Önce
bir yalan ürettiler. Ürettikleri yalanın adı neoliberalizmdi. Bu amaçla bazı büyük
Üniversiteler ‘pilot bölge’ seçildi. Yalanı üreten iktisat profesörlerine peş
peşe Nobel Ödülü verildi. Yalanın inandırıcı olması için yalancının itibarlı
olması gerekirdi. Malûm, ‘sıradan birinin’ yalanına insanları inandırmak kolay
değildir. Fakat yalan üretme işi sadece bir kaç üniversiteye ve piyasacı bir-kaç
iktisat profesörüne bırakılamazdı.
Bu amaçla ‘uluslararası’ denilen
emperyalist örgütler [Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, OECD, vb.]
seferber edildi. Bunlarla da yetinilmedi, büyük çokuluslu şirketler ve devletler
tarafından finanse edilen bir sürü dernek, vakıf, araştırma enstitüsü ve tam bir
ideolojik savaş makinası olan think-tanklar
devreye sokuldu... Fakat yalanın üretilmesiyle iş bitmiyordu, yalanın
büyütülmesi ve yayılması da gerekiyordu. Bu amaçla medya seferber edildi. Geriye
üretilen ideolojik tezlerin politikayla/politikacılarla bağının kurulması
gerekiyordu ki, 1979-80 den itibaren bu eşik de aşıldı. Artık yalancıların
tek düşünce mertebesine yükselttikleri
neoliberalizm denilen ideolojik söylem hikmetinden sual olmaz bilimsel
hakikâtler olarak sunulabilirdi... Ve sunuldu...
Peki yalan kutusunda neler vardı?
İleri sürülen argümanlar özetle şöyleydi: Ekonomik sorunların kaynağında
ekonomiye aşırıya vardırılmış devlet müdahaleleri var. Eğer devlet ekonomiye
burnunu sokmazsa, yerli-yersiz müdahale etmezse, kaynak israf etmezse,
kaynakların kullanımı kendi kindini
düzenleyen piyasaya bırakılırsa, işler yoluna girecektir. Ekonomik büyüme
istikrara kavuşacak, işsizlik diye bir şey kalmayacak, enflasyon belası ilelebet
gündemden çıkacaktır... O halde devlet aslî fonksiyonları [güvenlik, adalet, alt-yapı yatırımları, vb.]
dışına çıkmamalıdır. Oysa bu dünya’da
kendi kendini düzenleyen piyasa diye bir şey mümkün değildir. Böyle bir
anlayış kapitalizm ve onun temel eğilimlerinden ve işleyiş mekanizmalarından bî-haber
olanlara mahsus bir kuruntudur. Birincisi, kapitalizm koşullarında
kendi kendini düzenleyen piyasa mümkün
değildir., dolayısıyla devlet müdahalesi olmadan ne piyasa diye bir şey
varolabilir ne de işleyebilir; ikincisi devlet ve kapitalizm bir ve aynı
şeydir... Kapitalizm varsa devlet de var ya da
visa versa...
O halde sorun ne idi? Bunca yalan
ve bunca çaba ne içindi? Elbette sorun devletin ekonomiden elini çekmesi
değildi, zaten ‘eli oradan çıkarmak’ mümkün değildir. Testiyi kırmadan
içindekini çıkarmanın mümkün olmadığı durumdaki gibi... Amaç sermayenin önünü
açmak, kâr oranlarını restore etmenin, daha çok kâr etmenin koşullarını
yaratmaktı. İşte devlet bu amaç için, sadece bu amaç için müdahale eder hâle
getirilmeliydi. Bunun anlamı, bundan böyle devlet sadece
sermayenin tek yanlı çıkarını gözetecek ve o amaçla müdahale edecek
demekti. Durum tam da böyleydi ama retorik
farklıydı. Başka türlü ifade etmek istersek, devlet sermayenin hareketini
zorlaştıran düzenleme ve uygulamaları tasfiye edecek, işte işçileri, küçük
köylüleri, mütevazı toplum kesimlerini, vb. gözeten sosyal ve ekonomik amaçlı
müdahale ve düzenlemelerden uzak duracak. [unutmamak gerekir ki, söz konusu
düzenleme, politika ve uygulamalar birileri tarafından bahşedilmiş de değildi,
uzun ve zorlu mücadeleler sonucu kazanılmış mevzilerdi...] Bu amaçla yapılması
gerekenler de üç sloganla ifade ediliyordu:
liberalizasyon, deregülasyon/dereglemansyon
ve privatizasyon. Bunlardan birincisi olan
liberalizasyon, spekülatif olanı da
dahil sermayenin hareketine konan engellerin ve düzenlemelerin tasfiye edilmesi,
sermayenin istediği yere istediği gibi girip çıkabilmesi, hiçbir kısıtlamaya
muhatap olmaması, kimseye hesap vermemesi;
deregülasyon/dereglemantasyon sermayenin tek yanlı çıkarı dışında
kalan alanlardaki ekonomik ve sosyal amaçlı düzenleme ve politikaların tasfiyesi
demeye geliyor. Bunu sosyal nitelik taşıyan düzenlemelerin ve kamu hizmetlerinin
tasfiyesi olarak da okuyabilirsiniz. Sermaye bu alanda harcanan kaynağa el
koymak için böyle bir ideolojik manipülasyona ihtiyaç duyuyordu. Üçüncüsü olan
privatizasyon da ekonomik amaçlı
devlet işletmeleriyle, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi demek. Devlet
mülkiyetindeki işletmelerin özelleştirilmesi sermayeye bir değerlenme imkânı
yaratırken, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi de sermaye için bir taşla iki
kuş vurmak anlamına geliyor. Bir kere böylece sermaye daha az vergi verme
olanağına kavuşuyor [kamu hizmetlerinin finansmanı vergilerle yapıldığına göre],
ikincisi de önemli bir değerlenme alanına kavuşuyor. Daha önce sermayenin
değerlenme alanı dışında kalan eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, belediye
hizmetleri, vb. büyük kârlar vadeden bir değerlenme alanı haline geliyor.
Kapitalizmin yapısal kriz dönemi sonrasında [1974-1975] asıl amaç sermayeye bir
değerlenme alanı açmak olduğu halde, kamu hizmetlerinin verimsizliği ve devlet
iktisadi kurumlarının müsrifliğine dair sayısız yalan üretildi. Enflasyonunun
başlıca müsebbibi olarak gösterildi, vb...
O halde şu soru akla gelecektir:
Sermayenin önü onca yıl bunca açılmışken, koskoca dünyanın tüm beşeri ve doğal
kaynakları sermayenin sömürüsüne, yağma ve talanına sonuna kadar açılmışken,
kapitalist sınıf ve çevresi insan havsalasını zorlarcasına ve ancak skandal
kelimesiyle ifade edilebilecek akıl almaz derecede zenginleşmişken ve bütün bu
çılgınlığın faturası işçilere, küçük köylülere, mütavazı insanlara, mülksüzlere,
yeryüzünün lânetlilerine çıkarılmışken
ve bu da devasa ekolojik ve toplumsal kötülükler pahasına gerçekleşmişken,
kapitalizm neden krize giriyor ve daha fazlasını istiyor? Bu sorunun cevabını
verebilmek için kapitalizmin mantığını, işleyiş, ‘yasalarını’ ve temel
eğilimlerini hatırlamak gerekir. Zira, söz konusu mantık ve işleyişe dayalı
kapitalist sistem, ancak krizlerle yol alabilir, başka türlüsü mümkün değildir.
Marx’ın da zarif bir şekilde ifade ettiği gibi,
“kapitalist üretimin önündeki en büyük engel bizzat kapitalizmin
kendisidir.” Onca sömürü, yağma ve talandan sonra sermaye sınıfı şimdi daha
fazlasını istiyor ve istemeye devam edecektir.
Yaklaşık son otuz yıldır devlet
müdahalelerini tüm kötülüklerin kaynağı sayıp lânetleyen iktisatçılar,
politikacılar, yangına körükle giden egemenlerin medyası, şimdilerde de devlet
müdahaleleri için aynı şeyi mi düşünüyor, aynı şeyi mi söylüyor?... Neoliberal
yalanların pupa-yelken yol aldığı ve alternatifsiz tek düşünce mertebesine
yükseltildiği dönemde durum hiç de söylendiği gibi değildi. Devlet müdahaleleri
sadece sermaye sınıfının tek yanlı
çıkarını gözettiğinde bu devletin ekonomiden elini çekmesi olarak
sunuluyordu... Şimdi sermayenin yeni dönem ihtiyaçları için yeni bir devlet
müdahalesi, müdahaleciliğin yeni bir versiyonu gündeme gelecek... daha fazlası
değil. Öyleyse bir hususa açıklık getirmek gerekiyor: Kapitalist üretim
koşullarında devlet müdahaleleri ne anlama geliyor? Bir kere daha baştan bir
yanlış anlamanın bertaraf edilmesi gerekir. Devletin niteliği kapitalist olarak
kaldıkça, başlıca üretim araçları da özel mülkiyet konusu olmaya devam ettikçe,
ücretli kölelik rejimi köklü bir
değişikliğe uğramadıkça, devlet müdahaleleri her zaman egemen sınıfın
hizmetindedir... Başka türlü olabilir mi? Aksi halde egemenlik kategorisinin bir
değeri ve anlamı kalır mıydı?... Mesela özelleştirmeleri ele alalım: Genel
olarak özelleştirmelerin sermaye lehine, devletleştirmelerin [kamulaştırma ve
sosyalleştirme farklı kavramlardır] de sermaye aleyhine olduğuna dair yaygın bir
kanaat geçerlidir. Bir kısım sol da bu görüşü paylaşıyor ne yazık ki... Oysa
kapitalist üretim tarzının geçerli olduğu koşullarda, özelleştirmeler ve
devletleştirmeler tamamıyla sermaye sınıfının konjonktürel ihtiyaçlarının ve
çıkarlarının ve sınıfsal güç dengelerinin bir gereği olarak gündeme gelir.
Dolayısıyla ibre duruma göre bazen özelleştirmelerden, bazen de
devletleştirmelerden yanadır ve sermayenin bu tercihi sanıldığı gibi ideolojik
olmaktan önce ekonomik niteliktedir. Elbette sermaye sınıfı ve bir bütün olarak
burjuva sınıfı devletleştirmeler konusunda o kadar da rahat değildir... Zira
onlar bazı şeyleri devletleştirirken başkalarının herşeyi sosyalleştirmesinin
önünün açılmasından korkarlar. Devletleştirmeler egemen sınıfların ‘kerhen’
yapmaya mecbur oldukları bir şeydir. Bir şeyin özelleştirilmesi kârın
özelleştirilmesi, devletleştirilmesi de zararın sosyalleştirilmesidir.
Şimdilerde zarar eden şirketlere devletin elkoyup, kurtarması zararın
sosyalleştirilmesi, zararın emekçi halk çoğunluğuna ödetilmesidir. Devlet zarar
eden bir şirketi almak için üç şey yapabilir: 1. Devlet bütçesine dayanır bu
içborçların artması demektir; 2, para basar bu enflasyon demektir; 3. Dışardan
borçlanır her üçünde de fatura değerin, zenginliğin yaratıcısı işçi sınıfına,
bir bütün olarak emeğiyle geçinenlere çıkar... Bu vesileyle bir hatırlatma
yapmamız gerekiyor. Bilindiği gibi devlet egemen sınıfın, kapitalist sınıfın,
daha geniş anlamada burjuvazinin bir egemenlik aracıdır ama aynı zamanda bir
politik mücadele alanıdır da. Dolayısıyla burjuva toplumunda da sömürülen
sınıflar, mücadeleyle kimi sınırlı mevziler kazanabilirler nitekim kazandılar da
ama bu mevziler birincisi asla taşı yerinden oynatamazlar, bu, devletin niteliği
olduğu gibi kalmaya devam ettikçe sanıldığından daha az önemlidirler; ikincisi,
kalıcı değillerdir. Nitekim son yüzelli yılda, özellikle de ikinci
emperyalistler arası savaş sonrası dönemde kazanılan mevzilerin birer birer
düşürülmesi söylediğimizi doğrular niteliktedir.
Şimdilerde iflası ilan edilmiş
olan neoliberal çılgınlığın geçerli olduğu dönemde, insanlığa iki şey teklif
edilmişti: Ekonomik alanda piyasa
ekonomisi, politik alanda da liberal
demokrasi ve bunun dışında da bir seçeneğin mümkün olmadığı, bunun tarihin
sonu olduğu bile söylenmişti. Velhasıl sermayenin tek yanlı çıkarına işleyen bir
ekonomi ve tam bir seçim ve temsil mistifikasyonu, bir tür sirk oyunu olan
demokrasi oyunu... Şimdilerde her ikisinin de foyası tüm açıklığıyla ortaya
çıkmış bulunuyor. Aslında söz konusu olan sadece bir finansal kriz değil, sadece
reel ekonomiyi de kapsayan bir ekonomik kriz de değil, bu aynı zamanda sistemin
tüm veçhelerini, tüm kertelerini ve bileşenlerini angaje eden bir kriz. İşte
gıda maddeleri krizi, enerji krizi, ekolojik kriz, iklim krizi, su krizi, sosyal
kriz, etik [ahlâk] krizi... vb. Geriye bir şey kalıyor mu? Esasen söz konusu
olan kapitalizmin kendi suretinde
yarattığı dünyanın krizi. Akıl hocaları ve onların aklıyla hareket eden
politikacılar yeni bir ‘modeli’ dayatmak üzere kolları sıvamış görünüyorlar.
İşte ekonomik büyümenin sağlanması, ihracatın artırılması, vb.
için önerilerde bulunuyorlar, bulunacaklardır. Kapitalizm koşullarında
her ekonomik büyüme ileri sürüldüğü ve yaygın inanç kategorisi haline
getirildiği gibi daha fazla refah anlamına gelmiyor. Dolayısıyla ekonomik büyüme
eşittir kalkınma o da eşittir refah denklemi tam bir safsatadan ibarettir. Bu
temel yanılgıdan kurtulmak gerekir. Başka yerde ve defaaten yazdığım gibi, orada
söz konusu olan sermeyenin genişletilmiş
ölçekte yeniden üretilmesidir ve asla kalkınma değildir. Üstelik o kadarı da
sayısız sosyal ve ekolojik kötülükler pahasına gerçekleşebiliyor... Zaten
kapitalizm koşullarında kalkınma diye bir şey mümkün değildir. Bunlar sisteme
kısa vadede zaman kazandırabilir ama krizi aşmaya asla yeterli olmaz, olmayacak.
Zira, kanser tüm bünyeyi çoktan sarmış, metastas ilerlemiş durumda. Durum
böylesine vahim ve aciliyet kesbetmişken, başlıca iki türlü yaklaşım söz konusu
olabilir: ısrarla ve ahmakça aldatılmaya, oyuna gelmeye devam etmek veya
yalancıların oyununu bozmak. Elbette bunların her ikisi de mümkün ve her
ikisinin de bir bedeli olacak. Muhtemel iki senaryonun ne olduğu, ne anlama
geldiğine burada girmeyeceğim. Sadece şu kadarını söylemekle yetineceğim. Eğer
bu kör gidiş vakitlice durdurulamaz ise, insanlığı bekleyen gelecek umut verici
değil. Öyleyse daha geç olmadan üç şeyi: treni, kondüktörü ve personeli ve
trenin istikâmetini değiştirmek gerekiyor... Ve bu gayet mümkün. Şundan dolayı
mümkün ki, eğer tüm bu olup bitenler, tüm bu kötülükler ve saçmalıklar
birilerinin ‘bilinçli’ eyleminin
sonucuysa, kendiliğinden, doğal, insan üstü güçlerin marifeti değilse ki,
değildir, demek ki, başkalarının bilinçli
eylemiyle de pekâlâ başka şeyler de mümkündür, başka türlü de olabilir... O
zaman işe ‘sayın seyirci’ olmayı reddederek başlamak gerekecek...
Fikret Başkaya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder