Yaklaşık üç hafta önce hayatının en büyük acısını yaşayan Bdp Muş Milletvekili Sırrı Sakık, ilk kez Hürriyet'e konuştu.
İşte o röportaj:
Kendi tabiriyle 'acıların içinden süzülüp gelmiş' biri Sırrı Sakık, ama oğlu Sedar'ın gözleri önünde ölüme atlayışı onun için sözün gerçekten bittiği yer. Söyleşiye başlarken o anları hiç sormamaktı niyetim, sormadım da. Acısının nasıl köprüler kurduğunu, herkesin barışa özlemini nasıl ele verdiğini anlatırken o güne de kendisi döndü.
O anlattıkça fark ettim; yara ne kadar büyükse, o kadar çok konuşarak sarabilir yarasını insan ancak belki de. 25 yaşındaki Sedar'ı yaşamaktan vazgeçiren ne kız arkadaşıydı, ne de gençlik hezeyanları. Kimliğinin çocukluktan beri omuzlarına yükledikleriydi ağır gelen. Sırrı Sakık ilk defa anlattı bütün bunları, Türkiye'nin iç barışına bir katkı olur umuduyla...Bir şeyi daha ilk defa anlattı; meğer Ahmet Türk ile birlikte Oslo sürecinin içindeymişler.
Oğlunuzu kaybettikten sonraki süreçte neler yaşadınız?
Sözlerime ilk önce bir teşekkürle başlamak istiyorum. Cenaze töreninde ve taziye sürecinde bizimle beraber olup acımızı paylaşan tüm Türkiye halklarına teşekkür ediyorum.
Sedar'ın acısını tarif etmek mümkün değil. Bin yıllık bir ömrüm olsa o anı, elimizden kayışı ve bize veda edişini asla unutamam. O gün bugündür çok büyük bir acı içindeyim. O yüzden empati yapıyorum. Yıllardır bu coğrafyada Sedar gibileri, 20 yaşındaki insanlar yaşamının baharında her gün toprağa gömülüyor.
Ne yazık ki, Sedar'a ve bu ülkenin Sedarlarına barışı hediye edemedik. Barışı göremediler. Ne acıdır ki, bu ülkede yaşamanın bedelini hepimiz çok ağır ödüyoruz. Diliyorum, umuyorum bir an önce iç barışımız sağlanır. İç barışımız sağlansa da, yaralarımız sarılsa da bu acılar 20 yılda telafi edilemez.
Nasıl bir bedel ödemeyi kastediyorsunuz?
Toplumun büyük kısmında travmalar var. Çok kötü bir süreç yaşadı ülkemiz. Sorunlar çözülmediği için insanlar ağır bedeller ödedi. Sedarımızın hayat hikâyesi de ordan başlıyor.
Biz 1991 yılında seçilip genç bir vekil olarak buraya geldiğimizde Sedar 4 yaşındaydı. Çocuklar burada hayata başladılar, burada arkadaşları olmaya başladı.
Tabii 2004'e kadarki süreçte de çok zalim bir saldırıya maruz kaldık. Dep sürecinde hepimiz apar topar cezaevine konulduk. Çocuklar daha çok küçüktü. Herkes o süreci çok acılarla yaşadı. Eşim aynı şekilde yaşadı. Diğer arkadaşlarımızın çocuklarında, eşlerinde de aynı sıkıntılar yaşandı. Gittikleri her yerde dışlanıyorlardı. Okullarda o nefret söylemiyle hep karşı karşıya kalıyorlardı. Ayrımcı politikalara maruz kalıyorlardı.
Şuna benzetiyorum; 1960'larda Adnan Mendereslerin idamından sonra onların çocuklarına uygulanan o ayrımcı politikalar bizim çocuklarımıza da uygulandı. Her çocuğumun böyle bir kaç anısı vardı.
Sedar Yüce Fen Lisesi'nde okuyordu. Bir gün dedi ki 'bir öğretmenimiz hep beni aşağılıyor. Bir okula gelsen. Şu saatte onun dersi var. Geldiğinde kapının üst bölümündeki camdan bana yaptıklarını görebilirsin.' Dediği saatte gittim, o camdan öğretmenin tutumunu izledim. Tahtanın önüne çıkartıyor, bağırıyor, hakaret ediyor, aşağılıyordu. Gittim okul müdürünü alıp getirdim. Bu tabii biz cezaevinden çıktıktan sonraki süreçtir. Okul müdürü de izledi benimle birlikte. Müdahale etmedik ama müdür ders zilinden sonra öğretmeni çağırdı. İnkâr etti tabii önce. Sonra Sedar'ı oradan aldık, bir başka okula götürdük.
Ortanca oğlum birkaç yerinden bıçaklandı, ölümden döndü 2002'de. Çocuklarımız hep böyle büyüdüler. İş hayatına başladılar, bir işyeri açıyorlar, kimlikleri ortaya çıkınca hemen bir blok oluşuyor. Hayatın her alnında aynı şey.
Biz eşimle birlikte hemen hemen her gün okul çıkışında nöbet beklerdik. Eşimi çok genç yaşta kaybettik. Ben eminim ki bu yaşananların yanısmasıydı.
"KİMLİĞİMİZ HER ALANDA SORUN"
O halde Sedar'ın sıkıntısının kökeninde iş hayatı mı vardı?
Sedar bir işyeri açtı bir yıl önce. Zaten devletin bir kurumunda iş bulma olanağı yoktur. Özel sektörde bulması mümkün değildir. Böyle de bir kimliğimiz var.
İş konusunda bazı sıkıntılar yaşıyordu evet. Ama bu bizim açımızdan bir sorun olmaz. Bu savaşın çok ağır bir faturasını ödedik. Muş'un en zengin ailelerindendik, herşeyimizi orda kaybettik. Ama buna rağmen ekonomik açıdan bir sıkıntımız yok bizim.
Genç bir insan, onun da kendini ispatlama isteği vardı mutlaka.
Hatta bir ara şöyle düşündü; Ankara'da kimliğimiz çok ön planda, belki İstanbul'da iş kursam daha rahat olur, çok fazla bilinmez.
Ben bu düşüncesine de destek veriyordum. Nerede hayat kurarsanız hep arkanızdayım dedim onlara. Yaz boyu hep bunları konuştuk. Ama işte o talihsiz gecede...
Biliyor musunuz o geceden 3 gün önce balkonuma çıkıyorum orada Sedarımın cesedini görüyorum. Bunu arkadaşlarımla da paylaştım. Üç gün çok sıkıntılı yaşadım. Evet böyle bir şey görüyorum. Rüya değil. Balkona çıkıyorum görüyorum. Arkama dönüp içeri giriyorum hemen.
O gece Sırrı (Süreyya Önder) ile beraberdik. Silah sesleri duyduk, ani bir refleksle balkona çıktık. Daha Sedar yoktu. Kör kurşunlar dedik içeri geçtik. Sedar'ı aradım 'böyle şeyler var etrafta haydi eve gel' diye. Hatta Sırrı 'çok fazla üstüne düşme' dedi. Dedim ki 'Sırrı üç gündür böyle sıkıntılar yaşıyorum, içimde Sedar'a bir şey olacak korkusu var'. Sonra Sedar geldi.
Kötü bir gece geçirmişti. Odaya aldım, üstündeki giysileri çıkarttım. Yatağa uzandı. Ben aşağı indim ama kapı açık gözüm orada. Bir çığlık duydum ve üst kata çıktım. Baktım balkonda. Telefonu elinden alıp karşıda onu üzen kim var ne var anlamaya çalıştım. Ama o 'ben gidiyorum, bu kadar' diyerek kendisini aşağıya bıraktı. Aşağı indim, kanlar içinde hastaneye götürdük. Zaten götürdüğümüzde biliyordum Sedar yok artık.
Sedar'ın ölümü üzerine sosyal medyada yaşananlardan haberdar mısınız?
Diliyorum, sosyal medyada bize saldıranları bile Allah bu şekilde cezalandırmasın, onlara evlat acısı vermesin. Hiç kimseye vermesin.
Ama ne yazık ki yaşadığımız bu coğrafyada her gün onlarca Sedar toprağa gömülüyor. Ben bir mitingde tam konuşma yaparken bazen önüme notlar geliyor, şu bölgede çatışma oldu 15 asker yaşamını yitirdi. O kürsüde hüngür hüngür...
O insanlar daha çocuk. İşte tam bu pencereden bakarak artık vicdan sahibi olmalıyız. Adı polis, adı asker, adı gerilla, ben hepsinin acısını yüreğimde hissediyorum. Ben yıllarca acılardan süzülerek geldim, bütün acıları tattım; anne, baba, eş, abla, ağabey, kardeş...yanıbaşımdaki mücadele arkadaşlarımdan o kadar çok insan kaybettik ki. Gittim hepsinin yanına, hatta tepki almayacağımız asker ailelerinin yanına da gittik başsağlığına.
Peki kimler acınızı gerçek anlamda paylaştı?
Bu acıdan sonra Türkiye'de ciddi bir köprü oluştu. Muş'da bulunduğum günler içinde her gün onbninlerce insan geldi sarıldı, ağladılar.
Türkiye kamuoyunda emin olun Sayın Cumhurbaşkanından Sayın Başbakana, Sayın Kılıçdaroğlu'ndan Sayın Bahçeli'yen, eski Başbakanlardan, Bakanlardan iş çevrelerine... Edirne'den Artvin'e kadar Türkiye'nin dört bir tarafından bizim bu acımızı herkes paylaştı.
Cezaevlerinden binlerce mektup, o mektupların üzerindeki gözyaşları hala dipdiri duruyordu. Hepsini tek tek okuyorum, cevap da yazacağım tek tek. Beni en çok etkileyen de Roboski'de çocuklarını kaybeden ailelerin toplanıp 8- 10 saatlik yolculukla bana gelmeleriydi. Geldiler acıları ortaklaştırdılar.
Benim acı onların acısının yanında okyanusta bir damla çünkü onların çocuklarının bedenleri paramparça olmuştu. Çocuklarının bedenleri ile katırların bedenleri ancak DNA testiyle ayrıştırıldı. Kimi sadece kol saatinden, kimi ayakkabısından tanıyabildi çocuğunu...
"BAŞBAKAN SEDARLAR ÖLMEDEN DE ARAYABİLMELİ"
Taziye sürecinde şaşırtan kimse oldu mu?
Valla en çok şaşırtan Çiller oldu. Bir dönemin sorumlusu olarak işaret ettiğim kimselerdir. Mesela Mehmet Ağar da başsağlığı için bir telgraf çekmiş. Ama bizim genel yapımızda bu var. Böylesi günlerde bir yan yana duruşu sergiliyoruz.
Oysaki hayat bize bir şey daha emrediyor. Sadece acılı günlerde değil, kalan günlerde de kanı durdurmak için bir duruş sergilemeliyiz. Sürekli geçmişe takılarak geleceği inşa edemeyiz. Geleceği inşa etmek için bizim karşılıklı bir helalleşme dönemi yaşamamız lazım. 1999 depremini hatırlıyorum. Nasıl bir kenetlenme yaşanmıştı. Hatta Yunanistan'la bile kriz, gerginlikler bir tarafa bırakılmıştı. İlla bir felaket mi lazım? İlla Sedarların ölmesi mi lazım.
Başbakan bizi başka zaman da arayabilmeli. Biz bu ülkenin realitesiyiz. Konuşabilmeliyiz. Zaten bugün yapamadığımız tek şey budur. Başbakan aradığında şöyle söyledim. Aslında medya o zaman nasıl yanısttı, onu da bilmiyorum.
Şöyle haberler çıktı. Siz kendisine 'Akan kanı ancak siz durdurabilirsiniz, bunu başarabilirseniz bu ülkenin azizi olursunuz' demişsiniz.
Aslında bu manşete çıkan şey tam doğru değildi. Asıl aramızda geçen şey şuydu. Kendisine şunu söyledim: Ben acılardan süzülerek geldim. Ben eş anne, baba, kardeş, mücadele arkadaşlarımı kaybettim ama emin olun hiçbir acı evlat acısı kadar değil. Ben bunu yaşarken bu coğrafyada her gün onlarca çocuk topraklara gömülüyor. Siz de anne, baba, kardeş acısı yaşadınız. Allah size evlat acısı vermesin. Ama her ülkenin bir azizi vardır, ülkelerinde farklı alanlara öncülük ettikleri için. Siz de bu ülkenin azizi olabilirsiniz. Türkiye toplumunun ciddi bir desteği var arkanızda.
O da bana söyle dedi: 'Çok adımlar attım ama çatışmalar oldu'. Ben de onun üzerine 'Siz isteseniz çatışmaları da durdurabilirsiniz' dedim. Aramızdaki sohbet buydu. Ben 'bu savaşı durdurabilirsiniz, böyle bir sorumluluğunuz da var' mesajı verdim.
Bu süreçte siyasetteki gelişmeleri takip edebildiniz mi?
Ben Sedar'ın ardından çok acılı bir süreçten geçiyordum ama beni umutlandıran şeyler de oldu.
Sadullah Ergin'in açıklamaları, Beşir Bey'in Bülent Arınç'ın açıklamaları. Yeni bir görüşme sürecine başlanabileceği mesajları. Bütün beklentilerin kurultayda seslendirileceği söyleniyordu.
Kürt sorununun çözümü için ciddi adımlar atılacak beklentisiyle kilitlendik ekranların başına kongre günü. Ama baktık ki yine milliyetçi, dinci, ırkçı söylemler ön planda. Bu değildi sizi yüzde 50'lere getiren. Oslo görüşmeleri, Öcalan ile görüşmeler kamuoyuna yansımıştı ama toplum size referandumda yüzde 58 oy verdi. Demek ki ırkçı söylemlerle sizin karşınıza çıkanların toplumda bir karşılığı yoktur.
Suriye de içine katılarak çıkartılan tezkereye çok tepkilisiniz anladığım.
Hani geçmişte hükümetin politikasıydı komşularla sıfır sorun. Gelinen nokta, sırf sorun. Savaş tezkereleri çıkartıyorsunuz. Akçakale'ye havan topları düştü. Missilleme olarak Akçakale'den gönderilen havan topları da karşı tarafdaki başka bir köyde çocukları öldürdü. Vicdan sahibi olan herkes içte de barışı dışarda da barışı savunmalı. Hiç mi bizim bir günahımız yok?
Siz muhalif kesimleri alıp buraya getirirseniz saldırıları başlatırsanız, her halükarda oradan bir tepki olacak. Biz daha mülayim bir geçiş yaparak, daha oradaki halkların iradesine saygı gösterecek bir iklim yaratamaz mıydık. Yani bu oğul Esad ve baba katil. Evet bir katildi.
Babaya da katil diyorsunuz.
Öyleydi. Halklara acı yıllar yaşattılar.
Türkiye'deki Kürt hareketinin örgütlenmesi açısından Hafız Esad'ın çok başka bir fonksiyonu olmadı mı?
O tarafa girmiyorum şimdi ama halklarına zulm eden kim varsa katildir, zalimdir. Bunlar biliniyordu ama daha bir buçuk yıl öncesine kadar dostane ilişkiler vardı. Türkiye orada 'ağabey' rolü oynayabilirdi.
Roboski örneğine tepki gösterirken, Esad'ın her gün kendi halkını bombalamasına tepki göstermek de gerekmez mi?
Gösteriyoruz elbette! Bugün Esad'a katliam yaptığı için tepki gösteren Hükümet, 2004'te Kamişlo'da 35 Kürt katledildiğinde niye aynı tepkiyi göstermedi?
O zaman da katliam vardı. Kürt katliamıydı bu. Ama seslerini çıkarmadılar. Esad'la can ciğerlerdi. Şimdi, dengeler değişince, Kürtler orada bir statü elde etmeye başlayınca Ankara ayağa kalktı.
Katliamlara bir bütün karşı çıkmak gerekiyor. Baas rejimi katliam yapıyor, ama Özgür Suriye Ordusu diye hareket edenler de muhaliflerini yedinci kattan atıp paramparça ediyorlar.
İki kötü şeyin arasında tercih yapmak gibi bi zorunluluğumuz yok. İlk önce Türkiye kendi temel sorunlarını çözmeli. Sadece Roboski değil. Daha bir ay önce Afyon'da paramparça olan 25 beden var.
Afyon'da ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Siz üç günlük erleri alıp gecenin geç saatinde ölüme gönderiyorsunuz. O olay nasıl oldu halen karanlıktır. Ve bunu asla öğrenemeyeceğiz. Çünkü ordu kapalı bir kutudur. Harcamaları denetlenemiyor, içeride olup bitenler sorgulanamıyor, aydınlatılamıyor.
Son 20 yılda 2 bin 200 dolayında asker intihar etmiş! Yine yüzlerce şüpheli ölümler var. Bunların hiç birisi aydınlatılamıyor. Roboski halen aydınlatılamadı, sorumlular ortaya çıkartılamadı. Çünkü ordu hesap vermiyor.
Afyon da aynı sis perdesine maruz kaldı. Tezkere için kapalı oturum yapılıyor. Neden? 10 yıl sonra gün ışığına çıkacak tutanakların felaketlere karşı bir sigorta olmadığını hayat hepimize göstermiştir. Siz tezkerelere onay verdikçe yeni Roboskilere tanıklık edeceğiz, yeni Afyonlar yaşanacak, masum insanlar ölecek. Bunları durdurmanın yolu mücadele değil müzakeredir.
Kürtlerle hep mücadele, Alevilerle hep mücadele, Ermenilerle hep mücadele. Sizin bugüne kadar yapmadığınız tek şey müzakere.
"OSLO SÜRECİNİN İÇİNDEYDİM"
Neden Bdp silahların susması noktasında PKK karşısında zayıf kalıyor? Silahların susması için devletin, hükümetin bir projesi var mı? Ortada bir proje bir yol haritası yoksa Bdp bu konuda ne yapabilir?
Bdp silahların susması için ortaya proje koyuyor, her gün çağrı yapıyor ama bulduğu karşılık dışlanmak oluyor, baskı altına alınmak oluyor. Siyasetçisinden avukatına varıncaya kadar 8 bin kişi cezaevinde tutuklu. Orta da Bdp mi bıraktılar?
Burada silahların bırakılması noktasında iradesiz olan hükümetin kendisidir. Yoksa Bdp her türlü katkıyı sunmaya hazırdır. Şunu da unutmamak gerekiyor. Ortada ciddi bir güven bunalımının olduğu da bir gerçektir.
Silahlar susmadan hükümetin yeni bir proje ortaya koyabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?
Silahları susturmanın iki yolu vardır. Ya yenersiniz, silahlar susar. Ya da müzakere edip sorunu çözersiniz silahlar susar. Ama bizim ülkemizde ne yazık ki Kürt sorunuyla ilgili tartışmalar ancak çatışmalar tırmandığında gündeme geliyor.
Güven bunalımı dediğim Cumhuriyet'in kuruluşundan buyana süregelen bir durumdur. Gelin birlikte oturup anayasayı konuşalım diyorlar ve götürüp Şeyh Sait'i asıyorlar. Dersim'de Seyit Rıza olayında aynı; uzlaşma için davet ediyorlar sonra Erzincan yolunda tuzak kuruluyor.
Elazığ'da idam ediyorlar. 30 yıllık savaş döneminde Öcalan'ın talimatıyla PKK sınır dışına çekildi, 2004'e kadar çatışmasız bir dönem yaşandı. Hatta bunu güçlendirmek adına Öcalan'ın çağrısı üzerine Kandil'den ve Avrupa'dan barış grupları geldi ama ağır cezalar aldılar.
Yine silahlı güçler ülke dışına çıkarken devletin belli birimleri tuzak kurdu, geri çekilen gerillalar öldürüldü. O ölenlerin arasında benim ağabeyimin oğlu da vardı. Şimdi böylesi bir tablo karşısında siz güven ortamını nasıl sağlayacaksınız?
En son güven bunalımı hangi noktada yaşandı?
Bakınız! Ben 2006 – 2011 arası süren Oslo sürecinin içindeydim. Sayın Ahmet Türk ile birlikte hep o sürecin içindeydik. O sürecin en önemli adımı Habur olmuştu.
Barış ve demokratik çözüm süreci başlasın diye Habur'dan insanlar geldi. Sonra ne oldu?
Milliyetçilik, ırkçılık tırmandırıldı. Hükümet geri adıma attı. Her biri 60 yıl ceza aldı.
Ben Habur'daydım onlar gelirken. Evden çıkarken az önce bahsettiğim yeğenim Müfit'in annesi– ki hala oğlunun öldüğünü bilmiyor, dağda sanıyor – bana aynen şöyle dedi:
'Ah ben de gelsem. Gerilla grubunun içinde benim Müfitim de olabilir. Onu bir görebilsem.' Gözlerim doldu, yüreğim kan ağladı ama söyleyemedim. Bu duyguyla Habur'a karşılamaya gittik. Kürtler artık barış gelsin, çocuklarımız sağ salim dönsün umuduyla oradaydılar.
Biz aylarca bütün gücümüzü seferber etsek o kitleyi bulamazdık. İlk kez Habur'dan tabutlar değil gencecik insanlar geldi. Barış için yol haritası kapsamında geliyorlar diye herkes oradaydı. Bunu doğru anlamak gerekiyor. Eksiklikler olabilir ama orada bir kasıt yok, şov yok.
Batı'dan şöyle gördüler; Kürtler şov yapıyor. Kürtler 50 bin ölümden sonra neyin şovunu yapacak? Ama biz de iyi anlatamadık işin doğrusu.
"B PROJESİNİ SONRADAN ÖĞRENDİK"
Sizin Batı olarak tanımladığınız kesimden benzer türde bir reaksiyon bu yaz da Hakkari'deki kucaklaşma üzerine geldi. Onlar da kendilerine göre bir tedirginik, güvensizlik yaşıyorlar.
Batıyı bu noktaya getiren Ankara siyaseti oldu, milliyetçilik oldu. Fırat'ın doğusunda olup bitenler oy uğruna batıdan saklandı, oraya başka türlü anlatıldı. Algılar çarpıtıldı. Şimdi batıdaki tedirginliğin, kaygının giderilmesi için elbette herkese, hepimize görev ve sorumluluk düşüyor. Ama asıl sorumluluk hükümetindir.
Çünkü barışın bu ülkede ekmek su kadar gerekli olduğunu, çözümün bu ülke için hayati önem taşıdığını batı kamuoyuna anlatacak, orada bir barış iklimini yaratacak olan eğer niyeti varsa hükümetin kendisidir. Hükümet ikili bir siyaset izlemeyecek. A projesinin yanında B projesi de olmamalıdır. Oslo görüşmeleri sürecinde ciddi bir güven bunalımı var. Bir taraftan devletin A projesi varken bir taraftan da B projesi varmış, sonradan öğreniyoruz.
Nedir B projesi?
B projesi PKK'yi tasfiye, yani PKK'den kurtulunursa, Kürt sorunu da ortadan kalkar projesidir bu.
Sadece PKK'nin tasfiyesiyle bu iş çözülür mü?
Sonradan duyuyoruz ki, Oslo devam ederken, aynı zamanda tasfiye için Irak'la, İran'la Suriye ile dörtlü bir görüşme sürdürmüşler. Hatta Esad'ın buralara geliş gidişinin asıl nedenleri de bunlardır. Bu mantıkla bakarsanız sorunu çözemezsiniz. Birbirinizi tasfiye etmek için oyunlar oynayarak bu sorun çözülmez.
Devletin, Osmanlı'nın oyunlarını, alışkanlıklarını artık terk etmesi gerekir. Kürtler artık eski Kürtler değil. Bölge'nin en önemli siyasi aktörü ve değişim gücüdür. Kürtleri kandıramazlar. Bugün dönüp gençlere 1071 ruhu aşılanarak 2071 hedefi gösteriliyor. 1071'de giriş yaptığınız yer Kürt coğrafyasıdır. Oradaki o kadim halk size kapılarını açtı, sizinle birlikte ortak hareket etti. Alparslan, Kürtlerle ittifak yaparak zafer kazandı. Osmanlı'dan bu yana Cumhuriyet kurulurken de Kürtler hep ortak hareket etmiştir. Ama Kürtlere verilen sözler tutulmamıştır. Osmanlı'da 13 tane isyan var, Cumhuriyet'te 16 tane isyan var. Ve siz bu sorunu çözmemişsiniz.
O coğrafyadan Irak'taki Kürtlerin lideri Ak Parti'nin Kongresi'ne geldi. Kürsüye çıkarken kendisine 'Türkiye seninle gurur duyuyor' diye tezahürat yapılması sizi şaşırtmadı mı?
Barzani geliyor sizin kongrenizde Kürtçe konuşuyor ama ben kendi Parlamentomda bir atasözü söylediğimde bilinmeyen dil diye geçiyor.
Diğer yandan da dönüp 'red ve inkarı ben kaldırdım' diyorsunuz. Kürtler kendi ana dilinde eğitim yapabiliyor mu? Kurumlarda, kamuda kendini ifade edebiliyor mu? Siz oraya bakanlarınızla gidip Cumhurbaşkanı düzeyinde görüşüyorsunuz, konsolosluk açıyorsunuz, THY ofisi açıyorsunuz. Sonra dönüp bize 'bunları görmeyin' diyorsunuz!
BDP'de yetkili ağızlar sık sık artık 'Birleşik bir Kürdistan' talebi kalmadığını söylüyorlar. Irak'tan sonra Suriye'de yaşanan gelişmelere rağmen bu talep artık masada değil mi?
Bizim Türkiye'de yaşayan Kürtler olarak kafamızda bir devlet yoktur. Biz anayasa düzeyinde eşit vatandaş olmak, yönetimde söz ve karar sahibi olmak istiyoruz.
Kürtlerin asıl istediği gasp edilen haklarının anayasal ve yasal olarak güvence altına alınması. Biz demokratik özerklik dedik adına, onlar başka şey desin. Yeter ki tartışalım birlikte bir proje üretelim.
Bizim dışımızda federasyon talebinde bulunan Kürtler de vadır. Ben Kürtler içinde birlikte ortak bir hukukta, yönetimde söz ve karar sahibi olacak bir yapının daha çok onay bulacağını düşünüyorum. Asıl sorun şurada; Kürt ve Kürdistan sözcüğüne tahammül yoktur. Barzani'yi kendi kongrelerine davet ediyor ama liderini davet ettiği coğrafyanın adını Başbakan ağzına almıyor. Getirdikleri konuğu sahiplenemiyorlar. Kem küm ediyorlar.
Yerel bir parlamentodan bahsediyorsunuz.
Demokratik özerkliği sadece Kürt coğrafyası için değil Türkiye'nin bütünü için öneriyoruz. Ankara'dan bütün Türkiye'yi yönetmek çok zor.
Şuan çok katı merkezi bir yönetim var. Ankara'nın küçültülmesi, halkın karar süreçlerine doğrudan katılacağı, Bölge meclislerinin oluşturulacağı, yerellerin yetkisinin arttırılacağı yeni bir idari model geliştirilebilirse, bu Türkiye'nin önünü açacak, sorunları çözecektir.
"KÜRTLER TURİST Mİ Kİ TERCÜMANLA İLETİŞİM KURACAKSINIZ?"
AKP'nin 2023 Vizyon Belgesi'ndeki ana dilde kamu hizmetlerine erişim, ana dilde savunmanın sorun olmaktan çıkartılması, Kürtçe tercümanlık gibi noktalar da mı adım değil?
Şimdi kamu kurumunda tercümanlık diyor. Bir Kürt kamu kurumuna gidecek, karşıdaki memur Kürt ise birinci ağızdan dinlemek yerine bir tercüman bulmak zorunda kalacak. Şimdi bu kadar tezata, kulağı tersten göstermeye gerek var mı?
Ana dilinde eğitim göremeyen bir kişiye kamu kurumlarında tercüman bulmak nasıl bir çözüm anlayışıdır? Tercüman bulacağınıza o insanlara anadilde eğitim hakkı tanıyın. Kürtler bu ülkede turist midir ki? Tercüman aracılığıyla iletişim kuruyorsunuz? Cumhuriyet'ten buyana Kürtler oyalanıyor şimdi bir de 2023'ü mü bekleyecek? Her gün gençler ölürken Türkiye'nin 2023 saniye dahi kaybedecek zamanı yoktur. Türkiye'nin öldüren vizyonsuzluktan yaşatan bir vizyona geçmesi lazım.
'Yaz aylarında artan PKK saldırıları Bdp'yi boşa çıkardı' diyor hükümet. Hükümet bu bahanelerin arkasına sığınmamalı. Daha çatışmalar tırmanmadan bahar aylarında Eş Başkanlarımız hükümetin bir bakanıyla görüşerek "Gelin birlikte bir çözüm üretelim, yoksa ateş her yeri saracak' dedi. Ama hükümet dinlemedi, dikkate almadı. Asıl Bdp'yi boşa çıkartan hükümetin kendisidir. Eylemsizlik süreçlerinde hükümet ne yaptı? Hangi adımı attı? Her fırsatında Bdp'yi dışladı, Bdp'nin önerilerine kulak tıkadı.
"MEVCUT İMRALI SİSTEMİYLE YENİ MÜZAKERE YÜRÜMEZ"
Yeni bir süreç başladı mı sizce?
Ben her şeye rağmen olumlu gelişmelerin başlayabileceğini düşünüyor ve umut ediyorum. Çünkü Türkiye'nin buna, normalleşmeye, barışa ihtiyacı var. Nerede bıraktılarsa oradan başlamalılar.
Türkiye toplumu akan kanın durması için müzakere sürecinin başlamasına karşı değil. Herkes, yeter ki bu kan dursun diyor. Hükümetin bu gerçeği görmesi, sürece taktik olarak değil stratejik olarak yaklaşması ve nihai çözümü hedeflemesi gerekir.
Oslo konusunda hükümet samimi olmalıdır, ikircikli, yaklaşmamalı gizli gündem oluşturmamalıdır. Her şey açık ve şeffah olmalı, hükümet siyasi irade olarak yeni bir müzakere sürecini başlatacağını ve bunun arkasında duracağını söylemelidir. Müzakere masasında istihbarat değil siyasi irade olmalı. Kürt sorunu bir istihbarat sorunu, MİT'in halledeceği bir sorun değildir. BU sorun siyasi bir sorundur, muhatap siyasi iktidardır.
Öcalan ile de iletişim kanalları açıldı mı?
Ailesiyle sınırlı düzeydeki birkaç görüşmesi dışında iletişim kanallarının açıldığından söz edilemez. Kendisine yönelik tecrit bir yılı aşkın süredir devam ediyor. Avukatların tamamı tutuklu. Mehmet Öcalan'ın gidip geldiğini hem onun açıklamalarından hem de hükümet yetkililerinin açıklamalarından görüyoruz.
Aile görüşmesi ayrı bir şey. Burada esas olan İmralı'yla diyalog kanallarının yeniden açılması, kendisinin barış için rol oynayabilmesinin önünün açılması gerekir. Ama mevcut İmralı sistemiyle bu yürümez.
Partideki bazı isimler için fezleke hazırlığı söz konusu. Bunun sonucu ne olur?
Şöyle güzel bir söz var; 'dünün güneşiyle bugünün çamaşırını kurutamazsınız'diye. 1994'de çok iyi hatırlarım, Çiller 'Yargıyla görüştüm, bunların işini bitirin' demişti. Bugün de Sayın Başbakan aynısını söylüyor. 'Yargı da biz de gereğini yapacağız' diyor.
Hepimizi tutuklayıp milletvekilliklerimizi düşürseniz de bizim geldiğimiz bir feda geleneğidir. Hiçbirimizin gözünde ne vekillik ne de makam olmaz. 1994'lerde yaşanan süreçten beri hala bu sorunda başka bir yönteminiz yok mu?
Bu yöntemde ısrar ederseniz, siz Kürtlere Ankara'yı, parlamentoyu tümden kapatmış olursunuz. Bunun sonuçlarının iyi düşünülmesi gerekir. Böylesi tarihsel bir hatanın içerisine düşülmemesi gerekir. Biz çözüm yeri olarak parlamentoyu görüyoruz. Halk da böyle düşündüğü için bin bir türlü engelleri aşarak temsilcilerini parlamentoya gönderdi. Halkın bu iradesini yok saymak bu ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür.
Umarız bu hataya yeniden düşülmez. Son sözü Mevlana'dan söylemek isterim; Şu tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmemeliyiz.
Hürriyet
İşte o röportaj:
Kendi tabiriyle 'acıların içinden süzülüp gelmiş' biri Sırrı Sakık, ama oğlu Sedar'ın gözleri önünde ölüme atlayışı onun için sözün gerçekten bittiği yer. Söyleşiye başlarken o anları hiç sormamaktı niyetim, sormadım da. Acısının nasıl köprüler kurduğunu, herkesin barışa özlemini nasıl ele verdiğini anlatırken o güne de kendisi döndü.
O anlattıkça fark ettim; yara ne kadar büyükse, o kadar çok konuşarak sarabilir yarasını insan ancak belki de. 25 yaşındaki Sedar'ı yaşamaktan vazgeçiren ne kız arkadaşıydı, ne de gençlik hezeyanları. Kimliğinin çocukluktan beri omuzlarına yükledikleriydi ağır gelen. Sırrı Sakık ilk defa anlattı bütün bunları, Türkiye'nin iç barışına bir katkı olur umuduyla...Bir şeyi daha ilk defa anlattı; meğer Ahmet Türk ile birlikte Oslo sürecinin içindeymişler.
Oğlunuzu kaybettikten sonraki süreçte neler yaşadınız?
Sözlerime ilk önce bir teşekkürle başlamak istiyorum. Cenaze töreninde ve taziye sürecinde bizimle beraber olup acımızı paylaşan tüm Türkiye halklarına teşekkür ediyorum.
Sedar'ın acısını tarif etmek mümkün değil. Bin yıllık bir ömrüm olsa o anı, elimizden kayışı ve bize veda edişini asla unutamam. O gün bugündür çok büyük bir acı içindeyim. O yüzden empati yapıyorum. Yıllardır bu coğrafyada Sedar gibileri, 20 yaşındaki insanlar yaşamının baharında her gün toprağa gömülüyor.
Ne yazık ki, Sedar'a ve bu ülkenin Sedarlarına barışı hediye edemedik. Barışı göremediler. Ne acıdır ki, bu ülkede yaşamanın bedelini hepimiz çok ağır ödüyoruz. Diliyorum, umuyorum bir an önce iç barışımız sağlanır. İç barışımız sağlansa da, yaralarımız sarılsa da bu acılar 20 yılda telafi edilemez.
Nasıl bir bedel ödemeyi kastediyorsunuz?
Toplumun büyük kısmında travmalar var. Çok kötü bir süreç yaşadı ülkemiz. Sorunlar çözülmediği için insanlar ağır bedeller ödedi. Sedarımızın hayat hikâyesi de ordan başlıyor.
Biz 1991 yılında seçilip genç bir vekil olarak buraya geldiğimizde Sedar 4 yaşındaydı. Çocuklar burada hayata başladılar, burada arkadaşları olmaya başladı.
Tabii 2004'e kadarki süreçte de çok zalim bir saldırıya maruz kaldık. Dep sürecinde hepimiz apar topar cezaevine konulduk. Çocuklar daha çok küçüktü. Herkes o süreci çok acılarla yaşadı. Eşim aynı şekilde yaşadı. Diğer arkadaşlarımızın çocuklarında, eşlerinde de aynı sıkıntılar yaşandı. Gittikleri her yerde dışlanıyorlardı. Okullarda o nefret söylemiyle hep karşı karşıya kalıyorlardı. Ayrımcı politikalara maruz kalıyorlardı.
Şuna benzetiyorum; 1960'larda Adnan Mendereslerin idamından sonra onların çocuklarına uygulanan o ayrımcı politikalar bizim çocuklarımıza da uygulandı. Her çocuğumun böyle bir kaç anısı vardı.
Sedar Yüce Fen Lisesi'nde okuyordu. Bir gün dedi ki 'bir öğretmenimiz hep beni aşağılıyor. Bir okula gelsen. Şu saatte onun dersi var. Geldiğinde kapının üst bölümündeki camdan bana yaptıklarını görebilirsin.' Dediği saatte gittim, o camdan öğretmenin tutumunu izledim. Tahtanın önüne çıkartıyor, bağırıyor, hakaret ediyor, aşağılıyordu. Gittim okul müdürünü alıp getirdim. Bu tabii biz cezaevinden çıktıktan sonraki süreçtir. Okul müdürü de izledi benimle birlikte. Müdahale etmedik ama müdür ders zilinden sonra öğretmeni çağırdı. İnkâr etti tabii önce. Sonra Sedar'ı oradan aldık, bir başka okula götürdük.
Ortanca oğlum birkaç yerinden bıçaklandı, ölümden döndü 2002'de. Çocuklarımız hep böyle büyüdüler. İş hayatına başladılar, bir işyeri açıyorlar, kimlikleri ortaya çıkınca hemen bir blok oluşuyor. Hayatın her alnında aynı şey.
Biz eşimle birlikte hemen hemen her gün okul çıkışında nöbet beklerdik. Eşimi çok genç yaşta kaybettik. Ben eminim ki bu yaşananların yanısmasıydı.
"KİMLİĞİMİZ HER ALANDA SORUN"
O halde Sedar'ın sıkıntısının kökeninde iş hayatı mı vardı?
Sedar bir işyeri açtı bir yıl önce. Zaten devletin bir kurumunda iş bulma olanağı yoktur. Özel sektörde bulması mümkün değildir. Böyle de bir kimliğimiz var.
İş konusunda bazı sıkıntılar yaşıyordu evet. Ama bu bizim açımızdan bir sorun olmaz. Bu savaşın çok ağır bir faturasını ödedik. Muş'un en zengin ailelerindendik, herşeyimizi orda kaybettik. Ama buna rağmen ekonomik açıdan bir sıkıntımız yok bizim.
Genç bir insan, onun da kendini ispatlama isteği vardı mutlaka.
Hatta bir ara şöyle düşündü; Ankara'da kimliğimiz çok ön planda, belki İstanbul'da iş kursam daha rahat olur, çok fazla bilinmez.
Ben bu düşüncesine de destek veriyordum. Nerede hayat kurarsanız hep arkanızdayım dedim onlara. Yaz boyu hep bunları konuştuk. Ama işte o talihsiz gecede...
Biliyor musunuz o geceden 3 gün önce balkonuma çıkıyorum orada Sedarımın cesedini görüyorum. Bunu arkadaşlarımla da paylaştım. Üç gün çok sıkıntılı yaşadım. Evet böyle bir şey görüyorum. Rüya değil. Balkona çıkıyorum görüyorum. Arkama dönüp içeri giriyorum hemen.
O gece Sırrı (Süreyya Önder) ile beraberdik. Silah sesleri duyduk, ani bir refleksle balkona çıktık. Daha Sedar yoktu. Kör kurşunlar dedik içeri geçtik. Sedar'ı aradım 'böyle şeyler var etrafta haydi eve gel' diye. Hatta Sırrı 'çok fazla üstüne düşme' dedi. Dedim ki 'Sırrı üç gündür böyle sıkıntılar yaşıyorum, içimde Sedar'a bir şey olacak korkusu var'. Sonra Sedar geldi.
Kötü bir gece geçirmişti. Odaya aldım, üstündeki giysileri çıkarttım. Yatağa uzandı. Ben aşağı indim ama kapı açık gözüm orada. Bir çığlık duydum ve üst kata çıktım. Baktım balkonda. Telefonu elinden alıp karşıda onu üzen kim var ne var anlamaya çalıştım. Ama o 'ben gidiyorum, bu kadar' diyerek kendisini aşağıya bıraktı. Aşağı indim, kanlar içinde hastaneye götürdük. Zaten götürdüğümüzde biliyordum Sedar yok artık.
Sedar'ın ölümü üzerine sosyal medyada yaşananlardan haberdar mısınız?
Diliyorum, sosyal medyada bize saldıranları bile Allah bu şekilde cezalandırmasın, onlara evlat acısı vermesin. Hiç kimseye vermesin.
Ama ne yazık ki yaşadığımız bu coğrafyada her gün onlarca Sedar toprağa gömülüyor. Ben bir mitingde tam konuşma yaparken bazen önüme notlar geliyor, şu bölgede çatışma oldu 15 asker yaşamını yitirdi. O kürsüde hüngür hüngür...
O insanlar daha çocuk. İşte tam bu pencereden bakarak artık vicdan sahibi olmalıyız. Adı polis, adı asker, adı gerilla, ben hepsinin acısını yüreğimde hissediyorum. Ben yıllarca acılardan süzülerek geldim, bütün acıları tattım; anne, baba, eş, abla, ağabey, kardeş...yanıbaşımdaki mücadele arkadaşlarımdan o kadar çok insan kaybettik ki. Gittim hepsinin yanına, hatta tepki almayacağımız asker ailelerinin yanına da gittik başsağlığına.
Peki kimler acınızı gerçek anlamda paylaştı?
Bu acıdan sonra Türkiye'de ciddi bir köprü oluştu. Muş'da bulunduğum günler içinde her gün onbninlerce insan geldi sarıldı, ağladılar.
Türkiye kamuoyunda emin olun Sayın Cumhurbaşkanından Sayın Başbakana, Sayın Kılıçdaroğlu'ndan Sayın Bahçeli'yen, eski Başbakanlardan, Bakanlardan iş çevrelerine... Edirne'den Artvin'e kadar Türkiye'nin dört bir tarafından bizim bu acımızı herkes paylaştı.
Cezaevlerinden binlerce mektup, o mektupların üzerindeki gözyaşları hala dipdiri duruyordu. Hepsini tek tek okuyorum, cevap da yazacağım tek tek. Beni en çok etkileyen de Roboski'de çocuklarını kaybeden ailelerin toplanıp 8- 10 saatlik yolculukla bana gelmeleriydi. Geldiler acıları ortaklaştırdılar.
Benim acı onların acısının yanında okyanusta bir damla çünkü onların çocuklarının bedenleri paramparça olmuştu. Çocuklarının bedenleri ile katırların bedenleri ancak DNA testiyle ayrıştırıldı. Kimi sadece kol saatinden, kimi ayakkabısından tanıyabildi çocuğunu...
"BAŞBAKAN SEDARLAR ÖLMEDEN DE ARAYABİLMELİ"
Taziye sürecinde şaşırtan kimse oldu mu?
Valla en çok şaşırtan Çiller oldu. Bir dönemin sorumlusu olarak işaret ettiğim kimselerdir. Mesela Mehmet Ağar da başsağlığı için bir telgraf çekmiş. Ama bizim genel yapımızda bu var. Böylesi günlerde bir yan yana duruşu sergiliyoruz.
Oysaki hayat bize bir şey daha emrediyor. Sadece acılı günlerde değil, kalan günlerde de kanı durdurmak için bir duruş sergilemeliyiz. Sürekli geçmişe takılarak geleceği inşa edemeyiz. Geleceği inşa etmek için bizim karşılıklı bir helalleşme dönemi yaşamamız lazım. 1999 depremini hatırlıyorum. Nasıl bir kenetlenme yaşanmıştı. Hatta Yunanistan'la bile kriz, gerginlikler bir tarafa bırakılmıştı. İlla bir felaket mi lazım? İlla Sedarların ölmesi mi lazım.
Başbakan bizi başka zaman da arayabilmeli. Biz bu ülkenin realitesiyiz. Konuşabilmeliyiz. Zaten bugün yapamadığımız tek şey budur. Başbakan aradığında şöyle söyledim. Aslında medya o zaman nasıl yanısttı, onu da bilmiyorum.
Şöyle haberler çıktı. Siz kendisine 'Akan kanı ancak siz durdurabilirsiniz, bunu başarabilirseniz bu ülkenin azizi olursunuz' demişsiniz.
Aslında bu manşete çıkan şey tam doğru değildi. Asıl aramızda geçen şey şuydu. Kendisine şunu söyledim: Ben acılardan süzülerek geldim. Ben eş anne, baba, kardeş, mücadele arkadaşlarımı kaybettim ama emin olun hiçbir acı evlat acısı kadar değil. Ben bunu yaşarken bu coğrafyada her gün onlarca çocuk topraklara gömülüyor. Siz de anne, baba, kardeş acısı yaşadınız. Allah size evlat acısı vermesin. Ama her ülkenin bir azizi vardır, ülkelerinde farklı alanlara öncülük ettikleri için. Siz de bu ülkenin azizi olabilirsiniz. Türkiye toplumunun ciddi bir desteği var arkanızda.
O da bana söyle dedi: 'Çok adımlar attım ama çatışmalar oldu'. Ben de onun üzerine 'Siz isteseniz çatışmaları da durdurabilirsiniz' dedim. Aramızdaki sohbet buydu. Ben 'bu savaşı durdurabilirsiniz, böyle bir sorumluluğunuz da var' mesajı verdim.
Bu süreçte siyasetteki gelişmeleri takip edebildiniz mi?
Ben Sedar'ın ardından çok acılı bir süreçten geçiyordum ama beni umutlandıran şeyler de oldu.
Sadullah Ergin'in açıklamaları, Beşir Bey'in Bülent Arınç'ın açıklamaları. Yeni bir görüşme sürecine başlanabileceği mesajları. Bütün beklentilerin kurultayda seslendirileceği söyleniyordu.
Kürt sorununun çözümü için ciddi adımlar atılacak beklentisiyle kilitlendik ekranların başına kongre günü. Ama baktık ki yine milliyetçi, dinci, ırkçı söylemler ön planda. Bu değildi sizi yüzde 50'lere getiren. Oslo görüşmeleri, Öcalan ile görüşmeler kamuoyuna yansımıştı ama toplum size referandumda yüzde 58 oy verdi. Demek ki ırkçı söylemlerle sizin karşınıza çıkanların toplumda bir karşılığı yoktur.
Suriye de içine katılarak çıkartılan tezkereye çok tepkilisiniz anladığım.
Hani geçmişte hükümetin politikasıydı komşularla sıfır sorun. Gelinen nokta, sırf sorun. Savaş tezkereleri çıkartıyorsunuz. Akçakale'ye havan topları düştü. Missilleme olarak Akçakale'den gönderilen havan topları da karşı tarafdaki başka bir köyde çocukları öldürdü. Vicdan sahibi olan herkes içte de barışı dışarda da barışı savunmalı. Hiç mi bizim bir günahımız yok?
Siz muhalif kesimleri alıp buraya getirirseniz saldırıları başlatırsanız, her halükarda oradan bir tepki olacak. Biz daha mülayim bir geçiş yaparak, daha oradaki halkların iradesine saygı gösterecek bir iklim yaratamaz mıydık. Yani bu oğul Esad ve baba katil. Evet bir katildi.
Babaya da katil diyorsunuz.
Öyleydi. Halklara acı yıllar yaşattılar.
Türkiye'deki Kürt hareketinin örgütlenmesi açısından Hafız Esad'ın çok başka bir fonksiyonu olmadı mı?
O tarafa girmiyorum şimdi ama halklarına zulm eden kim varsa katildir, zalimdir. Bunlar biliniyordu ama daha bir buçuk yıl öncesine kadar dostane ilişkiler vardı. Türkiye orada 'ağabey' rolü oynayabilirdi.
Roboski örneğine tepki gösterirken, Esad'ın her gün kendi halkını bombalamasına tepki göstermek de gerekmez mi?
Gösteriyoruz elbette! Bugün Esad'a katliam yaptığı için tepki gösteren Hükümet, 2004'te Kamişlo'da 35 Kürt katledildiğinde niye aynı tepkiyi göstermedi?
O zaman da katliam vardı. Kürt katliamıydı bu. Ama seslerini çıkarmadılar. Esad'la can ciğerlerdi. Şimdi, dengeler değişince, Kürtler orada bir statü elde etmeye başlayınca Ankara ayağa kalktı.
Katliamlara bir bütün karşı çıkmak gerekiyor. Baas rejimi katliam yapıyor, ama Özgür Suriye Ordusu diye hareket edenler de muhaliflerini yedinci kattan atıp paramparça ediyorlar.
İki kötü şeyin arasında tercih yapmak gibi bi zorunluluğumuz yok. İlk önce Türkiye kendi temel sorunlarını çözmeli. Sadece Roboski değil. Daha bir ay önce Afyon'da paramparça olan 25 beden var.
Afyon'da ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Siz üç günlük erleri alıp gecenin geç saatinde ölüme gönderiyorsunuz. O olay nasıl oldu halen karanlıktır. Ve bunu asla öğrenemeyeceğiz. Çünkü ordu kapalı bir kutudur. Harcamaları denetlenemiyor, içeride olup bitenler sorgulanamıyor, aydınlatılamıyor.
Son 20 yılda 2 bin 200 dolayında asker intihar etmiş! Yine yüzlerce şüpheli ölümler var. Bunların hiç birisi aydınlatılamıyor. Roboski halen aydınlatılamadı, sorumlular ortaya çıkartılamadı. Çünkü ordu hesap vermiyor.
Afyon da aynı sis perdesine maruz kaldı. Tezkere için kapalı oturum yapılıyor. Neden? 10 yıl sonra gün ışığına çıkacak tutanakların felaketlere karşı bir sigorta olmadığını hayat hepimize göstermiştir. Siz tezkerelere onay verdikçe yeni Roboskilere tanıklık edeceğiz, yeni Afyonlar yaşanacak, masum insanlar ölecek. Bunları durdurmanın yolu mücadele değil müzakeredir.
Kürtlerle hep mücadele, Alevilerle hep mücadele, Ermenilerle hep mücadele. Sizin bugüne kadar yapmadığınız tek şey müzakere.
"OSLO SÜRECİNİN İÇİNDEYDİM"
Neden Bdp silahların susması noktasında PKK karşısında zayıf kalıyor? Silahların susması için devletin, hükümetin bir projesi var mı? Ortada bir proje bir yol haritası yoksa Bdp bu konuda ne yapabilir?
Bdp silahların susması için ortaya proje koyuyor, her gün çağrı yapıyor ama bulduğu karşılık dışlanmak oluyor, baskı altına alınmak oluyor. Siyasetçisinden avukatına varıncaya kadar 8 bin kişi cezaevinde tutuklu. Orta da Bdp mi bıraktılar?
Burada silahların bırakılması noktasında iradesiz olan hükümetin kendisidir. Yoksa Bdp her türlü katkıyı sunmaya hazırdır. Şunu da unutmamak gerekiyor. Ortada ciddi bir güven bunalımının olduğu da bir gerçektir.
Silahlar susmadan hükümetin yeni bir proje ortaya koyabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?
Silahları susturmanın iki yolu vardır. Ya yenersiniz, silahlar susar. Ya da müzakere edip sorunu çözersiniz silahlar susar. Ama bizim ülkemizde ne yazık ki Kürt sorunuyla ilgili tartışmalar ancak çatışmalar tırmandığında gündeme geliyor.
Güven bunalımı dediğim Cumhuriyet'in kuruluşundan buyana süregelen bir durumdur. Gelin birlikte oturup anayasayı konuşalım diyorlar ve götürüp Şeyh Sait'i asıyorlar. Dersim'de Seyit Rıza olayında aynı; uzlaşma için davet ediyorlar sonra Erzincan yolunda tuzak kuruluyor.
Elazığ'da idam ediyorlar. 30 yıllık savaş döneminde Öcalan'ın talimatıyla PKK sınır dışına çekildi, 2004'e kadar çatışmasız bir dönem yaşandı. Hatta bunu güçlendirmek adına Öcalan'ın çağrısı üzerine Kandil'den ve Avrupa'dan barış grupları geldi ama ağır cezalar aldılar.
Yine silahlı güçler ülke dışına çıkarken devletin belli birimleri tuzak kurdu, geri çekilen gerillalar öldürüldü. O ölenlerin arasında benim ağabeyimin oğlu da vardı. Şimdi böylesi bir tablo karşısında siz güven ortamını nasıl sağlayacaksınız?
En son güven bunalımı hangi noktada yaşandı?
Bakınız! Ben 2006 – 2011 arası süren Oslo sürecinin içindeydim. Sayın Ahmet Türk ile birlikte hep o sürecin içindeydik. O sürecin en önemli adımı Habur olmuştu.
Barış ve demokratik çözüm süreci başlasın diye Habur'dan insanlar geldi. Sonra ne oldu?
Milliyetçilik, ırkçılık tırmandırıldı. Hükümet geri adıma attı. Her biri 60 yıl ceza aldı.
Ben Habur'daydım onlar gelirken. Evden çıkarken az önce bahsettiğim yeğenim Müfit'in annesi– ki hala oğlunun öldüğünü bilmiyor, dağda sanıyor – bana aynen şöyle dedi:
'Ah ben de gelsem. Gerilla grubunun içinde benim Müfitim de olabilir. Onu bir görebilsem.' Gözlerim doldu, yüreğim kan ağladı ama söyleyemedim. Bu duyguyla Habur'a karşılamaya gittik. Kürtler artık barış gelsin, çocuklarımız sağ salim dönsün umuduyla oradaydılar.
Biz aylarca bütün gücümüzü seferber etsek o kitleyi bulamazdık. İlk kez Habur'dan tabutlar değil gencecik insanlar geldi. Barış için yol haritası kapsamında geliyorlar diye herkes oradaydı. Bunu doğru anlamak gerekiyor. Eksiklikler olabilir ama orada bir kasıt yok, şov yok.
Batı'dan şöyle gördüler; Kürtler şov yapıyor. Kürtler 50 bin ölümden sonra neyin şovunu yapacak? Ama biz de iyi anlatamadık işin doğrusu.
"B PROJESİNİ SONRADAN ÖĞRENDİK"
Sizin Batı olarak tanımladığınız kesimden benzer türde bir reaksiyon bu yaz da Hakkari'deki kucaklaşma üzerine geldi. Onlar da kendilerine göre bir tedirginik, güvensizlik yaşıyorlar.
Batıyı bu noktaya getiren Ankara siyaseti oldu, milliyetçilik oldu. Fırat'ın doğusunda olup bitenler oy uğruna batıdan saklandı, oraya başka türlü anlatıldı. Algılar çarpıtıldı. Şimdi batıdaki tedirginliğin, kaygının giderilmesi için elbette herkese, hepimize görev ve sorumluluk düşüyor. Ama asıl sorumluluk hükümetindir.
Çünkü barışın bu ülkede ekmek su kadar gerekli olduğunu, çözümün bu ülke için hayati önem taşıdığını batı kamuoyuna anlatacak, orada bir barış iklimini yaratacak olan eğer niyeti varsa hükümetin kendisidir. Hükümet ikili bir siyaset izlemeyecek. A projesinin yanında B projesi de olmamalıdır. Oslo görüşmeleri sürecinde ciddi bir güven bunalımı var. Bir taraftan devletin A projesi varken bir taraftan da B projesi varmış, sonradan öğreniyoruz.
Nedir B projesi?
B projesi PKK'yi tasfiye, yani PKK'den kurtulunursa, Kürt sorunu da ortadan kalkar projesidir bu.
Sadece PKK'nin tasfiyesiyle bu iş çözülür mü?
Sonradan duyuyoruz ki, Oslo devam ederken, aynı zamanda tasfiye için Irak'la, İran'la Suriye ile dörtlü bir görüşme sürdürmüşler. Hatta Esad'ın buralara geliş gidişinin asıl nedenleri de bunlardır. Bu mantıkla bakarsanız sorunu çözemezsiniz. Birbirinizi tasfiye etmek için oyunlar oynayarak bu sorun çözülmez.
Devletin, Osmanlı'nın oyunlarını, alışkanlıklarını artık terk etmesi gerekir. Kürtler artık eski Kürtler değil. Bölge'nin en önemli siyasi aktörü ve değişim gücüdür. Kürtleri kandıramazlar. Bugün dönüp gençlere 1071 ruhu aşılanarak 2071 hedefi gösteriliyor. 1071'de giriş yaptığınız yer Kürt coğrafyasıdır. Oradaki o kadim halk size kapılarını açtı, sizinle birlikte ortak hareket etti. Alparslan, Kürtlerle ittifak yaparak zafer kazandı. Osmanlı'dan bu yana Cumhuriyet kurulurken de Kürtler hep ortak hareket etmiştir. Ama Kürtlere verilen sözler tutulmamıştır. Osmanlı'da 13 tane isyan var, Cumhuriyet'te 16 tane isyan var. Ve siz bu sorunu çözmemişsiniz.
O coğrafyadan Irak'taki Kürtlerin lideri Ak Parti'nin Kongresi'ne geldi. Kürsüye çıkarken kendisine 'Türkiye seninle gurur duyuyor' diye tezahürat yapılması sizi şaşırtmadı mı?
Barzani geliyor sizin kongrenizde Kürtçe konuşuyor ama ben kendi Parlamentomda bir atasözü söylediğimde bilinmeyen dil diye geçiyor.
Diğer yandan da dönüp 'red ve inkarı ben kaldırdım' diyorsunuz. Kürtler kendi ana dilinde eğitim yapabiliyor mu? Kurumlarda, kamuda kendini ifade edebiliyor mu? Siz oraya bakanlarınızla gidip Cumhurbaşkanı düzeyinde görüşüyorsunuz, konsolosluk açıyorsunuz, THY ofisi açıyorsunuz. Sonra dönüp bize 'bunları görmeyin' diyorsunuz!
BDP'de yetkili ağızlar sık sık artık 'Birleşik bir Kürdistan' talebi kalmadığını söylüyorlar. Irak'tan sonra Suriye'de yaşanan gelişmelere rağmen bu talep artık masada değil mi?
Bizim Türkiye'de yaşayan Kürtler olarak kafamızda bir devlet yoktur. Biz anayasa düzeyinde eşit vatandaş olmak, yönetimde söz ve karar sahibi olmak istiyoruz.
Kürtlerin asıl istediği gasp edilen haklarının anayasal ve yasal olarak güvence altına alınması. Biz demokratik özerklik dedik adına, onlar başka şey desin. Yeter ki tartışalım birlikte bir proje üretelim.
Bizim dışımızda federasyon talebinde bulunan Kürtler de vadır. Ben Kürtler içinde birlikte ortak bir hukukta, yönetimde söz ve karar sahibi olacak bir yapının daha çok onay bulacağını düşünüyorum. Asıl sorun şurada; Kürt ve Kürdistan sözcüğüne tahammül yoktur. Barzani'yi kendi kongrelerine davet ediyor ama liderini davet ettiği coğrafyanın adını Başbakan ağzına almıyor. Getirdikleri konuğu sahiplenemiyorlar. Kem küm ediyorlar.
Yerel bir parlamentodan bahsediyorsunuz.
Demokratik özerkliği sadece Kürt coğrafyası için değil Türkiye'nin bütünü için öneriyoruz. Ankara'dan bütün Türkiye'yi yönetmek çok zor.
Şuan çok katı merkezi bir yönetim var. Ankara'nın küçültülmesi, halkın karar süreçlerine doğrudan katılacağı, Bölge meclislerinin oluşturulacağı, yerellerin yetkisinin arttırılacağı yeni bir idari model geliştirilebilirse, bu Türkiye'nin önünü açacak, sorunları çözecektir.
"KÜRTLER TURİST Mİ Kİ TERCÜMANLA İLETİŞİM KURACAKSINIZ?"
AKP'nin 2023 Vizyon Belgesi'ndeki ana dilde kamu hizmetlerine erişim, ana dilde savunmanın sorun olmaktan çıkartılması, Kürtçe tercümanlık gibi noktalar da mı adım değil?
Şimdi kamu kurumunda tercümanlık diyor. Bir Kürt kamu kurumuna gidecek, karşıdaki memur Kürt ise birinci ağızdan dinlemek yerine bir tercüman bulmak zorunda kalacak. Şimdi bu kadar tezata, kulağı tersten göstermeye gerek var mı?
Ana dilinde eğitim göremeyen bir kişiye kamu kurumlarında tercüman bulmak nasıl bir çözüm anlayışıdır? Tercüman bulacağınıza o insanlara anadilde eğitim hakkı tanıyın. Kürtler bu ülkede turist midir ki? Tercüman aracılığıyla iletişim kuruyorsunuz? Cumhuriyet'ten buyana Kürtler oyalanıyor şimdi bir de 2023'ü mü bekleyecek? Her gün gençler ölürken Türkiye'nin 2023 saniye dahi kaybedecek zamanı yoktur. Türkiye'nin öldüren vizyonsuzluktan yaşatan bir vizyona geçmesi lazım.
'Yaz aylarında artan PKK saldırıları Bdp'yi boşa çıkardı' diyor hükümet. Hükümet bu bahanelerin arkasına sığınmamalı. Daha çatışmalar tırmanmadan bahar aylarında Eş Başkanlarımız hükümetin bir bakanıyla görüşerek "Gelin birlikte bir çözüm üretelim, yoksa ateş her yeri saracak' dedi. Ama hükümet dinlemedi, dikkate almadı. Asıl Bdp'yi boşa çıkartan hükümetin kendisidir. Eylemsizlik süreçlerinde hükümet ne yaptı? Hangi adımı attı? Her fırsatında Bdp'yi dışladı, Bdp'nin önerilerine kulak tıkadı.
"MEVCUT İMRALI SİSTEMİYLE YENİ MÜZAKERE YÜRÜMEZ"
Yeni bir süreç başladı mı sizce?
Ben her şeye rağmen olumlu gelişmelerin başlayabileceğini düşünüyor ve umut ediyorum. Çünkü Türkiye'nin buna, normalleşmeye, barışa ihtiyacı var. Nerede bıraktılarsa oradan başlamalılar.
Türkiye toplumu akan kanın durması için müzakere sürecinin başlamasına karşı değil. Herkes, yeter ki bu kan dursun diyor. Hükümetin bu gerçeği görmesi, sürece taktik olarak değil stratejik olarak yaklaşması ve nihai çözümü hedeflemesi gerekir.
Oslo konusunda hükümet samimi olmalıdır, ikircikli, yaklaşmamalı gizli gündem oluşturmamalıdır. Her şey açık ve şeffah olmalı, hükümet siyasi irade olarak yeni bir müzakere sürecini başlatacağını ve bunun arkasında duracağını söylemelidir. Müzakere masasında istihbarat değil siyasi irade olmalı. Kürt sorunu bir istihbarat sorunu, MİT'in halledeceği bir sorun değildir. BU sorun siyasi bir sorundur, muhatap siyasi iktidardır.
Öcalan ile de iletişim kanalları açıldı mı?
Ailesiyle sınırlı düzeydeki birkaç görüşmesi dışında iletişim kanallarının açıldığından söz edilemez. Kendisine yönelik tecrit bir yılı aşkın süredir devam ediyor. Avukatların tamamı tutuklu. Mehmet Öcalan'ın gidip geldiğini hem onun açıklamalarından hem de hükümet yetkililerinin açıklamalarından görüyoruz.
Aile görüşmesi ayrı bir şey. Burada esas olan İmralı'yla diyalog kanallarının yeniden açılması, kendisinin barış için rol oynayabilmesinin önünün açılması gerekir. Ama mevcut İmralı sistemiyle bu yürümez.
Partideki bazı isimler için fezleke hazırlığı söz konusu. Bunun sonucu ne olur?
Şöyle güzel bir söz var; 'dünün güneşiyle bugünün çamaşırını kurutamazsınız'diye. 1994'de çok iyi hatırlarım, Çiller 'Yargıyla görüştüm, bunların işini bitirin' demişti. Bugün de Sayın Başbakan aynısını söylüyor. 'Yargı da biz de gereğini yapacağız' diyor.
Hepimizi tutuklayıp milletvekilliklerimizi düşürseniz de bizim geldiğimiz bir feda geleneğidir. Hiçbirimizin gözünde ne vekillik ne de makam olmaz. 1994'lerde yaşanan süreçten beri hala bu sorunda başka bir yönteminiz yok mu?
Bu yöntemde ısrar ederseniz, siz Kürtlere Ankara'yı, parlamentoyu tümden kapatmış olursunuz. Bunun sonuçlarının iyi düşünülmesi gerekir. Böylesi tarihsel bir hatanın içerisine düşülmemesi gerekir. Biz çözüm yeri olarak parlamentoyu görüyoruz. Halk da böyle düşündüğü için bin bir türlü engelleri aşarak temsilcilerini parlamentoya gönderdi. Halkın bu iradesini yok saymak bu ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür.
Umarız bu hataya yeniden düşülmez. Son sözü Mevlana'dan söylemek isterim; Şu tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmemeliyiz.
Hürriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder