evsiz vardı (Nasıl oldu da birden bire azaldı!). Bunun 23,383'ü "barınaklarda" ve 10,447'si ise sokakta yaşıyordu. Leonard Davis Institute'nin (1993) sığınaklardaki kayıtlara bakarak yaptığı araştırmaya göre, New York'ta 1992'de 86,000 evsiz insan siğınaklarda kalmıştır. Beş yıl içinde sığınaklarda kalanların sayısı ise 239,425'dir.  Zenginliğin çok olduğu yerlerde sefalet daha çok! National Alliance to End Homelessness gurubunun incelemesine göre,  evsiz sayısı 735,000'dir ve gittikçe de artmaktadır.

         Evsizlerin % 49'unu yalnız-erkekden, % 34'ü aileden, % 13'ü yalnız-kadından ve % 5'i de evden kaçmış veya evden atılmış çocuklardan oluşmaktadır. Evsiz yaşayanların  % 25'ini çocuklar oluşturmaktadır. Evsiz erkeklerin % 26'sı Amerikan ordusunda "vatan korumak" için askerlik yapmış kişilerdir. Evsiz ailelerin sayısı 1988-1992 arasında N.Y.'da % 32 artmıştır.    Tabi devletin bu istatistiğini devletin dışında hiç kimse geçerli olarak kabul etmemektedir. Amerika'da evsizliğin (yani barınacak, başını sokacak bir yeri olmayanların) sayısının 3 ile 5 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir. Evsizlik her yıl birkaç misline çıkmaktadır. Örneğin 1987'de Washington DC'de evsizlik bir yılda % 500 arttı. Teksas'ta Salvation Army denilen yardım örgütü 1980'de 16,886 kişiye yiyecek ve yatacak yer sağlıyordu. Bu sayı 1985'de 156,451'e fırladı.

         Sokakta yaşayanların en rahatları kendilerine sağlam bir karton kutu ve alttan sıcak hava gelen bir hava-ızgarasının üzerinde uyuyanlardır. Evsizler sokakta, trende ve tren istasyonlarında uyumayı "sığınaklarda" uyumaktan daha emin görmektedirler. Bunun da en önde gelen nedeni sığınaklarda bir sürü insan hayvan ağılına\ahırına tıkılır gibi koca bir yere birlikte tıkılırlar. Kadın erkek, çoluk çocuk, deli akıllı, uyuşturucu madde kullanan, sapık, sinirli, her tür insanla birlikte bu yerde sabahlaması için tutulurlar. Birçok insan, özellikle yanlız-erkekler dışarda uyumayı daha tehlikesiz bularak bu yerlerde uyumayı kabul etmezler. Zevklerinden veya bireyciliklerinden değil.

         Tren istasyonlarında yatanları tek rahatsız edenler, ederlerse, polislerdir. Bu da zaman zaman evsizleri koruma örgütleriyle polis teşkilatı arasında çekişmelere sebep olur. Meşhur Penn tren istasyonu birçok evsizin seçtiği evdir. Polis uyuyan evsizleri gece saat birde uyandırırlar. Evsizler kalkarlar. saat ikiye kadar hayalet gibi dolaşırlar. İkinci uyandırma saat sabahın 5:30'unda başlar. Çünkü sabah trenleri milleti işe getirmeye başlar. Polisler joplarıyla acıtmadan uyuyanların ayaklarına vurarak ve dürterek uyandırırlar. Özellikle saat dokuza kadar koca istasyon insan seliyle dolup taşar.  Evsizler için bu zaman yiyecek bulma zamanıdır. Dilenirler. 

         New Yorktaki evsiz insanların yarıdan çoğu ailelerden oluşur. Bu ailelerin evsizliğinin en büyük nedeni kiraların yüksek oluşu ve alçak kiralı yerlerin olmamasıdır. New york'da işçi sınıfının yaşadığı bölgelerde ahır gibi bir odaya 450'dolar, 1 yatak odalı bir yere 600 ve iki odalıya ise 800 dolar istenmektedir. 450 dolarlık bir kirayı ödeyebilmek için bir kişinin en az iki haftalığını kiraya vermesi gerekir. Anne ve babanın çalıştığı bir ailede ise annenin kazandığı para ev kirası, gaz, elektrik ve telefon'a gider. Yani çalışan insanların emeği sadece kapitalist sermaye tarafından sömürülmemektedir. Modern-feodalite (evsahipleri) bu insanların elinden kazançlarının en az yarısını almaktadır.

         Evsizliğin ikinci büyük nedeni de zenginle fakir arasındaki uçurumun gittikçe açılması sonucu sefaletin gittikçe artmasındandır. Sefalet arttıkça sokağa düşen insan sayısı da artmaktadır. Tahmine göre N.Y'da her yıl en az 2000 kişi evsiz kalmakta ve kendini sokakta bulmaktadır. 

         Bir ara Kaliforniya ve N.Y. gibi büyük kentlerde bu zavallı insanların uyurken üzerlerine benzin döküp ateşe vererek yakma moda olmuştu. Bunu da yapanlar gençlerdir. Özellikle semtlerine evsizlerin dadanmasını istemeyenlerin kızgınlığı bu tür vahşi tecavüzlere başvurmalarına yol açar. Neden? Nedeni büyük ölçüde ekonomiktir: Eğer fukaralar semtlerine gelirse evlerin satış değeri düşeceği korkusu ev sahiplerini uyutmaz. Fukaralık bulaşıcı bir hastalık gibi görülür: Herkes kaçmaya çalışır. Hiçkimse fukaraların semtlerine gelmesini istemez. Bu nedenle yalnız zavallıları yakma gibi terör hareketlerine girişmekle kalmazlar, başka terör metodları da kullanırlar: Bölgelerine fukara evleri açılmasını asla istemezler. Buna karşı sokaklara düşüp gösteriler yaparlar. Politikacıları, eğer bu evler açılırsa, bir daha onları seçmeyeceklerini söyleyerek tehdit ederler. Bazıları daha da ileri giderek açılan evlere yangın bombası atar. Tabi yakalanıp hapsi boylarlar. Özellikle yaz aylarında sık sık tekrarlanan saldırılara bir örnek verelim: Madison Avenue. New York. Evsiz adam yatıyor köşede. Birden bir araba firenleri gıcırtatarak duruyor. Birkaç genç atlıyor arabadan dışarı, evsizi yumurtayla taşlıyorlar. Evsiz "iyi ki yakmadılar" diye sevincini belirtiyor sonradan. 

         Amerikan kentlerindeki evlerin öyle ahım şahım birşey olduğunu sanmayalım. O televizyonda ve magazinlerde gördüğümüz geniş odalı ve bahçeli şahane evler Amerikan halkının da "hayallediği, düşlediği, ağzının suyunun aktığı" evlerdir. Beş Amerikalıdan biri ev denilemeyecek ve yaşanamayacak durumda olan evlerde oturur. Yeni ev Amerikan ailelerinin büyük çoğunluğunun düşünemeyecekleri birşeydir. Tanıdığım biri Manhattan'ın (New York) kuzey bölümünde, Harlem'e yakın biryerde annesi ve oğluyla yaşıyordu. Bana sürekli gelip dert yanıyordu: Koca bir apartman blokuna sahip olan ev sahibi ne sıcak su, ne elektrik ne de gaz parasını ödüyurmuş. Bunlardan kirayı da topluyormuş. Kirayı ödeme dedim. Ödememiş. Fakat değişen birşey yok. O zaman bir başka eve taşın dedim. Ev aramaya başladı. Bu tür ev sahipleri binayı devletten 1 dolara falan satın alır. Aşağı-gelir ailelerine kiraya verdiği için de devletten vergi muafiyeti de alır. Bol bol kira toplar, fakat apartmana hiç bakmaz. Bazıları mahkemeye verilirler. Hakimi dinleyen kim ki! Bakacağına söz verir, bir iki gün sonra tekrar ayni tas aynı hamam: Adam elektrik paralarını ödemediği için elektrik firması elektriği keser. Sular kesilir. Gaz yok, sıcak su kazanı kaynamaz, dolayısıyla sıcak su yok ve ocaklar çalışmaz. Bu tür ahlaksızlığı birçok kişi yapmaktadır. Apartman yaşanmayacak hale geldiğinde ve kiracılar artık kira falan ödemeyi red ettiklerinde, adam tası tarağı toplayıp yaptığı karla çekip gider. Apartman da öylece sahipsiz kalır. Bu durum Amerika'nın her şehrinde görülür. Millet evsiz sokakta yaşar ve koca binalar ve semtler terkedilmiş olarak boş dikilir. Bazen yakarlar. Çoğu kez uyuşturucu madde kullananların ve evsizlerin evi olur. Penceresiz, camsız, kapısız. Doğru dürüst yaşanacak evlerin olmaması ev sahiplerine yardım eder: Zaten seni soymak için can atan ev sahipleri bu durumdan da faydalanarak kiraları yükseltirler. 

         Biz gençken bize şöyle öğretilmişti: Komünistler herşeyi birbirine benzer yapacaklar. Evler bile hep aynı olacak. Giysiler de. Bunu ben Amerika'da gördüm. Şehirlerde ve kasabalarda her semtteki blokların evleri içi ve dışıyla birbirinin aynısıdır. Yeni yerleşim yerlerine de bakıp şaşardım: Hep aynı firma tarafından yapılmış aynı tarz evler. 

         Birçok insan kışın landlord diye çağırılan ev-sahipleri yeterince ısı vermediği veya ısıyı kestiği için evde vakitlerini titreyerek geçirirler. Ev sahiplerinin büyük çoğunluğu otomatiği öyle ayarlar ki hem ısıyı insanın donmayacağı seviyede tutar hem de sadece belli saatlerde verir. Geceleri sabaha kadar kesiktir. Kışın her gün Kent Şikayet Merkezi binlerce şikayet telefonu alır. Fakat bu birşey değiştirmez. Hemen  her kış New York'ta bu yüzden insanlar donarak ölür. Böyle ölenlerin çoğu da ya çocuktur ya da ihtiyar insanlar. Yaz ve kış yapılan bir diğer şikayet de insanların banyo yapmak için sıcak suyu olmamasıdır. Kazan çalıştırılmazsa elbette sıcak su olmaz. Şikayetler şikayetler. Ama dinleyen kim. Evsahipleri gene de bildiklerini okurlar. 

          Açlık ve sefaletin en yaygın olduğu bir grup da yaşlı insanlardır. Urban Institute Research Group'un araştırmasına göre (1993) Amerika'da yaşlıların % 2'si bazen aç, bazen kirayı ödeme ile aç kalma, veya ilaç satın alma ile yemek yeme arasında seçim yapmak zorunda kalmaktadır. Columbus'da (Ohio) yaşlıların % 44'ü, Coachell'da (kalifornia) % 67'si ve Harlemde (New York) % 52'si açlık durumuyla korku içinde yaşadıklarını belirtmişlerdir. New York'da 60 yaş üzerindeki 1.3 milyon kişinin % 25'i kira ve yiyecek ödedikten sonra ellerinde sadece 3 dolar kalmaktadır. Bu insanlar ucuz konserve yiyeceklerle, köpek yiyecekleriyle, atılmış ve yenmez şeylerle, yiyecek yardım yerlerine giderek karınlarını doyurmaktadır.  Hastahaneye giden yaşlıların % 50'sinin kötü beslenme belirtileri gösterdiği bulunmuştur. Bir ihtiyar kadının dediği gibi: Aç kalıyorum. Bazen ihtiyacım olanı alacak param yok. Yaşlanıp çalışamamak, korkunç birşey. Hiçkimse yaşlı insanı istemiyor. (New York Times, November 16, 1993, evsizlik ve açlıkla ilgili haberi veriyor. Dikkatimi çekti, ne zaman N.Y Times böyle bir haber verirse, haber biter bitmez, hemen orda, şu başlık konur: LOTTO NUMARALARI.  Loto'da kazanan numaraları veriyor. Yani hayat demek şans, talih, kısmet demek. Fukaralık şanssızlık. Bazen düşünüp üzülüyorum: Zengin bir aile çocuğu olsak ne iyi olurdu. Talihsizlik mi? Yapısal eşitsizlik düzeni birden bire nasıl da şans, talih, kader, kısmet oluyor, değil mi?. Çoğu kez de, NY Times, bu lotto numarası yanında, özel teşebbüsün ve kendisinin yardım kampanyalarını ve toplanan paraları yazar. En son bir örnek vereyim: Wall Street'in de katıldıği bir kampanyada 4.3 milyon dolar toplanmış. Bu 4.3 milyon dolar kaç kişiyi evsizlik, işssizlik ve sokakta yatmadan kurtardı? Göstermelik bir iki kişinin ötesinde hiç kimseyi. Bu 4.3 milyon nereye gidiyor? Kapitalin deveranı, birtanem!. Nedense, bu deveranda, aç-yoksul-evsiz için olduğu söylenen bile, açın-yoksulun-evsizin ve güçlünün durumunu "korumak" için kullanılıyor. Kasıtlı mı yapılıyor bu? Yoo, düzenin düzüş biçimlerinden biri bu: Düzen yok düzmek istemiyorum dediğinde bile, kaçınılmaz olarak, istemeye istemeye, düzmek zorundadır. Bu kapitalist sistemin ana karakterlerinden biridir.) 

         Birçok dini, devlet ve yardım örgütleri sefil insanlara yardım ellerini uzatırlar. Yapılan ellerinden tutup kaldırmak değildir, fakat ölmeden sefalet içinde yaşamın sürmesini sağlamaktır. Sefalete yardım diye harcanan milyonlar gerçekte özel teşebbüse yardımdır. Sefalete yardım olarak halkın cebinden çıkan milyonlar evsahiplerinin, otel sahiplerinin ve diğer özel teşebbüsün cebine girer.  

         Evsizlere sığınak olarak sağlanan yerlerden biri de sefalet-otelleridir. 1985'de bu sefalet-otellerinde 200,000'e yakın insan barınıyordu. Bu da halka yılda 40 milyon dolara mal oluyordu. Her aile için otele ortalama 1,585 dolar aylık kira ödeniyordu. Bu kira korkunç derecede yüksektir. Bu kira ile N.Y.'un en iyi yerinde şahane bir ev kiralayabilirsin. Bir aile için bir yılda ortalama 20,000 dolar kira veriliyordu. Bu para ile o zaman (1985) bir aile normal bir insan gibi yaşayabilirdi. O yıl harcanan 40 milyon dolar tek bir sefil aileyi yoksulluktan kurtardı mı? Kurtarmadı. Ne oldu bu 40 milyona? Birkaç sefalet otelinin sahiplerini biraz daha zengin  etti.

         Kent evsizlik ve sefaletin kurbanlarına alışır. Duygusuzlaşır. 
Görmemezlikten gelir. Görüp yüreği yananlar ise ellerinden gelen tek şeyi yaparlar: Para verirler. Açlar ölmez. Ölmemeleri  sağlanır. Bu sağlama işinde de sermaye çıkar sağlar. Böylece,  düzen demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi mavallar okumaya devam ederek hunharca soygunu sonucu ortaya çıkan insanlığın sefaletini de sömürerek kendini sürdürür gider. 

 İrfan Erdogan

Kaynak:   http://www.irfanerdogan.com/makaleler3/sefaletusa.htm

Hiç yorum yok: