2 Mart 2011 Çarşamba

Arap Halk Isyanlari ve Kurtler

 
Arap ülkelerinde yaşanan halk isyanları, etkinliğini artırarak yayılıyor. Tunus ve Mısır’da yönetim değiştiren ayaklanmalar, bugün Libya başta olmak üzere, Bahreyn, Yemen ve Cezayir gibi ülkelerdeki yönetimleri de köşeye sıkıştırmış durumda. ABD ve AB gibi uluslararası güçler ise kendi ittifakı durumundaki bu dikta rejimlerine karşı halkların gösterdiği tepki karşısında kontrolü elden bırakmama ve çıkar ilişkilerini sağlama alacak yeni yapılanmalar arayışında. Tunus’ta patlak veren ilk isyandan bu yana görüntü daha da derinleşirken, yaşanan gelişmeleri, tüm dünya kamuoyu ve dikta rejimler altında ezilen halklar gibi, Kürtler de merakla izliyor. Biz de, Arap ülkelerindeki gidişata ilişkin kamuoyunun zihninde beliren, ‘Neler oluyor, durum nereye varacak’ sorularına cevap aramak için Doç. Dr. Haluk Gerger’in analizlerine başvurduk. Gerger, Batı işbirlikçisi Arap dikta rejimlerindeki halk isyanlarına ve yaşanabilecek yeni gelişmelere ilişkin sorularımızı şöyle yanıtladı.

Arap dikta rejimlerinde yaşanan gelişmeleri, egemen medya genelde açlık, yoksulluk ve yolsuzluk gibi sonuç nedenlere dayandırdı. Oysa otoriter rejimler zaten halklara bundan başka bir yaşam gerçekliği sunmaz. Egemen medyanın isyanları izahat biçimini nasıl yorumluyorsunuz?
Bu isyanların, katılan toplumsal sınıf ve katmanların çeşitliliği ölçüsünde pek çok nedeni var. Tarihsel kökenleri de, güncel ihtiyaçlardan kaynaklanan dinamikleri de var. Kuşkusuz, yoksulluk, yoksunluk, gerilik ve şiddetle örülmüş yaşam koşullarına bir tepki var. İnsanlar kendilerine dayatılmış değersizleştirmeye büyük tepki duyuyorlar. Yine, elbette, sistematik devlet terörüne, kurumsallaşmış baskıya, diktatörlüğe, hukuksuzluğa ve hürriyetsizliğe tepki var.

Emperyalizmle, İsrail’le işbirlikçilikten hoşnutsuzluk sözkonusu. Dünyaya açılmış kentlilerin ve özellikle de gençlerin, ülkelerini, kendi hayat koşullarını ve genel olarak Arapların geri kalmış halini, dünya penceresi ve aynasından görmeleri, bu tabloya isyan etmeleri var. Eşitsizliğe, yolsuzluğa, çürümeye, işsizliğe, bürokratizme reddiye var. Toplumsal durağanlığın ‘ölü toprağı’nı üzerlerinden atan bir dinamizm ortaya çıkmış durumda. Kuşkusuz, dünyanın öteki yerlerindeki toplumsal olaylardan, herhalde Fransa’daki göçmen Arapların muhalefetinden etkilenmeler de olabilir arkaplanda.

Egemen medya, esas olarak, olayları tek boyutlu olarak ele alma eğiliminde. Örneğin, yoksulluğa vurgu yapan, demokrasi taleplerini görmezden gelebiliyor. Ya da, gençlerin hareketliliğini, internete, sosyal medyaya, cep telefonlarına bağlayıp başka pek çok faktör dikkate almayabiliyor. Bazısı, sadece dinsel temelli hoşnutsuzluklardan ya da dini söylemlerden hareket ederek bundan sonuçlar çıkartmaya tevessül edebiliyor. Böyle olunca da, genellikle olduğu gibi, karmaşık gerçeğin sadece bir kısmını öne çıkartıp gerisinin üzerini örten tek yanlı haberler verilebiliyor.

Mevcut halk isyanları, yaşanan ve giderek derinleşen kapitalist sistem krizinin artçı sarsıntıları olarak okunabilir mi? Zira bunlar, kapitalist sistemin bir nevi destek ayakları işlevi gören konumdaki rejimlerdir...
Arap dünyasındaki, ekonomik durum dahil çok boyutlu. Pek çok sıkıntı bu kriz öncesine dayanıyor. Dolayısıyla, olayları, örneğin Yunanistan’daki gibi, sadece krize bağlamak yanlış olur. Ekonomik kriz olmasaydı da, hatta global çapta ekonomik büyüme sürmüş olsaydı da, dünyadan yalıtılmış bir felç durumunda tutulan Arap dünyasındaki ekonomik, politik, sosyal bunalım için için yanıp tutuşacak, sonunda da bu patlama yaşanacaktı. Belki şu söylenebilir: Dünyada krize karşı ortaya çıkan toplumsal hareketlilik de, bir örnek olarak, kitleler üzerinde tetikleyici etkiler yaratmıştır.

Bu rejimlerin tamamı ABD ve AB, yani Batı müttefiki ve varlıklarını da kendi halklarından ziyade Batı’nın desteğine borçlu. Bu isyanlar karşısında Batı’nın yine ‘demokrasicilik’ oyunuyla halkların özgürlük taleplerini öteleyebilme kapasitesi, geçtiğimiz yüzyılla karşılaştırıldığında ne durumda?
Körfez ülkelerindeki feodal despotizmlerden Mısır gibi işbirlikçi asker bürokrat kökenli burjuvazinin militarist diktatörlüğüne, Arap dünyasında Amerikan emperyalizmi içsel bir olgu olarak çok örgütlüdür. Tabii, bu devletlerin zor aygıtları, yönetici sınıfları da öyle. Yerine göre, toprak ağalarının, patronların, ulemanın, aşiretlerin etkisi sürmektedir. Buna karşılık, halk güçleri esas olarak örgütsüz ve önderliksizdir. Buradaki bağımlılık ilişkileri, sistemi bir ahtopotun kolları gibi sarıp sarmalamıştır. Dolayısıyla, iç ve dış zalimlerin belirli güç ve etkinlikleri yabana atılamaz. Bu noktada ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) de anımsamak gerekir. Şimdi bu yönde bir restorasyon çabasını görebileceğiz. Bu proje, bir yanıyla, ABD’nin, sadece işbirlikçi şiddete ve kendi zoruna dayanarak, son yirmi yılda ne denli çürütülmüş, düşürülmüş olursa olsun, bölgenin kadim halklarını bütünüyle bastıramayacağının, denetim altına alamayacağının bir itirafıydı.

Öte yanıyla da, iç ve dış zora ek olarak „yumuşak güç“ün de kullanılmasıyla yeni bir hakimiyet yönteminin arayışıydı. Buna göre, tam da sizin dediğiniz gibi, ‘’demokrasicilik” oynayarak, bir tür „organik hakimiyet“ kurma projesiydi BOP. Yani ABD yeni tanrısı olarak bölgeyi kendi imajından yeniden yaratmak istemektedir. Bu da, kültürel değerlerle oynayarak, ideolojik manipülasyonla, bilinç çarpıtmayla, kapitalizmin hayat tarzının ve sermayenin değerlerinin içselleştirilmesi demekti. Böylece, yerel kozmopolit-liberal seçkinler eliye, kapitalizmin, bağımlılığın ve işbirlikçiliğin, toplumun kendi doğal işleyişiyle, kendi kurumlarıyla, gündelik hayatın içinde, dışsal zora başvurulmaksızın, yeniden üretilmesi gerçekleştirilebilecekti. Hatta o kadar ki, sisteme karşı çıkanlar, muhalifler bile, böylesi bir sosyo-ekonomik çerçeve içinde, düzenin yeniden üretiminin bilinçsiz araçlarına dönüştürüleceklerdi. Böylece de, barbarlar uygarlaştırılmış, medeniyetler çatışması çözülmüş olacaktı. Kölelik, ideolojik/kültürel saldırıyla gönüllü üretilen bir „doğallık“ kazanmış olacaktı. Aslında „Türkiye modeli“ dedikleri de tam budur. Bugün nasıl Türkiye’de kapitalizm ve emperyalizm, değerleriyle, hayat tarzıyla, tüketim alışkanlıkları, ahlakı, inancı, davranış kalıpları, hayat amaçları, gelecek tasavvurlarıyla, camide, okulda, kışlada, ailede, pazarda, işyerinde, gündelik hayatın kendi doğal akışı içinde yeniden üretiliyorsa, yaşamı belirleyebiliyorsa, bütün bölgede de böyle olmasının hesapları yapılmaktadır. Eğitimden medyaya, beslenmeden eğlenceye, ibadetten siyasete, insanların tarihlerini algılamalarından geleceğe yönelik hayallerine, toplumsal kimlik algılamalarına, yaşamın bütünlüğü, böylece, „modernleşecek“tir.

Kapitalizmin ücretli köleleri, aynı zamanda, emperyalizmin de kölesi, gönüllü askerleri olacaklardır. Ve bunu, münhasıran bir yerel diktatörün baskısıyla ya da Amerikan ordusunun zoruyla değil, kendiliğinden yapacaklardır, aynen bugünün Türkiye’sinde olduğu gibi, bunu bağımsızlık, yurtseverlik, müslümanlık, uygarlık, demokratlık sanarak yapacaklardır. „Ilımlı İslam“ dedikleri, „AKP örneği“ dedikleri filan hep budur. Eskiden de „modern ordu“, „Batılılaşma“, „Kemalist modernleşme“ diye kavramlaştırdıkları süreçler de benzer bir projenin parçalarıydılar. Hesap budur ama ben Türkiye’de olduğu gibi bölgenin tamamında başarılabileceğine inanmıyorum. Ortadoğu’nun kadim halklarının birikimleri ve büyük uygarlığının dinamikleri, tarihsel belleği ve zenginlikleri buna izin vermeyecektir. Ama bu denenecektir. Kontrollü, yumuşak geçiş dedikleri de zaten budur. Bush tutturamadı, şimdi onun güleryüzlü ikizi Obama deneyecektir.

ABD ve AB’nin, merkezdışı olarak da tanımlanan Ortadoğu, Kafkasya, Önasya ve Afrika gibi coğrafyalardaki müttefiklerinin tamamı antidemokratik, otoriter ve dikta rejimleridir. En son Hüsnü Mübarek’e halkın sesini duymasını öğütleyenlerin, gerçekten halkların özgürlüğüne dair kaygılarından sözedilebilir mi?
Bu türden rejimlerin iki ölçütü, kerteriz olarak aldıkları iki çıkar odağı vardır. Bunlar da, emperyalizmin stratejik ihtiyaçlarıyla beynelmilel ve yerel sermayenin çıkarlarıdır. Halklar, onların durumları, özgürlük ve refahları umurlarında değildir. Aksine, hepsinin iktidarları, özünde, halkların bastırılmasına, ideolojik, kültürel, sosyal, politik ve hukuki cendereler içinde tutulmasına, gerektiğinde de açlıkla, işsizlikle, korkuyla, o da olmazsa şiddetin sopasıyla terbiye edilmelerine dayanmaktadırlar. Şimdi göreceğiz, halklar kendi lehlerine dengeyi değiştirmeye kalktıklarında, hepsi bir ağızdan, „terör“ diye, „anarşi“ diye, „istikrar“ diye bağırmaya başlayacaklardır, emperyalizmle işbirliği içinde gerektiğinde militarizme başvuracaklardır.

Bu yaşananlar ışığında, dünyada en eski devlet geleneğine sahip ülke İran’ı nereye oturtmak gerekir? Ayrıca, danışıklı bir dövüş izlenimi veren nükleer silah üretimi sürtüşmesi, gerçekten Batı’nın İran’dan duyduğu bir kaygı mı? Zira mevcut sözde kavga, hem Batı’nın hem de İran’ın halklara karşı uyguladıkları baskıyı meşrulaştırma argümanı olarak kullanılıyor gibi...
Egemenler her zaman kendi ayrıcalıklarını korumak ve içerde de baskı ve disiplini sağlamak için ihtiyaç duyduklarında „dış düşman“ yaratma yoluna giderler. Nitekim Arap aleminin baskıcı rejimleri de, uzun süreler, „İsrail tehlikesi“ni, savaş halini ve Filistin halkının acılarını kullanarak kitleleri denetimleri altında tutabilmişlerdir. Benzer durum İran rejimi bakımından da geçerlidir. Orada da, en küçük bir muhalif kıpırdanma ya da demokratik talep, düşman Batının „oyununa alet olmak“ diye damgalanmakta, mahkum edilmektedir.

Batı da, „terör“ umacısını, sözde „nükleer tehdidi“ ve benzeri gerekçeleri kullanarak kendi halklarını korkutmakta, yönlendirmekte, denetim altında tutmaktadır. Böylece de, kazanılmış ekonomik, demokratik hakların geri alınmasının bahaneleri, meşruiyet temeli üretilmektedir. Bununla birlikte, İran’ın bölgede oynamak istediği rol ve ideolojik konumu, Batı’nın yukarıda anlatmaya çalıştığım hegemonya kurma süreçleri karşısında bir engel, giderek, bir tehdit olarak görülmektedir. Ayrıca, İsrail’in güvenliği ile Batı’nın çıkarları arasında kurulmuş bulunan organik bağlar da İran’ın tehdit olarak görülmesine neden olabiliyor. İran’ın, bölgedeki „ideolojik hinterland“ı, aynı zamanda Körfez’deki Sünni feodal despotluklar bakımından da, Lübnan gibi yerlerde de emperyalizmi rahatsız ediyor. Yani arada reel sorunlar var elbette. İran rejimi, emperyalizmle bir uzlaşmaya razıdır, kendi baskıcı rejiminin kabul gördüğü ve bölgesel çıkarlarına uyumluluk gösterildiğinde akan sular durulacaktır ama işte bazen aynı ipte iki cambaz oynayamıyor, öteki işbirlikçilerle çelişkileri araya giriyor, stratejik paylaşım sorunları ortaya çıkabiliyor.

Tabii, emperyalizm, efendi olarak, rol ya da yetki paylaşımı da yapmak istemiyor. Sizin de belirttiğiniz gibi, ABD her zaman düşman arar bir bölgeye nüfuz edebilmek için. Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkması ABD bakımından çok gerekli bir „düşman“ın da yok olması demekti. Sonra, aslında dost olmak için çok kan döken Saddam da, sırf bölgeye girme bahanesi olsun diye, „düşman“dan sayıldı. Emperyalizm, başkalarının korkularını da kullanır ve o bakımdan da „düşmanlıklar“a ihtiyaç duyar. İran şimdi bu rolü de oynuyor. Olmasaydı, ABD bir İran yaratırdı mutlaka.

Rusya, Çin ve hatta Hindistan’ın, isyanların yaşandığı bölgenin reorganizasonundaki duruşları nasıl bir seyir izleyebilir?
Bu ülkelerin Amerikan emperyalizmine karşı ciddi bir odak yaratmaları çok zor. Güç bakımından da, irade bakımından da, sosyal ve moral dayanıklılık açısından da kırılgan konumdadırlar. Üstelik, özellikle Çin ile Hindistan çok önemli oranda Amerika’ya (ve AB’ye) bağımlıdırlar. Bir rahatsızlık elbette vardır ama bu, ilişkileri çatışmacı bir zemine çekecek ölçüde değildir. Bu ülkelerin böyle global dengelerle oynama lüksleri de, niyetleri de, güçleri de yoktur. Çıkar çatışmaları, çelişkiler, eşyanın tabiatı icabıdır kapitalist devletlerin. Bu ülkeler bölgede sözsahibi olma durumunda da değillerdir, çok hayati çıkarları da yoktur. Örneğin, bölgenin petrolüne en fazla bağımlı olan da Japonya’dır.

Bu isyanların yarattığı özgürlük ve gerçek demokrasi umudu Doğu ve özellikle de Arap halklarına ne tür seçenekler veya olasılıklar sunuyor? Belki korku kafesleri kırıldı; ancak bu tepkiyi, yeniyi yapan bir güce dönüştürme kapasitesi Arap halklarında mevcut mu? Eskiyi yıkabilen, yeniyi kurabilecek mi?
Şimdilik en büyük kazanım, halkların sıradan insanların, yığınların gücünün bütün görkemiyle ortaya çıkması oldu. Lanetlilerin kendi güçlerinin, tarihsel rollerinin ayırdına varmaları, bunun somut sonuçlarına bizzat tanıklık yapmaları tarihi önemde bir kazanımdır. Bunun etkileri kuşaklar boyu sürecektir. Arap halklarının tarih sahnesine yeniden çıkmaları, psikolojik dengeleri de değiştirmiştir. Bunlar stratejik kazanımlardır, önşarttır ama elbette nihai ve toptan kurtuluş için yetmezler. Önümüzdeki dönemin bir örgütlenme, içekapanıklığın, apolitizmin kırılması, yani politikleşme, ideolojik olgunlaşma ve sınıfsal saflaşma evresi olacağını düşünüyorum. Bu da elbette zorlu, sancılı ve uzun sürecek bir süreçtir ama gereklidir, kaçınılmazdır. Son olaylar umut vericidir çünkü insanın çürütülemeyeceğini, sürekli bastırılamayacağını, aldatılamayacağını, toplumların kendi küllerinden yeniden doğabileceğini bir kez daha gösterdi. Hele Ortadoğu gibi büyük uygarlık beşiğindeki insan potansiyeli ve toplumsal dinamikler asla küçümsenemez.

Araplar Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra paramparça edildiler. Yapay olarak oluşturulan devletçikler, feodal yönetimler, krallıklar, ilkel milliyetçi rejimlerin egemenleri, sonunda, kendi mikro milliyetçiliklerini oluşturarak kapattıkları topraklarda dar çıkarlarının peşinde kendi sömürü ilişkilerini inşa ettiler ve birbirlerine girdiler, Arap halkına karşı büyük günahlar işlediler. Büyük zenginliklere göz diken emperyalistler de, ırkçı Siyonizm de kan kusturdu halklara, ellerinden gelen her melaneti yaptılar, her yöntemi denediler. Ama gördük, olmadı. Mücadele, insanı da, toplumları da güzelleştirir, zenginleştirir. Bugünün direnişi, geçmişin tarihsel/kültürel mirası ile birleştiğinde, gelecek de aydınlanır, köhne olan yıkılır, gürbüz çocuklar doğar. Bakın, rüzgar kanatlı Arap Atı ayağa kalktı. Bu başlıbaşına büyük bir olaydır. Umarım gerisi gelir.

Tüm bu gelişmeler karşısında Türkiye’yi ve bir bütünen Kürtleri neler bekliyor?
Türkiye, şimdilik, bu işten kazanç kapısı aramakla meşgul, kendine pay çıkartma peşinde, gözü başka bir şey görmüyor. Kimileri Tunus ya da Mısır’dan turist çalmanın peşinde, kimileri, işçiler bastırılsın da yağlı lokmalar ellerinden gitmesin, yatırımları devam etsin diye dua ediyor, kimileri de yanan yakılan kentlerde inşaat işleri çıkar umudunu yaşatıyor. Hükümet ise, „Mısır elden gitti, ABD Türkiye’ye daha çok muhtaç, ona giden yardımlar belki bana gelir“ rüyasını görmekte. Arapları, Ortadoğu halklarını küçük ve hor görenlerse, vahşet ve yağma hikayeleriyle avunuyor. Solun bir bölümü de bu isyan mı, devrim mi tartışmasında. Oysa, Türkler bakımından ders almak, öğrenmek, saygı duymak, paylaşmak, destek olmak dışında anlamlı bir seçenek mevcut değil, ama şimdilik „ölü toprağı“ altındaki sapkın „huzur“ baskın çıkıyor.

Kürtlere gelince; herhalde onlar „küllerinden yeniden doğma“nın önemini, sancılarını, zorluklarını, ihtişamını, risklerini en iyi bilecek durumdalar. En büyük şansızlıkları bir destek hinterlandından yoksunluk ve kıyıcı rejimler ile bazen duyarsız, çoğu kez de şovenizme ve militarizme ram olmuş hakim uluslarca yönetilme olan Kürtler bakımından bu coğrafyadaki her demokratik-insani kıpırdanış kendi başına bir kazanımdır. Acılarda, baskılarda, militarizmin saldırılarında ve en önemlisi daha iyi bir dünya, özgürluk, eşitlik, hak-hukuk için direniş ve mücadelede ortaklık, halklar bakımından en sağlam kardeşlik köprüsüdür, birbirinin derdini anlama, paylaşma imkanıdır. Bu bakımdan, nasıl ki Kürtlerin her demokratik kazanımı, Türkler, Iraklılar, Suriye ya da İran halkı için de yaşamsal kazanım anlamına gelmektedir; nasıl ki, Kürtlerin kurtuluşu aynı zamanda bu ezen ulusların da özgürlüğüdür, benzer biçimde, bunun tersi de doğrudur. Harekette bereket verdır; halkların hareketliliğinde, ezilenlerin dinamizminde de umut vardır.

Halkın sesi, hakkın sesidir ve bu ses sadece Kürdistan’ın dağlarında, ovalarında, şehirlerinde değil, Ortadoğu’nun dörtbir yanında yankılanırsa, hepimiz için kurtuluş yakınlaşmış demektir. Her yerde isyan, her yerde devrim, en fazla mücadele içinde olanların şiarıdır ve şimdi bu boşa gitmiyor, çölleşmiş vicdanlarda körelmiyor ve öteki halkların da mücadelelerinde ses veriyorsa, bence Kürtler sevinmelidirler. Düşkırıklığı yaşamaktan korkmamalı, o da insanı, halkları olgunlaştırır, bilgeleştirir. Ortadoğu halkları zaten bilgedirler, anlayacaklardır.

HALİL DALKILIÇ

Hiç yorum yok: