anlamına gelirdi. Amerika'da fukara\fakir\poor denildiğinde beceri, kabiliyet ve başarı bakımlarından yetersiz, yeteneksiz, geri, anlamlarına gelir. Bizde okulda talebelerin bazıları "kötü not" alır. Amerika'da bu "kötü" poor'dur, yani fukaradır. Sefalet ve sefil (misery ve miserable) ise psikolojik bakımdan rezil bir durumda olandır. Zenginler sahip olanlar (haves) ve fukaralar ise sahip olmayanlardır (have-nots). "Haves" çok çalışıp zengin oldukları için zengindir. "Have-nots" da tembelliklerinden, sahip olmak için gerekli çabayı göstermediklerinden sahip değildirler.
Yani, Amerikan ideolojisinde
fukaralık kişisel nedenlerden kaynaklanan kişiye özgü, kişinin kendi
sorunudur. Sefil rezil olan kişidir. Bu ideolojinin dili bile
kullandığı kavramlarla bunu vurgular. Tabi Amerikan ideolojisiyle
Amerikan halkının yaşadığı günlük gerçekler arasında dağlar kadar
fark vardır. İdeoloji günlük ilişkiler düzeninin "neden öyle
olduğunun" açıklamasını belli çerçeler içinde yapar. Bu açıklamayla
egemen ilişkiler ve üretim düzenini savunur, haklı çıkarır, arzu
edilmeyen yöndeki değişim çabalarına karşı korur ve meşruluğuna ve
geçerliliğine yanıtlar getirir. ideoloji egemen ilişkilerin
beyinlerdeki tam yansıması olmasa bile, fikir, kültür, ideal,
hayatın gerçeği, sağ duyu, gelenek olarak dildeki ve günlük
toplumsal iletişimdeki ifadesidir.
Amerika'da sefalet yeni birşey
değildir. Sefalet Amerikan sisteminin temel parçalarından biridir.
Yoksulluk olmazsa milyarderlik olmaz. Birkaç yüz milyarderin
toplumun mal varlığının üstüne yatıp insanları yarın korkusuyla
derbeder etmesi gibi şeyler olmalı ki demokrasi ve özgürlük olsun! (Amerikan
ideolojisi bu dediğimi kendi görev kalıpları dışında olduğu için
saçma bulur.)
Örneğin Henri George Gelişme ve
Sefalet adlı kitabında 1869'da Amerika'da zenginliğin arasında
insanların açlıktan öldüğünü söylüyordu. Sefalet her ırk arasında
vardır. Sefiller ilk kez tarım alanlarında köle olarak çalıştırılan
zenciler ve ardından göçmenlerdi. Sonradan bunlara tarım
alanlarındaki makineleşme neticesi işlerinden olan tarım işçileri
katıldı. Kentler iş arayan insanlarla doldu. Kentler de sefalet
yuvası oldu.
Sefalet ve sefalet korkusu Amerikan
insanının ta baştan beri en önde gelen kuşkusu olmuştur ve bu kuşku
gittikçe de artmaktadır. geçmişle bugünler arasında çok önemli bir
fark var: Geçmişte sefalet içindeki bir Amerikalı durumunu "geçiçi"
olarak algılıyordu ve çocuklarını bu sefaletten kurtaracağına
inanıyordu. Bugünün sefalet içindeki insanı bu durumunu "kalıcı"
olarak görmektedir. Hem kendisi hem de çocukları için hiçbir umudu
yoktur. Çocukları okul bitirse bile bugünün toplumundaki fırsat
yapısı daha çok zengin, tahsilli ve tecrübelinin dışında hiç kimseye
fırsat tanımamaktadır.
Bugün, Amerikan egemen düşünü
tarzında, sefalet toplumun yapısal bir özelliği olarak asla kabul
edilmez. Amerika'da en zengininden en aç ölen insanına kadar
herkeste aynı düşünce hakimdir: Sefilliğin sebebi kişinin
tembelliğinden, tutumsuzluğundan, uyuşukluğundandır. Fukara
"kaybedendir." Bu "kaybeden" aşağılık ve değersiz olarak görülür ve
nitelenir. "Kaybeden" de kendini ve kendi gibilerini aşağılık ve
değersiz görür. Bu his Amerikan insanının içine o denli işlemiştir
ki, örneğin gençler ihtiyar bir kadını veya güçsüz birini soyarken
en küçük bir acıma, sempati hissi duymazlar, tam aksine "kendini
koruyamadığı" için soydukları kişiyi aşağılık ve değersiz biri
olarak görürler. Bu nedenle vurup yere sermekten, tekmelemekten ve
hatta öldürmekten geri durmazlar. Kendilerine olan kinleri böylece
kendilerinden daha güçsüz, kendilerini koruyamayacak durumda olana
çevrilir. Zengin sınıf ise emeğini sömürerek ve verdiği sefalet
ücretiyle soyduğu insanları benzer şekilde hor görür.
Kapitalist sınıf kendi çıkarlarına
hizmet eden bir diğer ideolojik düşünü tarzını da insanlara
işlemiştir ve sürekli işler: Kapitalist sınıfın sömürgen bir sınıf
olduğunu kimse aklından bile geçirmez. Zengin sömürgen olur mu hiç!
Zengin iyidir, güzeldir, gıptayla bakılandır, çok çalışıp "kazanmış"
olandır. Sömürgenlerin hakim olduğu ve düdüğünün öttüğü bir toplumda
böyle bir düşüncenin rağbette olması gayet normaldir. Kapitalist
sömürüye çeşitli yeni isimler takılır, bunlardan biri de "işveren"
kavramıdır. Asgari ücretle sefiller ordusunu yaratan sömürgen
birden bire "işveren" olur. Şahane bir söz: İşveren. Kapitalist
birden bire evdeki "karın doyuran babanın" yerini alır. Evdeki baba
ailenin karnını doyurur. Peki kapitalist baba? O olmazsa aç kalır
insanlar. Kapitalist kendini böyle satar. Örneğin Trump adlı
zengin "50 bin işçiyi sömürüyorum" demez, "50 bin aileyi
besliyorum" der. Ama Trump Atlantik City denilen yerde Taj Mahal
gazinosunu açtığında o çevrenin insanını işe almadı, çünkü normal
bir ücret ödemesi gerekirdi. Bunun yerine ta binlerce kilometreden
Şikago'dan falan gelen açlar sürüsünü karın tokluğuna bir ücretle
işe aldı.
Zaman zaman televizyonda şöyle bir
haber duyarız: Bir bölgede bir fabrika işçilerin sendikalı olmaları
nedeniyle yeterince kar yapamadığını (yani süper kar elde
edemediğini) belirtip kapılarını kapayacağını söyler. Hemen
politikacılar ve kitle iletişimi yaygaraya başlar: Aman kapatmayın,
bir sürü aile işsiz kalacak. Fabrika hemen demeç verir: Biz
yıllardır burda binlerce aileye hizmet etmekteyiz. Biz topluma karşı
sorumluluğumuzu biliyoruz. Fakat ne yazık ki içinde bulunduğumuz
şartlarda kapanmak zorundayız. Hemen ardından sendika ve
politikacılar firmanın yükünü azaltmak ve kapanmasını önlemek için "ücret
azaltma" veya "ücret dondurma" teklifiyle gelirler. Sendikanın ve
politikacının en önde gelen amacı kendi çıkarına hizmettir,
işçilerin insanlık durumu umurlarında bile değildir. Firma da
kendinin ne kadar iyi ve insancıl olduğunu ispat etmek için teklifi
kabul eder. Zor durumda olan firma (yani süper kar yapamayan firma)
böylece insanlığını ve çevreye karşı sorumluluğunu sürdürerek
fabrikayı kapamaz. Kapitalist kurtarıcı olur!
Büyük firmalar fukaralara elini
uzatır, yardım kurumları açar ve bu tür kurumları destekler.
Üniversitelere, kütüphanelere, evsizler ve düşkünler yurtlarına ve
hastahanelere yardım eder. Fukaralara yardım "yemekleri" ve "kokteylleri"
verir. Bu partilerde zenginler en seksi ve moda giysilerini giyip
boy gösterir. İnsancıl konuşmalar yapılır. Kapitalist yaptıkları
iyilikler nedeniyle övünür. Böylece kapitalizm koruyucu melek olur!
Bu yolla koruyucu melekler kendilerine ve başkalarına kapitalistin
oynadığı meleklik rolü düşüncesini işler. (Uyuşturucu maddeleri
okullardaki çocuklara bile satan en adi bir yaratık olarak
nitelenmesi gereken mafya başlarını bile "baba" olarak nitelemek
miğde bulandırıcı birşeydir. Millet bu insanlıkla en küçük bir
ilişkisi olmayan çirkef yaratığa bile gıptayla bakar. Bu gıptalı
bakış ne zaman ki bu "baba" babalığını kaybedip güçsüz biri haline
gelir, hapse atılır, mafya ailesi talan edilir, o zaman tam aksine
değişir. Çünkü adam şimdi hiçbirşeydir. Kapitalist kazara iflas
falan ederse neden intiharı seçer? Bir nedeni de bu "kaybetmişlik
psikolojisi" ve "kaybedene" karşı olan tutumdur. Kapitalist "beş
para etmez" sefiller sürüsünün ona yönelteceği bakışları ve
uzatacağı dilleri asla kendine yediremez. "Onlar gibi çalışıp yaşama
şerefsizliğini" kendinde bulamaz ve kendini gebertmeyi daha uygun
görür. Bu "intiharı seçme" de halk tarafından çok olumlu bir şekilde
ve sempati ile karşılanır. Halk güçlünün kendisi gibi olmasına
dayanamaz. Annemin falan seyrettiği aşk-gözyaşı dizilerinde böyle
birşey oldu mu, seyirciler gözyaşlarını tutamazlar.)
Soyulanlar ise rekabette kaybetmiş,
başarılı olamamış, tembel, motivasyonu olmayan, birbirini soyan ve
öldüren, değersiz insanlar olarak görülür. Bu düşünceyi soyulanlar
da benimserler. Bu benimseyiş de soyulanları soyanlara gıptayla
bakmasına, "beautiful people" (güzel insanlar) dendiğinde zengin ve
meşhurları aklına getirmesine, kendi gibilerden nefret etmesine,
sürekli kendinden başkası olabilmek için olmak-istediği-başkasının
tükettiklerini tüketmeye çalışmasına, aşağılık duygusuna ve
durumunun tek sorumlusunun kendisi olduğuna inanmasına yol açar.
Büyük çoğunluk bunun bilincinde bile değildir. Rüzgarlara kapılmış
kuru yaprak misali moda, soda, politika rüzgarlarının önünde
sürüklenip debelene debelene giderler.
Amerikan halkına (ve dünya halklarına)
işlenen bir diğer düşünce biçimi de "bizim durumumuz gene de
dünyadaki diğer yoksul insanlardan çok daha iyi" düşüncesidir. "Biz
herkesten daha iyiyiz" düşüncesi evinde soğuktan titreyen ve
açlıktan midesi burkulan insanların kafasından geçince,
kendilerinden daha kötü durumda olanlar olduğunu düşünüp sevinirler,
daha doğrusu tanrıya daha kötü durumda olmadıkları için şükredip
kendilerini avuturlar. Ta 1968'de, Hunger USA (Açlık Amerika) adlı
araştırma "Amerika'daki yoksulların üçüncü dünya ülkelerine göre
durumları iyidir" düşüncesinin tabansızlığını açığa çıkardı: O zaman
açlık ve kötü beslenmeden acı çeken 12 milyon insanın durumunun
Pakistan ve Türkiye gibi ülkelerdeki aç ve kötü beslenen insanlardan
farklı olmadığı görüldü. Amerika'da erkeklerin yaşam ortalaması
dünyanın diğer 18 ülkesinden daha azdır. Çocukların ölüm oranı on üç
diğer ülkeden daha kötüdür. Birçok çocuk doğarken ölmektedir.
Doğarken ölen çocuk sayısı diğer onbir ülkeden daha fazladır. Dört
aileden biri normal standartların altında evlerde yaşar.
Milyonlarca çocuk okullarda fukaralara verilen yemeklerden
faydalanarak karınlarını doyurabilmektedir. Sokaklarda, sığınaklarda,
terkedilmiş arabalarda, karton kutular içinde, parklarda 3 ile 5
milyon arası insan yaşamaktadır. İnsanlar çöp kutularında yemek
bulmak için farelerle yarışmaktadır. New York'taki farelerin
büyüklüğünü görsen ödün kopar.
Amerikan (ve diğer ülkelerin)
halklarına aşılanan bir diğer düşünceye göre Amerika'da inşaat
işçileri ve çöpçü bir kollej profesöründen veya bir okumuştan çok
daha fazla para kazanırlar. Keşke kazansalar, haklarıdır, çünkü
onlar daha ağır ve riskli iş yaparlar. Madende çalışan işçiler
gerçekte en çok para kazanan insanlardan biri olmalıdır. O tehlikeli
ve zor şartlarda çalışmanın ödülü en yüksek ücret olmalıdır.
Madenlerin üstünde, dışarda ofislerinde rahatça çaylarını
yudumlayanların maden işçilerinden çok daha az para yapmaları
gerekir. Okula gitmek ve okumuş olmak bir maden işçisinden veya
tehlikeli işleri gören insanlardan fazla kazanmayı asla gerektirmez.
Tabi çok para kazanma kabiliyet, hayatını riske koyma, zor şartlarda
iş yapmayla değil de "sermaye" ve dalevera, rüşvet, sahtekarlık,
dolandırıcılık gibi "aklını ve fırsatları kullanmayla" ölçüldüğü
için, ve en önemlisi alın teriyle para kazanmak kapitalist düşünü
tarzı için aşağılık birşey olduğu için, alın-teri harcayanlar değil
alın-teri hırsızları daha çok para yapar. (Alın teri hırsızlarını
sadece kapitalistler olarak düşünmeyelim: Sendika, her türlü siyasal
parti ve örgütlerin yüksek ücretli düzenbaz bürokratları buna
dahildir). Amerika'da ücreti yüksek olan inşaat işçisi yılın on iki
ayı iş asla bulamaz. Yılı bazen çalışarak, bazen işsiz olarak geçer.
Otomobil işçileri de Amerika'nın "işçi aristokratları" olarak
gösterilir. Otomobil işçileri işçi sınıfının sadece küçük bir
bölümünü oluşturur. Büyük bölümü ailesini besleyebilmek için uzun
saatler çalışır, bazen iki işte çalışmak zorunda kalır. Amerika'da
iç göç oranı fazladır. Bunun en büyük nedeni insanların iş bulma
arayışındandır, zevklerinden değil.
İnsanlar süper kar yapma peşinde olan
sermaye tarafından az ücretle çalıştırılır. Yüksek kira toplayarak
gelirini artırmak isteyen ev sahipleri tarafından bu insanların
elinden kazandıkları paranın yarısından çoğu alınır.Tarımda ve yiyecek endüstrisinde yiyecek fiatlarının düşmemesi için
ve böylece dev firmaları korumak nedeniyle devlet halkın parasıyla
bu firmaların ürünlerini atmak için satın alır (bir kısmını
depolarda saklar, ve sonra atar veya bizim gibi ülkelere bağışlar).
Bu firmalar bu şekilde bir kar ederler. Bu karın üzerine ellerinde
geri kalan malı yüksek fiatlarla dağıtır ve satarlar. Burdan da
süper kar yaparlar. Millet yağ, domates, portakalı pahalı olduğu
için alıp yiyemez. Öte yandan devlet halktan topladığı vergilerin
parasıyla fiatları düşürmemek için domatesleri, portakalları,
marulları, yağları satın alıp dağlar oluşturan çöplüklere veya
denize döker. Halk da pahalılık nedeniyle, sebze ve meyva alıp
yemeyi azaltır.
Yoksulluk Amerika'da her yerdedir.
Bazı yerlerde çok bazı yerlerde az. Tarım alanlarında bu yoksulları
tarım işçileri ve küçük çiftçiler oluşturur. Dağlık yörelerde işsiz
kömür maden işçileri ve bu işçilerin oluşturduğu köy ve kasabalar ve
kentler. Endüstrisel kentlerdeki kalitesiz işçiler ve sendikasızlar.
Amerika'da sendikasız işçiler işgücünün % 85'ini oluştururlar.
Demokrasi dediğin böyle olur. İşçi sendikası da ne demek! rekabet
var, eşitlik var! Sendikalaşmak komünizm gibi birşeydir! Demokrasiye
aykırıdır! Enflasyona sebep olurlar! Sendikasız işçiler az bir
ücretle ofislerde, otellerde, restoranlarda, hastahanelerde, çamaşır
yıkama yerlerinde, mağazalarda ve giyim-dikiş yerlerinde çalışırlar.
Yoksulluğun yoğun olduğu bir gurup da
ihtiyarlardır. İhtiyarlar yoksullar için ayrılmış "projelerde"
yaşarlar. Bu projeler 15-20 katlı binalardan oluşmuş geniş bir alanı
kaplayan bloklardır. Yani, bir semt. İhtiyarların atıldıkları bir
diğer yer de "yaşlı evleridir." Amerika'da ihtiyar olmak, zengin
değilsen, ölümden de beterdir. İnsanlığa beş paralık kıymet vermeyen
BENcillik sisteminde ihtiyarlar, saygıyla, sevgiyle, hürmetle, bizim
bugünümüzü hazırlayan değerli insanlar olarak bakılmaz, tam aksine
yok sayılır, bir kenara itilir, terkedilir, deprasyona ve yalnızlığa
mahkum edilir. Çocuklar ve gençlik ise dağlara çıkarılır: Neden?
Çünkü çocuklar ve gençlik hem şimdinin hem de yakın geleceğin
tüketicileri de ondan. İhtiyarlar ise endüstride kullanılmış, işi
bitmiş, suyu sıkılmış, bir artıktan başka birşey değildir.
Amerikanın bütçe açığı gitgide
artmaktadır: 1989'da 153.3 milyar, 1990'da 220.5 milyar, 1991'de
268.7 milyar. Fakat Amerika'da zenginler daha da zenginleşmektedir.
Bütçenin parası nereye gidiyor? Military-sivil-endüstriyel komplex
denen savaş endüstrisi ve diğer endüstriler ceplerine indiriyorlar.
Öte yanda nüfusun önemli bir bölümü çalıştıkları halde sefalet
içinde yaşıyor. Demokrasi dediğin böyle olur!
1991 Yılında sefillik seviyesinde
yaşayan, yani resmi hesapla yılda 13,924 dolardan az para yapan
insan sayısı 35.7 milyon idi. 1990 ile 1991 arasında yoksulların
sayısı 2.1 milyon (% 14.2) arttı. Bu bir yıldaki % 14.2 artış oranı
çeşitli guruplar için farklıdır: Beyazlar arasında yoksulluk oranı
% 10.7'den % 11.3'e, zenciler arasında % 31.9'dan % 32.7'ye ve
ispanyollar arasında % 28.1'den 28.7'ye yükseldi. Sefaletin en çok
arttığı bölge de % 16 artışla fakirliğin yaygın olduğu güney
eyaletleridir.
1990'daki dağılıma göre, Amerika'da
nüfusun % 80'i gelirin % 55.8'ini paylaşırken, nüfusun % 20'si
gelirin % 44.2"ünü alıyor. Elimizdeki verilerle, durumu aşağıdaki
tabloyla biraz daha aydınlatıcı bir duruma getirelim. Not: Yıllık
gelir, nüfus en azdan en fazlaya dogru beş bölüme ayrılarak
sunulmuştur. Yılda 102,823 dolardan fazla geliri olanlar üst yüzde
beşe dahil edilmiştir.
Yıllık Gelir (1990)
|
yüzde payı
|
Yüzde toplamı
|
En fazla 17,000 dolar
|
4.5
|
4.5
|
17,001 - 29,111 arası
|
10.6
|
15.1
|
29,112 - 43,000 arası
|
16.6
|
31.8
|
43,001 - 62,991 arası
|
24.1
|
55.8
|
62,992 ve fazlası
|
44.2
|
100
|
102,824 ve fazlası
(nüfusun üst % 5'i)
|
17.1
|
1991'de fakirlerle zenginler arasındaki fark
daha da arttı: Nüfusun zengin kesiminin (üst % 20) total gelirden
aldığı pay % 44.2'den % 46.5 yükseldi. Yüzde birlik bir yükseliş
bile milyarlarca dolar eder. Fakir kesiminin (alt % 20) aldığı pay
ise % 4.5'dan % 3.8'e düştü. Peki Fortune 500 firmalarına sahip
veya bu firmalarda milyarlik hisseleri olanların aldığı paya n'oldu?
Median denilen ortalama alınarak eritildi. Amerikanın sahipleri
yılda 100 veya ikyüzbin dolar yapanlar değildir.
Yukardaki tablo'dan da gördüğünüz
gibi, nüfusun yüz bin doların üzerinde para yapan yüzde beşi gelirin
17.1'ini almaktadır. Acaba? Diğer bir deyimle, nüfusun % 95'ı
gelirin % 82.9'unu paylaşmaktadır. Ama ne paylaşma! Bu sadece Nüfüs
Bürosuna nüfus sayımında belirtilen. Yani ne denli doğru olduğu
şüpheli.
1990'da sefillerin hemen hemen üçte
birini (12.5 milyon) kocasız evler oluşturuyordu. Yani sefilliğin
yükü bu evlerdeki kadınlar kendi başlarına çocuklarıyla birlikte
çekiyorlar. Sefillerin 22.3 milyonunu beyazlar oluşturmaktadır. Bu
total beyaz nüfusun % 10.7'sidir. Zenciler ise 9.8 milyondur. Bu da
zenci nüfusun % 31.9'udur. yukarda da belirttiğimiz gibi, bu oran
1991'de artmıştır. Sefaletle birlikte, bunun acısını çeken çocuk
sayısı da artmaktadır. 1980'lerde bu artış % 22'idi.
Devletin kıstası bilmeyenler için
yanıltıcı yorumlar ortaya çıkarır. Yanıltıcı olmayan yorum: Amerikan
halkının büyük çoğunluğu gerçekte yarınından emin olmayan ailelerdir.
Herhangibir felakette, iş yerinin kapanması durumunda, işini
kaybetmesi halinde, ciddi bir hastalık olduğunda, evi varsa evinin
bile elinden alınması ve kendini işsizlik sigortası bittikten sonra
bir sene içinde sokakta bulması tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu
senaryo son yıllarda sık sık tekrarlanmaktadır: İşlerini ve evlerini
kaybetmek asla akıllarına bile gelmeyen birçok kişi, felaketle
karşılaşmaktadır. Ömürlerinde bir kez bile işsizlik sigortasına
gitmemiş, sigortaya gidenleri hor gören kişiler kendilerini işsizlik
sigortasının uzun kuyruğunda bekler bulmaktalar. Sigorta da bitince
durumları daha da kötüye gider. İnsanlar kendilerini birden bir ev,
araba ve rahat hayattan fakirlere çorba dağıtan kiliselerin önünde
soğuktan titreyerek karnını doyurmak için bekler bulmaktadır.
Sefalet bu istatistikle gösterilenden
çok daha fazladır: Sefalet seviyesini devlet 4 kişilik bir aile için
13,924 dolar olarak tesbit etmiş. Bu sefalet seviyesi değil,
sefaletin sefaleti seviyesidir gerçekte. Yani, dört kişilik bir aile
yılda bırak 14,000'i 20,000 dolar yaparsa, sefaletten kurtulur mu?
Kurtulmaz, gene sefil kalır. Kaba bir hesap yapalım:
Zorunlu temel giderler 4 kişilik aile
-------------------------------------- --------------
sosyal sigorta ve vergiler
2,000
İki yatak odalı çok ucuz bir ev kirası
6,000
eski arabaya benzin (çok ender alsın)
500
İşe gidiş geliş
500
Külüstür arabayı sigorta ettirmesi
şart (en az) 500
elektrik, gaz, telefon
(minimum) 700
Günde herkes iki kola içse ki içer
1,500
haftada bir kilo bir meyva
200
günde bir ekmek veya benzeri
350
yumurta (minimum, haftada bir)
400
süt, çay, kahve, şeker
(minimum) 300
sefalet akşam yemeği
(minimum) 3,500
yılda bir ucuz ayakkabı dört kişi
100
Zorunlu okul masrafları (bedava okul)
200
Sefalet giyeceği (çorap, atlet,
don) 300
sigara (bir paket günde) 1,000
aspirin, soğuk ilacı vs
50
sabun, traş jileti gibi şeyler
100
Tuvalet kağıdı
50
mutfakta sürekli tüketilen malzemeler
150
çamaşır yıkama (iki haftada bir)
150
Toplam (kabaca)
20,500
Gerçekte 20,000 geliri olan 4 kişilik bir
ailenin vergiye, ev kirasına, sefil bir şekilde giyinip, yiyip,
içmeye, yani temel ihtiyaçlarını karşılamaya harcadığı paradan sonra
elinde hemen hemen hiç para kalmaz. Ucuz bir üniversiteye giden
talebenin yıllık temel harcaması 10,000 dolara yakındır. Bu ailenin
bana göre sefillik seviyesinden kurtulması için en az 25,000 dolar
yapması gerekir. 13000 dolarla bir kişi bile kendini geçindiremez.
Bir kişi için sefalet tavanı 1990'da
6682 dolar, ve iki kişi için ise 8509 dolar olarak tanımlanmıştır.
Bu parayla bir veya iki kişi kiralarını ödedikten sonra temel
ihtiyaçlarını bile karşılayamazlar. Bu para New York gibi kentlerde
ev kirasını bile karşılayamaz. Bir odanın kirası en az 450 dolardır
ve bir yatak odalı ev ise en az ayda 600 dolardır. Yani devlet
organlarının sefalet tanımlaması sefil bir tanımlamadır. Düpedüz
siyasal uyutmacadır. Sefaletin sayısını ve derecesini gizlemedir.
Zaten devlet organlarının bu istatistiklerinin geçerliliği her zaman
soruşturulmuş ve kabul edilmemiştir.
Resmi istatistiklere göz attığımızda
1960'dan 1975'e kadar sefaletin 39.9 milyondan 25.9 milyona
düştüğünü görürüz. 1975-1991 arasında ise 25.9 milyondan 35.7
milyona çıkmıştır. Tabi aklımıdan şunu çıkarmayalım, bu sayıları
tayin eden resmi sefalet tanımıdır ki bu tanım zaman zaman
politikaya göre değişir. Gerçekte, sefalet bu sayıların çok
üzerindedir.
1984'de New York'ta doğan çocukların 3
de 1'i sefalete doğuyordu. Şimdi bu miktar daha da arttı. Evli olup
da kocası terketmiş olanların ortalama (median) geliri 1989'da
16.442 dolardı. Bu miktar Zenciler ve ispanyollar için sefalet
tavanının 2,000 dolar kadar altındaydı.
Bizde televizyonda gösterilen Amerikan
aile-komedisi BUNDY gibi programlardaki aile ve yaşam biçimi, kadın
ve erkek ilişkisi, abartmadan başka birşey değildir. Bundy'nin
eşinin ev işindeki bilgisi, ilgisi ve tutumu Amerikan McDonalds
gibi "junk" yiyecek firmalarının arzusunun, (yani kitle tüketimi
gerektiren kitle üretiminin), bir ifadesidir. Amerikan işçi aileleri,
hatta iyi durumda olanlar bile, evde yemek pişirmeyip, dışarda yemek
yiyebilecek güce sahip değildir. Yani ailece gidip bir lokanta'da
akşam yemeği ancak çok önemli kutlamalarda falan olur. Ne yazık ki
çocuklu aileler "junk yiyecek" firmalarının kurbanıdırlar: Çocuklar
"junk yiyecek" için deli divane olurlar. Aileler de bunun yarattığı
sıkıntıyı çekerler. Amerikan kadınını ne yemek pişirmesini bilmeyen
ve sekssizlikten başı dönmüş Bundy'nin eşi, ne de yanlış beslenmenin
neticesi şişman Roseanne temsil eder. Bu kadınlar işçi sınıfının
kadınını temsil etmez. Bu kadınların davranışı ve düşünü tarzı
tüketim endüstrilerinin arzularını ve çıkarlarını temsil eder. İşçi
sınıfının kadını bir kere o tür bir evde yaşayamaz. İşçi sınıfının
kadını gününü zevkle eğlenceyle, gevezelikle geçirecek bir durumda
da değildir. Hem evde, hem de dışarda, kaba deyimle eşşek gibi
çalışarak gününü geçirir. Bundy gibi, adam ayakkabıcı dükkanında
ayakkabı satıcısı olacak, karısı çalışmayacak, iki tane çocukları
olacak ve öyle bir evde yaşayacaklar? Bırak öyle bir evde yaşamayı,
yiyecek ekmek ve içecek çorba bile bulamazlar! Onların yaşadığı ev
gibi bir evde yaşamak ayakkabı dükkanında ayakkabı satmayla asla
alınamaz. Banka kredi bile vermez. Yaşadıkları ev onların ana ve
babalarından kalmış ev bile olsa, bazen vergiler o denli yüksektir
ki vergisini bile ödeyemezler. Öyle Amerika'da Bundy ve Roseanne
gibi kişilerin yaşadıkları bir evde yaşayabilmek için o evin
gelirinin çok iyi olması gerekir. Bunu da ancak işçi sınıfının iyi
para kazanan küçük üst tabakası yapabilir. Tabi erkek kazandığı
parayı at yarışına yatırmıyorsa. Geniş kitleler Bundy ve Roseanne'in
yaşadığı bir evi ancak rüyalarında veya televizyonda görürler.
Roseanne'in evinin döşeniş tarzı gerçeğe daha yakın ve işçi
sınıfının yaşadığı kiralık evleri andırıyor.
Birçok yazarlar, gazeteciler ve bazı
sosyolojistler kızılderelilerin, kentdeki insanların, tarım
işçilerinin ve dağlık bölgedeki sefil insanların durumlarını, bu
insanların "çalışma heveslerinin" olmamasına, tembel olmalarına,
devlet yardımıyla sefil bir hayata alışmalarına yormaktadır. Bu
insanların devletin kesesinden yardımla yaşamayı kendilerine hayat
tarzı seçtiklerini söylerler. Yapısal ve yöresel olanak ve fırsat
yokluğunun ana neden olduğuna değinmezler bile. Egemen kültür
anlayışına göre, sefilliğin nedeni sefilin kendisidir. Sefiller
olduğu için sefillik var: Bu sefilleri at ülkeden, zencileri
Afrika'ya, Texaslı-Meksikalıları Meksika'ya, Puerto Rico'luları
Puerto Rico'ya, Haitilileri Haiti'ye, Güney Amerikalıları Güney
Amerika'ya geri gönder, bak hiç sefillik kalır mı! Amerikayı
mahveden yabancı fikirler ve yabancılardır. Yoksa, Amerika şahane
bir yerdir.
Sefilliği bu şekilde anlayan ve
yorumlayan kültür sefil bir kültürdür. Gelelim açlığa: Sefaletin
en belirgin bir yanı açlıktır. Açlık yiyecek bulamama, az bir
yiyecekle veya yiyeceksiz gün geçirmedir. "Yarın yiyecek bulabilecek
miyim?" diye kabuslar görmedir. Amerika'da anneler sofraya
koydukları pilav ve kuru-fasülyeyi çocukları yesin diye kendileri
patlamış mısır yer (karnı doldurur), bol bol su ve demli çay içer (açlığı
bastırır). Aileler eğer bulursa iki ayda bir et yer. Çocuklar
açlıkla nasıl mücadele edileceğini aç kalarak öğrenirler.
Amerika'da ailelerin yiyecek ekmeği
bulamaması ve her gün ölmemek için çabalaması özellikle dört büyük
yörede olmaktadır: Fakir tarım alanlarında çalışanlar ve küçük
çiftçiler, dağlık yörelerde yaşayanlar, kızıldereli kamplarındaki
kızıldereliler, ve kentlerde farelerle yarışanlar.
Açlığın en kötü kurbanları da
çocuklardır. Community Childhood Hunger Identification Projects'in
bulgularına göre, Amerika'da 12 yaşında aşağı çocukların 5.5
milyonu her gece aç yatağa gidiyor. 11.5 milyon çocuk ise aç veya
açlık tehlikesinde. Michigan Eyaletinin 40,000 nüfuslu Pontiak
kasabasında yapılan bir diğer araştırmada, kasabadaki ailelerin %
29'unun (2,000) 12 yaş altındaki çocukları aç. Kasabada okulda sabah
1200 aç çocuğa kahvaltı verilmektedir. Minnesota'nın Hennepin
kasabasındaki bir araştırmada ise ailelerin % 37'sinin çocuklarının
aç olduğu ve yüzde 43'ünün açlık tehlikesiyle karşı karşıya olduğu
bulundu. Aç çocuklar hem tarım hem de endüstri alanlarında, heryerde
iç burucu bir yaşam sürmektedirler.
KIRSAL KESİMDEKİ
AÇLIK
Aç çiftçiler
Belleville kasabası, Kansas, 1984:
Tarım ürünleri üretimiyle geçinen bir kasaba. Köylü Larry Baxa.
Larry'nin evinden 5 mil uzakta verimli büyük firmaların tarlaları
var. Fakat Larry küçük çiftçi ve bütün küçük çifçiler gibi Larry'de
ailesinin karnını doyuramıyor. Çocukları aç. Yüz sene önce ağaçtan
yapılmış eski evinde buzdolabının içi boş. Kansas'taki yüzlerce
tarım aileleri ve Amerika'nın Orta Doğusundaki binlerce aile gibi,
Larry'nin ailesi de, aynı kovboy filmlerinin bazılarında gördüğümüz
gibi, çiftliklerini kaybetmemek için borçlu oldukları banka ve
kreditörlere gerekli ödemeyi ailenin yemek gibi temel
ihtiyaçlarından kısarak yapmaya çalışıyor. Tarım bölgelerinde
makinesi ve büyük toprağı olan birçok aile-çiftçisi var. Bu
çiftçiler Çoğu kez ancak makinelerinin taksidini ve aldıkları
kredinin faizini ödeyebilmektedirler. Yani kazançlarını bankalar
düpedüz ellerinden alıyor. Kansas'da yaşayan çiftçiler için bu
1970'lerin ortasında başlayan bir durum. Bu yörenin küçük çiftçileri
son onbeş yıldan beri açlığın ne olduğunu öğreniyorlar. Böylece
Amerika'nın Appalachia, güneyin en güneyi ve güney-batının aç
ailelerle dolu bölgelerine bir bölge daha katılmış oluyor.
Çiftçiler ve kasabalardaki fukaralar
kendi kasabalarında insanca yaşayabilecek bir gelire sahip
değildirler ve şehre gidemeyecek kadar da yoksuldurlar. Şehre
gelseler bile, kentlerdeki işsizlikle kendilerini yüz yüze bulurlar.
Kiliseler ve yardım örgütleri bu insanlara yemek vererek aç ölmeden
günlerini geçirmelerini sağlamaktadır. Larry'nin durumu 1970'lerde
iyiymiş. Fakat sonradan sıkıntılı günler gelince karısı dayanamamış
ve iki yıl önce çocukları Larry'e bırakıp terketmiş. Larry "köpek
gibi" çalıştığını fakat gene de çocuklarını geçindirecek gelir elde
edemediğini söylüyor. Çocukların yeterince yemek yemediklerini,
bazen küçük çocuğunun "baba, ben açım" dediğini anlatıyor.(Örneğin,
Sep 26, 1984, New York Times haberi daha geniş bir bilgi vermektedir.).
Amerika'da 1991'de 2.1 milyon çiftlik
vardı. 1940'daki bu sayının üç misliydi. Yani çiftlik sayısı tarımda
makineleşme sonucu büyük firmaların eline geçerek gitgide azalmıştır.
Çiftliklerin büyüklüğü de tam aksine artmıştır ve artmaktadır:
1940'da bir averaj çiftlik 168 dönüm iken 1992'de 468 dönüme çıktı.
Bu, küçük çifçilerin ya büyümek ya da yok olmak seçeneğiyle karşı
karşıya kaldığını ve çoğunlukla yok olduğunu işaret eder.
Çiftliklerin çoğunluğunu küçük
çiftlikler oluşturur, fakat tarımdaki satışlardan elde edilen
gelirin yalnız yüzde onu kadarı bu çiftçilerindir. Büyük geliri
büyük firmalar elde eder. Yani büyük çiftlikler büyüyüp daha verimli
hale geldikçe, küçük çiftlikler de gerilemektedir. Tarım alanındaki
sefaletin merkezi Güney, Pasifik Kuzey batı, Rocky Mountains bölgesi
ve New Meksiko'dur. Bu bölgelerdeki insanlar geçimlerini
çiftçilikten yaparlar, fakat yaptıkları tarımla elde ettikleri gelir
bu ailelerin karınlarını bile doyurmaya yetmez.
Sefil tarım işçileri
Bu çiftçiler yanında, tarım
işçilerinin de durumu sürekli kötüye gitmektedir. iki türlü tarım
işçileri vardır: tarım bölgesinde yaşayan yerleşik işçiler ve
mevsimlik göçebe işçiler. 1940'da total 51.7 milyon işçinin 9.0
milyonu tarım işçisiydi. 1991'de toplam işçi sayısı 116 milyondu ve
bunun yalnız 2.8 milyonu tarımda çalışıyordu. (Tabi bu sayıya
tarımda kitleler halinde kullanılan kaçak milyonlarca işçi dahil
değildir). Bu, total işgücünün yalnız % 2.5'dur. 1992 yılının
ikinci yarısında tarımda işsizlik oranı % 12.4'e ulaştı.
Sorun yalnız işsizlik değildir. Sorun
çalışan işçilerin ücretlerinin korkunç derecede düşük olması ve
tarım işçilerinin hayvanlardan bile kötü insanlık dışı, insan
haklarının hunharca çiğnendiği, çalışma ve hayat şartlarıdır: Susuz,
elektriksiz, tuvaletsiz kulübelere üstüste yatacak şekilde
tıkılırlar. Tarım işçileri 1976'ya kadar işsizlik sigortası
alamıyorlardı. Asgari ücret kanununa da dahil değildirler.
Dolayısıyla çoluk çocuk beş kuruşa uzun saatler çalıştırılırlar.
Bugün çoğu asgari ücretin altında çalışır. Kanunlara göre tarım
işçileri sendika da kuramaz. Neden? Çünkü Amerika'da insan hakları
var, ve tarım işçileri (Chicanolar, Teksaslılar, Meksikalılar,
Filipinliler, Porto Ricolular, Zenciler) insan tanımı içine girmez
de ondan! Bu hak yalnız kaliforniya'da 1975'de tanındı. Fakat
kaliforniya'da bile işçilerin çoğu sendikasızdır. Tabi mevsimlik
tarım işçilerinin durumu daha da kötüdür, çünkü göçebedirler ve
kolay sömürülmeye daha da yatkındırlar.
Kanunlar sermaye tarafından çiğnenmek
için yapılır. İşçilere işsizlik ve sağlık sigortası ve diğer gerekli
şeyleri ödememek için, kendini sahip-sanan yüksek ücretli üniversite
bitirmiş menejerler kanunu kendi çıkarları yönünde bükme yolları
arar ve bulurlar: İşçileri işçi olarak nitelemez, özel kontratçı
olarak nitelerler ve böylece işçileri işçi niteliğinden çıkararak
efendilerinin cebine giren parayı artırırlar. Veya taşeron
kullanırlar.
Tarım işçilerinin çoğunluğu "mevsimlik
göçebe" işçidir: Tarım teknolojisi büyük ölçüde makineleşmiştir, bu
da tarımda işsizliğe neden olmuştur. Fakat ne denli makineleşirse
makineleşsin ürünleri toplama zamanı geldiğinde, kısa bir süre
kullanmak için büyük işçi kitlelerine ihtiyaç duyarlar. Bu nedenle
güneyde Zenciler ve Teksaslı-Meksikalılar ve Kaliforniya'da beyazlar,
ve hemen her yerde Meksikalı kaçak işçiler hayvan sürüleri gibi
kamyonlara doldurulur ve saati birkaç dolara tarlalarda gün
doğuşundan gün batışına kadar çalıştırılır. Bu insanların yattıkları
yerde ne su, ne de tuvalet vardır. Tahta barakalarda yatarlar. bazen
bir barakada asker barakası gibi kırk elli kişi yatar. Hiçbir sağlık
sigortaları da yoktur. Bu insanlar sebzeden meyvaya kadar her türlü
yiyecek ürünlerini toplarlar. Ve bu bolluk içinde açtırlar ve sefil
bir hayata mahkum bırakılmışlardır. Sermaye onları insan yerine bile
koymaz. Sermayenin hayvanları, örneğin atları, bu insanlardan bin
kat daha iyi beslenirler ve bin kat daha rahat hayat sürerler.
Kaliforniya tarımı Amerikanın en
zenginidir. Kaliforniya'nın dev çiftliklerinde çoğunlukla Beyazlar,
chicano'lar, Filipinliler ve kaçak meksikalı işçiler günde on iki
saat kadar kızgın güneş altında çalışırlar. Sadece erkekler değil
kadın ve çocuklar da çalışır. Kadınlar küçük bebeklerini de
getirirler. Onları tarlaların başlarında yapma beşiklerde bırakarak
çalışmaya giderler. Öte yandan, Kaliforniya'da mahalleler vardır. Bu
mahallelerin hemen her evinde özel uçak garajı. Garajda da uçak.
Sabah işe arabayla iki saat sürüp gitme yerine, uçak kullanarak 30
dakikada gidilir.
Göçebe işçiler güneyden gelirler ve
kuzeye doğru yayılırlar. Florida eyaletinin kırsal kesiminde yaşayan
zencilerin % 60'ı kuzeye (Carolina, Nort Carolina ve ta New York'a
kadar çalışmak için gelirler. Zencilerin yanında doğu bölgesinde
Meksikalılar, Haitililer ve Puerto Ricolular da gelirler. Meksikalı
kaçak işçiler, Amerikalı-Meksikalıların çoğu ve Teksaslılar
çoğunlukla orta-kuzeye ve Kaliforniya tarafına iş bulmaya giderler.
Özellikle Kaliforniya taraflarında bu işçiler ilk baharın başından
sonbaharın sonuna kadar çalışırlar.
Dağlık bölgelerde açlık
Appalachian dağları Amerikanın doğusunda, bizim
Toroslar gibi denize biraz uzakta ve kıyıya paralel, kuzeyde New
York'un güneyinden güneyde Mississippi eyaletine kadar uzanır. Bölge
13 eyaleti ve 397 ilçeyi içine alır. Bu eyaletler Amerika'daki küçük
Amerika'lardır." Her küçük Amerika'da olan katıksız sömürü,
kitlelerin sefaleti, avuç içi kadar bir azınlığın zenginliği,
adam-kayırma, rüşvet, yolsuzluk, çarpık ve uyuşuk bürokrasi, yaygın
işsizlik buralarda da günlük yaşamın egemen gerçeğidir. Küçük
Amerika sevdasıyla yanıp tutuşanların dikkatine!
Bu dağlar bizim Karadeniz bölgesindeki
dağlar gibi sığ ormanlıktır. Tarım yapma olanağı çok azdır. (Bizdeki
gibi ormanları talan olanağı çok fazladır.) Bu dağlık bölgeye
Appalachian bölgesi denir. Bu bölgede 1800'lerde dağlılar yaşıyordu.
Yaptıkları çoğunlukla avcılık ve bazen de ticaretti. Kendi
kendilerini geçindiriyorlardı. 1865'den sonra kuzeyin kapitalistleri
zengin mineral ve kerestelik ağaçlara (timber) gözünü dikti ve
sermaye bu dağlara gelmeye başladı. Dağları satın aldılar.
Kapitalist maden endüstrisinin gelişiyle bölgenin ilkel ekonomisi
kapitalist ücret-köleliği ekonomisi tarafından yutuldu. Dağları
ormanları satın alıp kömür madenciliğine başladılar.
Doğanın güzelliği büyüleyicidir
Appalachian dağlarında. Doğanın soluk kesici görünüşünü mahveden
maden ocakları ve kasvetli görünüşlü köy ve kasabalardır. Bu
güzellikler arasında insanlar yoksul ve aç yaşar. Bu yerler
Amerikanın en sefil yerleridir. Bu bölgelerdeki yerleşim yerlerinde
birkaç güçlü aile hem özel hem de kamu sektörlerini tamamiyle
kontrolları altına almıştır. Sürekli iş olanakları azdır. Fukaralar
geçici iş bulduklarında çalışırlar, yoksa devlet yardımıyla ve aile
üyeleri arasındaki dayanışmayla geçimlerini sağlayabilmektedirler.
Kömür madenciliği Appalachian bölgesine iş ve umut değil, işsizlik,
düşük ücret ve sefalet getirmiştir. Kömür madenleri çok olduğu için
karı artırabilmenin tek yolu ucuz işgücüydü. Neticede ücretler hep
düşük kaldı. Kömür madenlerinin etrafında maden köyleri oluştu. Bu
köy ve kasabalar madencilere tümüyle bağlıydılar. Madencilere
eğlenceden alışveriş yerlerine kadar bütün günlük servisleri bile
onlar getirdi. Borsada ve dünya pazarında kömürün artış ve inişine
göre insanlar iş buldu veya işini kaybetti. Firmalar heryeri satın
aldıklarından, fakir aileler kendi karınlarını doyurabilmek için
tarım yapma olanaklarından da yoksun bırakıldılar. Gerçi Kentucky
gibi bölgelerde maden işçilerinin ücretleri yüksektir. Fakat burda
bile ailelerin dörtte biri işsizdir.
1960 seçim kampanyasında Johnson
Appalachian bölgesinin en fukara yerlerinden biri olan West Virginia
eyaletinde bir çocuktan "Bir yiyeceği koru planını" öğrendi. Bu
plana göre çocuk bir gün yemeği yemeden geçiriyordu, böylece hiç
değilse ertesi gün normal bir yemek yiyebiliyordu. Bölgeyi
kalkındırmak için 1965'de Johnson bir kalkınma planı imzaladı. Bu
planla 20 yıl içinde 15 milyar dolar "yardım" parası harcandı. 20
milyon nüfusun yaşadığı bu bölgede gene de sefalet hakimdir. Yardım
adıyla fukaralar adına harcanan her kuruşta olduğu gibi bu 15 milyar
özel teşebbüsün cebine gitti ve gitmektedir. Tek yapılan kentler
arası modern yolllardı ki bu da özel teşebbüsü çekeceği bahanesiyle
yapıldı. Özel teşebbüs umulduğu kadar gelmedi. Fakat yollar tabi
özel teşebbüsün taşıma işine yardım etmektedir. Yolların bir diğer
yardımı da, bizdeki gibi, açların bu sefil bölgeden kaçıp kentsel
alanlarda sefalet bölgelerinin oluşmasını kolaylaştırdı.
Bu bölgede yaşayan insanların,
örneğin Logan County'nin, evlerinde ne su ne de kanalizasyon vardır.
Halkın % 40'ının içtiği su tehlikelidir. Bazı yerlerde boş boya
tenekeleri kayalar üzerinden süzülerek damlayan kaynak suların
altına akşamdan konur. Sabah erkenden millet gidip suyla dolmuş
tenekeleri toplarlar. Bu sırada gece yakından geçen kömür
kamyonlarının tozları da bu suya karışır. Bu su milletin içtiği ve
kullandığı sudur.
Appalachian Bölge Komisyonu'nun
raporuna göre, bu bölgede 20 yıl içinde (1965-1985) yalnız 2 milyon
iş yaratılabildi. Fakat işsizlik Amerika'daki genel ortalamanın en
az iki katıydı: Örneğin W. Virginia'da % 13.4, Logan County'de %
18.1 idi. Bölgede kömür madenleri hakimdir ve ocakların kapanması
nedeniyle işsizlik gittikçe artmıştır. 1951'de 400,000 olan maden
işçileri, 1965'de 69,300'e ve 1985'de ise 38,000'e düştü. Kömür
kasabalarından göç eden genç nüfus oto, demir-çelik ve inşaat
endüstrisinde çalışmak için metropollere göç ettiler. Detroit,
Chicago ve Cincinnati gibi büyük endüstri kentlerinin etrafında "dağlılar
gettosu" diye çağırılan gecekondu bölgeleri oluşturdular. Sefalet
gene orda da devam etti.
Yoksul Kızılderililer
Haziran 1994. Güzel bir hava New yorkta.
Altmışbeş yaşında olduğunu söyleyen dinç bir ihtiyar Hilton,
Sheriton ve uluslararası şirketlerin bulunduğu bölgede bir
gökdelenin dibinde oturuyor. Elinde kartondan bir tabela. Tabelanın
üzerinde el yazısıyla şunlar yazılı: NAVAHO KIZILDERELİSİ. EVE
DÖNEBILMEK İÇİN PARAYA İHTİYACIM VAR. "New York'a niye geldin ki?"
diye sordum.
Hata işte.
Ev nerde?
Nort Dakota'da.
Reservasyon da?
Evet. Kendi toprağım ve evim var.
Devlet de yardım eder.
Bu sırada geçen bir zenci genç durdu
ve "sen hala burda mısın, dört aydır gideceğim diyorsun?"
Kızıldereli gülumsedi: "ikiyüz elli
dolar yapınca gideceğim."
Ben "Greyhound 65 dolar falan" dedim.
(Greyhound otobüs şirketidir).
Yanlız değilim eşim de benimle. Ayrıca
külüstür bir minibüsümüz var. Burdan eve gidiş ikiyüz elli dolar
kadar, şimdi yalnız 120 dolara ihtiyacım var gaz ve yiyecek için.
Uzun limozinin yanında dikilen şoför
alaylı atıldı: Gel, ben seni götüreyim. Şoför belki de Hilton veya
Sheritonda iş yapan yüksek kaliteli bir orospuyu bekliyordu.
Kızıldereli "ya ya" diye gülerek karşılık verdi. Bir dolar verip "iyi
şanslar diledikten sonra ayrıldım.
Amerika'da 1990 nüfus sayımına göre 1,878,285
Amerikan kızılderelisi, 57,152
eskimo ve 23797 Aleut yaşıyordu. Kızıldereliler kendileri için
ayrılmış 278 tane Federal Indian Reservations denilen kamplarda
yaşarlar.
Reservasyonlarda yaşayanların sayısı 1,411,435
kadardır. Amerikan kızılderelilerin durumu çok kötüdür.
Kızılderelilerin ortalama % 25'i sefalet içinde yaşamaktadır. Geri
kalanın da bolluk içinde yaşadığını sanmayın. Kızıldereli ailelerin
yüzde ellisi sefalet çizgisinin hemen üzerinde yaşarlar. İyi durumda
olan kızılderelilerden örnek vereyim: Navaho kızılderelilerinin
yaşadığı reservasyonda işsizlik % 35'dir. Navahoların çoğunun evinde
su, elektrik ve telefon yoktur. Kamp evlerinin ve çevresinin
görünümü bile bu sefaleti yansıtır. Navaholar 1860'da bizim
Türkiye'de heyecanla okuduğumuz sahte-kahraman Kit Karson tarafından
Fort Sumner denilen kaleye hayvan sürüsü gibi tıkıldılar.
Topraklarının çoğu ellerinden alındı. Fakat o zaman bu topraklar
beyazların işine yaramadığı için, çoğu Navaholulara sonradan geri
verildi. Bugün Navaho reservasyonu 67,000 km karedir. 220,000
nüfuslu Navahoların 180,000'i bu reservasyonlarda yaşar. Her
kızıldereli kabilesi Navaholar gibi şanslı değildi. Çoklarının
toprakları ellerinde alındı. Yaşanması zor yerlere sürüldü, ve
öldürüldü. O zamanlardan beri olan ve Amerikan devletinin
kızıldereli işleriyle uğraşan departmanı "Bureau of Indian Affairs"
her zaman uygunsuzlukla, düzenbazlıkla, hırsızlıkla, üçkaatçılıkla,
duygusuzlukla, anlayışsızlıkla ve kızılderelileri kazıklamakla
suçlanmıştır.
İçki içmek birçok reservasyonda
yasaklanmıştır. İşsiz kızıldereliler ve gençler reservasyonlara
yakın kasaba veya köylerdeki barları doldururlar. Kızıldereliler
arasında içki çok yaygındır. İçer zil zurna sarhoş olurlar.
Reservasyona motorsikletlerini veya külüstür arabalarını sürüp geri
dönerken kaza yapıp başkalarının ve kendilerinin hayatlarının
kaybolmasına sebep olurlar. Zaman zaman NEw York Times bu tür "acıklı"
hikayeler yazar: Kızılderelilerin sanki başka sorun ve dertleri yok
gibi!. Sanki kızılderelilerin durumunun nedeni içkiye karşi zaafları
gibi...
1975'e kadar Amerika'nın politikası
kızılderelileri diğer ırklara yaptıkları gibi genel nüfusun ve
egemen ideolojinin içinde "eritmekti." Fakat kızıldereliler sürekli
direndiler. Kendilerini "istila edilmiş bir ülkenin insanları"
olarak gören kızıldereliler, 1975'de kendi reservasyonlarında\kamplarında
kendi yerel idarelerini kurma hakkına sahip oldular. Yani
konsentrasyon kamplarında kendileri kendilerini idare ediyorlar. Her
kızıldereli iki vatandaşlığa sahiptir: Kendi kızıldereli
vatandaşlığı ve Amerikan vatandaşlığı. Kızıldereli kampını
terkedince Amerikan vatandaşı olur ve Amerikan kanunlarına tabidir.
Bazen hangi kanunun geçerliliği üzerinde anlaşmazlık çıkar ve
kızılderelilerle FBI (federal polis) arasında silahlı çatışmalar
çıkar.
Kızılderelileri topraklarından
sürerken ve yapılan anlaşmaları çiğneyip silah zoruyla insanları
topraklarından atarken, Amerikalılar bunu "yeniden-yerleştirme"
olarak adlandırdılar. Bu nedenle savaşlar çıktı, bu nedenle
topraklarına geri gelip sulh içinde yaşamak isteyen kızıldereliler
çoluk çocuk öldürüldüler. Geçtiğimiz yıllarda yapılan "yeniden-yerleştirmede"
kızılderelilere evler verildi ve endüstriyel yerlerin yakınına
yerleştirildi. Fakat kızıldereliler buna karşı geldiler. Durumları
zaten değişmedi. Çoğu reservasyona geri döndüler. Beyazlar bunu tabi
nankörlükle, tembellikle falan nitelediler. Gerçekte amaç
kızıldereli ırklarını ortadan kaldırmaktır. Bunun da nedeni sadece
siyasal değil, daha önemli olarak ekonomiktir.
Ekonomist dergisi kızıldereliler
hakkındaki bir yazısında Kızılderelilerin kalkınmamasını
kızılderelilerin kültürel anlayışına bağlıyor: Navahoların
topraklarının altı zengin petrol ve uranyum gibi çeşitli madenlerle
doluymuş. Fakat Navaholar'da kapitalist batıdaki gibi birkaç kişinin
toplumun mal varlığına konması anlayışı yoktur. Bunun yerine
toplumun varlığı topluma aittir. Kapitalist-elitist Ekonomist buna
çok bozuluyor. Bankacıların ve yatırımcıların bu nedenle borç
vermeye ve yatırım yapmaya yanaşmadığını söylüyor. Ekonomist'in
istediği, bu kızılderelilerin eski ve sıkı sıkıya bağlandıkları,
kendilerini zenginlikte fakir durumda bırakan, kültürden
vazgeçmeleridir. Ekonomist'in demek istediği: Kızıldereliler,
kapitalist kültürü benimseyin, birbirinize kazık atarak, toprakları
özel mülkiyet haline dönüştürün, aranızda paylaşın, herkes bir
toprağa sahip olsun, bankacılar ve yatırımcılar gelip elinizden
alsınlar ve evsiz ve yurtsuz kalın! Tabi bunu Ekonomist açıkça
söylemiyor. Ekonomist topraklar özelleşince zengin olacaklarını
söylüyerek yalan söylüyor. Elbette birkaç kişi zengin olacaktır,
fakat büyük çoğunluğun da anası ağlayacaktır. Birkaç kişi için
çoğunluğu feda etmek, çoğunluğu ücretli-köle haline dönüştürmek ne
demek? Demokrasi demek! Serbest rekabet demek! Özel teşebbüs sistemi,
özgürlük demek!. İnsanlar genellikle aptal değildir. O zaman bu
yutturmacayı nasıl yutuyorlar? Yutmuyorlar. Kendileri o, öyle de
ondan.
Son sıralarda Amerikan egemen kitle
iletişim araçları kızıldereli sorunu olarak bazı fırsatçıların
kendilerini kızıldereli veya kızıldereli reisi olduklarını iddia
ettiklerini ve fırsatlardan yararlananarak vurgun vurmaya
çalıştıklarını gündeme getirmektedirler. Böylece kızıldereli sorunu
bir iki kişinin çıkar mücadelesine indirgenmektedir. Sanki
kızılderelilerin bütün derdi buymuş gibi...
e.
Devletin yiyecek yardımı
Tarım alanındaki sefaletin acısını
azaltmak için devletin bu insanlara yaptığı yiyecek yardımı 1982'de
16.2 milyar dolar idi. Bu 1991'de 28.8 milyar dolara ulaştı. Bunun
büyük kısmı (18.7 milyarı) "Food Stamps" (Yiyecek Pulu) programına
ayrılmıştır. Fukaralara bu "Food Stamps" ile devlet içinde 1, 2, 5,
10 dolar yazılı para büyüklüğünde kağıtların (pulların) olduğu para
yerine kullanılan çek defteri gibi defterler verir. Fukara yiyecek
alışverişi yaptığında para yerine bu pulları kullanır. Tabi her
yardım da olduğu gibi bunda da soyguncular çıkar. Örneğin 50
dolarlık kuponu yiyecek yerine para isteyen fukaradan 40 dolara
satın alan yerler vardır. Böylece yardım amacına ulaşmadığı gibi
bazıları bundan milyonlar vurmaktadır. Bu yardım gerçekte yardıma
ihtiyacı olanların önemli bir kısmının eline geçmez. Gidip müracaat
bile etmezler. Birçokları da çalışır ve gelirlerini az gösterirler,
hem de yardım alırlar ve ancak bu şekilde karınlarını doyurabilirler.
Yiyecek yardımı programına 1989'da çorba mutfakları (devletin
parasıyla bedava çorba veren yerler) katıldı. 685 milyon da
okullarda aç çocuklara sabah kahvaltısı programı için ayrıldı.
Devlet yardımının ne demek olduğuna
ilerde tekrar döneceğiz.
ŞEHİRLERDE FARELERLE YARIŞANLAR
Saat gecenin biri. Korkunç derecede soğuk New
York. Beşinci cadde üzerinde 59'uncu sokaktan 70'inci sokağa doğru
yürüyorum. Solumda meşhur Central park, sağımda ise meşhur oteller
ve zenginlerin yaşadığı apartmanlar var. 63'üncü sokağa ulaşıyorum.
Soğuk içime işliyor. 63'üncü sokak ile 70'inci arasında üç ayrı
yerde apartmanların kuytu köşesinde kalın karton kutular içinde
uyuyan üç kişi gördüm. Bir diğeri de parkın alçak duvarı yanındaki
kanapede uyuyordu. Üzerinde bir sürü örtü vardı. Ne kafası ne
herhangibir yeri görünüyordu. Bir çabut yığını.
Amerika'da evsizliğe hemen her yerde
rastlarız. Bu insanlar arabalarda, terkedilmiş binalarda, sokakta,
büyük binaların ve kiliselerin kuytuluklarında, parklarda, karton
kutularda, trenlerde, yer altında, tren ve otobüs istasyonlarında,
köprü altında uyurlar. Kimlerdir bu evsiz sokaklarda sürünen
milyonlarca kişi? İşlerinden atılmış ve iş bulamamışlar, kirayı
ödemediği için evden kovulmuşlar, hastalandıktan sonra bir ay içinde
bütün varlıklarını doktora ve hastahaneye veren ve parasız pulsuz
kalanlar, eşi tarafından kapı dışarı edilenler, ev kirası ödeyecek
kadar gelire sahip olamayanlar, anne-baba evinden kaçanlar,
kardeşi, akrabası ve arkadaşları tarafından yüzüne bile
bakılmayanlar, deliler hastahanesinde sokağa atılanlar gibi
insanlardır.
1990'da U.S. Bureau of Census (Nüfus
sayımı bürosu) Mart 20-21'de saat akşam 6 ile sabah 4 arasında
evsizler için açılmış sığınaklarda 178,828 ve belli sokak
köşelerinde yaşayan 49,793 insan buldu. Şaşırıp yanlış köşelere
gittiler herhalde. Belki de o gün evsizler kentlerde Amerika çapında
bir saklambaç oyununa dalmışlardı da bu nedenle yalnız 49,793 kişi
buldular. Kaliforniya 48,887 ile birinci ve N.Y 43,204 ile ikinci
geliyordu. Devletin nüfus sayımı bürosunun 1991'deki istatistiğine
göre, New york'ta 33,830 evsiz vardı (Nasıl oldu da birden bire
azaldı!). Bunun 23,383'ü "barınaklarda" ve 10,447'si ise sokakta
yaşıyordu. Leonard Davis Institute'nin (1993) sığınaklardaki
kayıtlara bakarak yaptığı araştırmaya göre, New York'ta 1992'de
86,000 evsiz insan siğınaklarda kalmıştır. Beş yıl içinde
sığınaklarda kalanların sayısı ise 239,425'dir. Zenginliğin çok
olduğu yerlerde sefalet daha çok! National Alliance to End
Homelessness gurubunun incelemesine göre, evsiz sayısı 735,000'dir
ve gittikçe de artmaktadır.
Evsizlerin % 49'unu yalnız-erkekden, %
34'ü aileden, % 13'ü yalnız-kadından ve % 5'i de evden kaçmış veya
evden atılmış çocuklardan oluşmaktadır. Evsiz yaşayanların % 25'ini
çocuklar oluşturmaktadır. Evsiz erkeklerin % 26'sı Amerikan
ordusunda "vatan korumak" için askerlik yapmış kişilerdir. Evsiz
ailelerin sayısı 1988-1992 arasında N.Y.'da % 32 artmıştır. Tabi
devletin bu istatistiğini devletin dışında hiç kimse geçerli olarak
kabul etmemektedir. Amerika'da evsizliğin (yani barınacak, başını
sokacak bir yeri olmayanların) sayısının 3 ile 5 milyon arasında
olduğu tahmin edilmektedir. Evsizlik her yıl birkaç misline
çıkmaktadır. Örneğin 1987'de Washington DC'de evsizlik bir yılda %
500 arttı. Teksas'ta Salvation Army denilen yardım örgütü 1980'de
16,886 kişiye yiyecek ve yatacak yer sağlıyordu. Bu sayı 1985'de
156,451'e fırladı.
Sokakta yaşayanların en rahatları
kendilerine sağlam bir karton kutu ve alttan sıcak hava gelen bir
hava-ızgarasının üzerinde uyuyanlardır. Evsizler sokakta, trende ve
tren istasyonlarında uyumayı "sığınaklarda" uyumaktan daha emin
görmektedirler. Bunun da en önde gelen nedeni sığınaklarda bir sürü
insan hayvan ağılına\ahırına tıkılır gibi koca bir yere birlikte
tıkılırlar. Kadın erkek, çoluk çocuk, deli akıllı, uyuşturucu madde
kullanan, sapık, sinirli, her tür insanla birlikte bu yerde
sabahlaması için tutulurlar. Birçok insan, özellikle yanlız-erkekler
dışarda uyumayı daha tehlikesiz bularak bu yerlerde uyumayı kabul
etmezler. Zevklerinden veya bireyciliklerinden değil.
Tren istasyonlarında yatanları tek
rahatsız edenler, ederlerse, polislerdir. Bu da zaman zaman
evsizleri koruma örgütleriyle polis teşkilatı arasında çekişmelere
sebep olur. Meşhur Penn tren istasyonu birçok evsizin seçtiği evdir.
Polis uyuyan evsizleri gece saat birde uyandırırlar. Evsizler
kalkarlar. saat ikiye kadar hayalet gibi dolaşırlar. İkinci
uyandırma saat sabahın 5:30'unda başlar. Çünkü sabah trenleri
milleti işe getirmeye başlar. Polisler joplarıyla acıtmadan
uyuyanların ayaklarına vurarak ve dürterek uyandırırlar. Özellikle
saat dokuza kadar koca istasyon insan seliyle dolup taşar. Evsizler
için bu zaman yiyecek bulma zamanıdır. Dilenirler.
New Yorktaki evsiz insanların yarıdan
çoğu ailelerden oluşur. Bu ailelerin evsizliğinin en büyük nedeni
kiraların yüksek oluşu ve alçak kiralı yerlerin olmamasıdır. New
york'da işçi sınıfının yaşadığı bölgelerde ahır gibi bir odaya
450'dolar, 1 yatak odalı bir yere 600 ve iki odalıya ise 800 dolar
istenmektedir. 450 dolarlık bir kirayı ödeyebilmek için bir kişinin
en az iki haftalığını kiraya vermesi gerekir. Anne ve babanın
çalıştığı bir ailede ise annenin kazandığı para ev kirası, gaz,
elektrik ve telefon'a gider. Yani çalışan insanların emeği sadece
kapitalist sermaye tarafından sömürülmemektedir. Modern-feodalite
(evsahipleri) bu insanların elinden kazançlarının en az yarısını
almaktadır.
Evsizliğin ikinci büyük nedeni de
zenginle fakir arasındaki uçurumun gittikçe açılması sonucu
sefaletin gittikçe artmasındandır. Sefalet arttıkça sokağa düşen
insan sayısı da artmaktadır. Tahmine göre N.Y'da her yıl en az 2000
kişi evsiz kalmakta ve kendini sokakta bulmaktadır.
Bir ara Kaliforniya ve N.Y. gibi büyük
kentlerde bu zavallı insanların uyurken üzerlerine benzin döküp
ateşe vererek yakma moda olmuştu. Bunu da yapanlar gençlerdir.
Özellikle semtlerine evsizlerin dadanmasını istemeyenlerin
kızgınlığı bu tür vahşi tecavüzlere başvurmalarına yol açar. Neden?
Nedeni büyük ölçüde ekonomiktir: Eğer fukaralar semtlerine gelirse
evlerin satış değeri düşeceği korkusu ev sahiplerini uyutmaz.
Fukaralık bulaşıcı bir hastalık gibi görülür: Herkes kaçmaya çalışır.
Hiçkimse fukaraların semtlerine gelmesini istemez. Bu nedenle yalnız
zavallıları yakma gibi terör hareketlerine girişmekle kalmazlar,
başka terör metodları da kullanırlar: Bölgelerine fukara evleri
açılmasını asla istemezler. Buna karşı sokaklara düşüp gösteriler
yaparlar. Politikacıları, eğer bu evler açılırsa, bir daha onları
seçmeyeceklerini söyleyerek tehdit ederler. Bazıları daha da ileri
giderek açılan evlere yangın bombası atar. Tabi yakalanıp hapsi
boylarlar. Özellikle yaz aylarında sık sık tekrarlanan saldırılara
bir örnek verelim: Madison Avenue. New York. Evsiz adam yatıyor
köşede. Birden bir araba firenleri gıcırtatarak duruyor. Birkaç genç
atlıyor arabadan dışarı, evsizi yumurtayla taşlıyorlar. Evsiz "iyi
ki yakmadılar" diye sevincini belirtiyor sonradan.
Amerikan kentlerindeki evlerin öyle
ahım şahım birşey olduğunu sanmayalım. O televizyonda ve
magazinlerde gördüğümüz geniş odalı ve bahçeli şahane evler Amerikan
halkının da "hayallediği, düşlediği, ağzının suyunun aktığı"
evlerdir. Beş Amerikalıdan biri ev denilemeyecek ve yaşanamayacak
durumda olan evlerde oturur. Yeni ev Amerikan ailelerinin büyük
çoğunluğunun düşünemeyecekleri birşeydir. Tanıdığım biri
Manhattan'ın (New York) kuzey bölümünde, Harlem'e yakın biryerde
annesi ve oğluyla yaşıyordu. Bana sürekli gelip dert yanıyordu: Koca
bir apartman blokuna sahip olan ev sahibi ne sıcak su, ne elektrik
ne de gaz parasını ödüyurmuş. Bunlardan kirayı da topluyormuş.
Kirayı ödeme dedim. Ödememiş. Fakat değişen birşey yok. O zaman bir
başka eve taşın dedim. Ev aramaya başladı. Bu tür ev sahipleri
binayı devletten 1 dolara falan satın alır. Aşağı-gelir ailelerine
kiraya verdiği için de devletten vergi muafiyeti de alır. Bol bol
kira toplar, fakat apartmana hiç bakmaz. Bazıları mahkemeye
verilirler. Hakimi dinleyen kim ki! Bakacağına söz verir, bir iki
gün sonra tekrar ayni tas aynı hamam: Adam elektrik paralarını
ödemediği için elektrik firması elektriği keser. Sular kesilir. Gaz
yok, sıcak su kazanı kaynamaz, dolayısıyla sıcak su yok ve ocaklar
çalışmaz. Bu tür ahlaksızlığı birçok kişi yapmaktadır. Apartman
yaşanmayacak hale geldiğinde ve kiracılar artık kira falan ödemeyi
red ettiklerinde, adam tası tarağı toplayıp yaptığı karla çekip
gider. Apartman da öylece sahipsiz kalır. Bu durum Amerika'nın her
şehrinde görülür. Millet evsiz sokakta yaşar ve koca binalar ve
semtler terkedilmiş olarak boş dikilir. Bazen yakarlar. Çoğu kez
uyuşturucu madde kullananların ve evsizlerin evi olur. Penceresiz,
camsız, kapısız. Doğru dürüst yaşanacak evlerin olmaması ev
sahiplerine yardım eder: Zaten seni soymak için can atan ev
sahipleri bu durumdan da faydalanarak kiraları yükseltirler.
Biz gençken bize şöyle öğretilmişti:
Komünistler herşeyi birbirine benzer yapacaklar. Evler bile hep aynı
olacak. Giysiler de. Bunu ben Amerika'da gördüm. Şehirlerde ve
kasabalarda her semtteki blokların evleri içi ve dışıyla birbirinin
aynısıdır. Yeni yerleşim yerlerine de bakıp şaşardım: Hep aynı firma
tarafından yapılmış aynı tarz evler.
Birçok insan kışın landlord diye
çağırılan ev-sahipleri yeterince ısı vermediği veya ısıyı kestiği
için evde vakitlerini titreyerek geçirirler. Ev sahiplerinin büyük
çoğunluğu otomatiği öyle ayarlar ki hem ısıyı insanın donmayacağı
seviyede tutar hem de sadece belli saatlerde verir. Geceleri sabaha
kadar kesiktir. Kışın her gün Kent Şikayet Merkezi binlerce şikayet
telefonu alır. Fakat bu birşey değiştirmez. Hemen her kış New
York'ta bu yüzden insanlar donarak ölür. Böyle ölenlerin çoğu da ya
çocuktur ya da ihtiyar insanlar. Yaz ve kış yapılan bir diğer
şikayet de insanların banyo yapmak için sıcak suyu olmamasıdır.
Kazan çalıştırılmazsa elbette sıcak su olmaz. Şikayetler şikayetler.
Ama dinleyen kim. Evsahipleri gene de bildiklerini okurlar.
Açlık ve sefaletin en yaygın olduğu
bir grup da yaşlı insanlardır. Urban Institute Research Group'un
araştırmasına göre (1993) Amerika'da yaşlıların % 2'si bazen aç,
bazen kirayı ödeme ile aç kalma, veya ilaç satın alma ile yemek yeme
arasında seçim yapmak zorunda kalmaktadır. Columbus'da (Ohio)
yaşlıların % 44'ü, Coachell'da (kalifornia) % 67'si ve Harlemde (New
York) % 52'si açlık durumuyla korku içinde yaşadıklarını
belirtmişlerdir. New York'da 60 yaş üzerindeki 1.3 milyon kişinin %
25'i kira ve yiyecek ödedikten sonra ellerinde sadece 3 dolar
kalmaktadır. Bu insanlar ucuz konserve yiyeceklerle, köpek
yiyecekleriyle, atılmış ve yenmez şeylerle, yiyecek yardım yerlerine
giderek karınlarını doyurmaktadır. Hastahaneye giden yaşlıların %
50'sinin kötü beslenme belirtileri gösterdiği bulunmuştur. Bir
ihtiyar kadının dediği gibi: Aç kalıyorum. Bazen ihtiyacım olanı
alacak param yok. Yaşlanıp çalışamamak, korkunç birşey. Hiçkimse
yaşlı insanı istemiyor. (New York Times, November 16, 1993, evsizlik
ve açlıkla ilgili haberi veriyor. Dikkatimi çekti, ne zaman N.Y
Times böyle bir haber verirse, haber biter bitmez, hemen orda, şu
başlık konur: LOTTO NUMARALARI. Loto'da kazanan numaraları veriyor.
Yani hayat demek şans, talih, kısmet demek. Fukaralık şanssızlık.
Bazen düşünüp üzülüyorum: Zengin bir aile çocuğu olsak ne iyi olurdu.
Talihsizlik mi? Yapısal eşitsizlik düzeni birden bire nasıl da şans,
talih, kader, kısmet oluyor, değil mi?. Çoğu kez de, NY Times, bu
lotto numarası yanında, özel teşebbüsün ve kendisinin yardım
kampanyalarını ve toplanan paraları yazar. En son bir örnek vereyim:
Wall Street'in de katıldıği bir kampanyada 4.3 milyon dolar
toplanmış. Bu 4.3 milyon dolar kaç kişiyi evsizlik, işssizlik ve
sokakta yatmadan kurtardı? Göstermelik bir iki kişinin ötesinde hiç
kimseyi. Bu 4.3 milyon nereye gidiyor? Kapitalin deveranı, birtanem!.
Nedense, bu deveranda, aç-yoksul-evsiz için olduğu söylenen bile,
açın-yoksulun-evsizin ve güçlünün durumunu "korumak" için
kullanılıyor. Kasıtlı mı yapılıyor bu? Yoo, düzenin düzüş
biçimlerinden biri bu: Düzen yok düzmek istemiyorum dediğinde bile,
kaçınılmaz olarak, istemeye istemeye, düzmek zorundadır. Bu
kapitalist sistemin ana karakterlerinden biridir.)
Birçok dini, devlet ve yardım
örgütleri sefil insanlara yardım ellerini uzatırlar. Yapılan
ellerinden tutup kaldırmak değildir, fakat ölmeden sefalet içinde
yaşamın sürmesini sağlamaktır. Sefalete yardım diye harcanan
milyonlar gerçekte özel teşebbüse yardımdır. Sefalete yardım olarak
halkın cebinden çıkan milyonlar evsahiplerinin, otel sahiplerinin ve
diğer özel teşebbüsün cebine girer.
Evsizlere sığınak olarak sağlanan
yerlerden biri de sefalet-otelleridir. 1985'de bu
sefalet-otellerinde 200,000'e yakın insan barınıyordu. Bu da halka
yılda 40 milyon dolara mal oluyordu. Her aile için otele ortalama
1,585 dolar aylık kira ödeniyordu. Bu kira korkunç derecede
yüksektir. Bu kira ile N.Y.'un en iyi yerinde şahane bir ev
kiralayabilirsin. Bir aile için bir yılda ortalama 20,000 dolar kira
veriliyordu. Bu para ile o zaman (1985) bir aile normal bir insan
gibi yaşayabilirdi. O yıl harcanan 40 milyon dolar tek bir sefil
aileyi yoksulluktan kurtardı mı? Kurtarmadı. Ne oldu bu 40 milyona?
Birkaç sefalet otelinin sahiplerini biraz daha zengin etti.
Kent evsizlik ve sefaletin
kurbanlarına alışır. Duygusuzlaşır.
Görmemezlikten gelir. Görüp
yüreği yananlar ise ellerinden gelen tek şeyi yaparlar: Para
verirler. Açlar ölmez. Ölmemeleri sağlanır. Bu sağlama işinde de
sermaye çıkar sağlar. Böylece, düzen demokrasi, özgürlük, insan
hakları gibi mavallar okumaya devam ederek hunharca soygunu sonucu
ortaya çıkan insanlığın sefaletini de sömürerek kendini sürdürür
gider.
İrfan Erdogan
Kaynak: http://www.irfanerdogan.com/makaleler3/sefaletusa.htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder