Japonya’da deprem ve tusinaminin tetiklediği nükleer kaza, nükleer enerji sorununu tartışma gündemine getirse de, tartışmanın uygun bir zeminde yürütüldüğünü söylemek mümkün değil. Elbette böyle bir durumun altmışaltı yıldır Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombasının feci sonuçlarını hâlâ yaşamaya devam eden Japonya’da ortaya çıkması da üzerinde düşünmeyi gerektiriyor. Atom bombasından muzdarip Japonya, atom santrallerine mecbur muydu? Başka seçenek yok muydu? Deprem ve tusinami felâketti ama nükleer reaktörlerdeki patlama felâket değil, bir insan hatasıydı ve asıl hata da nükleer santrallerin kurulmasıydı... Her zaman olduğu gibi yetkililer ve medya durumun vahametini gizlemek için ne gerekiyorsa yaptılar, yapıyorlar. Her zaman olduğu gibi gerçek, Japon halkından ve dünya kamuoyundan saklandı. Aksi halde dünya borsalarında büyük bir panik yaşanabilir, ‘ileri teknoloji saplantısı’ dolayısıyla kapitalizm tartışma gündemine gelebilir, küresel oligarşinin durumunu sarsacak ‘sevimsiz bir durum’ ortaya çıkabilirdi... Dünya Sağlık Örgütü’ de [WHO], misyonuna uygun davrandı, gerçeği söylemek yerine ‘rahatlatıcı’ açıklamalar yapmayı tercih etti: “ Eldeki veriler göz önüne alındığında, Japonya’da radyoaktivite düzeyinin kamu sağlığı için önemli bir risk oluşturmadığını” söyledi. Daha geçen yıl aynı Dünya Sağlık Örgütü ‘Domuz Gribi’nin [Influenza- H1,N1] insanlık için büyük bir felâket olduğunu ilân etmemiş miydi? Elbette ilân ederdi çünkü çokuluslu ilaç firmalarının çıkarı öyle bir açıklamayı gerektiriyordu...
Japonya’daki nükleer kazanın tam da Türkiye’de Akkuyu ve Sinop’a nükleer santral kurulması için son hazırlıkların yapıldığı günlere rastlaması da tuhaf ama yine de iyi bir tesadüf olabilirdi. Lâkin durumun pek de öyle olmadığı anlaşılıyor. Hükümet cephesi nükleer santrallerin gerekliliği ve yararı konusunda kendinden son derecede emin ve kararlı. Japonya’da, Rusya’da, ABD’de ve başka yerlerde ortaya çıkan ve sayıları yüzlerle ifade edilen ‘kazaların’ ilerleme, kalkınma, ‘muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak için” ödenmesi gereken bedel olduğunu” söylüyorlar. Muhalefet cephesinin [CHP] de ilke olarak nükleer santrallere bir itirazı yok. Kim bilir, her halde nükleer santrallileri ‘ilericiliğin’, ‘çağdaşlığın’ sembolü olarak görüyorlardır. Kılıçtaroğlu’nun itirazı usul hatası yapıldığına ilişkin. Reaktör kurma işinin ihale açılmadan Ruslara verilmesinden rahatsız... Uzmanlar cephesine gelince, konunun uzmanlarını üçe ayırmak mümkündür: Zihinleri ileri teknoloji fetişizmi ve saplantısı tarafından kolinize edilmiş, teknik bilimin her sorunun üstesinden geleceğine inancı tam olan ‘samimi bilim ve teknik severler’, bunlar samimiyetle nükleer santrallerin gerekli, yararlı ve hayırlı olduğuna inanıyorlar; İkinci gruba dahil olanlar hem ileri teknoloji hayranı olup hem de nükleer lobilerlerden nemâlanan profesörler, doçentler, uzmanlar; Üçüncü bir grup da [ki küçük bir azınlıktır] nükleer santrallerin kurulmasına ilke düzeyinde karşı çıkıyorlar. Üçüncü grubun sesini duyurması çok zor. Zira, nükleer santrallilerin ileri teknolojinin [ high–tech diyorlar] timsâli sayıldığı koşullarda, nükleere karşı çıkmak öncelikle gericilikle, teknoloji ve bilim düşmanlığıyla suçlanmayı göze almayı gerektiriyor. Dahası, nükleerin gerisinde oligarşik çıkarlar söz konusu... Üçüncü gruba dahil olanların sesini duyurması zor ama faturanın öncelikle kendilerine çıkması kesin olan yöre halkı ve bir bütün olarak halk çoğunluğu pekâlâ sesini duyurabilir ve duyurmalıdır. Zira sorun uzmanlara, oligarşik çıkarların bir parçası ve aracı durumundaki politikacılara bırakılmayacak kadar önemlidir...
O halde sorun nedir, soru nasıl sorulmalı, nasıl ele alınmalı, velhasıl nasıl bir zemin üzerinde tartışılmalıdır? Başka türlü ifade edersek, nükleere dair gerçek nedir? Neden kirliliği, kirleticiliği, yaşamı yok etme istidadı ve potansiyeli, yıkıcılığı, yok ediciliği, mantıksızlığı, gereksizliği tartışmasız bir kesinlik olan nükleer santraller enerji sorununu çözmenin ‘vazgeçilmez’ aracı olarak sunulabiliyor? Geçtiğimiz yüzyılda ‘ilerleme’, ‘modernleşme’, ‘kalkınma’ adına ölenlerin sayısının, tüm yıkıcı savaşlarda, katliamlarda, jenositlerde ölenlerden daha çok olduğu biliniyor mu? Ne kadar biliniyor ve neden sorun edilmiyor? Eğer nükleer enerjiyi gerektiği gibi tartışıp/anlamak gibi samimi bir niyet taşıyorsanız, önce şu teknoloji meselesine dair bilinç açıklığına ulaşmanız, kapitalizm koşullarında üretilen ‘ileri teknoloji’ hârikalarının neden, ne amaçla, nasıl üretilip, dayatıldığını, öncelikle neyin hizmetinde olduğuna dair bilinç açıklığına ulaşmanız gerekecektir. Kapitalizm koşullarında üretilen teknoloji, insanlar daha kolay üretsinler, rahat etsinler, rahat yaşasınlar diye peydahlanmıyor. Kapitalistler daha çok kâr etsinler diye devreye sokuluyor. Eğer öyleyse ve asıl amaç kapitalistin kârını büyütmekse, başkaca hiç bir kaygı söz konusu değilse, her türlü etik kaygıya yabancılaşmış bir kör gidiş söz konusuysa, oradaki ileri teknolojinin geniş emekçi kitlelerin çıkarlarıyla uyuşması mümkün müdür? Yegane amacı kâr ve her seferinde daha çok kâr olan kapitalist üretimin, doğanın kendini yenilemesi gereğiyle uyumlu olması, doğal çevreye zarar vermeden yol alması mümkün müdür? Kapitalizm ve ekoloji antinomik [zıt anlamlı] iki kavram değil midir? Eğer kapitalizmin insana, topluma ve doğaya zarar vermeden yol alması mümkün değilse, onun ürettiği teknolojinin yüceltilmesi ne anlama geliyor. Böyle bir dünyada teknolojinin ‘tarafsızlığı’ söyleminin reel bir karşılığı olabilir mi?
Teknolojik ilerlemenin, her teknik buluşun ve teknolojinin her çeşidinin mutlaka insanlığın hayrına, toplum çoğunluğunun yararına olduğu düşüncesinden ve saplantısından da kurtulmak gerekiyor. Nitekim her tarihsel dönemde belirli bir enerji teknolojisi geçerli oluyor ama söz konusu teknolojinin toplumun tamamı için gerekli ve yararlı olduğunu söylemek mümkün değildir. Kapitalizm koşullarında geçerli enerji teknolojileri, toplum için ‘en uygun’ teknolojiler olmak yerine, egemen sınıfların çıkarıyla ‘ en uyumlu’ teknolojiler olduğunu söylemek mümkündür. Orta Çağda bile su değirmenlerini kontrol altına alan soylular, serflerin rüzgârdan yararlanmalarına ve yel değirmenleri kurmalarına şiddetle karşı çıkıyorlardı... Kullanılan enerjinin egemen olan sınıfların çıkarı açısından en avantajlı olma durumu da, ekseri tekli enerji politikasının geçerli olması yönünde bir eğilim ortaya çıkarıyor. Kömürün enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlamasıyla, su ve rüzgardan yararlanma ortadan kalktı, petrol de nerdeyse kömürü unutturmak üzere... Velhasıl fosil yakıtlar [ kömür, petrol, doğal gaz] hakim enerji durumuna geldi. Nükleer enerjiye gelince, bu enerji türünün bırakın toplum çoğunluğunun ihtiyacına cevap veren bir enerji türü olmasını, acilen insanlığın gündeminden çıkarılması gerekiyor. Bizimki gibi, emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerde geçerli enerji politikaları, ülkenin imkân ve ihtiyaçlarından bağımsız olarak, kapitalist sömürü ve şartlandırmanın, bağımlılığının sonucu olan, dışarıdan ‘uyarılan’, dışarıyı taklit etmeye dayalı enerjilerdir. Türkiye’de zaman zaman daha çok gündeme gelmekle birlikte, yaklaşık yarım yüzyıldır nükleer [atom] santraller kurma niyeti gündemden düşmüyor... Oysa asgari mantık ve muhakeme yeteneğine sahip birini bu enerji türünün gerekliliğine ve yararlılığına inandırmak, iknâ etmek mümkün değildir...
Bir kere nükleer enerji santralleri kurmak demek, dışa bağımlılığın zirvesi demektir, her şey [en azından başlarda personel de dahil olmak üzere] dışardan gelecektir. Fakat nükleer enerjiye karşı olmak için dışa bağımlılık, pahalılık, turizme, sebze ve meyve üretimine, vb. vereceği muhtemel zararları, deprem riskini, vb. ileri sürmek sorunun en önemli yanı değildir. Eğer Akkuyu ve Sinop’a nükleer santral kurulursa, nasıl bir kabusun ortaya çıkacağını düşünmek bile ürperticidir... Bunun anlamı Karadeniz ve Doğu Akdeniz de canlı yaşamın yok edilmesi olabilir. Bunun için Three Miles Island [ABD], Çernobil [Rusya] ve Fukuşima [Japonya] türü büyük kazaların ortaya çıkması da gerekmiyor. Bizzat santralin kurulması ve çalışmaya başlamasıyla insan ve canlı sağlığı, çevre tahribatı bakımından da geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş oluyor. Elbette kazalar da her an mümkün... Kazalar mümkün ama atom santrallerindeki kazalar, trafik kazalarına ‘Aygaz tüpü kazalarına’ pek benzemiyor... Zira sorun kaza ile bitmiyor. Asıl sorun kazadan sonra başlıyor zira, radyoaktivitenin binlerce, onbinlerce yıl süren olumsuz etkileri söz konusu... Nitekim plütonyum- 239 çekirdeğinin yarı ömrünün 20 bin yıl olduğu, karbon- 14 çekirdeğinin yarı-ömrünün de 5 bin yıl olduğu ileri sürülüyor... Yıllar önce Greenpeace, Çernobil çevresindeki 900 kilometrelik alanda 10 bin kanser vakası tahmin ediyordu... Türkiye’de özellikle Karadeniz sahil şeridi olmak üzere Çernobil’den kaynaklanan kanser vakaları hakkında ne biliyoruz? Neden bilmiyoruz? Gerçek neden toplumdan saklanıyor? Bu arada nükleer enerjinin sınırlı miktardaki doğal kaynağa dayalı bir enerji türü olduğunu da unutmamak gerekir... Nitekim, nükleer enerjinin hammaddesini oluşturan Uranyum ve Toryum dünyada bir kaç ülkede ve denizlerde sınırlı miktarda bulunuyor... Ne tarafından bakılırsa bakılsın, nükleer enerjinin savunulur bir yanı yoktur. Zaten nükleer enerji başlangıçta insânî kaygılarla da ortaya çıkmış değildi... Askerî amaçlar için, öldürmek ve yok etmek için gündeme gelmişti...
O halde sadede gelebiliriz... Nükleer muhipleri, nükleer santrallere ihtiyaç olduğunu çünkü Türkiye’nin enerji ihtiyacını fosil yakıt [petrol, doğal gaz, kömür] ve hidrolik santrallerle sağlanamayacağını ileri sürüyorlar. Birinci soru şu olabilir: Neden enerji ihtiyacı hızla artıyor? Enerji ihtiyacı hızla artıyor zira kapitalist üretim enerji yutucu tuhaf bir makine gibi işliyor. Sistem enerji ihtiyacını sürekli olarak artırıyor, artırmak zorunda. Kapitalizm [sermaye] sürekli büyümek zorunda, sermayenin her seferinde genişletilmiş ölçekte yeniden üretilme zorunluluğu var. Fakat kapitalizm koşullarında üretimle tüketim, üretimle ihtiyaçların karşılanması gereği arasındaki bağ kopmuş durumdadır. Üretimin ihtiyaçları karşılama gereğine yabancılaşması, tam bir israf tablosu ortaya çıkarıyor. Bir sürü gereksiz, yanlış ve kimi zaman da zararlı şey üretiliyor.1 Dolayısıyla kapitalizmden çıkılmadığı sürece, enerji de dahil her şeyin üretimi üssel bir şekilde artmak zorundadır. Oysa, doğanın kaynakları sınırlıdır. Eğer her üretim ve her tüketim doğadan bir şeyler alıp [eksiltip], doğaya bir şeyler atmaksa [kirletme], belirli bir eşik aşıldığında sürdürülemez bir durumunun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Maalesef şimdilerde çoktan sürdürülemezlik sınırı aşılmış durumda ki, bu da artık insanlığın aklını başına alması, şu sınırsız üretim ve saçma tüketim sarmalından ve saplantısından çıkma zamanının geldiğini haber veriyor. Herkesin bir arabaya ihtiyacı olduğu için mi bunca araba üretiliyor? Bir arabanın üretilmesinin ve yürütülmesinin ne tür ekolojik, sosyal, insâni maliyeti olduğu biliniyor ve sorun ediliyor mu? 60 katlı gökdelenler inşa etmek, devasa alış-veriş merkezleri kurmak gerekli mi? 20 milyon nüfuslu bir kent demek, akıl almaz bir enerji israfı değil midir? Öyleyse sorun, nasıl bir enerji politikası gerekiyor sorusundan önce, nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz sorusunu sorup, gerektiği gibi tartışabilmekle ilgilidir... Hem içine sürüklendiğimiz anlamsız üretim/tüketim sarmalını sorun etmemek, hem de enerji sorununa çözüm arıyormuş gibi yapmak, sorunu yanlış bir zeminde ele almak, değilse savsaklamaktır. Bir büyük alış-veriş merkezi [mega-market kompleksi] bir günde kaç köyün ve kasabının bir yılda harcadığı kadar enerji harcıyor? Dişinizi elektrikli diş fırçasıyla fırçalamak, saçınızı elektrikli saç kurutma makinesiyle kurutmak, meyve sıkmak için elektrikli bir alet kullanmak neden gerekli olsun? Elektrik enerjisi kullanmadan kolaylıkla yapılabilen şeylerin bile elektrikli aletlerle yapılması ne menem bir aymazlıktır? Bu dünyada her şeyin bir bedeli, bir karşılığı vardır ve başka türlü olması da asla mümkün değildir... O halde yapılması gereken şey belli: Kapitalizmden çıkılacak ve egemen sınıfların, küresel oligarşinin ihtiyacı olan değil, toplumun gerçekten ihtiyacı olan şeylerin üretimini esas alan bir toplumsal düzen tercihi yapılacak. O zaman, nasıl daha çok enerji üretebiliriz sorusu değil de, en az enerji kullanarak, doğaya ve insana zarar vermeden nasıl üretebiliriz sorusu öncelikle sorulabilecektir...
Bu bağlamda bilinmesi gereken bir şey daha var: kalkınma diye bir şey yok... Kapitalizm geçerliyken ‘kalkınma’ olarak sunulan son tahlilde sermayenin büyümesidir ki, sermayenin büyümesinin orta ve uzun vadede kalkınma üretmesi asla mümkün değildir ama yıkım üretmesi kaçınılmazdır... Ne demek istediğimizi görmek için Marmara Denizine bakmak yeter... Bir doğa harikası olan bu güzelim deniz ‘kalkınma’, ‘büyüme’, ‘ilerleme’, ‘çağdaşlaşma’... adına tam bir lağım çukuruna dönüştürülmedi mi? Bu gün Marmara Denizinde kaç balık türü yaşıyor? Marmara denizinde biyolojik çeşitlilikten geriye ne kaldı? Onca öğünülen Milli Gelir Artışı [GSYH], hangi petro kimya fabrikasının ürettikleri bir bardak temiz suyun karşılığı olabilir? Türkiye ‘kalkındıkça’, ‘muasır medeniyeti yakalama yolunda ilerledikçe’, kapitalistleşip, ‘muasır medeniyet’ denilenin bir parçası haline geldikçe, neye benzediği ortada değil mi? Ve ortaya çıkan bu sefil durum rahatsız edici değil mi?
Velhasıl, enerji sorununu çözmenin yolu, geçerli paradigmanın dışına çıkmayı gerektiriyor. Geçerli sefil paradigmadan çıkıldığında, bu günkünden çok daha az enerji kullanarak, insana ve doğaya olabildiğince az zarar vererek, üretmek, tüketmek ve insânî bir sosyal-doğal ortamda insanca yaşamak mümkün hale gelecektir. O zaman su, rüzgar, termal, vb. yumuşak ve yenil elenebilir enerji kaynaklarına öncelik veren, çevre kirlenmesine, çevre tahribatına, atmosferin ısınmasına, iklim krizine, vb. neden olan fosil yakıtları olabildiğince az kullanmak da mümkün hale gelecektir. Ve tabii nükleer enerji türü aymazlıklar da asla gündeme gelmeyecektir... Sorun, sorunlar çözümsüz değil. Eğer, bu gün olup-bitenler birilerinin verdiği kararların, uyguladıkları politikaların sonuçları ise, başka insanlar da neden başka türlü yapma iradesini ortaya koymasınlar?
O halde neoliberalizm fanatiği AKP hükümetinin Akkuyu ve Sinop’a nükleer santral kurma girişiminin boşa çıkarılması aciliyet arzediyor. Başbakan ve bakanları ağızlarını her açtıklarında ‘demokrasiden’ bahsediyorlar... Demokrasi sevdalısı bu şahsiyetler acaba hiç zahmet edip Akkuyululara, Sinoplulara nükleer santral hakkında ne düşündüklerini sormuşlar mıdır? Öyle bir şey akıllarından geçmiş midir? Elbette sorun sadece Mersinlileri, Sinopluları ilgilendirmiyor, hepimizi ilgilendiriyor. O halde Greenpeace’in, Yeşiller Partisi’nin, Mersin ve Sinop Nükleer Karşıtı Platformların yıllardır sürdürdüğü anti-nükleer mücadeleye katılmak vazgeçilmez bir yurttaşlık gereğidir. Son bir şey daha: Bir yere nükleer santral mi kurulması yoksa tiyatro binası mı yapılmasına bölge halkı değil de, ‘konunun uzmanları’, burunlarından kıl aldırmayan anlı-şanlı profesörler ve profesyonel politikacılar karar vermeye devam ettikçe, işler sarpa sarmaya devam edecektir...
Fikret Başkaya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder