22 Mart 2011 Salı

Arap Aleminde 1848 Avrupa Devriminin Tekrari mi?-1


Bölüm I: Küresel Kapitalizmin Dinamikleri 

    Mısırda meydana gelen başkaldırı bu coğrafyadaki siyasal manzarada değişikliklere neden oldu. Atılan adımlar halkın demokrasi talep etme ilhamını körüklmiştiri. Mahdi Darius Nazemroaya iki faklı, ama benzer özellikler taşıyan tarihsel süreçler arasında paralel bağları kurarak, 1848 yılında Avrupa’da yaşanan olaylarda halkın kendisine yönelik tepkilerin karşısında durduğu gibi, Arap Âleminde halkın reaksiyon güçleri yaşanan devrim sürecinde karşı tepkileri olumsuzlamaları gerektiğine dikkat çekmektedir. Şimdilik momentum Arap halk kitlelerinden yanadır. Bu durum Arapların tarihten ders almaları gereken tek şansları olmaktadır.

rs1
******
    Tarihin tekerrürü mü? 1848’de Avrupa da yaşanan olaylar Arap Âleminde tekrar mı yaşanıyor? Buna ancak Arap Âlemi karar verebilir. Halkların kendi kaderini tayin etme hakkı kendi ellerindedir? Ancak, 1848’de Avrupa’da yaşananlardan ders almaları ve kapitalist sınıfın gelişmelerin seyrindeki rolünü ciddi bir şekilde irdelemeleri gerekir

1848 Avrupa İlkbaharı ve 2011 Arap İlkbaharı

    1848’de devrimci bir coşku Avrupa kıtasını kasıp kavurmuştu. Devrim dalgaları Fransa’dan harekete geçirilmişti. Devrim dalgaları, kitlesel isyan ve ayaklanmalardan oluşan bir tusunami şeklinde, Avrupa’nın geriye kalan kısmına vurmasına kadar geçen zamanda uzun süreli olmamıştı. İsyan dalgası, domino etkisi yaratarak, bir ülkeden diğer bir ülkeye geçmek suretiyle, söz konusu ülkeyi içine çekiyordu. Danimarka, Germenik Devletleri, İtalik Devletleri, Belçika, Wallachia ve Habsburg Avusturya İmparatorluğu halkların isyanlarıyla sarsıldı. Avrupa kıtasında başlanmış olan bu isyanların nedenleri günümüz Arap Âleminde yaşanmakta olan ayaklanmaların nedenleri ile aynı özellikleri taşımaktaydı.

    Ekonomik eşitsizlik, çalışanların haklarında suiistimal yaşanması, siyasal eşitliğin olmayışı gibi konular 1848’de Avrupa’da yaşanmış olan devrim dalgalarının nedenini teşkil etmekteydi. Sanayileşme, ekonomik ve teknolojik atılımlar, 1848 tarihi öncesi ve sonrasındaki Avrupalı toplumlarda, sosyo-ekonomik büyük değişikliklerin yaşanmasına neden olmuştur. Günümüzde bu olgu, değişik tarihsel kontekstler dâhilinde, Arap Coğrafyasında baş göstermiş bulunmaktadır.

    19. yüz yıl Avrupa’sında, servet konsolidasyonu ile karakterize edilen esaslı ekonomik değişimler kitlesel işsizliğin patlak vermesine ve insanların açlıkla karşı karşıya kalmasına neden olmuştur.
Neo-liberal reformların ve halkın tükettiği gıda maddelerinin artmakta olan fiyatlarının yaratığı ağırlık sonucunda bu olgu günümüz Arap Coğrafyasında yaygın olarak yaşanmaktadır. 

     İstihdam yetersizliğinin neden olduğu öfke, halk katmanları arasında fırsat eşitsizliğinin yaşanması, kamu kurumlarında rüşvete dayalı uygulamalar, devamlı artan ekmek ve gıda maddelerinin fiyatları, 2011 yılından bir kaç yıl öncesinden itibaren, özellikle Akdeniz havzasındaki devletler olmak üzere, Arap Âleminde yaşanmakta olan ayaklanmaların ve rejimleri protesto etme eylemlerinin başlama fitilini ateşlemiştir. Geçen süre zarfında yaşanan isyan ve protesto eylemleri Mısır, Tunus ve diğer Arap devletlerindeki çok gergin durumların başlangıcı olmuştur.

1848 Fransız Devrimi: Avrupa Tunus’u mu? veya İran mı?

    1848 yılında Fransa, toprak sahipleri, büyük sanayi ve bankacılık kuruluşları sahiplerinden oluşan bir sınıf tarafından yönetilmekteydi. 1789 Fransız devrimi sürecine kadar bu üçlü topluluğun (toprak sahiplerinden, büyük sanayi ve bankacılık kuruluşları sahiplerinden oluşan sınıf) yükselmesine ivme kazandıran emekçi sınıfının sömürülmesi olmuştur. Bu üçlü topluluk veya “büyük sermaye sınıfı” genel oy kullanma hakkını elinden alarak emekçi sınıfı sosyal haklarından mahrum bırakmıştır.

    Büyük sermayenin desteğinden fayda sağlayan,  “Burjuvazi Kralı” lakabıyla anılan Kral Louis-Philip I tarafından yeni bir ikametgâh kriteri uygulamaya konulmuştu. Bu uygulama, her bir Fransız vatandaşına bulunduğu bölgede 3 yıldan beri ikamet ettiğini kanıtlamak zorunluluğu getiriyordu. Bir emekçinin bulunduğu bölgede ikamet ettiğini ispatlayabilmesi için işvereninden onaylı belge alması gerekiyordu. Bundan dolayı, işçi sınıfı ve Fransa nüfusunun büyük çoğunluğu seçimlerde oylamaya katılmaktan mahrum kalıp büyük sermayenin eline esir düşmüştü. Oylama hakkını elde etmeyi imkânsız kılan değişen ekonomik şartlar nedeniyle, Fransız işçi sınıfı, iş bulabilmek amacıyla, bir bölgeden diğer bir bölgeye göç edip ikamet değiştiriyordu. İşsizlik Fransa’yı kasıp kavuruyordu. Örgütlü sermayenin eli altında hazır bulunan, sömürebileceği istihdam fazlalığı, büyük sayıda emekçilerden oluşan bir işgücü vardı. İşte sürdürülmesi imkânı kalmayan bu şartlar 1848 Fransız devriminin patlak vermesine neden olmuştur.

    1789 Fransız devriminde, Fransız işçi sınıfı, büyük sermaye sınıfı (büyük sanayi, bankacılık kuruluşları ve toprak sahiplerinden oluşan) ile işbirliği yapma yoluna gitmişti. İşçi sınıfı 1848’de farklı bir durum ile karşı karşıya kalmıştı. Büyük sermaye sınıfını meydana getiren üyeler kendi aralarında çatışmaya girmişlerdi. Fransız işçi sınıfı Fransa’nın yönetiminde ve Fransız toplumuna yön verme sürecinde söz sahibi olma hakkını talep ederek küçük burjuvazinin müttefiki oldu. Orléans Sarayı yerle bir edildi. İkinci Fransız Devrimi temelleri atılarak monarşi yönetimine son verildi.

    1848 sürecinden sonra emekçi sınıfı sosyal haklarını henüz güvence altına almamıştı. Mecliste az sayıda koltuğu elinde bulunduruyordu. Yeni vergi sisteminde iflas yaşandı. Ancak, kontrol mekanizması hala kapitalist sınıfın elinde bulunduğundan dolayı, kapitalist sınıf Fransa’da gerçek sosyo-ekonomik reformların yaşanmasını nötralize ediyordu. Bu sürecin sonunda Charles Louis-Napoléon Bonaparte’ı ikinci Fransız İmparatorluğu makamına taşıyan 1851 Paris darbesi meydana geldi. Fransa-Prusya Savaşında İmparator Bonaparte’ın yenilgisinden sonra, meydana gelen önemli diğer bir olgu, tarihçilerin “Paris Komünü” diye adlandırdıkları, 1871 yılında kısa süreli bir hükümetin kurulması gerçekleşti. Paris komünü sürecinde, sosyalist ve anarşistlerden oluşan karma bir hükümet yönetiminde, Sovyetler Birliğinin kurulmasından elli yıldan fazla bir süre önce, Fransa tarihin ilk sosyalist cumhuriyet hüviyetini kazandı. Fransa’nın Prusya işgali altındaki süreçte, Fransız ve Alman örgütlü sermaye sınıflarının arasında yapılan bir anlaşma ve stratejik bir anlayış doğrultusunda Paris Komünü lağvedilmişti.

rs2

     1848 Fransız Devriminden hangi dersler alınmalı? 

    1848 Fransız Devrimi, sermayenin işçi sınıfı taleplerinde ve toplumun esas yapısında nasıl manipülasyon yapabileceğini göstermektedir. Bu devrim aynı zamanda, siyasal liderlik bünyesinde değişiklikler yaşanmasına rağmen, kapitalist sınıfın ağırlıklı olarak devletin elinde olduğunu göstermektedir. Sonuç itibariyle, Fransa’da yaşanan 1848 devriminde çıkarılabilinecek bir ders, örgütlü sermaye esas toplumun bünyesini uyuşturmak üzere uygulanacak politikalarda planlı bir şekilde dalgalanmalar meydana getirmektedir. Yaşanan olgulara bu bağlamda bakacak olursak, tarih Arap Âleminde tekerrür edebilir.

1848 Devrimi, Refah Devleti ve Liberal Demokrasinin Yükselişi 

    1848’deki isyanlardan dolayı Avrupa’da yer yerinde oynamıştı. Yaklaşık olarak 10 yılık bir süre sonra bu isyanların etkisi bütün Avrupa’da hissedilmişti. Ancak, Avrupa’daki isyanlar henüz gerçek devrim anlamına gelmiyor, Avrupalı çoğu halk kitlelerin beklentilerine cevap verilmiyordu. Macaristan örneğinde olduğu gibi, milliyetçi hedeflere cevap verilmişti. O sıralar Macaristan’da egemenlik hükmü kalmamış olan Alman–Avusturya Cumhuriyeti hükmü şahsiyetinin de desteğiyle Habsburg İmparatorluğu lağvedilip, 1867 yılında Avusturya-Macaristan imparatorluğu kuruldu.1848 yılında gelişen olaylar aynı zamanda İtalya ve Almanya’nın birleşmesinde katalizör olma görevini de gördü.

    Avrupalı devletler yönetici sınıfların servetini artırmaya, konumlarını pekiştirmeye ve onları korumaya çalışan kleptokrasi yönetimleri olarak kalmaya devam ettiler. Genellikle, o zamandan beri yönetici sınıfına tanınmış olan ayrıcalıkların ve edinilen servetlerin ana çerçevesi günümüz Avrupa’sında da yerli yerinde durmaktadır. Bu durumun nasıl mümkün olduğunu?  sormamız ve de sorabilmemiz gerekiyor.

    Avrupa’da baş gösteren halk isyanları Avrupalı yönetici sınıfların düşünce yapısında da değişikliklere neden olmuştu. Aslında kapitalist sınıf olan yönetici sınıf, her zamanki gibi, kendi işiyle meşgul olma arzusunda idi, ancak, daha liberal ve üstü örtülü bir şekilde. Kapitalist yönetici sınıfın talimatı doğrultusunda devlet, hükümetin özel görevlilerini, kitlesel halk katmanlarını sözüm ona “barışçı kanallara ” sevk etmek amacıyla, siyasal kurumlar ve sosyal birliklerin içine sızmakla görevlendirmişti.

    Ana akım/orta sınıf Avrupa toplumları değişimin “gelişme” olduğu şeklinde düşünce oluşturma ve davranış geliştirme doğrultusunda ve de yavaşça seyreden bir değişim sürecinin gelişme ile sonuçlanacağı konusunda endoktrine edilmişti. Bilimsel teoriler de bu tarz kültürel davranış geliştirmeyi yansıtmaktaydı. Örnek olması açısında, 1848’de meydana gelen sosyal olaylardan kısa bir süre sonra Charles Darwin doğal seleksiyon teorisini İngiltere’de dünya kamuoyuna açıkladı. Darwin’in teorisinde kültürel eğilimin bir örneği olarak sunulan konu, değişimin tedricen meydana geliyor olmasıydı. Evrimden kaynaklanan değişimin tedricen veya yavaşça gelişen bir ilerleme hızına zorunlu olarak sabit olduğuna dair herhangi somut kanıt mevcut değildir. Değişimin yavaşça seyreden bir fonksiyon olduğunu gören yalnızca Darwin değildi. Tedrici gelişme konusunda görüşlerini dile getiren farklı alanlarda çalışmalar yürütmekte olan başka bilim insanı ve akademisyenler de vardı. Bu durum kapitalist sınıfın çıkarlarını korumaya zemin hazırlayan hâkim kültürel ortamdan kaynaklanıyordu.

    Kültürel temellere dayalı bu varsayımlar ana akım/orta sınıf Avrupa toplumlarının düşünce tarzına uygun hale getiriliyordu. Çünkü Avrupa toplumlarına değişimleri “gelişme” ve kalkınma/ilerleme açısında da “tedricen” olması gerektiği şeklinde sunulması kapitalist sınıfın çıkarına hizmet etmekteydi.  Örgütlü sermaye,  ana akım toplum tabakasını değişimin tedricen vuku bulacağı umudu içerisinde kalıp,  sabır gösterme kültürünü kabul etme doğrultusunda sosyalleştirmeye çalışmaktaydı. Bu olgu, Avrupa Birliği, Beyaz Saray ve hatta Arap rejimleri tarafında “geçiş dönemi” olarak tanımlanan olaylara çok benzemektedir.

    Kapitalist sınıf, daha sonra “refah devleti” şeklinde tanımladığı sosyal yapı içerisinde dönüşen ana akım toplum tabakasını teskin etmek amacıyla küçük çapta bazı ödünler vermiştir. Devlet, gerçek anlamda işçi sınıfı devrimlerinin baş göstermesini önleme konusunda hiç zaman kaybetmemiştir. Auguste Compte’un önceden öngördüğü gibi, toplumun sosyal tabakaları arasındaki farklılıklara bir çözüm yolu bulunmaması halinde, Komünizmin Batı Avrupa’da yaygın hale gelecek olmasını önlemek amacıyla, Batı Avrupa yönetimleri en kısa zamanda kendi toplumlarına siyasal bir çeki düzen verme ihtiyacını  hissetmişlerdir.

    1848’den sonra İngiltere ve Hollanda meşrutiyetin seyri dâhilinde yönetim bünyesinde değişiklik yapmış,  aşamalı olarak liberal demokrasiye geçiş yapmış ve anayasal monarşi haline gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonuna gelindiğinde, Batı Avrupa ülkelerinden çoğu liberal demokrasinin yaşandığı ve “liberal refah devleti” tarafından yönetilen ülkelerdi.

    Refah devleti sıfatını kazanmak için iki evreden geçmesi gerektiğine işaret etmek lazım. İlk evre, devletin 1848’den sonra yükselmekte olan işçi sınıfının radikal doğasına karşı durma ihtiyacı. İkinci evre ise, İkinci Dünya Savaşından sonra Japonya ve Batı Avrupa’da komünist hareketin yönetimi ele geçirmesi ihtimalini önlemek amacıyla liberal refah devletine geçiş evresi.

Refah Devletinin Çöküşü ve Refah Devletinin “Komünist Tehditti ” bertaraf etmesindeki Direkt Bağıntısı 

    Genel anlamda, liberal refah devletinin varlığını sürdürmesi konusu birçok tartışmaların temelini teşkil etmektedir. Liberal bir refah devleti, esas itibariyle, vatandaşları arasındaki mevcut eşitsizlikleri asgari düzeye indirme programları olan devlettir. Bu programlar en düşük gelir düzeyine sahip toplum tabakası veya toplumun gelir düzeyi düşük üyeleri üzerine eğilmeyi veya en yaygın anlamıyla, söz konusu devletin vatandaşları arasında eşitsizlikleri en asgariye indirgeyen sosyal programlardır.

    Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden ve Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra liberal refah devleti de çöküşe geçmiştir. Çöküş süreci, hükümetin daha sonra sosyal programların tasfiyesi işlemi içerisinde dönüşüme uğratan çerçeveleme programları düzenleyen mali krizlere atfedilmiştir. Buna karşılık, bu durumun tam tersini savunmaya yarayan konular da vardır.

    Liberal refah devleti yönetim şekli, Avrupa’da ve dünyada ciddi bir komünist yönetim opsiyonu olduğu zaman uygulamaya konulmuştur. İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa ve Asya’da köklü komünist hareketler ve komünizme büyük destekler vardı. İşçiler 1900’dan beri radikal hale gelmişti. Toplumun ana akım yaygın katmanlarının taleplerini karşılamak amacıyla Japonya ve Avrupa’da komünizme yönelebilecek herhangi bir eğilimi etkisizleştirmek amacıyla liberal refah devleti bulunmuştu. Aslında, emekçi sınıfların taleplerini yatıştırmak üzere böylesi bir çareye başvurulmuştu.

    Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğunun dağılmasından sonra, Batı Bloğundaki kapitalist yönetici sınıfların komünizm tehdidine karşı ana akım toplum tabakasını sakinleştirmek üzere liberal refah devletine artık ihtiyaçları kalmamıştır. Yaşanan ekonomik krizlerin başlamasından sonra, sosyal programlarda yapılan kesintiler ve daha sert tasarruf tedbirleri refah devletine karşı uygulanmıştır. Marksist tarihsel analizler açısından, liberal refah devletleri işçi sınıfı ve ana akım toplum tabakasının taleplerinde erozyon yaratmak üzere kapitalist sınıfa hizmet etmiştir.

Demokrasiye karşı Kleptokrasi 

rs3
    
    Hangi “demokratik uygulamalara” dünya demokrasileri denilebilir? sorusunu sorulabiliriz. Bu soruya cevap verebilmemiz için demokrasiyihalkın kendi kendisini yönetmesi” olarak kabul etmemiz gerekir. Vatandaşın yönetim sürecine doğrudan katılımı ve çabası anlamına gelen Direkt Demokrasi en doğru anlamındaki demokrasi demektir. Direkt Demokrasi tartışmalı bir şekilde anarşizm ile aynı hizaya konulabilir veya aynı anlamda alınabilir.

    Temsili Demokrasi veya Dolaylı Demokrasi toplumun spesifik sayıda üyeleri ve toplumun bileşenleri yetki verilmiş bir kişi veya kişiler tarafından temsil edilmesi anlamına gelen bir yönetim şeklidir. Bir temsilcinin seçilmiş olması, her zaman temsil ettiği toplum katmanlarının demokratik taleplerini yerine getiren temsilci anlamına gelmemektedir. Temsili demokrasilerdeki temsil şekli, daha ziyade, halk demokrasileri denen yönetimlerde geçerlidir.

    Demokrasi gerçek anlamıyla daha uygulamaya konulmamıştır. Avrupa merkezli bakış açısına göre, Atina’nın siyasal bir sistem olarak demokrasinin beşiği olduğuna inanılmaktadır. Atina’da da demokrasi gerçek anlamıyla yaşanmamıştır. Atina’da mevcut olan endüstriyel köleliği dikkate almasak bile, Atina nüfusunun büyük çoğunluğu seçimlerde oylama sürecine katılmıyordu. Oy kullanabilenler bile zaman zaman etki altında kalıyor veya zorlanıyordu. Ayrıca, Atina site devletinde karar alma sürecinin seyrini manipüle eden bir elit tabaka vardı.

    Burada anahtar kelime “yön vermektir”. Atina’daki uygulamada olduğu gibi, liberal demokrasiler olarak bildiğimiz modern devletlere yönetici bir sınıf tarafından “yön verilmektedir”. Çeşitli kurumlar, sosyal faaliyetler, siyasal partiler, haber alma organları ve halka geçim vasıtaları sunmak marifetiyle bu yön verme uygulamasına geçilmektedir. Halk katmanları ne şekilde oy kullanacakları konusunda harekete geçirilmekte, gerçek irade birçok anlamda eksik kalmaktadır. Amerika Birleşik devletlerinde Barack Hüseyin Obama statüko dışında bir opsiyon olarak takdim edilmiştir. Aslında Barack Obama, Amerikan yaşam tarzını kontrol eden aynı kurulu düzenin yeni yüzünden başka bir şey değildir.
 
    Modern dünya demokrasileri şu ya da bu şekilde kleptokrasi yönetimleridir. Ampirik olarak, bu yönetimlerin kleptokrasi olduklarına dair çok sayıda veri mevcuttur. Erkeklerin, kadınların düşünce özgürlüğü, kendi bedenleri üzerinde tasarrufta bulunma hakkı ve yaşam tarzını seçmede özgürlüğü olmadığı sürece gerçek demokrasi olmayacaktır. Sosyal veya ekonomik konularda örgütlü sermaye gibi bir yapı tarafından kontrol edildikleri sürece, kontrol mekanizmasının insanların gerçek anlamda özgürlükleri üzerinde tahrip edici bir etkisi olacaktır. Kapitalist sınıf devleti kontrol etmiyor gibi görünüyor olsa da, bu sınıf devlet üzerinde çok büyük bir nüfuza sahiptir. Medya sektöründe ve ekonomik yaşantının yapı taşlarında olduğu gibi, devlet kapitalist sınıfa hizmet etmekte ve kapitalist sınıfın çıkarları doğrultusunda ana akım toplum yapısı üzerinde kontrolü sağlamaktadır.
 
    Anayasacıların haklı olarak konu üzerinde tartışmaya girdikleri gibi, demokrasilere yön verilebilir veya demokrasinin işleyişi manipüle edilebilir. Kapitalist sınıf, 1848’dan beri, kleptokrasiyi geliştirirken, gerçek anlamda demokrasinin bütün formlarında arızalar yaratmaktadır. Büyük sermaye devletin yönetim kademelerinde kendine bir yer edinmede her zaman başarılı olmakta ve liberalizmin kanatları altında varlığını sürdürmeye devam etmektedir.

NOT: Bölüm II’de Arap Âleminde Kendi Kaderini Tayin Etme Mücadelesi irdelenecektir.

Bu analiz 05 Şubat 2011 tarihinde Global Research.ca’da İnglizce yayınlanmıştır.

Çeviri : Nizamettin Karabenk

Mahdi Darius Nazemroaya Kanada’da mültidispliner araştırmalar yapan bir Sosyolog ve Bilim Adamıdır. Uzmanlık alanı jeopolitik ve stratejik konulardır. Orta Doğu, Orta Asya ve eski Sovyetler Birliği konularında konferanslar verip yazılar yazmaktadır. Çalışmaları İngilizce, İspanyolca, Fransızca, Almanca, İtalyanca ve Rusça dillerinde yayınlanmaktadır.

Hiç yorum yok: