Son yıllarda Kürt sorunu etrafında yoğun
konuşmalar, tartışmalar yapılmaktadır.
Bu konuşmalar, tartışmalar çoğu yerde ve çoğu zamanda devletin gözüyle
yapılsa da Kürt sorununa ilgi artarak devam etmektedir. Bu konuşmaların,
tartışmaların yapıldığı ortam nasıl bir ortamdır? Bu ortamın siyasal, toplumsal
ve ruhsal özellikleri nedir? Kürt
sorunu derken, sorunun nasıl bir ortamda tartışıldığı, Kürt sorununa çözüm
derken, çözümün hangi ruhsal ortamda arandığı irdelenmesi gereken bir durumdur.
Ekim ayının aşlarında, 4 Ekim 2008’de,
Şemdinli’de Bezele Karakolu’na bir saldırı oldu.
Genelkurmay ve Genelkurmay’a bağlı olarak Türk basını 15 askerin
şehit olduğunu duyurdu.
Bu sayı daha sonra 17’ye yükseltildi.
PKK kaynakları ise bu sayının çok daha yüksek olduğunu vurgulamıştı. Türk basını
haberlerinin devamında, “23 hain imha edildi” deniyordu. Türk basını bir hafta
on gün süreyle şehitlerden söz etti. Çatışmalarda yaşamlarının yitiren askerler
için ağıtlar yakılıyordu. Çatışan taraflardan biri için şehit deniyor,
yaşamlarını yitirenler birer birer övgüye boğuluyor,
PKK’li savaşçılar için ise “hain” deniyor, “23 hain geberdi” gibi,
küçümseme, dışlama ve düşmanlık içeren bir terminoloji kullanılıyordu.
Askerler için, “henüz bir aylık babaydı”, “terhisine üç hafta kalmıştı”,
“üç ay sonra nişan töreni olacaktı” “yaşları 1-5 arasında değişen üç çocuk
babasız kaldı” gibi, kamuoyunda, sempati yaratan, sempatiyi çoğaltan, duygu dolu
değerlendirmeler yapılırken, PKK’liler için ise “geberdiler”, “cezalarını
buldular”, “15 bin asker PKK’lı avında” gibi, kin dolu, düşmanlık dolu,
dışlamayı hedef alan bir terminoloji egemendi.
Asker ailelerinin acıları, acıyı nasıl
yaşadıkları, görüntülü bir şekilde ekrana getirilirken çatışmalarda yaşamlarını
yitiren PKK’lilerin ailelerinin acıyı nasıl yaşadıkları, yasları, ağıtları kati
surette ekrana getirilmez. Yazılı basında, gazetelerde, bunlara ilişkin bir
fotoğrafa yer verilmez. Ama, Kürt televizyonları, örneğin
ROJ TV, çatışmalarda yaşamlarını yitiren savaşçıların toprağa nasıl
verildiklerini ayrıntılı bir şekilde göstermektedir. Cesetlerin önce, devletin
elinden, morglardan alınması söz konusudur. Bunun için yoğun bir mücadele
verildiği cenazelere sahip olabilmek için ısrarlı bir davranış içinde
bulunulduğu biliniyor. Cenazelerin toprağa verilmesi ise, bazan binlerce, bazan
onbinlerce insanın katılımıyla gerçekleştirilmektedir. Kadınlar, çocuklar,
yaşlılar, gençler bu törenlerde yer almaktadır.
Bazı yerlerde binlerce, bazı yerlerde onbinlerce insan, kalabalık bir
kitle, etrafları güvenlik güçleriyle çevrilmiş vaziyette, sloganlarını
bağırarak, pankartlarını taşıyarak mezarlığa doğru yürümektedir. Bu insanların,
bu kitlelerin duygularını, düşüncelerini bilmek, anlamak elbette önemli
olmalıdır. Ama Türk basınında, Türk televizyonlarında, yazılı basında,
bu törenlerle ilgili hiçbir yayın, haber, görüntü vs. yoktur. Buysa,
dışlamanın, umursamamanın, önemsememenin göstergeleridir. Böyle bir sürecin
insanların bilincine çarpmasının önlenmesi bakımından da
bu umursamama gerekli olmaktadır.
Köylerin boşaltılması, yakılması, yıkılması sırasında da böyle oluyordu.
Bu olaylar sırasında da basında bir görüntü veya fotoğrafa yer verilmezdi. Kış
koşullarında, kar, yağmur altında sürgüne giden, ailelerin, çocukların,
kadınların sürgünü nasıl yaşadıkları Türk basınının ilgisini çeken bir konu
değildi. Son yıllarda Türk basını, Türk yazarları sık sık entegrasyon konusuna
değinmektedir. Duygulardaki ve
düşüncelerdeki ayrışmanın böylesine yoğun bir şekilde yaşandığı bir ortamda,
entegrasyon nasıl gerçekleştirilebilir?
Türk devlet ve hükümet yöneticileri Kürt
tarafındaki bu durumu şüphesiz biliyorlar ve izliyorlar. O zaman bu umursamama,
önemsememe politikasının sistematik bir politika olduğu da
belirtilebilir.
Kürt sorunu böyle bir politik ve ruhsal
ortamda konuşuluyor, daha önemlisi, Kürt sorununa çözüm, böyle bir ortamda
aranıyor. Bu umursamama politikasının,
PKK savaşçılarını, onların ailelerini, analarını, babalarını kardeşlerini
hiçe saydığı açıktır. Bunların, sayı olarak milyonlarca insanı kapsadığı
söylenebilir. Bu insanların, bu ailelerin duyguları düşünceleri yok sayılarak
umursanmayarak, önemsenmeyerek, nasıl yol alınabilir? Böyle bir ortamda
entegrasyonun nasıl düşünülebildiği dikkate değer bir konudur. Böyle bir
ortamdan çözüm, demokratik bir çözüm çıkmaz. Bu ortam sadece, devletin,
zorlayıcı baskı araçlarıyla sorunu bastırma ve etkisiz bırakma operasyonlarına
yol verir, bu operasyonlar için zemin hazırlar.
Ekim ayı ortalarında Cengiz Çandar ve
Oral Çalışlar, Diyarbakır’da, halkın duygularını, düşüncelerini öğrenmek için
çalışmalar yaptılar. Bu çalışmalar, 14 Ekim 2008 tarihli Radikal Gazetesi’nde,
“Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar’ın Sokak İzlenimler” başlığıyla verildi.
O günlerde hükümet, “Diyarbakır’a 1400 özel harekatçı daha gönderilecek”
şeklinde açıklamalar yapıyordu. Halk, kahvehanelerde, çarşıda, pazarda yapılan
sohbetlerde, bu hükümet açıklamalarına karşı, gazetecilere, “Bize güvenlik gücü
değil şefkat gücü lazım” diyerek tepki gösteriyordu. Radikal Gazetesi bu
haberleri, “Diyarbakır şefkat bekliyor” diye duyuruyordu.
Çözümün konuşulacağı ortam bellidir.
Sorun ancak böyle bir ortamda konuşulabilirse olumlu sonuçlar elde edilir. Bu,
PKK’lilere de “bizim çocuklarımız” gözüyle bakan bir ortamdır. Bu, PKK’lilere
düşman gözüyle bakmayan bir ruhsal ve siyasal ortamdır. Bu elbette, devletin
yüksek katları tarafından, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay
Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı gibi birimler tarafından
yapılacak açıklamalarla oluşacak bir ortamdır. Gençlerin neden dağa çıktıkları,
anlaşılması, kavranılması gereken bir durumdur. Gençler, şehirlerdeki
veya beldelerdeki rahatı bırakıp neden dağa çıkmak, dağda yaşamak gibi zor olan
bir mücadele biçimini benimsiyorlar? Gençler, bu işin ucunda ölümün
olabileceğini de şüphesiz biliyorlar. Buna rağmen neden böyle zor bir yaşama
seve seve koşuyorlar? Pek çok olumsuzluğa rağmen bu zor koşullara neden
katlanıyorlar? Dağa çıkanların duyguları, düşünceleri nelerdir? Bunlar,
dikkatlerden uzak tutulmaması, ayrıntılı bir şekilde irdelenmesi gereken
konulardır. Bu gençlere durmadan
“terörist” demek soruna hiçbir açıklık getirmez. Devlet terörü, devlet terörünün
hedefleri söz konusu edilmeden, sadece “terör” den söz etmek sağlıklı bir yol
değildir.
Kürt tarafında milli duyguların,
düşüncelerin nasıl oluştuğuna, yaygınlaştığına derinlik kazandığına dair
bir olay anlatmak gereğini duyuyorum. Bana da yakın bir arkadaşım anlatmıştı.
Olay bundan üç hafta kadar önce, yani 2008 yılının Ekim ayının başlarında
geçiyor.
Eve boya-badana yapılacak.
İşçiler gelmeden önce, evin hanımı, boya-badana yapılacak salona, odalara
gazete seriyor. Gazeteler, Azadiya
Welat gazeteleri. Kürtçe günlük gazete.
İşçiler, Kürt işçiler… İşçiler ekip olarak geliyorlar.
Kürt işçiler Azadiya Welat gazetelerini görünce,
gazetelere basmamaya özen göstererek, yavaşça
toplayıp katlıyorlar ve bir köşeye koyuyorlar. “Bu gazetelerde
şehitlerimizin resimleri var, bu gazetelerin üzerine basamayız.”
Aslında bu aile de yurtsever bir aile. Kürtçe Azadiya
Welat gazetesini kim izliyor? Fakat Kürt işçiler daha farklı, daha duygu dolu
bir hassasiyet gösteriyorlar. Bunlar sıradan işçiler. Çatışmalar sırasında
köylerinden, beldelerinden kopup gelmiş, bir gün iş bulup çalışan, iki gün iş
bulamayan, ev-bark sahibi, çoluk- çocuk sahibi işçiler. Bu insanların
duygularının, niyetlerinin, beklentilerinin bastırılmasıyla hiçbir sorun
çözülmez. Önemli olan bu duyguları, bu düşünceleri anlamaya-kavramaya
çalışmaktır. Kaldı ki artık bu duyguları bastırmak da mümkün değildir. Zaten bu
duygular hep bastırma sürecinde, bu süreçte kullanılan devlet terörüyle birlikte
gelişip yaygınlaşmış, derinleşmiştir. Bu kişileri Türk basını “hain” kavramıyla
niteliyor. Bu kişilerin milyonlarca Kürt insanının gönlünde yer ettiği de
görülüyor. Bu zıtlık elbette dikkate değer bir süreçtir. Bu geniş kitlelerde,
Kürt yurtseverliğinin, Kürt milliyetçiliğinin nasıl oluştuğu, nasıl geliştiği
çok önemli bir konudur. Bu da incelenmesi, irdelenmesi gereken bir durumdur.
Herhangi bir insan, anadil gibi bazı
doğal haklarını, yani doğumla birlikte kazandığı, sahip olduğu hakları, pürüzsüz
bir şekilde kullanmak ister, bunu için çalışır. Doğal hakların kullanımına bir
baskı, bir engelleme, sorun çıkarır, tepkiyle karşılaşır. Doğal haklarla reel
durum, yani baskı, engelleme, diyelim pozitif hukuk arasında çok büyük bir
zıtlık vardır. Doğal haklarını kullanarak bu zıtlığı aşmaya çalışan, baskıya,
engellemeye karşı mücadele eden kişi, bu süreç içinde giderek özgür birey haline
gelir. Özgür birey elbette, baskıyı
engellemeyi organize eden kurumlara, siyasal iktidara, devlete karşıdır. Özgür
birey bir taraftan bu baskılara karşı çıkarken, bir taraftan da, baskıdan azade
kalacağı kendi yönetimini oluşturmaya bunun için ortam yaratmaya gayret eder.
Kendi yönetimi, federasyon, bağımsız devlet gibi birimler olabilir. Özgür
bireyin bu çift yanlı tutumunun kavranılmasında yarar vardır. Berzan Boti’nin
nasname sitesindeki, “Özgür Birey-Devlet ve Devletleşme İlişkisi” başlıklı
yazısı (15 Ekim 2008) bu bakımdan dikkate değer bir yazıdır. Berzan Boti bu
yazısında, Abdullah Öcalan’ın,
devlet-özgür birey konusundaki düşünsel yaklaşımlarını da eleştirmektedir. Bu
konuyu ayrı bir yazıda incelemek gerekecektir.
İsmail
Beşikçi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder