28 Temmuz 2011 Perşembe

Neşe Düzel'in Röportajı ve Kürdistan Mühürü


Daha önce yazmış mıydım, hatırlamıyorum. Cezaevlerinde uzun yıllar salçasız makarna yedik. Ne zaman baskı ve şiddetin nedeni olacak, İstiklal Marşı söylemek, yemek duası okumak veya Tek Tip elbise giymek gibi uygulamalar gündeme gelse ve biz buna itiraz etsek, cezaevi idaresinin önümüze koyduğu ikilem şu olurdu:
 
“Kurallara uyup, salçalı makarnayiyeceksiniz yoksa yıllarca hücrelerde salçasız makarna ile mi yaşayacaksınız?”
 
Kurallara uymak isteyen bazı arkadaşlarımız:
 
“Düşünsenize, salçalı makarna yiyeceğiz,” diyorlardı.
 
Devlet ve onun AKP hükümeti Kürt ve Kürdistan sorununu “salçalı makarnaseviyesine indirmeyi bir ölçüde başardı. Kürdistan haritadan silindikten ve Kürt sorunu Türk devletini yenilemenin bir kaldıracı haline getirildikten sonradır ki, “salçalı makarnaheveslisi Kürtler ve Türkler AKP hükümetinin iyiliklerini anlatmakla bitiremediler. Kürt halkının diş ve tırnakla elde ettiği fiili hakları utanmazca AKP hanesine yazdılar.
 
Kürt desteğiyle çürümüş Türk rejimini ihya etmek zaten bu idi. Anlatmak istediğimiz de buydu. AKP faşizminin “salçalı makarna”sına ağzı sulanarak tamah edenlere göre ordunun inisiyatifi kırılıyor, polisin yetkisi artıyordu. Onlara göre demokrasi bu idi. Biber gazının ve öldürücü silahların Türk ellerindeki değiş tokuşundan heyecan duyan ahmakların ve çıkarcıların bilmesi gereken bir şey var ki, değil bir kişinin, kendilerine benzer on kişinin toplam ömrü Kürdistan mücadelesini teslim almaya yetmez.
 
Önceki gün Taraf Gazetesi’nde Neşe Düzel’in BDP milletvekili Bengi Yıldız’la yaptığı röportajı okuyunca aklıma nedense “salçalı makarnaörneği geldi. Neşe Düzel sorunlarını hakim olanın, elinde kılıç bulunduranın; sınır, bayrak ve meclis sahibi olmanın üstünlüğü ile sormuştu. Deyim yerindeyse röportajda Kürde köpek muamelesi yapıyordu.
 
Ben bu basına “Kürdün Türk basını” adını takmıştım. Yozgatlı Türkler Diyarbakırlı Kürdü ne kadar temsil ediyorsa, içinde Taraf gazetesinin olduğu Türk basını Kürtleri o kadar temsil ediyor. Sorun Türk basınında değil, Türk devletinden daha kirli olan Türk basını işini yapıyor. Sorun, Türk egemenliğinin uzattığı her mikrofona koşan ve cevaplarını, Türkün çizdiği sınırlara göre vermek zorunda kalan Kürdün kendisinde. Neşe Düzel, PKK’nin ve BDP’nin Kürt halkını temsil etmediğini söylerken veya derme çatma da olsa Kürt özerklik talebini aşağılarken bir de basın alanında kafamıza Türk sömürgeciliğinin pis kokulu çorabını geçiriyor.
 
Türkler ve Türk devleti sanki yaptıkları bütün işleri halk oylaması sonucu hayata geçirmişler. İstanbul’u, Bizans halkından aldıkları evet oyu sonucu fethetmişlerdi. Kıbrıslı Rumlar Türklere: “gel bizi böl,” demişti. Ermeni halkı 1915 yılında yaptığı referandumla Türkler tarafından soykırıma uğrama kararı almıştı. Lozan’da Kürdistan üçe, dörde bölünmeden önce Kürtler Türklere yaptıkları referandum sonucunda: “Bizi parçala!” demişlerdi. Kürdistan üzerindeki tarihsel ve güncel haksızlıkları; işgal, talan ve yasakların tümünü es geçen kara vicdanlı birileri ancak Kürtlere şu soruyu sorar:
 
“Bu hakkı nereden alıyorsunuz?”
 
Kürtler bu hakkı, Türk işgali altındaki Kürdistan ülkesinin vatandaşı olmaktan alıyor.
Tarihin haksız sınırlarının, rejimlerin ve devletlerin Kürtler için hiçbir kutsallığı olmamalıdır. Türk basınına yüksek bir bilinç ve kararlılıkla cevap verebilmek için Kürdistan adındaki ülkenin Türk işgali altında olduğuna inanmak ve bunu açık ve net bir şekilde söylemek gerekiyor.  Benim ulusal ölçülerime göre, anadilini yasaklayan bir devlete vatandaşlık yapmak ve oy vermek suçtur. Koruculuk da suçtur. Ülkesinin adını yasaklayan bir devletin meclisi, Kürtlerin meclisi değildir. Alfabesini ve çocuklarının adını yasaklayan bir devlete saygı duymak gerekmiyor. 25 yılda dört bin köyü boşaltıp, 5 milyon Kürdü topraklarından eden, 20 bin sivilin esesine sıkan ordu, Kürtlerin ordusu olamaz.
 
Ama milletvekili kimliği, sınırların ve Kürtlerin üzerinde ölümcül bir şekilde sallanan bayrağın kutsallığına dayanarak bunlar söylenemez.
 
Bayrak denen nesne bir kesim için, vatan, millet ve devlet anlamına geliyor da, diğer kesim için korku ve ürpertinin simgesiyse bayrağa gösterilen saygı, sahte bir saygıdır.
 
Neşe Düzel’in röportajında bir sorun yok. Neşe Düzel, Türk devletinin Kürtler üzerindeki ebedi varlığına sırt dayıyarak sorularını soruyor. Röportajın manşetinden rahatsız olan Bengi Yıldız’ın Taraf gazetesine gösterdiği tepkiye Ahmet Altan’ın gösterdiği karşı tepkide de bir sorun yok. Ahmet Altan diyor ki, BDP’nin en bilgili kişisi gelsin. Kendine güveniyor. Çünkü biliyor ki, gelen BDP’linin bilgi düzeyi ve vereceği cevaplar Türk sınırlarının, bayrağının, rejiminin ve meclisinin kutsallığı çerçevesinde olacak. Kutsallık haline getirilmiş tarihsel haksızlıkların köküne meydan okunmadan verilecek cevapların yamuk, güdük ve çelişkili kalacağını Ahmet Altan bilmeyecek de kim bilecek.
 
PKK, mücadeleye başlamadan önce herhalde mücadeleye başlayıp başlayamayacağını Kürt halkına referandum yoluyla sormadı. Aksine gittikleri ilk evlerden bir çok kez kovuldular. Bazı yerlerde sofra başında gözlerine acı toz biber serpilerek jandarmaya ve polise teslim edildiler.
 
Bir yerde gaspedilmiş bir vatan ve yasaklanmış vatandaşlık kimliği varsa orada silahlı veya silahsız mücadele olacaktır. Buna rağmen Ahmet Altan ve Neşe Düzel şu soruyu soracaktır:
 
Türk devleti sınırları, rejimi, bayrağı ve parlementosu ile dünya tarafından kabul gören bir devlettir. Bu devlet diyelim ki, sizin beklentilerinize karşılık vermedi. İsyana kalkıp, silaha mı sarılacaksınız?”
 
Bengi Yıldız, isyana kalkıp silaha sarılacağız diyemez. Dediği an, Hatip Dicle gibi ceza alır ve hapse atılır.
 
Başından beri Kürtlerin sınırlara, devlete ve bayrağa takılmadan gaspedilmiş Kuzey Kürdistan’ı geri istemelerini savundum. Kürdistan kazanılır veya kazanılmaz. Zafer elde edilir veya edilmez. Fakat hak olan bir şeyi bütün boyutlarıyla geri istemek kazanmanın yarısıdır. Yoksa Kürt kitleleri CHP, AKP, MHP arasında gider gelir; askere gidenlerin “kaza kurşunlu” cenazeleri evlerine gönderilir, köpekleşmeye karşı çıkanlar dağlara, hapislere ve sürgünlere sürülür; Kürtlerin legal partileri etrafında toplananları Türkün sokaktaki linç kültürü ile polis, asker ve yargı şiddeti felç eder…
 
Bizler küçük birer çocuk iken, kırda, tarla ortasında tek başına duran taşları kaldırır, merakla altına bakardık. Taşların altından bazen bir kuş yuvası, bazen yılan veya kertenkele çıkardı.  İlginç bir çocuk oyunu idi. Bir keresinde taşın altında dikili vaziyette bir mühür bulmuştuk. Mühür, Bizans devrine ait idi.
 
Kürt halkının üzerine kaya ağırlığında abanmış olan devletin varlığını Kürdistan çocukları yerinden oynattılar. Tonlarca ağırlıktaki kaya tam olarak kaldırıldığında altından ne çıkar şimdilik kestirmek güç.
 
Ancak kayanın altından Kürdistan ülkesinin mührünün çıkacağına inananlardanım. Bu inancımızı sınamak ve doğrulatmak için Kürt haini Mehmet Metiner’in seçildiği Adıyaman veya Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçildiği Tunceli’de referandum yapmamız gerekmiyor. Kürtlerin Kürt olup olmadıkları nasıl referandumla sorulamazsa, Adıyaman ve Tunceli’nin Kürdistan olup olmadığı da referandumla sorulamaz.
 
Yitirilmiş Kürdistan mühürü ele geçirilene kadar Kürt nesillerinin mücadelesi sürecek. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.
 
bildiricihasan@hotmail.com

Hiç yorum yok: