30 Haziran 2011 Perşembe

'Ölmeseydik ne iyiydi'-Sırrı Süreyya Önder

Asi Nehri ya da ‘Oronthes’ dışarıda doğup bizim ülkemizi de bereketlendirdikten sonra ‘Herkesin Akdenizi’ne dökülür.
Fırat ve Dicle, bizde doğup ayrı ülkeleri de yeşerttikten sonra Şatt-ül Arap’ta vuslata ererek insanlığın ortak körfezine dökülürler. Kutsal metinlerde, bu üç nehrin kapladığı toplam alana ‘tufan coğrafyası’ denir.

Haritaların ve de sınırların, sular, dağlar ve denizler yerine, kanla çizilmeye başlanmasının tarihi bir hayli eskidir. İnsanlığın evrimi henüz avcılık-toplayıcılık aşamasındayken yani atalarımız gündüz gözüyle avladıkları hayvanları ya da topladıkları bitkileri, gece kurdukları müşterek sofralarda yerken birilerinin içine bir fesatlık düşmüş. "Belki yarın avlayacak bir hayvan bulamam" endişesiyle diyelim ki bir parça eti, mağaranın köşesine saklayıvermiş. Bununla da yetinmemiş, herkesi kendi gibi sanarak mağaranın çıkışına bir kapı, üzerine de bir kilit icat etmiş. Yetmemiş, bir de adam dikmiş. İşte o saklayıcı-paylaşmayıcı insan var ya dünyadaki tüm sağcıların atasıdır. "Bunu beraber avladık, beraberce yemeliyiz kardeşim" diyenlere de o günden beri solcu denir.

"Ya bulamazsam" endişesi giderek bir imana dönüşmüş, ritüelleri icat edilmiş, buna iman etmeyenler de tarihin her döneminde münafık ilan edilip eza-cefa görmüşler. Bu ‘doyamama’ haline, mağaralar yetmeyince yurtlar oluşturulmuş, ‘bir kapı-bir muhafız’ yerini ordulara bırakmış…
Tarihsel olanın izini sürmek kolaydır. Örnek olsun, birisi yağlı gerdanını oynatarak, parası olanın daha iyi eğitim almaya hakkı olduğunu böğürüyorsa, atasının kim olduğunu kestirebilirsiniz. "Dünya tarihi, sınıflar mücadelesinin tarihidir" denildiği zaman da başlangıcı mağaraya saklanan o ilk but parçasına gider.
Bütün mülksüzler, sahipsizler, yoksullar, en temelinde bu doymak bilmeyen iştahın mağdurlarıdır.

Yeryüzünün ‘hepimize kılınmış’ sularına, mesela barajlar yapılır. Çalışanlar ve yapanlar yoksullardır ama geliri ve bereketi onlara ait değildir. Bu inşaatlarda ölenler de yine ve sadece onlardır ama barajların, yolların ve cümle yapıların ‘kralı-ustası’ olarak anılmak niyeyse sadece efendilerin nasibine düşer.
İşte bu sayfada gördüğünüz fotoğrafın öyküsü, insanlığa ve ülkemize dair önemli ipuçları içermektedir.

Cezaevinden çıkıp Adıyaman’a döndüğümde, kısa bir süre Atatürk Barajı’na işçi taşıyan bir servis otobüsünün şoförlüğünü yapmıştım. Başta iş makineleri olmak üzere her şeyin büyüklüğü karşısında şaşakalmıştım. Ana gövdenin yüksekliği 200 metreye yakındı. Barajın şimdi su yolunda kalan bir yerine yemekhane yapmışlardı. Yemek molası sadece 1 saatti. Ana gövdede çalışan işçilerin yemekhaneye inmeleri, yaya olarak 15 dakika, çıkmaları ise 25 dakika sürüyordu. Çalışan işçilerin çoğunluğu Kürt gençleriydi. Yemek ve dinlenme sürelerini birazcık olsun arttırabilmek için ana gövdedeki eğimli türbin betonlarından, naylon leğenlere binerek kayıyorlardı. Birinin yemekhane duvarına çarparak öldüğünü gözlerimle gördüm. Birkaç tanesi daha benzer şekilde can vermişti.

Müteahhit firma, ölüm gerekçesini işçilerin cahilliğine veriyordu ve onlara çok kızıyordu. 12 Eylül, sendikaları imha ettiği için taşeronlar elinde çalışan işçiler adına yemek saati ve şartlarının insani ölçülere sahip olmasını savunan kimse yoktu. Bir özel masa kurulmuştu. ‘İş
güvenliği ve diğer sorunlar’la ilgili sorunları dilekçeyle buraya bildirmeniz isteniyordu. Dilekçeyle itiraz eden işçileri de jandarmaya ihbar ederek ‘bölücü’ suçlamasıyla tutuklattırıyorlardı. İşin garibi Kürtler de aynı şekilde ölmeye devam ediyorlardı.

İkinci yaygın ölüm şekli, devasa iş araçları için zorunlu bir uygulama olan özel yolların olmayışıydı. Bir apartman yüksekliğindeki araçlar, aşağıda çalışan ameleleri, bir böcek gibi eziyorlardı. Özel yol, artı maliyet demekti. Kapitalizmin tanrısı, fukaralar için sadece ölümü layık görüyordu. Suriye’yi susuzlukla terbiye etmeyi de temel amaçları arasında sayan o baraj şimdi faaliyette... Etrafının ağaçlandırması yapılmadığı için de su havzasına çamur-mil dolmakta...

Milletvekili seçilince anamın elini öpüp hayır duasını almak üzere Adıyaman’a gittim. Oradan Diyarbakır’daki toplantıya geçerken Atatürk Barajı’na uğradım.
Bir seyir terası yapmışlar, seyir terasının önüne de ölen işçilerin anısına bir heykel... Daha fazla para kazanmak uğruna katlettikleri işçilerin adları yazılı o heykelde.

Bir de kitabe kabilinden bir metal plakada, ‘cinayet’ gerçeği göz ardı edilerek "Biz iş kazalarında öldük. "Ölmeseydik ne iyiydi" cümlesi var.
Bugün olan bitenin özeti saklı bu fotoğrafta:

Muktedirler, daha insani şartlar isteyen Kürtlere çok kızıyorlar ve ölümler üreten sistemi değiştireceklerine Kürtleri değiştirmeye uğraşıyorlar.
Kürtler, insanlık sofrasına onurlarıyla oturabilmek adına, ölümle sonuçlanacağını defalarca görmelerine rağmen ‘kayarak ölme’ seçeneğini kullanmaya mahkûm ediliyor.
Su ile terbiye edilemeyen Suriye, cihat ile terbiye edilmeye çalışılıyor.

Dokunulur olmak


Şimdi bizi Meclis’e çağırıyorlar. "Gelin dertlerinizi burada anlatın" diyorlar. Ben de Atatürk Barajı’nda kurulan ‘özel masa’yı hatırlıyorum. Meclis bu haliyle, şikâyet edeni de ‘bölücü’ ilan edecek bir ‘özel masa’ durumunda. Bunları dile getirdiğinizde dokunulur oluyorsunuz. Maazallah, hırsıza-uğursuza bend olan ‘dokunulmazlık’, bize gelince, ‘terör örgütü propagandası’ gibi ebegümeci bir kavramla anında berhava oluyor. Sorun sadece ‘içeri’deki vekillerimizi almaktan ibaret değildir. Bizlerin, sorunu çözme iradesi için çalışırken içeri alınmamızın da önüne geçmektir.

İnsanlar yaşasınlar, altımıza bir bahçe kılınmış olan yeryüzü sofrasında birlikte doysunlar istiyorum. Kapıların, kilitlerin, orduların, muhafızların, savaşların olmadığı bir dünya düşlüyorum. Bu yüzden ve bu vaatle vekil oldum.

Gözaltına alınabiliriz

İşte şimdi meydanlarda yoksullarla birlikte gaz ve bombaya maruz kalıyorum. Polisin hedef gözeterek otobüsümüzün içine sıktığı bombaya karşı, bir yaşlı Kürt kadını bize siper olabiliyor meydanlarda. Meclis şimdilik bu güveni vermiyor, sabıkası var. Bunları savunacağımız şartlar sağlanmadan Meclis’e gidersek tekme-tokat gözaltına alınabiliriz. İçerideki vekillerin bırakılması bunun güvencelerinden birisidir.

Bu şartlar sağlanmadan olabilecekler bu heykelde özetlenmiştir. Yüzlerce insan canını kaybedecek, insanı çevresiyle düşünmeden tasarladığınız medeniyete çamur dolacaktır. Ben ileride bütün cinayetleri bir ‘kaza’ sayarak "Ölmeseydik ne iyiydi" demek ve dedirtmek istemiyorum.

radikal

28 Haziran 2011 Salı

Cengiz Çandar: Apo, Beş Yıl Sonra Serbest Kalacaktı

"Cumhuriyet tarihinin en uzun, en derin, en yaygın isyanı PKK isyanıdır."Kürt sorununu çözmek için Öcalan ve PKK sorununu çözmek şarttır. Yoksa PKK’ye, anayasada vatandaşlık tanımı, anadilde eğitim ve yerinden yönetim imkânları yetiyor. Ama yetmeyen şu var: Öcalan ve PKK ne olacak?""KCK operasyonunu cemaatin yaptığını düşünüyorlar. Karayılan, cemaatin devleti ele geçirdiğini, kendileri için çok tehlikeli olduğunu, artık Kürtleri inkâr etmeyip Kürt kardeşlerimiz diyerek PKK’yi tasfiyeye yöneldiğini söyledi."

"Habur bitmeseydi, dağdan inilecek, genel affa doğru gidilecek, Apo ev hapsine çıkarılacak ve PKK’nin 60-65 yöneticisi K. Irak’ta beş yıl ikâmet edecekti. Herşey yolunda gitseydi, Apo, beş yıl sonra serbest kalacaktı."

***

NEDEN CENGİZ ÇANDAR

Neşe Düzel/Taraf
Cengiz Çandar müthiş bir iş başarmış ve dokuz ay boyunca Türkiye devletinin yetkilileri, PKK yöneticileri ve yakın çevreleri, Irak Kürdistanı’nın liderleri ve ileri gelenleri, doğu’da ve batıda her kesimden Kürt aydınları ve siyasetçileriyle yüz yüze görüşüp, yerli yabancı bütün yayınları tarayıp, etnik kökenli isyanların gelişmiş dünyada nasıl çözüldüğünü örnekleriyle inceleyip, Kürt sorununun çözümü için Türkiye’ye bir yol haritası hazırlamış. Bazı kesimlerin tüylerini diken diken edecek olan bu yol haritası, Kürt sorununun aslında ne olduğunu ve nasıl çözülebileceğini bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Kürt siyasetçilere, "Sen önce PKK’yi kına. PKK’ye terörist de" diye yapılan sıkıştırmaların anlamsızlığını gözler önüne seriyor. Bu beşinci sınıf siyasi saçmalıkların, Türkiye toplumuna neler kaybettirdiğini sıralıyor. Herşeyden önce PKK’nin bir terör hareketi değil, bir halk isyanı olduğunu, Öcalan-PKK-BDP-KCK’nın birbirinden ayrılmaz yapılar olarak, tarihin en büyük Kürt isyanının değişik yüzlerini oluşturduğunu ve Kürt sorununun ancak bu ön kabullerle çözülebileceğine dikkat çekiyor. Yılların gazeteci-yazarı Cengiz Çandar, TESEV için hazırladığı "Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır" başlıklı Kürt raporunda, Kandil’i, Öcalan-devlet görüşmelerini, Kürtlerin ne istediğini, PKK’nin gerçekte ne olduğunu ve neler yapılırsa PKK’lilerin dağdan ineceğini perde arkası olaylarla anlatıyor. Kürt sorununun gerçekte ne olduğunu, PKK’nin ve Öcalan’ı
n konumunu, devletin hamlelerini ve siyasilerin hesaplarını nete getiriyor.

***

NEŞE DÜZEL: Kürt sorununu ve PKK iki ayrı konu mu yoksa artık ikisi aynı şey mi?
CENGİZ ÇANDAR: Aynı şey. Nedeni de şu. Kürt isyanının gerekçelerini ne oluşturuyor? Kürtlerin kimlik haklarının inkâr edilmesi ve asimilasyoncu politikalar oluşturuyor. Peki, hakların verilmesi Kürt sorununu bitiriyor mu? Hayır, bitirmiyor. Kürt sorunun çözülmesi için, bu hakların verilmesi şart ama Kürt sorunu niye bitmiyor?

Niye bitmiyor?
Benim hazırladığım raporun en can alıcı noktası da zaten bu! PKK hadisesi dediğiniz, Bir Kürt isyanıdır ve öyle algılanmalıdır. Cumhuriyet tarihinin en uzun, en derin, en yaygın, en dayanıklı Kürt isyanıdır PKK. Mesela Kürt isyanlarının sayısını 29’a çıkaranlar var ama, aslında dört tane ana Kürt isyanı var geçmişte. Buna, görüştüğüm Kürtler de, devlet yetkilileri de itiraz etmediler.

Hangi Kürt isyanları bunlar?
1925 Şeyh Sait isyanı, 1929 Ağrı Dağı isyanı, 1938 Dersim isyanı ve PKK isyanı. PKK isyanı, önceki üç isyandan çok farklı. Bir, bu isyanın lideri yaşıyor. İki, bu isyanın silahlı gücü yokolmadı, duruyor. Türkiye’de tutuklu olan isyanın lideri, örgütüyle, yandaş kitlesiyle temasını koruyor.

Apo hayatta olmasaydı, PKK devam edemez miydi peki?
Edebilirdi ama yapısı ne olurdu bilemeyiz. Çünkü Öcalan sadece isyanın lideri değil aynı zamanda PKK’yi birarada tutan çok önemli bir zamk. Onu denklemden çıkardığınızda, PKK muhtemelen daha güçsüzleşebilir ama salt teröre dönerek daha kontrolsüz ve daha şiddetli olabilir. Şu anda PKK isyanı, teröre de başvuran ama sadece terörle izah edilemeyecek bir şey. PKK, PKK’nin kendisinden daha geniş bir şey. Mesela BDP... O da PKK isyanının yasal alandaki kollarından, araçlarından biri. KCK da öyle... Dolayısıyla Kürt sorunu ile PKK nasıl birbirinden ayrılamazsa, BDP ile PKK de birbirinden ayrılamaz. İsyanın içinde silahlı olmayan yasal bir durumdur BDP. Genel ve yerel seçimlere giriyor ve şu anda 99 belediyeyi elinde tutuyor.

Kürt sorunu ile Öcalan’
ı birbirinden ayırmak mümkün mü peki?
O da mümkün değil. Kürt sorununu silahlı bir isyan hareketi olarak tanımlarsak, bu isyanı başlatan, yöneten ve Türkiye’nin bir numaralı sorunu haline sokan kişi Öcalan’dır. Anadilde eğitim dâhil, Kürtlerin bütün kimlik haklarını tanıyın, demokratik özerkliği, eyalet meclislerini kurun, Öcalan ve dağdakiler ne olacak sorularına cevap getirmedikçe isyanı bitiremezsiniz; yani Kürt sorununu çözemezsiniz. Çünkü Kürt sorununun çözümü demek, Öcalan ve PKK sorununun çözüme bağlanması demek. Kürt sorununu çözmek için Öcalan ve PKK’yi birlikte çözmen lazım.

PKK’yi tasfiye etmek mümkün mü?
Mümkün değil.

Tasfiye etmek mümkün değilse, niye PKK’liler devletin demokratik adımlarını bile PKK’nin tasfiyesi olarak değerlendiriyorlar?
PKK’liler, devletin her girişiminin asıl amacının tasfiye olduğu ve devletin hâlâ PKK’yi tasfiye edilebilir bir terör örgütü olarak gördüğü ve davrandığı psikolojisindeler. Zaten o yüzden paradigma değişikliği şart ya! PKK için terör örgütü değil, "isyan" algılamasından yola çıkmak gerekiyor.

PKK’yi bir Kürt isyanı olarak görmek, çözüme nasıl yardımcı olacak?
Terör örgütüne ve isyana yönelik davranışlar farklıdır. Terör örgütüyse, terörist avıyla uğraşman gerekir. Teröristle oturup konuşacağınız bir şey yok ki! Teröristlerin hücrelerini çökertirsin, onları yakalarsın, örgütü silahlı yöntemlerle bitirebilirsin. Ama isyan dediğinde, işin içinde halk var demektir. O zaman isyan liderleriyle temas kurmanız ve onlara "
İşi bitirelim" demeniz lazım. Ayrıca isyan dediğinde, çözümde şöyle bir kolaylık daha ortaya çıkıyor. Kürt isyanının lideri hayatta ve Türkiye’de tutuklu. Onunla istenildiği zaman yüz yüze görüşülüyor ve üstelik Öcalan’ı
n PKK üzerinde müthiş bir hâkimiyeti var. PKK, Apo’ya itiraz edemez. Onlar için yanı tanrı durumunda birisi o. Kürt halkının bir bölümü için halk önderi o.

PKK ile Apo’nun ilişkisini nasıl tarif edebiliriz?
Şu an Apo, tartışmasız ve rakipsiz tek lider. PKK, eşittir Öcalan. PKK, Öcalan’la varoldu. O, PKK’nin herşeyi, kurucu beyni ve PKK’nin yapıştırıcısı. Dolayısıyla Öcalan’dan gelen her talimata, son tahlilde PKK uyuyor. Öcalan açısından ise, PKK örgütü ve silahlı mücadele onun elinde olmazsa olmaz iki kart. Dolayısıyla Öcalan, sorun çözüm noktasına gelene kadar örgütten ve silahlı mücadeleden vazgeçemez. PKK, PKK’den çok daha geniş bir şeydir dedim ya...

Evet, PKK, PKK’den nasıl daha geniş?
Aslında PKK, içine BDP’yi ve çeşitli sivil toplum kuruluşlarını alan yaygın bir faaliyetin adıdır. Bu, çok çeşitli araçlarla yürümekte olan bir Kürt isyanıdır. İsyan bittiğinde Kürt sorunu çözülmüş olur. İsyanı bitirmenin, Kürt sorununu çözmenin yolu da, "Öcalan ne olacak? PKK ne olacak" sorularına cevap getirmektir. Bunun yolu adamı, bir isyan lideri, bir siyasi örgütün lideri olarak görmek, karşına almak ve müzakere etmektir.

Devlet, İmralı’da Öcalan’
ı karşısına alıp görüşüyor. Görüşmüyor mu?
Bu görüşmeler sonuç alıcı düzeyde değil. Hem devlet yetkililerinin hem de Iraklı Kürt yetkililerinin bana söylediği, bugüne dek devlet, kullanma amaçlı olarak Öcalan’la görüştü. Öcalan’ı
kullanarak, örgütü dağıtmak ve bu işi bitirmek istedi. O da biliyor bunu. Son bir buçuk yıldır Öcalan’la görüşen ekip eski görüşenlerden farklı bir yaklaşım tarzına sahip ama, bu politika gene de değişmedi. Nitekim Iraklı Kürt yöneticiler de "Böyle olmaz" diyorlar. MİT bir güvenlik örgütü. PKK ise, güvenlik boyutu olsa da bir siyasi sorun. Siyasi bir heyetin, muhatabını "siyasi lider" olarak görerek "siyasi görüşme" yapması lazım. Bu heyetin içinde MİT de olabilir ama sadece MİT üzerinden görüşürsen, bir noktadan öteye gidemezsin.

Şu anda sadece MİT mi görüşüyor Öcalan’la?
Heyette MİT Müsteşarı ve Adalet Bakanlığı’ndan yüksek bürokratlar var. Emniyet’ten ve İçişleri Bakanlığı’ndan da birilerinin olduğu söyleniyor ama, buna kimisi de "Hayır, yok" diyor. Askerler görüşüyor mu görüşmüyor mu bunu da bilmiyoruz. Ama bütün bunlar bürokrasi sonuçta.

PKK’nin Kemalist bir düzen kurmak istediği yolunda iddialar var. PKK, Kemalizm’e nasıl bakıyor?
PKK, kaçınılmaz olarak etnik bir kimlik üzerinden isyanı temsil etse de, Kürt milliyetçiliğinin temsilcisi değildir. PKK, Kürt kimlikli bir sol harekettir. PKK’nin etnik vurguya sahip olmasının nedeni inkâr ve asimilasyondur. PKK’yi, MHP’nin Kürt muadili olarak görürseniz, yanlış bir yola girersiniz.

PKK’yi CHP’nin Kürt muadili olarak mı görmek gerekir?
İlle de bir kategorizasyon yapılacaksa, CHP’ye daha yakın. Şunu unutmayın... PKK’nin bütün tezlerini, fikirlerini, programını Öcalan oluşturuyor. Öcalan da, Kemalizm ve özellikle Mustafa Kemal için olumsuz konuşmuyor. Ama bu ideolojik değil, pragmatik bir şey.

Niye pragmatik?
Çünkü Öcalan M. Kemal’e, Kürtlerin özerkliğiyle ilgili konularda göndermeler yapıyor. M. Kemal’in, meşhur İzmit Mülakatı’nda ve Amasya Protokolü’nde Kürtlere özerklik vaat ettiğini ama eski İttihatçı kadronun Cumhuriyet kurulduktan bir buçuk yıl sonra onu kuşattığını ve M. Kemal’in Kürtlere özerklik tasavvurunun üzerinin çizildiğini, Kürtleri inkâr ve asimilasyonun başladığını söylüyor. Öcalan, "Eğer Milli Mücadele’nin temellerinin atıldığı M. Kemal’in ilk dönemine dönersek, Birinci Meclis’i güncelleştirirsek, bizim bugünkü tezlerimiz bakımından istenmeyen bir durum çıkmaz diye düşünüyor. "Bizim M. Kemal’le bir sorunumuz yok. Onun ilk kuruluş dönemindeki söylemi, bizim bugünkü uygulamalarımız için dayanacağımız bir şeydir diyor. Bizim bugün istediklerimizin kökleri M. Kemal’de var" diyor.

Bugün AKP çevrelerinde de yeni anayasaya esas olarak etnik vurgusu olmayan Birinci Meclis Anayasası alınıyor. BDP ve AKP, Kürt sorununun çözümünde 1921 Anayasası’nı mı temel alacaklar?
Varsayalım ki öyle. 1921 Anayasası’nı esas aldınız ve yeni anayasayı yaptınız. Sorun gene çözülmez. Öcalan ne olacak? Dağdakiler ne olacak? Kürt isyanının bitmesi demek PKK’nin silahlı varlığının bitmesi ve Öcalan’
ı
n statüsünün, konumunun değişmesi demektir. Kürt isyanı ancak o zaman biter.

Öcalan bir dönem Fethullah Gülen cemaatiyle ilişkileri yumuşatmak istedi. PKK ve BDP içinden buna hemen karşı çıkıldı. Dinle ilişki açısından bir Kemalist damar yok mu PKK çizgisindeki Kürt siyasetçilerde?
PKK fena halde laiktir. PKK’nin yönetici kadrosunda, çok sayıda Alevi var. Kürt halkı içindeki Alevi oranının çok üstünde bir durum bu. Duran Kalkan, Mustafa Karasu, Ali Haydar Kaytan, Sabri Ok, Rıza Altun... BDP’de de aynı durum sözkonusu. Modernist bir örgütlenme ve toplum mantığı açısından bir yanlışlık yok ama... Bu kadronun PKK’yi kurduğu dönemde, Türkiye’de Çorum, Maraş gibi kitlesel Alevi-Sünni çatışmaları yaygındı ve PKK, Alevilik ve Kemalizm arasında geçişken ilişkilerin olduğu bir dönemdeki Türkiye solunun içinden çıktı. Dolayısıyla bu yönetici kadrolarının zihin kalıplarında ve siyasi reflekslerinde bu solun, Alevi, Kemalist serpintilerin etkisi tabii var. O yüzden Öcalan, cemaate doğru bir açılım yaptığında, BDP’nin içinden de refleks bir direnç geldi. Öcalan da durdu ve bastırmadı o konuda.

Gülen cemaatiyle PKK arasındaki sorun nedir?
Sahaya hâkim olma sorunu bu. PKK, kendi davasını Türkiye’nin Kürt coğrafyasında tekelci bir kontrolle ilerletebileceği kanısında. Cemaatin, okullar, ekonomik faaliyetler, Emniyet’te ve idarede –valililer ve kaymakamlar– kanalıyla Kürt coğrafyasına yayılarak PKK’nin altını oyacağını düşünüyor.

Karayılan’la Kandil’de yüz yüze konuştunuz. KCK konusuna nasıl bakıyor?
Cemaatin devleti ele geçirdiğini, kendileri için de çok tehlikeli olduğunu, çünkü daha önceki dönemlerden farklı olarak Kürtleri inkâr etmediklerini, hatta "Kürt kardeşlerimiz" dediklerini ama sonuç olarak PKK’yi tasfiyeye yöneldiklerini söyledi. KCK operasyonlarını onların yürüttüğünü düşünüyorlar. Dolayısıyla operasyonlarının yıkıldığı bir yer var. "Bu, bizi tasfiye eylemidir ama siyaseten biz kazançlı çıktık. Operasyon öyle gürültü kopardı ki, hem PKK tabanı güçlendi hem de Türkiye’nin demokratik kesimlerinden sempati arttı. Böyle bir akılsızlık yapılır mı?" diyorlar. KCK operasyonlarının günahını cemaate yıkıyorlar.

Gerçek bu mu peki?
Gerçek dışı demeyeyim.

KCK operasyonları ne amaçla başladı?
Habur’dan iki ay sonra başladı ve hâlâ dalga dalga devam ediyor. Tutuklananların iki bin küsurunu BDP üyeleri oluşturuyor. Bunlar için "PKK’ye bağlı olarak siyaset yapıyorlar" deniyor. Evet, bu doğru. Ama artık BDP-PKK-KCK ayırımları herkes için bir zaman kaybıdır. KCK, PKK’nin bir formudur. BDP de PKK’nin bir veçhesidir. Mesela... PKK’nin dağdaki güçlerine gerilla diyorlar. Şehirde siyaset yapanlara da BDP ve KCK diyorlar. PKK dediğiniz hadise zaten budur. Zaten bizler de KCK operasyonuna, "KCK’lılar PKK’li değil. Niye bunlara operasyon yapıyorsunuz?" diye karşı çıkmıyoruz ki. "KCK’lılar, siyasete geçiş yapmakta olan PKK’liler" diyoruz ve bu yüzden bu operasyonlara karşı çıkıyoruz.

Başbakan arkasında mı hâlâ KCK operasyonunun?
Bilmiyoruz. Benim aldığım bilgi, bu operasyona Başbakan’
ı
n karar vermediği, operasyonun ona kabul ettirildiği yönünde. Hükümette de devletin içinde olduğu gibi bir güçler dengesi var. Bir kanat, bu operasyona yol verdi. Ama şimdi Öcalan, "Benimle görüşen heyet, KCK operasyonuna karşı" diyor. Tek bir devlet yok ki!

Devletle Apo arasındaki müzakereler nasıl sürüyor bugün? Müzakereler hangi aşamada?
Bir hayli yoğun, derin ve kapsamlı görüşmeler yapıldığı anlaşılıyor. Ama bütün bu görüşmeler, seçim sonrasına odaklanmıştı. "Türkiye’de güçler dengesi hele bir ortaya çıksın ve biz şu konuştuklarımızın üzerine seçimden sonra yeni bir süreç başlatalım" denmişti. Ne var ki seçim sonrasında YSK’nın Hatip Dicle kararı ve BDP’nin Meclis’e gitmeme tavrıyla bir yol kazası oldu. Başbakan ve AK Parti, bu yol kazasını gidermek için...

AK Parti durumu düzeltmezse, ateşkes bitmez mi? Tekrar silahlı mücadele başlamaz mı?
Bir uzlaşma olmazsa silahlı mücadele, üstelik şehirlerde terörle birlikte kesinlikle tekrar başlar. Üstelik bütün Arap dünyasını yalayan ve Suriye’yi de allak bullak eden gelişmelerin Kürtler üzerinden Türkiye’ye sıçraması boyutu da var. Unutmayın... PKK’nin karargâhı Türkiye sınırları içinde değil. Suriye-İran ekseninin üzerine oturarak iş görebilir PKK. Zaten Türkiye ve Suriye birbirlerine çok sıcak bakmamaya da başladı.

PKK, İran ve Suriye istihbarat örgütlerinin etkisi altında mı davranabilir?
Bu simbiyotik ilişkiler İran ve PKK, Suriye ve PKK arasında hep oldu ve şimdi de olabilir. "Sen madem Suriye’ye karşı pozisyon alıyorsun, ben de senin başını ağrıtırım" diyebilir Suriye. Dünyadaki demokratik Türkiye fotoğrafı, içinde kan dökülen ve istikrarsız Suriye’ye fena halde benzeyen bir fotoğrafa dönüşebilir.

Öcalan, askerî yetkililerle ne zamandır görüşüyor?
Asker, Öcalan’la 1997’den beri dolaylı olarak, 1999’dan 2006 yılına kadarki dönemde de yüz yüze görüştü. Belki şu anda asker hâlâ Öcalan’la görüşüyordur, bunu bilmiyoruz Çünkü İmralı idari olarak Adalet Bakanlığı’na bağlı ama, güvenliği gene askerde. Giriş çıkış askerî izinle oluyor.

Askerler, Kürt sorununu askerî operasyonlarla çözebileceklerini düşünüyorlar mı?
Hayır. Ama o yöntemden başkasını da benimsemiyorlar ve bilmiyorlar: Dolayısıyla bu yolda devam ediyorlar. Peki, askerler, silahlı yoldan PKK’yi tasfiye edebileceklerine inanıyorlar mı derseniz. Benim bulgularım, buna inanmadıkları yönünde. Devletin başka unsurları, "Sen bütün sorumluluğu alıp, PKK’yı üç ay içinde ya da bir ay içinde bitiriyor musun? Eğer bitiyorsan, devam et. O zaman bizim yapacağımız bir şey yok. Ne diyorsun" diye sorduklarında, askerin cevabı, "Yok böyle bir durum" oluyor.

Onun üzerine mi hükümet MİT Müsteşarı kanalıyla İmralı’yla görüşmelere başlıyor?
2006 yılından beri yapılan planlamalar ve Habur’a giden süreç biraz bu soru ve cevapla başlıyor.

Devlet Apo’yla Özal döneminden beri yani 1993’ten beri görüşüyor. Hâlâ mı ortak bir devlet aklı yok ortada? Devlet yetkilileri Apo’yla ne konuşuyorlar?
Hâlâ ortada bir ortak devlet aklı yok. Çünkü Türkiye devleti hâlâ tek bir devlet değil. Mesela hükümet bir adım atarken, acaba seçimde filan siyasi parti aleyhime kazanç sağlar mı ya da Silahlı Kuvvetler bu adımıma karşı ne tavır alır diye mütereddit davranıyor. Siyasi cesaret eksikliği var. Dolayısıyla biraz askerî çözüm, biraz siyasi çözüm deneniyor ve sorun çözülmüyor. Devletin önemli bir yetkilisi bana, "Sorun Öcalan’da değil, sorun bizde" dedi.

Ne demek istedi?
"Hem çok zeki hem de devleti çok iyi tanıyor. Çünkü 12 yıldır devletle görüşüyor. Üstelik eşzamanlı olarak birkaç devletle birden görüşüyor" dedi. Dolayısıyla Öcalan, karşısına gelenin hangi kurumun temsilcisi olduğunu, karar mekanizmasında ağırlığının ne kadar olduğunu veya olmadığını anlıyor. Kendi görüşme stratejisini de ona göre ayarlıyor. Değişik mesajlar verebiliyor. Devlet tek devlet haline getirilmedikçe, asker tümüyle sivil otoriteye tabi olmadıkça, Öcalan’a muazzam bir manevra alanı sağlanmış oluyor.

Öcalan bugüne dek hangi askerlerle görüştü?
Genelkurmay yetkilileriyle görüştü. 1997’den 2001 sonuna dek, aynı politikayı savunan isimlerdi bunlar. Cezaevindeki Sabri Ok ve Muzaffer Ayata üzerinden Öcalan’a "Türkiye’nin toprak bütünlüğü tartışılmazdır. Bunu kabul etmesi halinde sorunun her yönünü görüşmeye hazırız" mesajını gönderiyorlar. Bakın... PKK zaman içinde amaç değiştirebilen bir örgüttür. Nitekim bağımsız Kürdistan fikrinden vazgeçti. Asker, "Önce ateşkes ilan et, kan dursun ve konuşalım" dediğinde de 1998’de ateşkes ilan etti. Sonra Öcalan’
ı
n yakalanması ve hapse konulması yaşandı ve ateşkes süreci 2004’e dek sürdü. Öcalan, PKK’yi sınırdışına çıkardı. Türkiye o yıllarda sorunu çözebilirdi ama hiçbir şey yapmadı. 2002’den 2005’e kadarki dönemde ise Öcalan’la farklı bir çizgideki asker grubu görüştü.

Hangi açıdan farklılar?
Sert ve kabalar. Daha önceki ekip kadar düzenli ve saygılı görüşmeler olmuyor bunların görüşmeleri. 1997-2011 arasında Öcalan’la görüşen askerler ona saygılı davranıyorlar ama, 2002’de ekip değişiyor ve Öcalan’a tecrit ve kötü muamele başlıyor. O dönemde Öcalan’la görüşen askerlerin büyük bölümü daha sonra ya Ergenekon davasının sanığı ya da tutuklusu oldular.

Öcalan’a kötü davranıldığı dönemde, PKK’nin silahlı mücadelesi arttı mı?
İş, silahlı mücadelenin başlamasına doğru gitti. Yani o dönemde PKK eylem hazırlığı içine giriyor. Öcalan’a sert davrananlar, bu hazırlığı biliyorlar ve PKK’yi böyle yönlendirmeye çalışıyorlar. Çünkü o ekip, Türkiye’nin AB’ye katılmasına da çok karşı ve AB sürecini tıkamak istiyorlar. AK Parti iktidarıyla, kendilerinin baskı altına girmekte olduğunu seziyorlar. Nitekim o dönem, daha sonra ortaya çıkan bütün darbe planlamalarının ve girişimlerinin yapıldığı dönem oluyor. Dolayısıyla silahlı mücadelenin canlanmasının kendi rollerini siyasette arttırabileceğini ve bu durumun AK Parti iktidarını bertaraf edeceğini hesaplıyorlar. Bütün bunlar, PKK’nin hesaplarıyla kesişiyor.

PKK’nin hesabı ne?
Yönetimde çok ağırlıklı bir grup, "Türkiye’de artık silahlı mücadelenin gereği kalmadı, Türkiye, AB’ye doğru yol alıyor. Ayrıca bölgeye ABD geldi. Onun sağladığı ortamda Irak’ta bir Kürt yönetimi oluşuyor" diyorlar. Bu çizgi PKK içinde çok güçleniyor ve PKK çatlıyor. Bu bölünmeyi gidermenin yollarından biri de silahlı mücadeleyi canlandırmaktır. Nitekim o oluyor

Kürt açılımı neden bitti?
Habur büyük bir kaza oldu. Murat Karayılan’dan İçişleri Bakanı’na kadar birçok kişiyle konuştum. Çıkardığım sonuç, devlet organları arasında eşgüdüm yoktu. Sadece devlet organlarında değil hükümetin kendi içinde de bir eşgüdüm yoktu. Bir amatörlük felaketiydi Habur. Ortak bir devlet aklı ve yol haritası olsaydı, Habur bitmezdi. Oysa Habur, kademeli olarak dağdan iniş sürecinin başlamasının ilk adımıydı. Arkasından yeni adımlar gelecekti.

Ne gibi adımlardı bunlar?
Bazı yasal düzenlemelere paralel olarak dağdan inişler ve Avrupa’dan gelişler birleşecek ve genel bir affa doğru gidilecekti. İşler rayında giderse Apo beş yıllığına ev hapsine çıkarılacak ve PKK’nin 60-65 yöneticisi de Irak Kürdistanı’nda beş yıl ikâmet edeceklerdi. Ve, herşey yolunda gitseydi, Öcalan beş yıl sonra serbest kalacaktı.

Peki, Kürt sorununu çözmekte yeni anayasa yardımcı olabilir mi?
Bütün beklenti oydu. Öcalan’la yapılan görüşmelerin odaklandığı nokta seçimlerden sonra yeni bir anayasa yapılacak olmasıydı. "Yeni anayasa sürecine siz de katılacaksınız ve yeni bir Türkiye’ye doğru gideceğiz" dendi. Yeni anayasadan murat edilen buydu. O yüzden seçimler çok önemliydi ve Öcalan seçimlere dek örgütünü kontrol etti. Fakat ne olur ne olmaz diye ikili bir dil kullandı. "Ya büyük uzlaşma ya büyük savaş" dedi.

Yeni anayasada neler olması gerekir, sorunu çözebilmek için?
PKK’liler ve liderleri tarafından kabul edilen şeyler şunlar: Anayasada etnik vurgusu olmayan bir vatandaşlık tanımı. Anadilde eğitimin önünü tıkamayacak bir madde değişikliği. Yerinden yönetime imkân verecek bir düzenleme. Bunlar yetiyor. Ama yetmeyen şu var. Öcalan ne olacak? Örgüt ne olacak?

PKK, dağdan hangi şartlarda iner?
PKK’nin 60-65 kişilik dar yönetici kadrosunun dışındakilerin hepsi için hemen dağdan gelip siyasi hayata katılabilecekleri bir yasal düzenlemenin yapılması gerekiyor. Öbürleri de beş sene sonra siyasi hayata katılabilecekler.

Başbakan’
ın onayladığı proje bu muydu?
Evet. Turgut Özal’ınki de böyle bir projeydi zaten. Öcalan ve yönetici kadro için onda da beş yıl süresi vardı. Bu proje, Özal’ı
n projesinin güncellenmiş hali bir anlamda. Özal’dan bu yana sorun katmerlendi ve kan gövdeyi götürdü. PKK’li sayısı 20 misline çıktı. O dönemde lider kadro 10-15 kişiydi, şimdi 60-65 kişi oldu.

Özerklik olmadan dağdan iniş olur mu?
Özerkliği engellemeyen bir anayasal yapı ve özerkliğin konuşulabileceği bir Türkiye ortamı dağdan inişe ve silah bırakmaya yetebilir.

PKK, özerklik derken ne istiyor aslında?
Kürtlerin sayısal olarak çoğunlukta oldukları bölgelerde hükümranlığı paylaşmaları, yönetime katılmaları demek bu. Adı konmamış bir federasyon türü bu.

Federasyon sorunu çözer mi?
Özerkliğin altını nasıl dolduracağına bağlı. Devlet ve Türk kamuoyu şu gerçekliği hiç akıldan çıkarmamalı. Türkiye’nin yanı başında Kürdistan Bölgesel Yönetimi var. Adı konmamış bir devlet orası. Bayrağı var ve resmî dili Kürtçe. Irak’tan çok ileride olan bir Türkiye’de Kürtlerin haklarının ve siyasi görüntüsünün Irak’la kıyaslanamayacak bir noktada olması Kürtler tarafından kabul edilemez. Orada o örnek durdukça, Türkiye’de Kürtler çok geride kalamaz. Zaten özerklik, statü gibi isteklerin bütün ilham kaynağı Irak Kürdistanı’dır. "Onlar kadar olamayacak mıyız" diyorlar.

Tam olarak ne istiyorlar?
Hükümranlık hakkını Türklerle paylaşmak istiyorlar. Onun için de M. Kemal’e ve Birinci Meclis’e bir sürü gönderme yapıyorlar. Muazzam bir şans var aslında. Fakat bunun için Türkiye’de birçok ezberi bozman lazım. Öcalan’
ı bir çözüm partneri olarak ve siyasi figür olarak göreceksin. Onunla bu işi çözme çabası göstereceksin... Örgütü de onun üzerinden bir bütün olarak tutmaya çalışacaksın, parçalamaya çalışmayacaksın. Parçalamaya çalıştığında, silahlı mücadele başlıyor. Silah sayesinde tekrar bütün oluyorlar. Ezberlerimizi bozan çok zor bir süreç bu. Ama imkânsız değil!."

26 Haziran 2011 Pazar

Ricat

Aslında her şey Kürtlerin alınmasıyla başladı. Çünkü onlar gazeteci olamaz, ancak örgüt üyesi olabilirdi. Kürtler yazı yazamaz, ancak örgüt propagandası yapabilirdi.

VEKİLLERİNİN bir bölümü cezaevinde olan bir ülke olarak herhalde hiçbirimizin özgür olduğundan söz edilemez. Sadece BDP'li Hatip Dicle değil, aynı zamanda CHP'li vekiller de cezaevinde. Kabul edersiniz ki şu anda yapılacak en delikanlı hareket CHP'nin Bağımsız Blok'a destek vermesi olur. Böylece birbirinin yenilgisine "oh!" çeken iki kesim demokrasi için bir araya gelmiş olur. Hatta aralarına iki üç tane de AKP'li "çatlak" ses katılsa, demokrasi için, halkın iradesi için bir şeyler söyleseler... O kadarı fanteziye mi girer diyorsunuz?

HAKAN İÇİN HECELEYİN LÜTFEN!
Bütün bunlar olurken iktidara destek veren, iktidara hep destek veren, kuş yavruları gibi muktedirin ağızlarına koyacağı lafı gagaları açık bekleyen basın, BDP ve CHP'ye ayarı vermeye başladı bile. AKP'lilerin konuyla ilgili söylemesi gerekenleri yazmaya başladı gazeteler. Hani ezberlerini unutacak olurlarsa hemen manşetten okuyup ezber tazelesinler diye kocaman harflerle yazılıyor söylenecekler. Hakan Şükür için yeterince büyük olmayabilir gerçi, o ayrı.

SESSİZLİK NEHRİ
Bütün bunlar olurken ve belli ki bu yaz boyunca çeşitli hadiseler olmaya devam edecekken bir yandan da kederli bir sessizlik nehri akmaya başladı. Radikal Gazetesi Pazar Editörü Çınar Oskay, gazetesinin gazetecilik yapmadığını açık açık yazarak ayrıldığını ilan etti. Ardından Erdal Güven de benzer nedenlerle ayrıldı Radikal'den. Öte yanda NTV'den duyulanlar hiç de iyiye işaret değil. Can Dündar, Banu Güven, Mirgün Cabas ve Ruşen Çakır'ın yaşadığı anlaşılan sıkıntılar sessizce karşılanıyor basın camiasında.

SUSMUŞ MUYDUK BİZ?
Aslında her şey Kürtlerin alınmasıyla başladı. Çünkü onlar gazeteci olamaz, ancak örgüt üyesi olabilirdi. Kürtler yazı yazamaz, ancak örgüt propagandası yapabilirdi. Onları aldılar ve herkes sustu.

Sonra Sosyalist dergilerin çalışanlarını aldılar. Onlar nasılsa "zıpır çocuklardı", "yaramazdılar"... Yani gazetecilik yaptıkları pek de söylenemezdi.
Derken ana akım gazetelerin sol olayları izleyen muhabirlerini dövdüler polisler. Nasılsa onlar meşhur köşe yazarları olmadığı için cıkcıklanıp geçiştirildi hadiseler.
Sonra AKP'yi sert eleştirenlere geldi sıra. Ağır ağır onlar da gittiler. Kalanlar seslerinin tonunu ve düzeyini nasıl ayarlaması gerektiğini anladı ve iktidar yanlısı o salvo da geçiştirildi.

ÇEMBERİN MERKEZİ
Ama şimdi... Basın üzerindeki baskılar çember çember daralıyor. Başlangıçta meşruiyeti ana akım medya ve ana akım siyaset tarafından kabul edilmeyen insanlara saldırıldı. Onlar "halledildikten" sonra sıra bir iç halkaya geldi. AKP'yi eleştiren Kemalist halka da günahsız değildi, dolayısıyla kimse onları canla başla savunacak durumda değildi. Derken Ahmet Şık ile Nedim Şener'i aldılar, bizde sigortalar attı! O zaman herkes vaktin geldiğini anladı. Bağırmanın vakti...

TURBO DEMOKRATLAR
Saldırıyı bu çemberden püskürtürüz sanmıştık. Eylemler yaptık, mahkemelere gittik. Nihayetinde iki arkadaşımızın içeride olması deli saçmasıydı. Bekledik ki bu utançtan dönsünler. Ama utanan sıkılan olmadı. Bu siyasi vandallığa bir de basındaki "turbo demokratik" arkadaşlarımız eklendi. Cezaevine atılan gazetecilerin "kötü kitap" yazdığını söylemeye başladılar.

Savcının arkadaşlarımıza sadece yazdıkları kitaplarla ilgili soru sormasına rağmen iktidarın söylediği, "Onlar gazetecilik yaptığı için alınmadı" palavrasını sürdürdüler ve köpürttüler. Hatta o kadar ki neredeyse "Zaten onların imlası bozuktu; noktalı virgülü kullanmayı bilmezlerdi" diyecek kadar ar damarları çatladı.

Bunun için ne bedel ödeyecekler diye düşünüyorum bazen. Sonra farkına varıyorum ki zaten ödüyorlar: Artık bir tanesi bile bu iktidarla ilgili, hükümetten biri gelip suratlarına tükürse bile, bir satır yazamaz. Bununla yaşamaktan daha ağır bir bedel ben bilmiyorum zaten. Yumurta küfeli gazetecilik yapıyor olmak sıkacak boğazlarını her gün.

ÖZGÜRLÜK DEĞİL VOLTAREN MERHEM
Peki yukarıda ismini saydığım ya da sayamadığım, derdi sadece objektif gazetecilik yapmak olan, her türlü iktidarı eleştirmenin gazeteciliğin temeli olduğunu bilen arkadaşlar ne yapacak işler bu kadar kötüye giderken? Bakıyorum tabloya... Bana ricat ediyoruz gibi geliyoruz. Geri çekilme değil ama... Ricat. Yani sahnede kendi başlarına kalacaklar önü ilikli, boynu bükük gazetecilik yapanlar. Yağlasınlar ballasınlar birbirlerini, amenna! Biz çekiliyoruz sahneden, çekiyorlar yani görünüşe bakılırsa.Öyleyse buyursunlar kendi aralarında ezberlerini yapsınlar. Kendileri çalıp oynasınlar. Mis gibi. Çünkü onlara basın özgürlüğü değil, bol miktarda Voltaren merhem lazım. Malum, boyun ağrısı için!

Ece Temelkuran


HABERTÜRK

Küba ve `Sosyalizmini` yerinde görmek-4

Çarşı, sokak, ticaret

Sokakta yürürken, mahalle arasında insanları gözlemlerken `yaşasın sosyalizm`, `devrimi savunma komiteleri` levhaları, Fidel ve Che resimleri dışında sosyalist özelliklerin göze çarptığı hiç bir durum yok. Gelişmişlik bakımından Havanna`dayken sanki Mersin`de, diğer kentlerde ise sanki Maraş ve Kürdistan`ın diğer kasabalarında geziyorsun. Bizim köyler ise Küba köylerinden on kat daha modern ve medeni.
Bu ülkede çarşı denen bir şey yok. Bizim Amed’e bağlı Çermik ilçesi çarşısı hiç olmazsa aynı sokaklarda, içiçe. Ama Havanna ve diğer şehirlerde aynı cadde veya sokakta beş alışveriş yeri bulamazsın. Bir kaç orta büyüklükte supermarket var, diğer on-onbeş alışveriş dûkkanı küçücük ve her biri bir yerde sanki görünmez bir şekilde zulalanmış. Önünden geçsen bile içerde mal satılıyor, anlamazsın. Bir de aynı yiyecek dükkanında birbirleriyle kilitlenmiş yiyecek bulamazsın. Mesela peynirin satıldığı yerde yağ bulunmaz. Soğanın satıldığı yerde domates bulunmaz. Kuru fasulyenin satıldığı yerde salça bulumaz. Bir yemek malzemesi almak için en az dört-beş dûkkana girmen gerekiyor. Ve çarşı olmadığı için her dükkan ayrı semtlerde. Bir çok şehirde dükkanlar arası mesafe 3-5 km. Bir yemek sorununu halletmek için uzun yol alman gerekiyor. Tabii ki aradığın malı bulabilirsen. Mesela kahvaltıda kullanacağım yağı, Havanna’da kaldığım semtte tükendiği için bir hafta sonra başka bir semtte alabildim. Bizim G.Antep’te olan alışveriş tüm Küba’nın en az beş katıdır, diye düşünüyorum.
Meyve ve sebzeler herhangi bir ülke gibi mahalle aralarında kurulan pazarlarda satılır. Bunlar genelde devlete ödenen 100-150 dolar karşılığında alınan izin ile açılabilir. Son yıllarda bu alanda özelleştirme artmıştır. Tabii ürün satma kısıtlıdır.
Türkiye gibi bir ülkede bile, isteyen ve gücü olan her kes ticaret yapabilir, mal alıp satabilir. Ev, inek, koyun, arsa, meyve ve sebze, at ve araba alıp satarak geçinen milyonlarca insan dünyanın her yerinde ekonomiye katkı sağlayarak geçimini sağlar. Ama Küba`da bu olanaksızdır. Kendi gücü ve emeğiyle fazla para edinmek yasaktır. Bir sosyalist için belki düzen böyle olmalıdır. Ama sosyalizm bu şekilde geri kalmışlıktır, sefalet ve açlıktır. Teoride sosyalizm böyle değildir.
Bir önceki yazımda halkın maaş ve gelirinden bahsetmiştim. Çoğunluk on-yirmi dolar aylık alıyor demiştim. Burada bir kaç yiyecek malzemesinin ortalama fiatlarını vermek istiyorum ki gelirle gider kolayca.karşılaştırılsın. Tabii bu fiatlar genelde konvertibel peso(cuc) yani asağı yukarı dolarla eşit olan parayla yapılan satış yerlerindeki ki fiatlardır. Küba pesosuyla alması mümkün olmayan alışverişler burada, aslında turistler için açılan dükkanlarda yapılır.
Bir litre yemek yağı 2 dolar. Yarım kilo kahve altı dolar. Yarım kilo makarna 1 dolar. İki yüz gram kahvaltı yağı 2 dolar. İkiyüz gram kaşar 3 dolar. Bir paket sigara elli cent ve bir dolar arası. Bir bira 1 dolar. Bir kutu meyve suyu elli cent. Bir litrelik cola bir buçuk dolar. İki yüz gram domates salçası 1 dolar. İyi olan önemli bir detay fatların her dûkkanda aynı olması. Mesela genelde dûkkandaki bira, meyve suyu, kafeterya ve restoranlarda da aynı fiata satılır. Tüm meyve ve sebzelerin kilosu bir doların altında, yani çok ucuz. Et fiatları ise süpermarketlerde pahalı ama pazar yerlerinde daha ucuz. 5 dolarla 10 dolar arasında değişebiliyor. Tüm bunları toplarsak 20 doları geçiyor. Yani bir Kübalının bir ya da iki aylık geliriyle alınabilecek yiyecek bunlar. Ama şunu söylemem gerekiyor. Çoğunluk bu alısveriş yerlerinde bu ihtiyacı karşılamıyor. Bunları daha ucuz alma imkanlarını herhangi bir şekilde yaratıyor.
Bir lokantada yemek yemek 3 dolar ile 20 dolar arası değişiyor. Ayakkabı her ülkede olduğu gibi 10 ile seksen dolar arasında. Bir kot pantolon 20-40-70 dolar gibi fiatlarla satılıyor. Zaten en büyük sorun giyecek ihtiyaçlarını karşılamak.
-------------
Çok önemsiz bir sorun gibi gözüken poşet burada çok önemli bir sorun oluyor. Bir veya bir kaç dükkana giriyorsun. Ekmek, su, yağ, makarna, bir karton sigara, meyve suyu, salça, peynir ve sabun alacaksın. Bu malzemeyi eve taşıyabilmen için en az büyük bir posete ihtiyaç var. Ama Küba dükkanlarının çoğunda ya poşet yok ya da iki litrelik poşetler var. Üstelik kulpsuz. Nasıl taşıyacaksın bu eşyaları, dükkanın sorunu değil. Bir seferinde beş altı gerekli yemek malzemesi icin altı tane iki litrelik kulpsuz poşeti eve taşımak zorunda kaldım. On dakika mesafede üç- beş kere malzemeyi düşürdüm.
Belki sosyalizmle ilgili değil ama yine de övündüğümüz sosyalist bir ülke poşet sorununu bile çözmüş değil. Bu bana Sovyetler döneminde bir arkadaşın anlattıklarını hatırlattı. Eski Sovyet Cumhuriyetlerinde bilindiği gibi biz Kürtlerden olan bir kaç professürümüz vardı. Birileri geçmiş yıllarda bir konferans için Avrupa`ya geliyor. Geri dönerken bavulunu büyük, kaliteli poşetlerle doldurup dönüyor. Demek ki Sovyetler`de de bu poşet sorunu varmış. Herhalde kapitalizme dönüşle bu sorun çözülmüştür.
Sosyalist toplumlarda önce de yazdığım gibi üretim de yoktu, tüketim de. Küba da benzer sorunları yaşıyor. Tüketemeyen bir toplumda fazla üretim olmaz. Bir çok yazımda dile getirmistim. Ekonomistlerin çoğu refahı, zenginliği genelde üretimle ilişkilendiriyorlar. Ben önce tüketim diyorum. Aşırı tüketime karşı olmama rağmen bir ülkenin kalkınması, zenginleşmesi, gelişmesi ve oradaki insanların refahı tüketimle olur, diyorum. Ancak tüketme gücünü devlet sağlayabilmelidir. Hiç bir şeyi olmayan bir ülke, üretmeyen bir coğrafyada siyasi sistem halka tüketmek için olanak sağlasın, yani dolgun bir para versin, o zaman halk tüketir.
Tüketen bir toplum da üretmek zorunda kalır. Avrupa bu sekilde zenginleşti, gelişti. Tabii kapitalizmde karar kıldı. Ama sosyalizm ilkelerinden taviz vermeden tüketim ve üretim çareleri zor olsa da bulunmalıdır.
Küba`da tüketim az olduğundan üretime gerek duyulmuyor. Dışarıdan satın alınıyor. Halbuki olanak sağlarsan halk üretmeyi becerir. Açık ki Küba sistem kapitalizme kayar, kâr amaç haline gelir diye buna müsaade etmiyor. Yani korkuyor. Sosyalizm elden gider diye korkuyor. Fakir, biçimsiz, çelimsiz bir sosyalizmi, gelişime, refaha tercih ediyor. Ya da gelişim imkanı bulmada zorlanıyor. Daha sonraki yazılarda buna açıklık getirmeye çalışacağım.
Üretip, tüketemeyen toplumlarda ne ne ticaret ve ne de iş olur. Bu nedenle üretim yapabilecek gücün büyük çoğunluğu işsiz. Çalışan biri, bir bakıyorsun diğer hafta çalışmıyor. Ya ihtiyaç olmadığı için işten atılmış ya da kendisi işi bırakmış. Bunlardan on binlerce insan var. Mesela bir lise öğretmeniyle sokakta çöp toplarken karşılaştım. Öğretmenlik maaşı onbir dolar olduğu için ve bu ihtiyaçlarını karşılamaya yetmediğinden, işi bırakmış, sokak ve çöp kutularından içecek kutuları, kağıt -karton toplayıp satarak, öğretmen maaşından daha fazla kazanıyor. Bir yere oturup içecek ısmarlamak istedim. İçecek parasını kendisine verirsem, daha iyi olur, dedi. Bir doları daha önemli bir ihtiyaç için kullanacaktı.
Her kes sokakta legal-illegal bir şeyler satmaya çalışıyor. Binlerce insan genellikle yaşlı kadınlar, hastalar, sakatlar sokakta çerez satmakla uğraşıyor. Patlatılmış mısır, şeker, evde hazırlanmış acayip tatlı ve helvalar, çiçek, yiyecek, giyecek, püro, süs eşyaları. Ama hepsi en adi ve kalitesiz mallar.
Sokak satıcıları vergi yerine devlete her ay belli miktarda para ödeyerek satış ruhsatı alıyorlar.
Mesela çerez satanlar ayda 2-3 dolar, sosis ve peynirli ekmek satanlar 3-5 dolar, evinde bir iki masa açıp yemek yapıp satan ev restorantları ayda 100-200 dolar devlete öderler. Evinde bir odayı turiste kirayan ev sahibi 200 dolar; iki oda kiralayan 400 doları devlete öder. Arabası olan biri taksi ruhsatı için devlete her ay 200 dolar ödeyerek piyasada çalışıyor.. Bu ruhsat belgesi gelire göre değişiyor.
Yıllar önce sokakta eşya satmak veya bir basit işyeri açmak için ruhsat-izin belgesi almak çok zordu. Ama Fidel`in yerine geçen kardeşi Raul gûya reform adıyla özele imkan sağlıyor. Halbuki tüm Küba sokaklarında satılan bu basit çerez ve yiyecekleri hesaplasan toplamı günde 1-2 bin doları geçmez.
Sokaklarda çöp kutularından eski eşya, yiyecek, giyecek arayan binlerce insan var. Geri kalmış ülkelerde bu normal bir durum. Avrupa`da bile sokaklarda çöp kutularından bir şeyler arayıp satan insanlar var. Fakat tek tük. Ama Küba`da bir kafeteryada otururken kırk dakika içinde onlarca insanı bu şekilde çöp kutularını karıştırdığına şahit oldum.
Devlet halkı beslemek zorunda. Bunu yapamıyor. Bu nedenle insanların ayda ekstra bir 10-20 dolar kazanmasına göz yumuyor. Göz yummak zorunda. Hatta bazen 10-50 dolar illegal alışverişe de göz yumuyor. Ama fazlası ağır cezalar getirebilir.
Küba halkının en önemli sorunlarından biri ayakkabı ve elbise tedariki. Hiç bir Kübalı legal olarak kazandığı maaşla normal fiatta ayakkabı ve elbise alamaz. Avrupa`da bir veya iki günlük ücretle her çalışan en yüksek kalitede ayyakkabı alabilir. Küba`da iki-üç aylık maaşın tamamıyla ancak orta kalitede bir ayakkabı alınbiliyor. Elbise sorunu da maaşla çozülmüyor. Bu ihtiyaçlar illegal ticaretle kazanılan parayla karşılanıyor.
Yasak ticaret yapan onbinlerce Kübalı birinden alıp diğerine satıyor. Giyecek, yumurta, ayakkabı, yurtdışındaki Kübalıların getirdiği ufak tefek eşyalar binlerce aileye legal olmamasına rağmen biraz gelir getiriyor.
Binlerce devlet çalışanı, bir çok konuda eğitimli insan Ekvator, Peru vs Latin Amerika ve fakir Afrika ülkelerine, bazı alt yapı hizmetleri için gönderiliyor. Buralarda aylarca çalışan bu insanlara Küba devleti yüz-ikiyüz dolar maaş veriyor. Ancak bulundukları ülkelerden hizmet karşılığı mal ithal ediyor. Bu da Küba için önemli bir gelir, diyorlar. Bu işçi, mühendis ve teknisyenler her geldiklerinde bir-iki bavul eşya getirip sokakta satarak bir kaç yüz dolar kazanıyor..
Yine ABD`de bulunan yarım milyona yakın Kübalı, akrabalarına arasıra yüz-iki yüz dolar para gönderiyor. Ziyarete gelirken bir bavul elbise getirip satanlar da çok fazla. Bu basit ticaret de Küba ekonomisine canlılık getiriyor, diyorlar. Tabii var olan sefalet bu tür ticaretin önemsiz olduğunu ortaya koyuyor. Buna benzer gelirler yılda bir kaç milyon doları bulsa bile neye yarar. 12 milyon insanın bu ya da bunun bin katı parayla daha normal geçimini sağlayamayacağa ortada.
Ne yazık ki çerez satan yaşlı hasta bir ninenin ruhsat için verdiği bir kaç dolara muhtaç bir devlettir Küba. Bavuluyla ülkesine gelip içindekileri satan insanın Küba ekonomisine getirisi ne olabilir ki!
Tek tek dolara muhtaç bir devlet ne kadar sosyalist olabilir ki!
Her ülkede sokak satıcıları, tezgahlar var diyeceksiniz. Hayır bu çapta değil. Zengin kapitalist ülkelerde ise çok az sokak satıcıları var. Ama burada binlerce insan sokakta beş para etmeyen yiyecek ve diğer eşyalar satıyor. Zor durumda olanlar ihtiyaçlarını karşılamak için bu işi yapmak zorunda.. Sosyalist devlet bu halkın ihtiyaçlarını karşılayamıyor.
Sosyalizm`de bu tür zorlukları halk yaşamamalı! Ama burada insanlar zor bir hayat yaşamak zorunda.
Kürdistan`da da bu tür bir yaşama zorlanan onbinler, özellikle çocuklar var. Başka bir çok geri kalmış ülkelerde de böyle sıkıntıların olduğunu biliyoruz. Peki Sosyalizm`de yaşam farklı olmayacak mıydı?
----------
 
devam edecek……
-----------
Not: Saygıdeğer okuyucu ve yorumcular. Görüşlerimi destekleyenlere teşekür ediyorum. Eleştirenlere de saygı duyuyorum. Her iki taraftan da faydalanıyorum. Ancak eleştiri getirenlere tekrar bir hatırlatmada bulunmak istiyorum. Ben Küba`daki yaşamı anlatırken rakamlarla ve halktan seslerle bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Yani ben iki kere iki dört eder derken eleştirenlerin bir kesimi sadece hayır, etmez, diyorlar. İki kere iki beş eder, 7 eder, deyin ki yazdıklarımı çürütebilesiniz. Ben Küba`da hayat bu şekilde sürüyor diyerek bazı durumlara değiniyorum. Arkadaşlar durumlara değinmeden hayır, yaşam böyle değildir, diyerek beni devrim karşıtı, psikolojisi bozuk, ABD`nin duyurmak istediği propagandanın sözcüsü ilan ediyor. Hayret ediyor ve bunlara gülüyorum. Ne diyeyim ki… Bir önceki notumdaki tahamülsüzlük bundan dolayıdır. Ama arkadaşlar daha da tahamülsüz. Biz Kürtler böyleyiz galiba. Psikolojim felaket derecede iyi. Kimse merak etmesin.
Önceki notumda yazıların tümünü okumadan eleştirisel yorum yapanlar, yanlış yapıyor, dedim. Sabır diliyorum. Dedim ya yazı on bölümden oluşuyor. Emperyalistlerin ambargosu, eğitim ve sağlık sorunu, üniversiteyi bitiren akademisyenlerin ve doktorların hallerini, demokrasi sorununu, şemsiyeyi neden bulamadığımı, tek tük ülkelerde emperyalizm var oldukça sosyalizmin hayata geçirilmesinin zorluğunu yazıların sonlarına doğru göreceksiniz.
Diğer taraftan emperyalizm vardır ve yakın gelecekte de eğer bir dünya devrimi gerçekleşmezse var olmaya da devam edecektir. Her sosyalist devrim yapan halk emperyalizmin ambargosuyla karşılaşacaktır. Bir yorumda emperyalistlerin ambargosu Küba halkını bu zor süreci yaşamaya zorlamıştır, benzeri düşünceler vardır. Sadece bir yanıyla bu doğrudur. Peki devrim yapan ve yapacak olan halklar bunu bildikleri halde kendi gücüyle eşitliği özgürlüğü, refahı getiremiyeceklerse biz buna neden sosyalizm, diyelim. Bunu düşünmek gerekir. Okuyucular hazır olsun bir kaç gün sonra daha acı ve çirkin durumlara değiniyorum ve eleştiri dozunu artırıyorum. Bunlara göz yummak vijdanımı sızlatır.
Ben burada sosyalizmin ilkelerinden değil, Küba`da bu ilkelerin yaşama geçirilemediğini ve bunun nedenlerini açığa çıkarmaya çalışıyorum. Kendi kaderiyle başbaşa kalan bir halkın zorlu geçen yaşamından karelere değiniyorum. Gidip, görerek pozitif görüşler dile getiren arkadaşlar elbette vardır. Varedero`nun lüks hotellerinde keyif çatarsan elbette yazdıklarımdan haberin olmaz. Bir turist olarak her şey güllük gülistanlık olabilir. Ama bir araştırmacı olarak benim burada yaptığım başka tür bir çalışmadır. Birçok konuda halkın dile getirdiği zorlukları anlatmaktır. Yayınlanan ve sonlara doğru yüze yakın yayınlanacak sefalet fotoğrafları da eleştirdiklerimin ispatı olacaktır.
Yine söylüyorum. Benim Apê Fidel`e, Küba halkına bir hüsumetim yoktur. Ama Küba`da hayat bulan `sosyalizmi` bizim ufukta hayal ettiğimiz toplumlar için bir örnek olmadığı da ortadadır.
Bu biçim bir sosyalizm isteyenler bunun mücadelesini versin. Sonradan ordakiler gibi pişman olacaklardır. Ben ise refahın, özgürlüğün ve bunlardan daha öte refah içinde eşitliğin hüküm sürdüğü bir toplumdan yanayım ve bu sonuncusu üzerine bu son yıllarda en çok yazanlardan birisiyim. Halkım gerçek bir devrimi gerçekleştirsin istiyorum… Yazdıklarımdan belki dersler çıkarılır, ümidiyle gece gündüz demeden okuyup yazarak halkımı bazı konularda aydınlatmak istiyorum.
Düşünün 1959`dan beri Küba devrimi ve sosyalizmini göğe çıkaranlar zahmet edip oraya giderek halkın yaşamı üzerine benim yaptığım şekilde iki sayfa yazmadılar. Sovyetler Birliği sosyalizmi taraftarları da kendi kanından Maoculara silah sıktı. Zahmet edip oraları görmeye, araştırmaya, öğrenmeye, ve halkını aydınlatmaya kalkmadılar. Ben bunları geç de olsa yaptım.
Kimseye kızmıyorum. Alınmıyorum. Sabırlı olun, diyorum. Tümünü okuyun, diyorum. Yazdıklarımı anlamaya çalışın, diyorum. Sefalet yönüyle kapitalist ülkelerdeki milyonların köleliği ve sefaletiyle karşılaştılması olmaz, diyorum. Sosyalist toplumda sefalet olmamalıdır, diyorum. Sosyalizm, kapitalizmden on adım ileride olmalıdır, diyorum. Bu yönüyle orada hüküm süren sistemi eleştiriyorum.
Saygılar.
----------------

cumalicotkar@live.se

Küba ve `Sosyalizmini` yerinde görmek-3

Dünyanın her yerinde olduğu gibi Küba`da da parası olan zengindir, kral gibi yaşar. Ancak burada parası olanların sayısı bir kaç on bini geçmez. Bu bir kaç on bin tabii ki bizim bildiğimiz sermayeder ya da kapitalist değildir. Bu para üreterek kazanılmamıştır. Çalışarak elde edilmemiştir. Belki bir on bin kişi 3-5 bin dolara sahiptir. Diğer bir on bin kişi 5-7 bin dolarlık kadar zengindir. En zengin 3-5 bin kişinin de on bin doları vardır. Bu sonuncusu turiste ev kiralamaktan bu meblaya ulaşır. Diğerleri yasak ticaret, alışveriş, sahtekarlık ve hırsızlıkla bu paraları elde etmiştir. Devlete çalışanlar ve çalışmayanlar ise parasızdır. Hiç bir birikimleri yok. Zar zor geçinirler.

Özel yatırımlar kâr amaçlı olduğu için buna izin verilmiyor. Bu tabii ki sosyalizm ilkelerine uygun. Ancak kârı esas almayan bir sistemin gelişemiyeceği de biliniyor. Ancak bu ülkenin politikacıları galiba sermayesiz, yatırımsız, kârsız bir gelişim olacağını zannediyorlar. Ya da durumdan memnunlar.

Bugün Küba’da üretim denen bir şey yok. Bu nedenle işsizlik had safhada. Sovyeler Birliği’nin çöküşünden sonra buraya yapılan tüm yardımlar durdu. Küçük işletme ve atölyelerde önce sürdürülen küçük çapta üretim bile bugün yok. Ne makina var ve ne de eğitilmiş iş gücü. Zaten yatırılacak para da yok. Tek gelir turizmden geliyor. Günde aşağı yukarı onbeş uçak dolusu turist geliyor. Küba sisteminin çöküşünü turizmden gelen gelir öteliyor. Her mevsim turist gelir. Ve turizmden gelen gelirle sistem yürüyor ve devlet bu parayla halkın karnını doyurabiliyor.
Bir de meşhur puro ve rom denen içkileri var. Yıllar önce kahve ve şeker ihracatı da oluyordu. Ama o da bitti, bitiyor. Önce önemli olan şeker üretimini ve ihracatını yapamaz duruma gelmiş Küba. Az miktarda ürettiği iyi kalitede şekeri satıyor ve kötü kalite şekeri daha ucuza alıp halkına yediriyor.
Küba`da petrol ihtiyacı çok fazla. Çok az petrol bulunan bir iki petrol yatağı tükenmek üzere. Dışarıdan alınıyor. Küba`nın çok büyük enerji sorunu var. Havanna`da bile arasıra elektirik kesilir. Yıllar önce çok az insan özel araba sahibi olabiliyordu. Son yıllarda büyük bir artış var. Petrol enerji ve trafikteki devlet araçları için bir gereklilik. İhtiyacı zar zor karşılayabiliyor. Benzin de olmasa Küba durar.
Petrolle ilgili öğrendiğim önemli bir husus ta var. Venezueala petrol zengini bir ülke. Chavez yönetimi de ABD ile olan çelişkisi nedeniyle Küba ile iyi ilişkiler içinde. Ancak Venezuela ham petrol işleyecek alt yapıya, kapasiteye sahip değil. Küba`da rafineri daha gelişkin, diyorlar. Küba, Venezuela ham petrolünü kendi rafinerilerinde benzine çeviriyor ve geri iade ediyor. Buna karşılık Venezuela Küba`ya biraz bedava petrol, diğer bir kısmını ise ucuza satıyor.
----------
Bu ülke üretemiyor. Nerdeyse herşey dışarıdan alınıyor. Alınan her şey de kalitesiz. Giyecekten yiyeceğe en adi mallar ithal ediliyor. Çünkü para yok. Genelde mallar Çin`den. Çünkü Çin sattığı malın parasını hemen almıyor. Mesela bir kaç yıl önce Küba`nın Çin`den aldığı onlarca otobüsün parasını hala ödememiş. Çin`e ”haktır ama yoktur”, diyebiliyor. Çin de fazla sıkıştırmıyor. Buna karşılık yüzlerce Çinli genç burada kalıp ispanyolca öğreniyor.
Ziraat denen bir şey yok. Düz alanlar ve bomboş tarlalarda bir kaç Sovyet’lerden kalma eski traktör ve tarımı bilmeyen, beceremeyen kooperatifler ve köylüler….
Doğa ve tabiatın kendiliğinden ürettiği adını bilmediğim bir çok çeşit meyve ve yer altı kökler dışında ekilen tüm sebzeler dünyanın en kalitesiz sebzeleri. Domatesleri bile çirkin ve çelimsiz. İklim öyle uygun ki her mevsimde sebze ekilip, yenilebilir. Ama burada bazı sebzeler sadece bir iki ay bulunabiliyor. Kısaca tarım ölü.
Çünkü dünyanın en cahil ve tembel insanları bu ülkede yaşıyor. Sistem tembelleştirmiş. Tarımı bilmiyorlar ve öğrenmek te istemiyorlar. Ya da sistem böyle uygun görüyor. Her alanda olduğu gibi tarımda da bilgisiz ve tembeller. Kırsal alanlarda yaşayan halk evininin bahçesinde domates ekebilecek bilgiye sahip değil. Bir kaç bahçesi büyük olan ailelere anlatmaya, öğretmeye çalıştım. Ama nafile, önemsemiyorlar. Gerek de görmüyorlar.
Tabii yasak sorunu da var.. Hayvan besleyemiyorlar. Çünkü yasak. Varsa kesilip yiyilecek hayvan, hepsi devletin. Tavuk, keçi, inek, domuz her şey devletin. Tek tük köylü ya da varoşlarda yaşayanlar gizlice bahçelerindeki iki metrekarelik çitler içinde Novel`de kesip yemek için küçük bir yavru domuzu beslemeye çalışırlar. Devlet buna göz yumuyor.
Bu ülkede büyük çoğunluk perişan olduğunu söylüyor. Her kes ekonomik sorunlardan, pahalılıktan bahsediyor. Burada ne üretim ve ne de tüketim var. İthal edilen çok az malı da alabilecek çok az insan var. Diğerlerinin alım gücü yok.
Peki nasıl yaşıyor insanlar? Ne yiyorlar, nasıl besleniyorlar? Yukarıda yeraltındaki adını öğrenemediğim patates tadı veren köklerden bahsetmiştim. Onlarca çeşidi var. Ve platano dedikleri büyük muz. Ucuz ve her yerde bulunur. Bunlar ya haşlanarak ya da kızartılarak siyah kuru fasulye yemeği ile birlikte çoğu zaman pilav ya da patates hesabıyla yenilir.
Halk kendi ihtiyaçlarını gideremiyor. Kendi olanaklarıyla kendi ihtiyaçlarını karşılamıyor. Kendini besleyemiyor. Devlet halkı besliyor. Hiç bir karşılık beklemeden halka mümkün olduğu oranda yiyece veriyor. Çok ucuz bir fiata. Belki bu sistemin en olumlu yanı. Devlet aile fertlerinin sayısına göre her ay bir kaç kilo pirinç ve siyah fasulye, biraz şeker, et ve bir iki litre yemek yağını her kesin sahip olduğu ranson defterine işleyip, satıyor. Ve bunu yaparken kuyrukta halkı bir-kaç saat bekletiyor. Hepsi bu kadar. Alınan maaşın yarısı, bu ransonla satılan yiyeceğe gidiyor. Geri kalanla da elektrik, telefon, gaz masrafını ödüyor.
Her kes bir yan gelir elde etmek için bir çaba içinde. Genelde insanlar legal olmayan alışverişle yaşıyor. Bir şeyler alıp satıyor. Ve ayda bu şekilde beş dolar kazanan da var elli dolar da. Ayda yüz dolar kazanabilen çok az aile var. Tabii bu kazanç, bu alışveriş biçimi genelde izinsiz oluyor, yani yasak. Ama devlet küçük çapta ticarete bazen göz yumuyor.
Burada iki çeşit para kullanılıyor. Küba pesosu(cub) ve konvertibel peso(cuc). İkincisi dolar değerinde. İkisi de kullanılıyor. Yurtdışından gelen turistler kendi döviz cinsini cuc`a çevirirler. Yüz doları bozdurduğunda vergi kesildikten sonra geriye seksen ya da dokzan cuc alırsın. Kart ile para çekmek para bozdurmaktan daha avantajlı. Cuc genelde turiste, yabancıya açık olan yerlerde kullanılır. Küba pesosu ise her yerde geçerli değildir. Sadece Küba`lıların kendi ihtiyaçları için belirli alışveriş yerlerinde kullanılır. Bir cuc yirmibeş cub değerindedir.
Devlet çalışana maaş veriyor. Eğer on kişilik bir ailede bir kişi çalıyorsa ve maaşı on-onbeş dolar civarındaysa bu aile nasıl beslenir, nasıl giyinir? Evet, kategoriye göre en düşük maaş 7 dolar ve en yüksek bürokrat 70 dolar civarında maaş alıyor. Polisin ki 35-80 doları buluyor. Çünkü hem iç güvenlikten sorumlu ve hem de sistemin huzursuzluklar karşısında kullanabileceği güç. Polislerin tümü kırsal kesimlerin en yoksul ve cahilleri. Kullanılması kolay. Bu nedenle en yüksek maaş alan kategoriye dahil. Küba`da polis sayısı asker sayısından daha fazla, diyorlar.
Yıllarca çalışıp emekli olan yaşlıların emekli maaşı ayda 6-7 dolar. Hayatında çalışmamış yaşlılar da var. Hem de çok. Bunlara emekli maaşı yok. Sadece prinç, fasulye ve yağ yardımı, o kadar. Ve sosyal yardım kurumlarının ödediği ayda 6-7 dolar.
Başka bir deyişle 10 dolar 250 peso değerindedir.
Sokakları temizleyen temizlikçi ayda 400-600 peso yani 20-30 dolar civarında maaş alır. Bir uzman doktor ve mühendisin maaşı da bu kadardır. Eğitimin fazla önemi yok bu ülkede.
Restoran, kafe çalışanı, öğretmen,hemşire, memur on-onbeş dolar maaş alır.
Bir polis şefi yüz, general 100-150 dolar alıyor.
------------
devam edecek…
------------
 
 
Not: İlk bölümde yazmıştım. Bilmeden, görmeden Sovyetler Birliği`deki reel sosyalizmi savunanlar yanıldılar. Ve yazılarıma yorum yazan bir kaç kişi hala bu geleneği sürdürüyorlar.
Büyük değer verdiğim bir dostuma Küba`yı yazıyorum, diye bir mail gönderdiğimde bana şöyle cevap vermişti: Bıra, Küba'yı konu alacak yazını sabırsızlıkla bekliyorum. Dediğin gibi lütfen torpil geçme, ön yargılı da olma. Ne olursun objektif ol. Yazacağını söylediğin 20- 30 sayfalık yazı benim gibi sosyalist hayaller kuran nice insana ışık tutacak. Bence kendini ağır bir sorumluluk altına soktun; yazacağın şeyler başka yazılarda alıntılanarak, kulaktan kulağa söylenerek ve internet ortamında paylaşılarak on binlerle buluşacak ve kalıcı olacak. Bu nedenle acele etmeden ve lütfen duygularından arınarak yaz. Yazacakların şahsen benim için tarihi bir belge olacak.
Bu uyarı, Küba`yı yazarken çok yararlı oldu. On kere daha düşünmeme neden oldu. Önyargılı olmadım. Niye olayım ki! Bu ülkeyle bir husumetim mi var. Dostumun bu uyarısıyla da kötü en ince detayları geçtim. Sosyalizm ilkelerine uygun kriterleri öne çıkarmaya çalıştım. (Küba`da kimse kimseyi direk sömürmüyor. Bu ülkede kapitalist yok, sermayedar yok. Kapitalist üretim ve ticari ilişkiler yok. Sermaye, kâr, artı değer yok. Zengin, kâra dayalı yatırımcı kapitalist bir sınıf yok. Ne yazık ki bunların hiç birinin olmaması burada `sosyalizm var` anlamına gelmiyor.)
Ama ne yazık ki yazdıklarımı anlamayan aklı evveller var. Sitede yayınlanan daha önceki yazılarım okunduğunda benim en çok üzerinde durduğum konunun özgürlük ve eşitlik olduğunu görürler.
Küba`yla ilgili yazılarım on bölümden oluşuyor. Yorum yazan ve eleştiren sabırsız aklı evveller önce bekleyip yazıların tümünü okumalılar. Bu bir. İkincisi Batista rejimini övmedim, eleştirdim. (yolsuzluk ve baskı, fakir ve sol siyasetle meşgul olan her kesimi Fidel’i desteklemeye mecbur bırakmıştı. Fidel bir ışık bir umut olmuştu.) Konu Batista değil, Küba ve `sosyalizmi` olduğu için Batista diktatörlüğünü kısa geçtim. Üçüncüsü tatmin olmayanlar sosyalizmi biz nasıl biliyorduk gerçeğini reel sosyalist ülkelerdekiyle karşılaştırmalılar. Reeller neden çöktü? sorusuna cevap vermeliler.
Eski solcu falan da değilim. En uçta, yani eski solcuyu, hatta son yüzyıl solcularının becerikziliklerini eleştiren, özgürlükten de öte eşitlikten yana bir sosyalizm için tavır geliştirmeye çalışan Kürtlerden biriyim. Parçalarla, asgariyle, yetinmeyen, tüm haklardan yana biriyim.
Kapitalizmi övmüyorum, Sosyalizm karşıtı ve önyargılı değilim. Yüksek binaları Sosyalizmle ilişkilendirmedim. Sosyalizm de baraka olmamalıdır, diyorum. Bu barakalarda insanlar mutlu değildir, diyorum.
Yine yazılarıma yorum yazıp eleştiren, kendini solcu zannedenler hezeyan içindeler, gerçeklerle yüzleşemiyorlar. Oysa ben sosyalizmi değil, reeli eleştiriyorum. Keşke mümkün olsa, diyorum; keşke Fidel başarabilseydi, diyorum. Ambargoyu unutmuş değilim. İleride bunu açıyorum. Zorlukların bilincindeyim. Bunları son bölümlerde aktaracağım.
Gelecekte devrimle inşa edilecek olan toplumların bahsettiğim olumsuz yanlarıdan arındırılması için gerçeklere değinmem gerekiyor. Bunu hazmetmemiz lazım.
Diğer önemli bir husus da şudur: Bu sitede yazanlar sosyalizm, devrim karşıtı olamaz. Biz vahşi kapitalizme karşı ve Kürtlerin özgürlüğü ve eşit bir toplum yaratması için kafa yoran, emek veren bir takımız. Günümüz dünyasına eleştirel gözle bakan, daha mutlu bir dünya insanı oluşması için daha bilimsel ve derin tespitler yapan insanlarız.
Zavallı, kof, cahil, bilinçsiz, kör duygularla geleceğin sosyalist toplumları inşa edilemez. Seyid, Tino ve Kızılderili`ye selam gönderiyor ve özür bekliyorum.
-----------
cumalicotkar@live.se

20 Haziran 2011 Pazartesi

Küba ve `Sosyalizmini` Yerinde Görmek-2

Bu siteyi okuyanlar genelde Kürt ve solcudur. Ve solcular marksizm ve sosyalizmden haberdardır. Bu nedenle teorilerle bir şeyler ispatlamaya gerek yok. Statistikler yapmaya ve rakamlarla ordaki yaşam biçimini anlatma imkanım da yok. Sadece sordum, dinledim ve gördüklerimi yazıyorum. Sadece bir kaç yazıyla yaşamı, sokağı, halkın sahip olduğu olanakları, devletin ve kurumlarının gerçek yaşamdaki rolunü yerinde görererek Küba Sosyalizmini anlatmaya çalışacak ve okuyucu bildiği marksist teorilerle bu ülke sosyalizminin uyum içinde olup olmadığını kendisi çıkaracak.
Buradaki Sosyalizmi teori ve ideolojilerle anlatmak gerekmiyor. Bunları dediğim gibi başkaları yazmıştır ve ancak çoğu da yanlış yazmıştır. Biz burada Küba sosyalizmini anlatırken bir kaç temel noktadan hareket edeceğiz ve teori meori ve ideolojiye fazla girmeyeceğiz.
İnsandan hareketle sosyalizmi üç temel esastan -bir çok konuda kısaca bilgilendirerek- ele alarak varolan toplumu anlamaya çalışacağız. Bu temel noktalardan ilki gelişmişlik, yani ekonomik ve toplumsal olarak bu ülkenin durumu nedir, nasıldır? Üretim ve tüketimden bahsedeceğiz.
İkinci olarak demokrasi ve özgürlükten, yanı baskı var mı yok mu, onu anlatacağız.
Son olarak ekonomik eşitlikten, imkan ve para sorununu ele alacağız.
Ve okuyucu tüm bunları gelişmiş kapitalist toplum biçimiyle karşılaştırıp kimler daha iyi yaşıyor, bilgisini edinecek ve bu tür bir sosyalizmin savunulması mı ya da daha gelişmiş ve human iyi bir toplum için mücadele mi, sorusuna kendisi cevap verecek.
----------
 
Jose Marti International havaalanına ondört saatlik bir uçak yolculuğundan sonra yorgun bir şekilde iniyorum. (Jose Julian Marti Perez(1853-1895) modern edebiyatın öncülerinden, politikacı, filozof ve şair, Kuba`da en çok bilinen ve onunla gurur duyulan şahsiyet. Jose Marti Küba`nın bağımsızlığı için kendi döneminde büyük uğraş vermiş bir politikacı.)
Pasaport kontrolu yapılan polis gişelerine doğru yürüyoruz. Felaket bir kontrol. Uzun bir kuyruk, bekleyiş, bir sürü gereksiz soru. Bir buçuk saatte ancak kontrolden geçebiliyorum. Bana bu durum 1975 yıllarında Batı Almanya`dan Doğu Almanya`ya geçişimi hatırlatıyor. Arabamızda bir çok sol yayını bile öyle bir kontrol ediyorlardı ki hayret etmiş, hatta sınırdaki polislerle marksizmi münakaşa etmiştik. Ne biçim koministsiniz, demiştik. Biz de solcuyuz, diyerek, torpile başvurmuştuk. Ama para etmemişti.
Taksiye binerek Havanna`nın en gözde semtine Vedado`ya doğru yol alıyoruz. Yarım saatten biraz az sürüyor. Yol boyunca sağ ve soldaki bina ve yapılara bakıyorum. Gelişmiş bir ülke olmadığı belli oluyor. Yüksek binalar yok. Evler eski ve boyasız. Yolun sağ ve solundaki evlerin biraz arkasına, uzağına baktığınızda çoğu yıkılacak gibi duruyor. Bizim Kahta, Hilvan, Viranşehir yolları bile daha iyi. Bizim Urfa ve Amed`deki binalar ve evler daha yeni, bakımlı ve daha güzel. Bizim G.Antep, Havanna`dan daha gelişmiş, hissini ediniyorum etrafı seyrederken.
Bu üllkeye ilk defa 1995`te gelmiştim. Yolda giderken 1940-50 yıllarından kalma eski Amerikan arabalarına bakıyorum. Ama bugün bunların yanında Peugeo ve diğer Avrupa arabaları sayıca daha fazla. Yirmi yıl önce bunlar çok azdı. Rus Lada`sı ve taksicilikte kullanılan eski büyük Amerika arabaları çoğunluktaydı.
Vedado`ya varıyoruz. Yağmur yağıyor, hem de nasıl. Ertesi gün şemsiye arayacağım. Çünkü burada hava durumu hiç bilinmiyor. Güzel bir iklim var ama her mevsimde yağmur yağabilir. Hava soğuk olmaz ama yağmur ıslatır. Bir bakarsın güneş, bir bakarsın arkasından bardaktan boşanırcasına yağmur. Yağmurlu havada üşümüyorsun, ama ıslanıyorsun. Son beş yılda çok az yağmur yağdığı için Küba`nın şu an su sorunu var. Kışı olmayan bir ülke. En soğuk ayı, Ocak ve Şubat, ama bu aylarda bile genelde hava sıcaklığı 15-20 derece.
Uyuyorum. Ertesi gün öğleden sonra zor uyanabiliyorum. Sokağa çıkıp şemsiye bulmam lazım. Çok az dükkan var Havanna ve diğer tüm şehirlerde. İnanın, sorarak 5 km karelik alandaki tüm dükkanlarda uğruyor bir semsiye bulamıyorum. Koskoca Havanna`da apê Fidel`in sosyalist ülkesinde şemsiye yok……..
-----------
Fidel Castro 1959 yılında Batista diktatörlüğüne son vererek sosyalist sisteme geçişi müjdelemişti.
Fulgencio Batista(1901-1973) (1933-1944 ve 1952-1959 yıllarında Küba`lı ordu mensubu, politikacı ve Cumhur Başkanı-diktatör) dönemi Küba her ne kadar anti-demokratik yasalarca yönetilmişse de burada o dönemin şartlarında gelişmiş bir ekonomi ve zengin sınıf için bir refah vardı. Orta sınıfta normal bir yaşam sürdürüyordu. Alt fakir sınıf ise her ülkede olduğu gibi en kötü hayat şartlarıyla karşı karşıyaydı. Bu ülkede demokrasi yoktu. Halk diktatörce yönetiliyordu. Hapishane sayısı elliye yakındı. Binlerce muhalif hapsediliyordu.
Devrim öncesi Havanna kumar gazinolarıyla doluydu. Latin ve ABD zenginleri burada keyif çatıyor ve kumarın bu ülkeye getirdiği para ülke ekonomisine katkı sağlıyordu. Alt yapı yatırımları ve belli bir sanayileşme ülkeyi hem güzelleştirmiş hem de birazcık olsun gelişimini sağlamıştı. Ama yolsuzluk ve baskı, fakir ve sol siyasetle meşgul olan her kesimi Fidel’i desteklemeye mecbur bırakmıştı. Fidel bir ışık bir umut olmuştu. Halk devrimden sonra da Fidel’i çok sevmişti. Önemli vaadler sözü vermişti Fidel. Demokrasi gelecekti. Refah gelecekti. İnsanlar eşit olacaktı, mutlu olacaktı. O zamanki Sovyetler Birliği’nin ve Küba halkının desteğiyle ilk yıllar Fidel ve sistemi zorlanmadı. Tüm eski sistem ve mekanizmaları yok edilerek yenisi kuruldu.
 
BARINMA EN BÜYÜK SORUN
Fidel özel mülkiyeti yok ederek sınıflar arası uçuruma son verdi. Sadece bir tek şeye dokunmadı. Bu da barınma sorunu ile ilgiliydi. Ülkeyi terk edip kaçanların dışında kim hangi evde oturuyorsa, ev devletin ama evde yaşama hakkı evde oturanların olacaktı. Ve o evde kalabilme hakkı ailenin sonraki nesline ait olarak sürdürülecekti.
Küba’nın nüfusu bugün oniki milyonun üzerinde. Havanna iki milyona yakın bir nüfusa sahip.
Bu ev sorunu bugün Küba’nın en önemli sorunlarından biri olduğu için anlatılmaya değer. Çünkü her ne kadar özel mülkiyetin yok edilmesiyle sınıflar arası sorunlar yoksa da bu ev sorunu halk içinde büyük uçurumlara neden oluyor. Batista döneminden kalma, fazla olmasa da önceki zengin semtlerde çok güzel evler ve villalar var. Buralarda oturanlar da eski üst sınıfa ait insanlar ya da çocukları. Ama yeni yaratılan sistemde de bunlar yine başka anlamda bir varlıklı zengin sınıf. Çünkü bu evlerde hem rahat yaşıyabiliyorlar ve hem de bu evleri devlete ödenen belli bir miktar karşılığında turistlere kiralama hakkına sahipler. Bu bir ayrıcalık oluyor ve bu durum ülkenin en önemli eşitsizlik sorunu. Bu imkana sahip bir ev sahibi yılda turiste kiraladığı kirayı hesapladığımda bir kaç bin dolardan on-onbeş bin dolar kazanabiliyor. Daha sonra devletin halka ayda verdiği maaş ve desteğin on-yirmi dolar olduğunu anlatacağım. Siz de bu arada turiste ev ya da oda kiralayabilen ile bunu yapamayanlar arasındaki gelir farkını kaç bin kat olduğunu hesaplayın.
Tek odada üç-beş kişilik ailenin yaşadığı onbinlerce ev var. Milyonlar bu evleri turiste kiralama olanağına sahip değil. Ve bunlar güzel, büyük eve sahip olanların kiralamayla kazandığı gelirden mahrum. Tabii bu sorun yalnız on-onbeş turistik şehire mahsus bir olay. Ama bu sorun bu şehirlerle turistik olmayan şehir ve bölgelerde yaşayan insanlar arasında her ülkede olduğu gibi derin uçurumlar ve farklı yaşam koşullarına neden oluyor.
En gözde semtlerde bile bir kaç akraba aile bir kaç odalık evlerde yaşıyor. Dış semtlerde ve diğer kent ve kasaba ve köylerde kesilmiş ağaç direklerin üst üste konularak yapıldığı evlerde milyonlar perişan. Devrimden sonra yeni inşa edilen ev sayısı çok az. Binaların çoğu eski, boyasız. Bazılarının dış görünüşü yeni görüntüsü verse de içeri girdiğinde bizim en geri kalmış ilçenin binalarındaki odalar, mutfak ve tuvalet daha modern ve yeni. Mobilyalar en az yirmi otuz yıl eski. Hatta Batista dönemi eski mobilyalar hâla kullanılıyor. Çok kaliteli oldukları için bunlar sanki üç -beş sene kullanılmıs gibi gözüküyor.
Binaların tamiri için en büyük ihtiyaç malzeme. Ama bu ülkede ne boya, ne çimento ve ne de demir var. Marangozluk ise ölü.
Kısaca bu sorunu özetlersek, bu ülkede özel mülkiyet yok. Yani sanki zengin ve fakir sınıfi yok ama ev sorununda birbirleriyle eşit olmayan insanlar var.
-----------
devam edecek……
cumalicotkar@live.se

Küba ve `Sosyalizmini` Yerinde Görmek-1

Konuya geçmeden önce uzun, çok uzun bir giriş yapacağım.
---------
Bir halk devrimi, değişimi neden ister?
Ezilen, sömürülen baskı altında bir sınıf, şiddet gören bir kesim niye devrim ister, neden devrime kalkışır?
Devrim daha iyi yaşam koşulları elde etmek için, daha mutlu olmak için bir sınıf, bir halk tarafından var olan anti-demokratik bir sisteme karşı bir mücadeledir, bir ayaklanmadır. Devrim daha önce var olan çirkin sistemi yenisiyle, güzeliyle değiştirir. Eskininin, çirkinin yenisiyle, güzeliyle, olğunuyla değişmesi devrim oluyor. Devrim adaletsiz sistemin yerine adaletli bir sistem oluşturur. Özgürlük, adalet, eşitlik, zenginlik demektir, devrim ve sonuçları. Hele bir de devrimin adı sosyalist devrim ise inşası bin kat daha sağlam temellerle oluşur.
----------
Paris Komunu`nden bugüne bir çok ülkede devrim adıyla ve zora dayalı yeni sistemler oluştu, inşa edildi. Ve çoğu sosyalizm adıyla vuku buldu. Sosyalist devrim ve daha sonra komunizm. Sovyetler, Çin, Doğu Avrupa ülkeleri ve Balkanlar; Asya`da Vietnam, Laos, Kamboçya, Kuzey Kore ve Central Amerika`da Küba…. Ve Afrika`daki ulusal devrimler….
Devrim yapan lider kadrolar mücadele öncesi ve esnasında daha güzel, daha mutlu, daha eşit bir toplum sözü vererek kitleleri, halkı yanına, arkasına almıştır. Halktan, ezilen, sömürülen sınıf ve kesimlerden aldığı destekle önceki sistemleri yıkıma götürmüştür ve yeni sistemler kurmuştur. Bildiğimiz bir çok ülkede devrim bu şekilde olmuştur.
Ancak milli devrimler dışında vuku bulan çoğu sosyalist devrimler, gereksiz yere olmuştur. Ya da bu devrimler yanlış temellere dayanarak çirkin toplum biçimleri yaratmıştır. Bu devrimlerin özel mülkiyeti yok etme dışında hiç bir yararı olmamıştır. Aksine, sadece özel mülkiyeti yok etmek durğunluğa sebeb olmuştur. Gelişim durmuştur. Tüketim, üretim durmuştur. Halklar daha fakir düşmüştür. Ve vaad edilen özgürlük sağlanmamıştır…

Evet, bazen devrim gereksizdir. Eğer bir ülkede halkın çoğunluğu devrim istemiyorsa, bir azınlığın devrim yapması, devrim istemeyen mutlu çoğunluğun baskı altına alınması demektir. Hedef özgür, mutlu, zengin olanı bitirmek değil; mutsuz olanı, özgür ve zengin olmayanı bu olanaklara kavuşturmak olmalıdır. Azınlığın başardığı bir devrim, yeni sistemle birlikte çoğunluğun baskı altına alınması demektir. Hatta devrimde yer alan azınlığın bir kesimi de umutla beklediği devrimle beklediğini bulamamıştır. Ve öyle bir zaman geçer ki halkın yüzde dokzanı yapılan devrimden, devrimi yapan devrimciden, lider kadrodan nefret eder, karşı devrimci olur. Çünkü daha özgür, daha mutlu bir toplum vaad eden savaşçılardan, devrimcilerden bir elit önceki sistem ve eliti aratmaktadır. Devrim basarısız olmuştur. Vaadler yerine getirilmemiştir. Tarihin normal akışında belki daha sağlıklı gelişim ve değişimler olabilirdi.


İşte geçmişte üzerine titrediğimiz devrimler maalesef başarısız olmuştur. En uçlarda bir devrim taraftarı biri olarak son yüzyılın devrimler tarihini saçma bulmak ve bunları reddetmek zoruma gidiyor. Belki iyi başlayan, ama tamamlanmayan, yarıda kalan bu devrimlerin çirkin yüzünü detaylara girerek anlatmak geleceğe dair devrimlerin daha sağlıklı olması açısından faydası olsa da yine de zoruma gidiyor. Vaadedilenlerin yerine getirilmemesi, devrimi yapan kadroların yeni­ anti-demokratik sistemler oluşturması, yenilerin halkı daha da diktatörce yönettğini görmek ve bunları anlatmak zoruma gidiyor.

Sosyalizm teoride eşitlik, özgürlük, refah ve mutluluk demektir. Devrim yapan sosyalistler hiç bir ülkede bunu başaramamışlardır.
Belki de başarmak öyle sanıldığı gibi de kolay değildir……
----------
Küba`yı anlatmaya nerden başlayayım, nasıl başlayayım, diye düşünürken, geçmiş yıllarda Sovyet sosyalist mi, değil mi tartışmalarını hatırladım. Oradan başlayayım.

1970`lerin sonlarına doğru, daha 25 yaşlarındayken, K. Burkay`ın Özgürlük Yolu`yla yürüyen bir arkadaşla Sovyet ve sosyalizmi tartışırken oralarda sosyalizmin olmadığını, bir elitin sosyalizm adıyla devlet kapitalizmini kurduklarını ve yine oralarda sosyalist üretim biçiminin, eşitliğin ve demokrasinin olmadığını Trotsky(1879-1940) ve 4. Enternasyonal öncülerinden Ernest Mandel`in(1923-!995) kitaplarından faydalanarak anlatmaya çalışmış ve arkadaşta bana oraya gidip sosyalizmi gözleriyle gördüğünü ve o toplumun ideal bir toplum olduğunu söylemişti. Hayretler içinde kalmıştım. Dil bilmeyen bir arkadaş bir kaç günlük turistik bir seyahat ile bana sosyalizmi yerinde gördüğünü anlatıyordu ve bize propaganda yapıyordu.


Halbuki ben daha önce  Doğu Almanya`da bir kaç gün kalmış ve sistemden nefret etmiştim. Bir kaç yıl sonra da Moskova`ya, Bulgaristan`a  gitmiştim. Ama sosyalizmi göremememiştim. Daha o günlerden beri Sovyet Sistemini ölümüne savunan bu hareketin tüm siyasetleri yanılğıyla doludur. Yalnız onlar değil, Sovyetle Birliği ve Maoist taraftarları diğer tüm siyasetler dünyayı hem yanlış anladılar ve hem de yanlış yorumladılar. Kalıntıları bugün de yanlış politikalarda israr ediyorlar. Yalnız bizimkiler değil, tüm düya sosyalistleri ölümüne savundukları bu sistemleri öğrenemediler, cahil kaldılar ve bu sistemler çökerken de sustular….

------------
Ben de `gözlerimle` Kuba sosyalizmini görmeye çalıştım. Ama arkadaştan daha donanımlıydım. Hem meseleyi anlayabilecek kadar ispanyolca ve başka bir kaç dil biliyordum ve hem de yaşım ve eskimiş de olsa siyaset bilimi, düşünce tarihi ve biraz da ekonomi eğitimim ve yıllardır oluşan birikimim gereği biraz, sosyalizm, kapitalizm ve dünyadan haberdardım. Daha iyi analizler yapabileceğimi sanıyorum.

Küba`ya gittim. Halkın arasına katıldım. Adeta onlardan biri oldum. Yüzlerce insanla konuştum. Her meslekten insane sordum yaşamı ve sosyalizmi. Öğretmen, doktor, mühendis, hemşire, müzisyen, servitris, berber, işçi-işsiz her türden insana yüzlerce soru sordum. Hatta asker ve polislere bile sorularım oldu. Kafeteryalarda yanıma yaklaşan dilencileri yanıma oturtum ve  hallerini sordum. Ve emeklilerin nasıl yaşadıklarını saatlerce dinledim. Evlerin kapısını çalarak kendimi kahve ve su içmeye davet ettim. Çok, çok dinledim. Ve akşam notlarımı aldım. Havanna, Santi Spiritu, Guanabocoa, Guanabo, Cotoro ve bir çok kent ve köy gezdim. Havanna`dan ırak üç yüz km`lik yerleşim alanlarına kadar  ulaştım. Ve sizlere bir kaç yazıyla bunları aktarmaya çalışacağım. Ayrıca seyahatlerim bir kaç günlük değil de, bir kaç defa ve bir kaç aylıktı. Yani bu toplumu iyi tanıyıp tahlil etmek için yeterli bilgiye bu zaman zarfında elde etmiştim.


Cuba devrimini, sosyalizmini ve bugüne süregiden gelişmeleri çoğumuz çok az biliyoruz. Bu devrimi anlamak ve sosyalist teorilerle bugünkü Kuba`yı anlamak için kitaplar var. Ama yetersiz. Bunlar ya propaganda ya da karşı propaganda. Gerçekleri öğrenmek için burada bir müddet yaşamak, görmek, sormak, dinlemek lazım. Ben de bunu yaptım.

Yazıyı yazarken bir kaç başlık attım ama düzenli bir sistem oluşturamadım. Çünkü Fidel düzenli bir sistem oluşturmayı başaramamış. Bu nedenle sorunları bazen ben de karmaşık haliyle işlemeye çalıştım. Bazen belli bir başlık altında diğer alan ve ilişkilere kaymam olmuştur.
-----------
Küba`da kimse kimseyi direk sömürmüyor. Bu ülkede kapitalist yok, sermayedar yok. Kapitalist üretim ve ticari ilişkiler yok. Sermaye, kâr, artı değer yok. Zengin, kâra dayalı yatırımcı kapitalist bir sınıf yok.
Ne yazık ki bunların hiç birinin olmaması burada `sosyalizm var` anlamına gelmiyor. Burada ne kapitalizm ve ne de sosyalizm var. Kapitalistin olmadığı herhangi fakir bir ülke Küba. Acayip bir sistem ve geri kalmış bir ekonomi. Fakir, baskı altında bir halk.
------------
 
devam edecek……
 
cumalicotkar@live.se