Ortadoğu’daki
siyasal gelişmeler dendiğinde anlamamız ve esas almamız gereken, gelişmelerde
çok önemli belirleyiciliği olan Rojava Devriminin ortaya çıkardığı çözüm
alternatifini boğmak için çok yönlü bir ittifak halinde Irak Şam İslam Devleti
Örgütü denen gücün geliştirdiği saldırılar oluyor. Bu saldırılar şimdi
Kobanê’de yoğunlaşmış bulunuyor. Dört koldan Kobanê Demokratik Özerk Yönetimine,
özgürlük güçlerine, halkına karşı çete saldırıları yürütülüyor. Buna karşı da
Kobanê halkının, kadınlarının, gençlerinin YPG ve YPJ öncülüğünde geliştirdikleri
kahramanca bir direniş söz konusudur. Halk varlığını ve özgür yaşamını bu
temelde korumaya ve savunmaya çalışıyor. Bedeli ne kadar ağır olursa olsun
özgür yaşam için ödüyor. Varlık ve özgür yaşam irade ve iddiasını güçlü bir
biçimde ortaya koyuyor. Gerçekten de günümüzün “kahramanlık” denen insan erdemi
Rojava’da Kobanê direnişinde yaşanıyor. Her türlü ikiyüzlülüğe, alçaklığa, vahşete,
katliama karşı, insan kafasıyla top oynayacak kadar vahşileşmiş, alçalmış bir
saldırganlığa karşı Kobanê halkı insanlık ve özgürlük savunusunda, ülke ve
gelecek savunusunda büyük kahramanlıklar yaratıyor. İnsanlığa ibret olacak duruşlar,
tutumlar gösteriyor. İnsanın olumlu yanlarını en üst düzeyde açığa çıkartıyor.
Böyle bir
vahşi saldırganlık nereden geliyor? Kimler tarafından geliştiriliyor?
Yürütenlerin amacı nedir? Kısaca Kobanê’de ne yapılmak isteniyor? Böyle bir
direniş neyle, nasıl yürütülüyor? Kobanê’de insanlık katliamına karşı insanlığın
varlık ve özgürlük duruşu sergileniyor. Sadece Kürtlerin değil, Ortadoğu
halklarının değil özgür insanlığın kalbi Kobanê’de atıyor. Günümüzde insanca
olan her şeyi içeriyor, temsil ediyor. Dört parça Kürdistan’da, yurtdışında
Kürt halkı büyük bir seferberlik halinde Kobanê’deki Kürt toplum yaşamının
özgürce olmasını sağlamak için büyük bir destek sunuyor. Rojava Devrimi, Kobanê
direnişi özgür Kürt ruhunun, bilincinin, örgütlülüğünün, bu temelde demokratik
Kürt toplumsallığının, ulusallığının gelişmesine öncülük ediyor. Yeniden ruh
kazandırıyor. Özgürlük ruhu, direniş ruhu, paylaşım ruhu, dayanışma ruhu kazandırıyor.
Kendi geleceğini kendi direnişiyle yaratma bilinci kazandırıyor. Ulus olmanın,
demokratik toplum olmanın özelliklerini ortaya çıkarıyor. Bu ruhla, bilinçle,
pratikle sadece Kürtler değil Ortadoğu’nun demokratik, özgürlükçü güçleri de
yakından ilgilidir. Saldırganlığı kınıyorlar, halk direnişini heyecanla
destekliyor, selamlıyorlar. Özgür insanlık dünyanın dört bir yanında bu büyük
devrimci direnişe gücü oranında destek veriyor.
Bugün
Kobanê direnişinde fiili temsiliyetini bulan Rojava Özgürlük Devrimi, insanlığa
yeni bir yön çizmede, özgür ve demokratik yaşamı yürütmede öncülük görevi
yerine getiriyor. Yeni bir umut, yeni bir ışık, özgür ve demokratik gelecek
için! Dolayısıyla Ortadoğu’da kördüğüm olmuş iktidarcı ve devletçi uygarlığın
yarattığı sorunların çözümünde, yaşanan kriz ve kaosun aşılmasında da Rojava
Özgürlük Devrimi çıkış yolunu gösteren en temel güç oluyor. Böylece Apocu
çizginin teori ve taktiğinin günümüz insanlığı için ne kadar aydınlatıcı,
özgürleştirici olduğu açığa çıkıyor. Bu temelde Önder Apo’nun düşüncesini,
savunmalarında yeni geliştirdiği Demokratik Modernite çizgisini daha yakından
inceleme, anlama durumu gelişiyor. Böyle bir çizginin çözümleyici pratiği olan
Rojava Devrimi’ne ilgi daha çok artıyor. Hemen herkes bu devrimin çözümleyici,
çare olucu, devlet ve iktidar sisteminin yarattığı toplumsal sorunların
çözümünde temel bir alternatif olduğu konusunda birleşmiş bulunuyor. Buradan
ders çıkarma, bunu örnek alma yönünde gelişmeler yaşanıyor.
Küresel
kapitalizm IŞİD’e ‘yürü ya kulum’ dedi
Bütün bu
yeni durumlar ve önemli gelişmeler, Önder Apo’nun 42 yıldır büyük bir çabayla,
düşünce ve eylemle yaratmaya çalıştığı siyasal ve toplumsal devrimin Rojava’da,
Kürdistan’ın küçük bir parçasında ete kemiğe bürünmesi, hayata geçmesi oluyor.
PKK’nin, 15 Ağustos’u esas alırsak 30 yıllık, zindan direnişini esas alırsak 32
yıllık, Hilvan-Siverek’i esas alırsak 36 yıllık destansı direnişinin pratikleşmesi
19 Temmuz 2012 Rojava Özgürlük Devrimi ile somutlaşmış bulunuyor. Şimdiye kadar
teori ve eylem olarak var olanın şimdi toplum yaşamına dönüşmesi oluyor. Bu bakımdan
da bölgedeki gelişmelerde belirleyici etkisi bulunuyor. Hem halkları
bilinçlendirme, özgürlük ve demokratik mücadelesine çekme bakımından, hem de
Ortadoğu’da yaşanan çelişki, çatışmaların ortaya çıkmasında belirleyici rolü
var. Irak’taki son IŞİD saldırılarını da bu temelde ele almak gerekmektedir. Kuşkusuz
sadece bununla izah edemeyiz, ancak Haziran 2014’te IŞİD’in Irak’ta hamle
yapmasında Rojava’da gelişen özgürlük devriminin çözümleyiciliği ve saldırılar
karşısında gösterdiği direnişin önemli bir rolü olmuştur. Hem zeminin oluşmasında
hem de böyle bir hamle yapacak gücü bulmasında Rojava Devrimi rol oynadı.
Rojava Devrimi’ne karşıtlık bu koşulları oluşturdu. Rojava Devrimi’nin gücü,
birçok gücün IŞİD’e destek vermesini sağladı. Deyim yerindeyse küresel
kapitalizm, “yürü ya kulum” dedi, IŞİD de yürüdü. Yoksa iki günde Irak’ın ortasını
ele geçirmek öyle kolay mıydı? Musul saldırısıyla IŞİD’in başlattığı hamlenin
kendi gücüyle gerçekleşmesi mümkün değildi. Arkasında kapitalist modernist
sistemin dolaylı ya da dolaysız desteği bulunmasaydı bunların gerçekleşmesi
mümkün değildi.
Peki bunlar
nasıl oldu? Ne oldu ki, dünyada birbiriyle bu kadar çatışan iki güç bir araya
geldi? ABD-İsrail ile El Kaide kol kola oldu? Nasıl oldu ki, iki günde
Musul’dan Tikrit’e kadar Irak’ın Sünni-Arap bölgesinin hepsini IŞİD diye bir
örgüt ele geçirdi? Bunun arkasında hangi güçler var, hangi amaçlar var? Bu
durumun Rojava Özgürlük Devrimi ile bağı ne? Kürdistan’ın diğer parçalarında
Apocu çizgide PKK’nin yürüttüğü özgürlük mücadelesinin gelişmesinin bunda payı
ne? Bunları anlamamız gerekli. Rojava Devrimi’nin anlamına, derinliğine böyle
varmış oluruz. Ortadoğu’da yaşanan 3. Dünya Savaşına nasıl bir demokratik barış
alternatifi olduğunu, beş bin yıllık devletçi-iktidarcı sistemin krizinin
yarattığı Ortadoğu kaosuna nasıl bir demokratik çözüm getirdiğini görebiliriz,
anlayabiliriz. Rojava Devrimi’nin büyüklüğünü ancak bu biçimde görebiliriz.
Bu devrime
saldıran El Kaidecilik denen küresel provokasyon gücünün de aslında nereden beslendiğini,
ne anlama geldiğini daha doğru anlayabiliriz. Böyle doğru bir anlayış sahibi
olmaya da ihtiyaç var. Çünkü saptırılıyor. Kimisi İslam adına hareket ettiğini
söylüyor, kimisi geleneğin direndiğini söylüyor. İslamın belirli değerlerine
seslenerek kullanmak istemesi, İslam adına hareket ettiği ve direndiği anlamına
gelmiyor. Ortada böyle şeyler yok, bunların hepsi uydurma. Gerçekten de küresel
bir provokasyon gücü var. Kapitalist modernite sisteminin egemen güçleri
ihtiyaç duydukları saldırıları ve çatışma zeminini bunlarla sağlıyorlar.
Küresel sermaye kendisinin yarattığı herkese rol biçiyor, görev veriyor, işlem
yaptırıyor. ABD bir biçimde bunu yapıyor, İsrail başka biçimde, AB başka
biçimde yapıyor. Ama bunların bağlı olduğu sistem aynısıdır. Hepsine ulus üstü
sermaye denen küresel kapitalizm yön veriyor. Bu sisteme bağlı güçler, onun çıkarı
doğrultusunda hareket ediyorlar. Dolayısıyla Kobanê direnişi ve onun gerçekleşmesine
neden olan Rojava Özgürlük Devrimi bunun aydınlatılmasına neden oluyor. Rojava
Devrimi’ne saldırı karşısında bu güçlerin tutumu bile bu gerçekliği ortaya
koyuyor.
Böyle büyük
bir devrimin ikinci yıl dönümünü yaşıyoruz. Rojava Özgürlük Devrimi üçüncü yılına
giriyor. 19 Temmuz 2012’de Kobanê’den başlayan bir kıvılcımdı. Uygun koşulları
iyi değerlendirdi, kısmen de konjonktürden yararlandı. Fakat esas olarak Rojava
halkının gücüne dayandı, Kürdistan özgürlük mücadelesinin gücüne dayandı, Önder
Apo’nun bizzat yürüttüğü çalışmaların ortaya çıkardığı sonuçlara dayandı.
Böylece insanlık için yeni bir umut kaynağı olan özgürlük hamlesi ortaya çıktı.
Rojava Devrimi dediğimiz budur ve bu, Kürdistan devriminin kıvılcımıdır.
Kürdistan özgürlük devriminin 40 yıldır yaşanan pratiğinin Kürdistan’ın bu en
küçük parçasında, bir ucunda pratikleşmesi, somutlaşmasıdır. Böylece önderlik
çizgisinin, PKK çizgisinin de pratikte kazandığı zafer oluyor. PKK
mücadelesinin nasıl bir pratiğe dönüştüğünü, bunun nasıl bir özgür yaşam ve
halk direnişi gerçeği olduğunu iki yıllık direniş içinde Rojava Devrimi kanıtlamış
bulunuyor.
19 Temmuz
devrimiyle birlikte Rojava halkı daha özgür yaşama adım attığı andan itibaren
de bölgesel, yerel, küresel gericiliğin saldırılarına maruz kalmıştır. Bu
anlamda bir yandan Demokratik Modernite inşası, özgür demokratik toplum inşası
gerçekleştirilmeye çalışılırken, diğer yandan bunu engellemeye çalışan saldırganlara
karşı direniş yürütüyor. Son bir yılda IŞİD denen küresel provokasyon gücünün
vahşi, ölçü tanımayan katliam ve saldırılarına karşı bir halk direnişi, gerilla
direnişi, yediden yetmişe halkın seferber olduğu bir direniş olarak sürüyor.
19 Temmuz
devriminin ikinci yılı IŞİD ağırlıklı saldırıya karşı büyük bedeller verilerek
yürütülen kahramanca direnişle geçmiştir. Halk böyle bir direniş içerisinde
bilinç aldı, örgütlendi. Örgütlü yaşamı inşa çalışmaları böyle bir direnişle iç
içe geçti, yürütüldü. Devrim üçüncü yılına girerken bu saldırının Kobanê’de
odaklandığını görüyoruz. Bu durumun devrime karşıtlıkla bağı var. IŞİD’in Irak
saldırısına yol açan planlamayla, küresel kapitalizmin bölgeye yönelik müdahale
planıyla bağı var. Öyle dar, basit değil; Kobanê çevresindeki çete güçlerinin
canlarının sıkılmasıyla ortaya çıkan bir saldırı yaşanmıyor. Tersine belirttiğimiz
düzeyde geniş bağları var.
Bir devlet
krizi, uygarlık krizi ve sistem
krizi yaşanıyor
Peki bu
durumu nasıl anlamalıyız? Devrim de, devrime karşı gerçekleştirilen saldırılar
da Ortadoğu ve Kürdistan tarihiyle bağlantılıdır. İnsanlık tarihiyle bağları
var. Toplumsallaşmakla, Neolitik devrimle, tarım-köy devrimiyle, kadın
devrimiyle bağlantılıdır. Böyle bir devrimi yaşayan toplum içerisinden ortaya çıkıyor
bunlar. Kürdistan geneli ve Rojava’da böyle bir toplumsallığın yarattığı
ahlaki-politik duruş, demokratik değerler, özgürlükçü yaşam ölçüleri var. Aslında
direnen bunlardır. Diğer yandan Ortadoğu’da yaşanan 3. Dünya Savaşı’nın ve
bunun Kobanê’de yoğunlaşmış halinin de devletçi-iktidarcı sistemin mantığıyla,
içeriğiyle, gelişimiyle bağı var. Devletçi ve iktidarcı sistem Mezopotamya’da
doğup gelişen ve dünyaya yayılan bir sistemdir. Bugünkü çatışmalar böyle bir
sistemin yarattığı zeminde yaşanıyor. Yine bu sistemin bugün yaşadığı krizden
söz ediliyor. Bir devlet krizi, uygarlık krizi ve sistem krizi yaşanıyor.
Ortadoğu’da yaşanan çatışmaların, yapılan askeri ve siyasi hamlelerin böyle bir
krizden çıkma mücadelesiyle ilişkisi var. Daha somut olarak; 1. Dünya Savaşı
ardından oluşturulan Ortadoğu statükosu ile bağı var. Bu statükoyu 1. Dünya
Savaşı’nın galipleri olan İngiltere ve Fransa oluşturmuştu. Karşıt görünüp savaştıkları
güç Almanya ve onunla müttefik olan Osmanlı İmparatorluğu’ydu. Almanya’yı
yeniden yapılandırdılar, Osmanlı’yı da parçalayıp yeni bir Ortadoğu şekillendirdiler.
1. Dünya
Savaşı sonuçlanırken karşı karşıya oldukları güç Ekim Devrimiydi, Türkiye’de
gelişen Kemalist hareketti. Onlarla da belli bir çatışma yaşadıktan sonra
1922-25 arasında uzlaştılar. Bugün yeni bir dünya savaşına yol açmış olan
siyasi statüko böyle bir çatışma ve uzlaşma sonucunda ortaya çıktı. Bu
statükonun iki boyutundan söz etmek gerekmektedir. Birincisi, Kürdistan
üzerindeki kültürel soykırımı hedefleyen inkar ve imha sisteminin oluşturulması,
ikincisi, Arap aleminin bölünerek ikinci sınıf toplum boyutuna düşürülmesidir.
Her iki durumu da kapitalist modernitenin küresel hegemonya oluşturabilmek için
Ortadoğu’da yarattığı statüko ortaya çıkardı. İki toplum da kendisine dayatılan
bu statükoyu kabul etmedi. Kürtler bu durumu anladıktan itibaren, fırsat
buldukları her yerde ve zamanda buna karşı direndiler. Kültürel soykırımı
hedefleyen inkar ve imha sistemine karşı Kuzey’de direndiler, Doğu’da
direndiler, Güney’de direndiler. Bu direnişler 20. yüzyılın ilk yarısında
katliamlarla bastırıldı. İkinci yarısında da ABD, İsrail ve İran’ın desteğiyle
yürütülen güneydeki direnişin 1975 Cezayir Anlaşması ile yenilgiye uğramasından
sonra yeni bir durum ortaya çıktı. PKK’nin doğuşu bu yeni durumu ifade ediyor
ve temsil ediyor. Bugüne kadar da 40 yılı aşkın süredir kesintisiz olarak bu
direniş sürüyor. Parça parça, bölge bölge gelişen, tepki olarak ortaya çıkan bu
direnişler PKK ile birlikte bilinçli, örgütlü, ülke ve ulus bütünlüğüne sahip
özgür ve demokratik yaşamı hedefleyen bir hareket haline gelmiş bulunuyor. Bu
hareket Kuzey Kürdistan’da doğdu, Kürdistan’ın diğer parçalarına adım adım yayıldı.
Bu
hareketin doğuşu Önderliksel bir doğuş olarak gerçekleşmiştir. İdeolojik grup aşaması
ardından partileşme gerçekleşti. Bu temelde gelişen siyasal ve toplumsal
mücadeleye karşı gerçekleştirilen 12 Eylül faşist askeri rejimine karşı
zindanda, yurtdışında direndi. Bu direnişleri 15 Ağustos 1984 Gerilla Atılımı
ile büyük bir özgürlük mücadelesine dönüştürdü. 1984’ten bugüne geçen 30 yıl
boyunca da yaşanan bütün gelişmeleri bu direniş belirliyor. Her gelişme bu
direnişin sonucu olarak, gerilla öncülüğünde Kürt halkının yaşadığı direnişin
sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bu gelişmelerin bir kısmını bu direniş doğrudan
yaratıyor, bir kısmı da Özgürlük Hareketi’ne karşı küresel sistemin yürüttüğü
mücadele içerisinde ortaya çıkıyor. Yani direnişin dolaylı etkisi olarak
gerçekleşiyor. Güney Kürdistan’daki ayrı devlet ilan etme hazırlıkları da bu
temelde ortaya çıkıyor. Dolayısıyla PKK direnişiyle 1. Dünya Savaşı’nın sonunda
ortaya çıkartılan Ortadoğu statükosu Kürdistan’da Kürt halkı tarafından
reddedilmiştir. Her ne kadar 20. yüzyıl ilk yarısındaki direnişler ezilerek bu
siyasi statüko, yani Kürdistan’ın parçalanması gerçekleştirilmeye çalışılmışsa
da, PKK’nin direnişiyle bu sınırlar fiilen işlemez kılınmıştır. Gerilla bu sınırların
altında, üstünde, sağında, solunda kendini var ediyor. Böylece küresel
kapitalizmin hegemonya kurabilmek amacıyla Ortadoğu’da yaratmaya çalıştığı
siyasi statükonun dayanmaya çalıştığı Kürdistan’ı bölen sınırlar gerilla tarafından
Ortadoğu’nun birliği, bütünlüğünü sağlama
köprüleri haline getiriliyor.
Rojava
Devrimi bu gelişmenin, mücadelenin bir öncü kıvılcımı oldu. ABD desteğinde IŞİD’in
Irak saldırısı ve ardından gelen Kobanê saldırısı böyle bir gelişmeyle
kesinlikle bağlantılıdır. Irak’ta olanlar da, Suriye’de olanlar da, Rojava’da
olanlarla, PKK’nin yarattığı gelişmelerle bağlantılıdır. İkinci boyut, Arap
toplumunun ikinci sınıf toplum haline düşürülmeyi hazmetmeme konusudur. Bu da
bir gerçek; Araplar da tarihin eski toplumudurlar. Sümer devletçi uygarlığının
yaratılmasında rol oynayan toplumdurlar. İslam devrimi gibi dünyanın dört bir
yanında yayılma gücüne sahip, etkinliğini bin beş yüz yıldır sürdüren büyük
devrim hareketini yaratmış bir toplumdur. Kendi içinden peygambersel öncülük çıkarmayı
başarmış bir toplumdur. Bir kültürü, toplumsallığı var. Tarihin en kadim
toplumlarından birisi olma özelliğini taşıyor. Böyle bir toplumun 1. Dünya Savaşı
ardından 22 devlete bölünerek Türkiye ve İran’ın baskısı altında ikinci sınıf
konuma düşürülmesi, bu toplum tarafından kabul edilmemiştir. Dolayısıyla böyle
bir bölünmeyle kendine biçilen rolü de kabul etmemiştir. Her ne kadar “devlet
oldunuz, Osmanlı’dan, İran’dan kurtuluyorsunuz” denilse de gerçeğin öyle olmadığını
kısa sürede anlayan ve itiraz geliştiren bir toplum olmuştur. Arap milliyetçiliğinin
20. yüzyılda çok güçlü şekilde gelişmesi böyle biçilmiş bir statüye toplumun
duyduğu tepki sonucu olmuştur. Milliyetçiliğin gelişmesi bir taraftan
kapitalist sistemin askeri, siyasi yayılmasıyla bağlıyken, diğer yandan
toplumun ikinci sınıf olmayı hazmetmeyen, kabul etmeyen psikolojisinin dışa
vurumudur. Kurulan yeni Ortadoğu düzeni ve sınırları cetvelle çizilen
ulus-devletler sorunlarına çare olmayınca, kısa sürede böyle bir statünün ve
düzenin kendisini ikinci sınıf olmaktan kurtarmaya, özgür iradeli tarihine yakışan
bir toplum haline getirmeye yetmediğini görünce hayal kırıklığına uğradı, değişik
biçimlerde arayışlar gelişti.
El
Kaideciliğin sahte bir İslam söylemiyle kendini bu kadar etkili kılması da
buradan kaynaklanmaktadır. Aslında küresel kapitalizm Arap toplumundaki bu
psikolojiyi iyi fark etti, gördü, anladı ve onu Ortadoğu’da yeşil kuşak projesi
temelinde Sovyetler Birliğine karşı, onun güneyden kuşatılması temelinde
kullanmaya çalıştı. Sovyetler Birliği’nin Güney Asya’ya, sıcak denizlere inmesini
böyle bir politikayla önlemek istedi. El Kaidecilik denen akım aslında bu
politikanın ürünü olarak doğdu. Suudi kaynaklıdır, Afganistan’da ortaya çıkmıştır
ve başlangıcı Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a dönük yayılmasına karşı, onu
yenilgiye uğratmak üzere ABD saldırıları içerisinde olmuştur. ABD
siyasetleriyle doğrudan bağı vardır. Zaten büyük ölçüde Suudi’nin ve çevre Arap
güçlerinin petrol dolarına dayanıyorlar. Böylece küresel sermayenin önemli bir
gücü konumundadırlar. Rolleri provokasyon yapmaktır. Bunlarla Arap toplumu
biraz etkilenmek ve gerektiğinde kullanılacak biçimde elde tutmak hedeflendi.
25 yıldır
3. Dünya Savaşı yaşanıyor
Sovyet
sisteminin kuşatılması başarılıp giderek çöküşü sağlanınca ortaya Ortadoğu’da
gerçekleşecek yeni statüko temelinde yeni dünya düzenini kurmayı hedefleyen 3.
Dünya Savaşı geliştirildi. Dolayısıyla şu an yaşanan gelişmelerin 1990’ların başından
itibaren, esas itibariyle Körfez Savaşı’yla başlayan ve 25 yıldır devam eden,
herkesin de 3. Dünya Savaşı olarak tanımladığı savaşla bağı var. Sovyetler
Birliği’nin hep “biz barış gücüyüz” iddiası olmuştu. 1. Dünya Savaşı’nın Ekim
Devrimiyle sona erdirildiğini söylediler. 2. Dünya Savaşı’nda Hitler faşizmini
de böyle bir anlayış ve ruhla yenilgiye uğrattılar. Onu yenilgiye uğratacak
gücü, enerjiyi burada topladılar. Pratik bu Sovyet teorisini, söylemini doğruladı.
Diğer birçok bakımdan Sovyet teorisi sosyalizmi doğrulanmazken ya da yetersiz
kalırken, bunun sonucunda Sovyet sistemi çözülür, çökerken aslında barışın
korunmasında Sovyet söylemleri gerçekçi çıktı. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü
ardından ABD Yeni Dünya Düzeni Stratejisi temelinde 20. yüzyılda kurulmuş
düzeni ve şekillenmeyi tasfiye etmek ve küresel kapitalist hegemonyayı daha
güçlendirmek üzere Körfez Savaşı’yla birlikte bir saldırı harekatı başlattı. 25
yıldır böyle bir savaş yaşanıyor.
Bu savaş
ulus üstü sermayenin serbest ve güvenli dolaşması temelinde daha çok kazanmasını
sağlatmak isteyen küresel kapitalist modernite güçleri ile sınırları, gümrük
duvarlarını güçlendirmiş ulus-devlet statükosu arasındaki savaştır. 3. Dünya
Savaşı başka amaçları olan bir savaş değildir. Aslında saldıran küresel
kapitalizmdir. Bölgenin, Ortadoğu’nun statüsünde değişiklik yapmayı, sermayenin
daha rahat ve daha fazla kar etmesini amaçlıyor. Bunun içinde mevcut sınırları
katılaştıran ulus-devlet diktatörlükleri yerine sistemin ihtiyaçlarını karşılayacak
rejim değişiklikleriyle Büyük Ortadoğu Projesi dediği yeni bir egemenlik
statüsünü Ortadoğu’da kurmak istiyor. Bu temelde 25 yıldır ABD ve
müttefiklerinin bölgeye dönük çok yönlü müdahaleleri ve saldırıları olmaktadır.
Bu savaş en
çok toplumlara zarar verdi. Halklar da bu devletçi-iktidarcı uygarlık
sisteminin krizinden doğan savaştan kurtulmak üzere demokratik devrimi teori ve
pratikte geliştirmeye çalışıyorlar. PKK’deki gelişim, Önder Apo’nun evrensel
bir önderlik haline gelmesi bu çatışmadan Demokratik Ortadoğu Devrimi’ni çıkartacak
bir teorik çizgiye ulaşması bunu ifade ediyor. Benzer arayışlar diğer
toplumlarda da var. Türkiye’de, İran’da, Arabistan’da aydınlar, düşünürler,
sanatçılar, siyasetçiler arasında benzer bir arayış var. Herkes Ortadoğu’daki
statüyü ve kendi durumunu beğenmeyerek bir arayış içine girmiştir. Bu arayışta
en ileri teorik çözümlemeye ulaşan güç Önder Apo oldu. Çünkü sistem gericiliği,
köleliği en çok Kürdistan’da derinleştirmişti. Dolayısıyla özgürlük ve kurtuluş
en çok Kürdistan’da gerekliydi. Bu statüyü en çok reddeden Kürtler oldu.
Nitekim 20. yüzyıl boyunca ağır bedeller ödeyerek en fazla direnen, cesaret ve
fedakarlık gösterenler de Kürtler oldu. Dolayısıyla da alternatif çözümü Kürt
Özgürlük Hareketi yarattı, onun Önderliği yarattı. Bu da anlaşılır bir
durumdur.
3. Dünya
Savaşı’nın gelişen pratik adımlarına bakmak lazım. Çünkü gelişen olaylar bu 25
yıldaki olaylarla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Saddam’ın bahane olduğu Körfez
Savaşı tıpkı El Kaide’ye karşı savaş nedeni olan 11 Eylül gibi bir
provokasyondu. Saddam Hüseyin rejiminin de öyle bir karakteri vardı. Serüvenci
bir Arap milliyetçiliğiydi Irak Baasçılığı. Belki de Bismark’ın Almanya’da yaptığına
benzer biçimde zorla Arap bölünmüşlüğünü ortadan kaldırıp birlik yaratma hayali
güdüyordu. Küresel sermaye güçleri, ABD bu ruh halinden, anlayışından yararlandı.
Onu Kuveyt’e girmeye teşvik etti, ardından da buna karşı Saddam Hüseyin
yönetiminin işgalinden Kuveyt’i kurtarmak üzere bir savaşı gündeme getirdi.
Buna dayanarak Ortadoğu’nun stratejik alanlarına silahlı güç koydu. Ortadoğu’dan
böyle bir savaşı yürütmek üzere yeni ittifak güçleri ortaya çıkardı. Saddam
Hüseyin kuvvetlerine askeri saldırıyla ağır darbe vurup Kuveyt’ten çıkardı.
Böylece 1991 Ocağından başlayan ve Mart ayına kadar süren Körfez Savaşı Irak’ı
fiilen üçe böldü. Saddam Hüseyin’in siyasi, askeri, ekonomik gücünü ciddi
biçimde darbeledi. 36. paralelin kuzeyini, 32. paralelin güneyini güvenlikli
alan haline getirdi, Saddam Hüseyin’in kara ve hava güçlerinin saldırılarına
kapattı. Böylece Saddam Hüseyin’i Irak’ın ortasında, Bağdat ve çevresindeki bir
yönetim derekesine düşürdü.
Kürt
gerillacılığı Filistin direnişi içinde boy verdi
Irak’ın
kuzeyinde Kürt bölgesinin bir bölümünde yeni bir siyasi-askeri sistem, Kürt
devletçiliği geliştirilirken, güneyde de Şiiler kendilerini yöneten bir
sistemleşmeye gittiler. ABD Körfez Savaşıyla yarattığı siyasi duruma dayanarak
Kürdistan ve Filistin devrimlerine müdahalede bulundu. 1992’den itibaren Çevik
Güç Operasyonu temelinde PKK’ye karşı başlatılan saldırılar bunu ifade ediyor.
Bu saldırı 92 Güney Savaşı ile başladı, uluslararası komploya kadar devam etti.
Diğer yandan Körfez Savaşı’nda Saddam Hüseyin yönetimine destek veren neredeyse
tek Arap gücü Yaser Arafat başkanlığındaki Filistin yönetimiydi. Oslo süreci ve
Ortadoğu Barış Projesi adı altında Filistin devrimini de tasfiye etmeyi
amaçlayan bir süreç geliştirdiler. Ortadoğu’yu yönlendiren Filistin devrimini
adım adım erittiler. Filistin devrimi sadece Arap alemine değil, bütün Ortadoğu’ya
yön veriyordu. Ulusal Kurtuluş Hareketleri içerisinde önemli bir yeri vardı.
Biz de o devrim zemininde ilk eğitimlerimizi gördük ve Kürt gerillacılığı
Filistin direnişi içinde boy verdi. Tuhaftır ki, şimdi Kobanê’de saldırı yoğunlaşırken
Gazze’de de yoğunlaştı! Belki tesadüf olabilir ama bu kadarı da çok tesadüf
görünmüyor. Bundan 35 yıl önce Kürtler Filistin direnişi ortamına gidip destek
alırken, bugün de Filistin ve Kürdistan üzerindeki çatışmalar eş zamanlı
yürüyor. 3. Dünya Savaşı’nın birinci dönemi açısından durum böyledir.
Körfez Savaşı’nın
sonuçları üzerinde yürüttüğü mücadele ile ABD bazı kazanımlar elde etti ama
istediği sonuçlara ulaşamadı. Ne Kürdistan’da ne Filistin’de ulaşabildi. Buna
dayanarak Balkanlarda, Kafkaslarda, Doğu Avrupa’da, Afrika’da ve Asya’da bir
dizi siyasi ve askeri saldırı yürüttü. Aslında körfez Savaşı’ndan sonra Irak’ı
parçalayıp Ortadoğu’da bir denetim kurdu. Bunun üzerine dünya genelinde 20.
yüzyılda kendisine karşı Sovyetler Birliği ile ittifak içinde ortaya çıkan
siyasi güçleri tasfiye etmeye, dengeleri tümden kendi kontrolüne alıp
denetimini küresel düzeyde kurmaya çalıştı. Küresel düzeyde belli sonuçları
alsa da Ortadoğu’da istediği sonuca ulaşamadı. Büyük Ortadoğu Projesinin içini
dolduracak düzeyde bir siyasi güce ve etkinliğe kavuşamadı. Bir çözümsüzlük ve
çıkmaz içindeyken 11 Eylül İkiz Kule saldırısı oldu. Adeta yenilmekte olan ABD’nin
imdadına yetişti. 11 Eylül 2001’de İkiz Kule saldırısıyla bir ikinci döneme başladı.
ABD yönetimi İkiz Kule saldırılarını vesile ederek ikinci bir Ortadoğu saldırısını
planladı ve gündeme getirdi. Önce Afganistan’a, ardından Irak’a saldırdı,
askeri müdahalede bulundu. 2003 baharında Saddam Hüseyin yönetimini yıktı.
Afganistan ve Irak savaşının sonuçlarına dayanarak bölgenin bütün güçlerine
siyasi, askeri, ekonomik müdahalelere yöneldi. Suriye’ye, İran’a ve PKK’ye
yöneldi. 2002-2004 tasfiyeciliği dediğimiz saldırı aslında ABD’nin böyle bir
müdahalesinin parçası olarak ortaya çıktı. PKK’ye yansıması böyle oldu.
Öncesinden zaten uluslararası komployu planlamış, 15 Şubat 99’da Önderlik
esaret altına alınmıştı. Hem bu komploya dayanarak, hem de Afganistan ve Irak
savaşlarının ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinden Kürdistan Özgürlük Devrimi’ni
parçalayıp tasfiye etmeyi hedefledi.
Afganistan
ve Irak’ın işgali, ardından Türkiye ve Irak’ı ittifak haline getirerek Suriye
ve İran’a müdahale arayışları bazı sonuçlar verse de ABD’nin Büyük Ortadoğu
Projesi çerçevesinde yeni bir hegemonik sistem kurmasına yetmedi. Halkların
özgürlük ve demokrasi arayışları da Ortadoğu’nun statükoculuğu da buna karşı
direndi. Karmaşık ve çelişkili bir çatışma içerisinde ABD müdahaleleri hedeflediği
başarıya ulaşmadı. Çıkmaz ve çaresizlik içine girdi. Böyle bir ortamda 2011 başında
gelişen Arap Baharı denilen isyan hareketleri ortaya çıktı. Aslında bunlar Arap
milliyetçiliğinden çözüm bulamayan, ABD müdahalelerinin de çözüm yerine Arap
toplumunu daha çok aşağılayan yaklaşımına karşı Arap toplumunun kendisine dayatılan
ikinci sınıf toplum olma durumunu tersine çevirme direnişleri olarak tarih
sahnesine çıktılar. Örgütlü olanlar da vardı ama esas itibariyle daha çok bu
toplumsal psikolojiye dayalı kitle direnişleri olarak gelişti.
İngiltere
ve Fransa Ortadoğu’yu
25’e böldü, ABD 40-50’ye bölecek
Tunus’ta, Mısır’da,
Libya’da iktidarlar devrildi. Yemen’de iktidar değişikliği ortaya çıktı.
Suriye’ye sıçradı ve bir iç savaş hali ortaya çıktı. Şu anda Suriye’de bir
kilitlenme yaşanmaktadır. ABD böyle bir hareketi kendi çözümsüzlüğü için çıkış
alanı olarak değerlendirmek istedi. Bir umut gibi gördü. Suriye’de daha önce
Körfez Savaşıyla, yine Afganistan ve Irak savaşlarıyla ulaşmak istediği sonuca
ulaşmak istedi. Suriye’deki sistemi aşarak en azından Arap aleminde tam bir
egemenlik kurmayı hesapladı. Arap toplumunun isyanını bu doğrultuda kendi çıkarı
için değerlendirmek istedi. Çok kısa sürede ABD’nin bu çabaları da başarısızlıkla
sonuçlandı. Yeni bir tıkanma ve çözümsüzlük yaşanmıştır. Tunus’ta kısmi bir
istikrar ortaya çıksa da diğer alanlarda bir çıkmaz yaşanmaktadır. Mısır’da
Hüsnü Mübarek yönetimi devrildi, ardından İhvan-ı Müslim’in yönetimi oluştu. Ne
var ki İhvan-ı Müslim ABD’nin beklediği gibi uyumlu bir yönetim olmadı. Aksine
ABD’nin bölge politikalarını zorlayan bir pozisyon ortaya çıktı. Bunun sonucu
askeri darbe yaparak Mısır’ı elde tutmak zorunda kaldı. Mısır’ın yanında Libya
da paramparçalılığı yaşamaktadır. ABD’nin müdahale edip sistem kurmak istediği
Irak’ta Sünni toplumun yönetimden dışlanması başından beri bir siyasi krizi
süreklileştiren etken haline gelmiştir.
Suriye’de
çatışmayla bütün bunlara çözüm bulabilir miyim, arayışında olduysa da sonuç
alamadı. Ne kadar güç-destek verdiyse de kendi istediği doğrultuda çatışmaları
yönetemedi. Esad yönetimini değişikliğe uğratamadı. Sonunda Cenevre
Konferanslarıyla Suriye’de çözüm bulmak istedi. Ancak Cenevre-2’yle birlikte bu
arayışlar iflasla sonuçlandı. Bizzat konferansı toplayan kişi iflas ettiğini
ilan etti ve görevden çekildi. Suriye’de ABD politikaları tam bir kördüğüm
içinde çözümsüzlüğü yaşamaktadır. Bu, ABD’nin 90’dan itibaren Körfez Savaşı’yla
başlayan saldırılarının başarısızlıkla sonuçlanması anlamına geliyordu. O
zamana kadar mevcut bireysel diktatörlük ifade eden rejimleri değiştirerek
rejim değişikliği temelinde ulus üstü sermayenin biraz daha rahat dolaşıp daha
fazla kar sağlayacağı bir Ortadoğu sistemi yaratmayı hedefliyordu. Bu
stratejisi başarısızlıkla sonuçlandı, hiçbir yerde yeni sistem kuramadı. Bu
noktada bir değişiklik arayışı içine girdi. IŞİD saldırıları ABD’nin bu
çözümsüzlüğü, çaresizliği ortamında yeni çare arayışı, yeni stratejiye
yönelimini gösteriyor. IŞİD saldırılarıyla belli amaçlar hedeflenmesi tamamen
küresel sermaye politikasının hayata geçirilmesiyle, ABD politikalarıyla bağlıdır.
Rejimleri değiştirerek Ortadoğu’da hegemonya kurma stratejisi başarısız kalınca
bu sefer mevcut devlet sistemlerini parçalayarak, sürekli kriz ve çatışma ortamında
kendi etkinliğini sağlatacak sınır değişikliklerine yönelerek Ortadoğu’da
hegemonya kurma stratejisine yöneldi.
IŞİD saldırıları
ve Irak’ta ortaya çıkan durumu ABD-İsrail politikalarının uygulanması olarak
görmek lazım. IŞİD eliyle yapıldı ama yaptıranlar bunlar. ABD’nin bunu yaptırmış
olması bir strateji değişimini ifade ediyor. Değişen strateji de sınırların değiştirilmesi,
Ortadoğu siyasi coğrafyasının yeniden çizilmesi anlamına geliyor. İngiltere ve
Fransa Ortadoğu’yu 25’e böldü, küresel hegemonyayı buna dayandırdı. Herhalde
ABD de 40-50’ye bölecek, daha çok parçalayıp zayıf düşürerek Ortadoğu’yu çelişki
ve çatışma içerisinde yönetmeye çalışacak. Böylece hem parçalanmış, küçültülmüş
güçler İsrail’in güvenliği için tehlike olamayacaklar, hem birbiriyle daha yoğun
çelişki ve çatışma içinde oldukları için dış bir büyük güce bağlanmaya ihtiyaç
duyacaklar. Bu yeni politikanın sonucu ABD’ye, küresel kapitalizme daha fazla
bağlanacaklar.
Bu yöntemle
Ortadoğu’nun devrimci demokrat potansiyeli ve yeni bir demokratik uygarlık geliştirme
gücü yok edilecektir. Bu potansiyel tüketilerek Demokratik Ortadoğu Devriminin
önüne geçilmiş olacaktır. Önder Apo’nun planladığı, öngördüğü, teorik olarak
geliştirdiği Demokratik Ortadoğu Devrimi toplumların bölünüp parçalanması ve yaşayacakları
iç çatışmalarla sabote edilmiş olacaktır. Demokratik devrimi yapacak potansiyel
güçler eritilip yok edilecektir. Bu bir karşı devrimci hamle, karşı devrimci
saldırıdır. IŞİD saldırılarının Ürdün-Amman’da planlandığı açığa çıkmıştır. IŞİD
adıyla oluyor ama ardında 8-10 örgüt var. Bu planlamaya İsrail öncülük etmiş.
Ardından ortaya çıkan sonuçları kabul ettiğini İsrail açıkladı.
Bu saldırıların
arkasında Baas Rejiminin kalıntıları ve Tarık Haşimi’nin de yönetimde olduğu
örgütlenmeler var. Bunlar IŞİD’le ortak hareket etmektedirler. İsrail ve ABD IŞİD
hamlesiyle Suriye’yi bölüp parçalamaktadır. Artık ne Suriye’de ne de Irak’ta
eskiye dönmek mümkündür. Irak ve Suriye parçalandı. ABD Irak’ın bütünlüğünden
yanayız deyince, sanki bu saldırıların arkasında ABD yokmuş gibi algılanıyor, o
görüşler doğru değil. ABD herhalde “ben yaptım” demeyecekti! İsrail öyle der,
ABD başka bir şey söyler. Fiilen yapar, sözde tersini söyler. Bu da ABD
stratejisinin, küresel kapitalizm stratejinin uygulanması oluyor. Sonucu ortaya
çıkınca da “ne yapalım, bölünmüş” diyerek sonucu kabul ettirmeye çalışacak. Çünkü “ben böldüm” dese herkes ABD karşısında
bir ittifak oluşturmaya yönelir.
ABD parçalayacak, körükleyecek,
çatıştıracak
ABD Ortadoğu’da
yürüttüğü 3. Dünya Savaşı’nda stratejik değişim yapıyor. Bunu sadece Suriye ve
Irak’la sınırlandırması düşünülmemeli. Türkiye ve İran böyle kaldıkça Suriye ve
Irak’ta yeni bir sistem oluşturması mümkün değildir. Türkiye ve İran’ın
müdahaleleriyle Suriye ve Irak’taki çıkmazı ABD’ye yaşattılar, başarısız kıldılar.
Bölgenin hegemonik güçleri bunlar. Bunlar değişmeden sadece Suriye ve Irak’la
Ortadoğu’da yeni bir sistem kurmak mümkün değil. Dolayısıyla bu bir bölgesel
plandır. ABD ve müttefikleri bölgeyi daha fazla parçalamaya karar vermiş oluyorlar.
Çelişkileri daha çok körükleyecekler, daha çok çatışma içine sokacaklar.
Böylece Demokratik Ortadoğu Devriminin zeminini kurutmaya çalışacaklar. Ortadoğu’da
alternatif bir demokratik uygarlığın doğuşunu, gelişimini önleyecekler. Ortadoğu’da
Demokratik Modernite devriminin gerçekleşmesini engellemiş olacaklar. ABD
politikalarını böyle anlamak gereklidir.
IŞİD’i saldırıya
geçirdiler, Suriye ve Irak’ı böldüler, ardından IŞİD’i kontrol altına almaya
çalışacaklar. Çünkü kendini İslam aleminin sahibi gören, böyle olduğunu iddia
eden IŞİD tehlikeli hale gelebilir. Nitekim “Bütün İslam toprakları benimdir”
diyor. Sünni mezhebe dayanıyor, Şiiliği, diğer dinleri ve inançları katletmeyi
hedefliyor. Böyle olunca başta Güney ve Batı Kürdistan olmak üzere, İslam
aleminin tümüne yayılmayı hedefliyor. IŞİD’in liderini halife ilan ederek yeni
bir Hilafet rejimi geliştirmeye çalışıyorlar. Eğer böyle olursa İsrail ve
küresel hegemonya için Irak ve Suriye’den daha tehlikeli hale gelirler. Öyle
ki, çevre ile hep çatışma içine giren, gerginlik yaratan bir güç olmalı ama çok
büyük, İsrail’i tehdit edecek, bölgede egemenlik kuracak bir güç de olmamalıdır.
ABD’nin çıkarına olan budur. Bunu yaratmak için birinci aşamada IŞİD’le Irak ve
Suriye’yi böldü, ikinci aşamada ise IŞİD’i kontrol altına almak isteyecek.
Hemen böyle bir arayışa girdiler. Aslında öncesinden bunun olup olmayacağını
incelediler, olacağına kanaat getirdikten sonra böyle bir ilk hamleyi yaptılar.
Şimdi ikinci aşamaya geçtiler. Bunun için herhalde Esad yönetimi ile uzlaşacaklar;
Şam’da, Latkiye’de bir Alevi devleti olmasını öngörecekler. Suriye’de Sünni
kesimlerin (İslami Cephe’nin, ÖSO’nun, İhvan-ı Müslimcilerin) belli bir etkisi
var. Bunları da belli alanlarda güç yapacaklar. Belki de bunları, hegemonik
sistemin etkinliğini en az sorunla sürdürdüğü Ürdün’le birleştirecekler. Bağdat
ve güneyinde bir Şii bölgesi ve devleti ortaya çıkarılacak. Doğuda zaten İran
var. Böylece doğudan, güneyden ve batıdan IŞİD kuşatılmış olacak.
Rojava
Devrimi’ni tasfiye planı KDP-AKP planıdır
Geriye
kuzey kalıyor; kuzeyden IŞİD nasıl kontrol altına alınır? Kuzey’de de Kürtler
eliyle kontrol sağlanmak isteniyor. Güney Kürdistan’da devlet ilan etmek böyle
bir planın parçası olarak gündeme geliyor. Yoksa ne Barzani’nin ne Talabani’nin
hazırlığından dolayı değil. Tamamen ABD planları bunu gerektiriyor. Bu doğrultuda
Güney Kürdistan’da bir devlet ilanına gidilmeye çalışılıyor. Böyle bir ilan
durumu bu temelde gündeme geliyor. İşte bu noktada henüz daha bu proje pratikleştirilmeden genel plan
içerisinde KDP-AKP ittifakına rol veriliyor. Kuzeyden IŞİD Kürtlerle kontrol
edilecekse, kuşatılacaksa, bunu kuşatacak Kürtlerin KDP öncülüğünde birliğinin
yaratılması hedefleniyor. KDP’nin AKP ile birlikte böyle bir stratejisi var.
Öyle anlaşılıyor ki, kısa vadede ABD’yi de böyle bir plana ikna etmiş
görünüyorlar.
IŞİD’i
kontrol altına almak için Rojava’nın bazı bölgelerinin içine alındığı Güney
Kürdistan’a dayalı bir Kürt devleti ilan etmek öngörülüyor. Bunun için Rojava
Devrimi tasfiye edilecek ve Rojava’nın çoğu terkedilecek. Kobanê saldırısı
buradan ortaya çıktı. Aslında bu, üç ay önceki bir plandı. 30 Mart yerel
seçimleri öncesinde bir deneme yaptılar. O zaman bu saldırı planı direnişle boşa
çıkarılınca bu amaçları ertelenmiş oldu. Önce Rojava’yı tasfiye edip sonra
Irak’a IŞİD’i saldırtacaklardı. İlk plan öyleydi. Kobanê direnişi bu planı kırınca
yenilediler, planı değiştirdiler. IŞİD’i Irak’ın Sünni Arap bölgesine saldırttılar.
Oradan alınan sonuçlara göre şimdi yeniden Rojava Devrimi’ni tasfiye planını
gündeme koymuşlardır. Bu plan AKP-KDP planıdır, ABD’nin de bir süreliğine
destek verdiğini görüyoruz. Ancak çok uzun süreli destek vereceğini düşünmemek
lazım. Bu planın da hedefi şu: Kobanê’yi düşürecekler, Kobanê kırılırsa Efrîn
etkisiz hale gelmiş olacaktır. Bunun sonucu Cezîre yalnız kalacak KDP’ye teslim
edilecek.
Kobanê,
Rojava Devrimi’nin ilk kıvılcımlandığı, başladığı, Önder Apo’nun 1979’da
Türkiye dışına çıktığı yer. Bir de orta halka oluyor. Orta halka koparıldı mı,
Cezire ile Efrin arasında bağ kalmıyor. Böylece IŞİD Cezire’ye saldıracak,
Cezire yönetimini ağır darbeleyecek, KDP kurtarıcı olarak devreye girecek. Qamişlo,
Cezîre ve petrol bölgesi Rimelan Başur’a bağlanacak. Böylece bir devlet ilan
edecekler. Kürt petrol emirliği böyle oluşacak. KDP ve AKP planı, Kobanê’ye
dönük gelişen saldırı bu temelde gerçekleşmektedir. Bunu başarırlarsa
Suriye’nin ve Irak’ın Kürt bölgelerinden oluşmuş bir devletle de IŞİD’i
kuzeyden kuşatmaya alacaklar.
Bu iki aşama
başarıldı mı, üçüncü aşama gelecektir. Bu sefer bu bölme-parçalama politikasının
İran ve Türkiye’ye dönük bölümleri gündeme getirilecektir. Eğer ABD Ortadoğu’da
sınırları değiştirme stratejisini esas alırsa bunda Türkiye ve İran’ın durumu
da önem kazanacaktır. Böyle bir stratejinin uygulanmasında Kürtlerin pozisyonu,
stratejik konumu çok çok önemlidir. Kürtlere bunu yaptıramazsa kimseyle
yapamaz. O nedenle ilan edilmiş bir Kürt devletine dayanarak İran’ı ve
Türkiye’yi bölmeye çalışacaklar. Güneyde Kürt devleti oluşturanlar, Kürdistan’ın
daha büyük parçaları olan Doğu ve Kuzey Kürdistan’da Kürt inkarı ve imhası
politikasını yürütemeyeceklerdir. Böyle bir ortamda Kuzey ve Doğu’nun inkar ve
imhayı kabul etmesi ve statüsüz yaşaması söz konusu olamayacaktır. Dolayısıyla
üçüncü aşamada çatışma İran ve Türkiye sahasına kayacaktır.
Böyle bir
plana, IŞİD’le bölgeye yapılan müdahaleye ve Kobanê saldırısına İran ve
Türkiye’nin nasıl tutum takınacağı önem kazanmış bulunmaktadır. IŞİD’in Irak’ta
saldırısı ve ortaya çıkan durum İran’ın bölgedeki konumunu zayıflatmaktadır. İran,
Irak, Suriye, hatta Lübnan’ın da içinde yer aldığı Şii kemeri İran için çok
önemliydi. Bu nedenle IŞİD’in saldırılarına çok sert tepki göstermesi
bekleniyordu. Beklendiği kadar tepki gelmedi. Bağdat’ı savunmak dışında Maliki
yönetimine destekte bulunmadı ve ABD’ye uzlaşma çağrısı yaptı. Demek ki, İran
da Irak’ın parçalanmasından çok rahatsız değil. Belki de bunu kendisinin yararına
görüyor. Parçalanmış Irak güçten düşmüş Irak oluyor. Şimdiye kadar batı sınırında
güçlü bir Irak, İran için savaş gerekçesi olmuştu. Irak parçalanmış olursa
böyle bir tehditten kurtulmuş olacak. Bunun için İran bu bölünmeden yana rahatsız
görünmüyor. Şiileri zaten kendine bağlayacaktır. Sünni yönetimi İran’dan uzaklaştırmış
olacaktır. Güney Kürdistan’ı, KDP ile YNK’yi denetim altına almış. Bunların
etkin olduğu bir devleti hem IŞİD’e karşı, hem PKK ve PJAK’a karşı
kullanabileceğini umut ediyor. O nedenle Güneylilerin ‘kuracağız’ dediği
devletten fazla bir korkusu yok.
Diğer
yandan Şiiler arası çatışma ve çelişki de var: Necef ve Kum Şiiliği Şii
mezhebinde bir öncülük çatışması yaşıyor. Necef tarihsel ve ideolojik bakımdan
daha kuvvetli ve topluma daha yakın. Eğer bu güç Irak’ın tümünü içeren bir
siyasi-askeri güç haline gelirse Şiilik Irak’ta daha güçlü olur, İran ikinci
plana düşer. Ama böyle bir parçalanma Irak Şiiliğinin askeri ve siyasi gücünü
zayıflatır ve böylece İran’ın Şii mezhebindeki liderliği güçlenmiş olur. Bu
noktada İran’ın mevcut durumdan çok rahatsız olmadığı anlaşılıyor. Kaygısı ve
onun için önemli olan Güney Kürdistan’daki durumdur. Güney Kürdistanlı
örgütleri iyi tanıdığı, onlarla gizli anlaşmaları olduğu için onlara dayanarak
PJAK’ı etkisiz kılmayı umut ediyor. Böylece Doğu Kürdistan’da olası bir
mücadele gelişimini engelleyebileceğini düşünüyor. 1980’li yıllarda Doğu
Kürdistan’da gelişen ayaklanma ve direnişi KDP yoluyla bastırması hala hafızalardaki
tazeliğini korumaktadır.
Türkiye’nin
planı ne?
Türkiye’nin
durumu da ilginçtir. Bu gelişmelerin yaratılmasında Türkiye çok fazla pay
sahibi oldu. Suriye’ye savaş açtı, kendine göre bir siyaset izlemek istedi.
Maliki yönetimiyle hep çatışmalı oldu.
Bugün Irak’ta yaşananlarda önayakların başında gelmektedir. Güney
Kürdistan yönetimiyle en sıkı ekonomik, siyasi ilişkiler içine girdi. Güney
Kürdistan’ı bir yeni sömürge gibi kullandı ve devletin altyapısı olacak
kurumların oluşmasında rol aldı. Siyasi olarak da o düzeyde destek verdi, şimdi
de destek veriyor. Dikkat edilirse IŞİD saldırısından sonra açıklama yapan
güçlerden birisi de Türkiye yönetimi oldu. AKP sözcülerinin “Kürdistan bizim
kardeşimizdir” sözleri dikkat çekiciydi. Böyle daha iyi oldu, işlerimizi daha
iyi yürütürüz, demektedirler. Zaten AKP siyasi olarak Güney Kürdistan’la ilişkiler
üzerine kuruludur. AKP politikasının dayanağı olan Güney Kürdistan yönetimiyle
daha sıkı ekonomik iş birliği de gelişir. Petrol ticaretini daha fazla geliştiriyorlar.
Türkiye’nin böyle bir politika yürütmesinde Güney Kürdistan’la yürütülen
ekonomik ve mali ilişkilerin dürtüsü de var. İkincisi, KDP güçlenirse ona dayalı
olarak PKK’yi tasfiye etmeyi hedefliyorlar. Zaten ‘’teröre karşı ortak
mücadele’’ dedikleri budur. Hem Rojava’da devrime ortak saldırı yürütüyorlar,
hem de Kuzey’de birlikte Türkiye KDP’sini örgütlüyorlar. Örgütledikleri bu
parti cumhurbaşkanlığı seçiminde Tayyip Erdoğan’ı destekliyor. Sözde PKK Kürtlüğüne
alternatif Kürtlük AKP Kürtlüğü oluyor, Tayyip Erdoğan Kürtlüğü! İşi bu noktaya
kadar götürdüler. Bu biçimde PKK’nin gerileyeceği, Kürdistan Özgürlük
Devrimi’nin tasfiye edileceği hesabını yapıyorlar.
Türkiye’deki
yönetim yaklaşımı budur. Kuşkusuz bu yaklaşım Milli Güvenlik Kuruluna ve
devlete aittir. MHP ve CHP’nin bir kesimi buna karşıdır. Bu durumun Türkiye’yi
böleceği endişesini taşıyorlar. ABD’nin arkasında olduğunu söylüyorlar. ABD’yi
biraz daha iyi tanıdıkları için bundan endişe duyuyorlar. Endişeleri daha çok
milliyetçi karakterdedir. Esas olarak bazı demokratik çevreler bu konuda daha
duyarlılar ve doğru bir düşünce ve tutuma doğru ilerliyorlar. “Bu durumda
Türkiye’nin tutumu ne olmalı” diye değerlendiriyorlar. Irak’ı bölerek,
Kürdistan devleti ilan ettirilerek belli ki bazı maddi çıkarlar sağlanabilir.
Ama bunun Türkiye’ye yansıması ne olacak? Bu konuda iki şey öngörülüyor;
birincisi, Türkiye bölünebilir, ikincisi, faşist diktatörlük daha da katmerli
hale gelir. ABD politikaları uygulanırsa Türkiye’nin gideceği nokta kesinlikle
burasıdır. Buna karşı demokratik çevreler daha yüksek sesle muhalefet
ediyorlar. Önder Apo’nun geliştirdiği Demokratik Siyasi Çözüm Projesi’ne ilgi,
eğilim daha fazla gelişiyor. Yine demokratikleşme ve Kürt sorununu çözme
hedefiyle ortaya çıkan Halkların Demokratik Partisi’nin etkili bir demokratik
siyasi hareket haline gelmesinin zemini de güçleniyor. Böyle bir yön de var.
Türkiye
demokratik çevrelerinde ve toplumunda gelişen Kürt Halk Önderi’nin projesiyle
Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi eğilimini sınırlandırmak,
böyle bir gelişmenin HDP’yi güçlendirmesini önlemek için AKP’nin bu son yasayı
çıkardığı anlaşılıyor. “Biz de yeni bir adım atıyoruz, çözümden yanayız” demeye
getiriyorlar. Böyle bir yola girerler mi, bunu gelişmeler gösterecek. Önder Apo
da gelişmelerin hangi yöne evrileceğini bu yasadan sonra atılacak adımlara bağlı
olduğunu vurguladı. Eğer heyetler oluşur, müzakere takvimi ortaya çıkartılırsa
mevcut yasa muğlak olmaktan çıkıp, söz olmaktan çıkıp fiiliyata dönüşebilir.
Önder Apo bunu şart koştu. Hem de seçimden önce yasanın anlam ifade edebilmesi
için bu adımların atılması gerektiğini belirtti. AKP yasayı çıkardı, böyle bir
hava yarattı. Cumhurbaşkanı seçimi için biraz daha Kürt oyu almak istiyor. Diğer
yandan ise Irak’taki gelişmelerin Türkiye’de demokratik güçlerde yarattığı Kürt
sorununun çözümü doğrultusundaki eğilimin önünü almak, bu yönlü demokrasi eğilimini
de kendine kanalize etmek istiyor. ‘Terörü Sona Erdirme Toplumsal Bütünlüğü Sağlama’
isimli yasanın işlevi ve mevcut hali bu düzeydedir. Bunun ötesine geçebilmesi
gerçekten de Irak’taki, Ortadoğu’daki gelişmeleri karşılayan bir çözümün yaratılarak
yeni bir Türkiye vizyonunun ortaya çıkarılması Önder Apo’nun istemlerinin
yerine gelmesine bağlıdır. Eğer heyet oluşturur, müzakere takvimi belirlenir ve
bu konuda adımlar atılırsa o zaman bu yasa önemli bir adım haline gelir.
Türkiye’deki yönetim tarzında önemli bir değişimi ifade edebilir.
Türkiye’de
geçmişte ciddi ve önemli bir değişiklik 2 Ağustos 2002’de idamı kaldıran ve
müebbet hapse çeviren Bülent Ecevit hükümetinin çıkardığı yasa olmuştu. Bu,
Türkiye tarihindeki en demokratik adımdı. Bunu da özgürlük hareketimizin
mücadelesi ve Önder Apo’nun öncülüğü sağlatmıştı. Buna Önder Apo ‘Gül Devrimi’
dedi. İstanbul merkezli devlet yönetiminde önemli bir değişimi ifade etti. O
zamana kadarki devletin yönetim felsefesinin özü, 12 Eylül cuntasının şefi
Kenan Evren’in sözlerinde dile gelen “asmayalım da besleyelim mi?” anlayışında
olduğu gibi idama, öldürmeye, katliama dayalı bir yönetim gerçeğini ifade
ediyordu. Bu yönetim anlayışında kırılma ve değişim 2 Ağustos 2002’de idamın
yasalardan çıkartılması adımı oldu. Şimdi eğer mevcut yasaya dayalı olarak
müzakereler başlatılırsa, Önder Apo’nun şart koştuğu yerine getirilirse işte o
zaman bu yasa da Türkiye tarihi açısından ikinci önemli ve ciddi bir adım
haline gelecektir. Sadece asmayıp da beslemeyle yetinmeyecek, muhalefetiyle
konuşup tartışarak bir demokratik uzlaşma yaratılarak sorunları çözme ortamı
ortaya çıkarılacaktır. Bu da yeni bir devlet yönetim tarzı olacaktır. Böyle bir
yönetim tarzı da tabii ki Türkiye’nin demokratikleşmesi, devletin demokrasiye
duyarlı hale gelmesini ifade edecektir. Bu, Kürt meselesinin çözümünü başlatır;
diğer sorunların çözümünü geliştirir, Türkiye’yi de demokratikleştirir. İşte o
zaman ABD’nin Irak ve Suriye’yi bölerek bir Kürt devleti kurdurtması temelinde
geliştirmek istediği Türkiye ve İran’ın bölünmesine dayalı proje yerine,
Türkiye demokratikleşerek ve Kürt sorununun demokratik yöntemle çözerek Ortadoğu’yu
demokratikleştirecek ve halkların kardeşlik içinde birliğini sağlayacak yeni
bir siyasi alternatif sunulmuş olur.
Bunun büyük
bir devrim değeri var, demokratik değeri var. Önder Apo sabırla çatışmaya
girmeden demokratik siyaset yöntemini kullanarak kendi teorisinin uygulanmasını,
ABD’nin Demokratik Ortadoğu Devrimini engelleme çalışmasına karşı bir proje
olarak geliştiriyor. Türkiye’de attıracağı demokratikleşme adımlarını Kürdistan
ve Ortadoğu’ya yayarak ABD stratejisini boşa çıkartmayı hedefliyor. Kürdistan
Özgürlük Devrimini ve Demokratik Ortadoğu Devrimini geliştirecek adımları
böylece ortaya çıkarma çabası harcıyor. Bu çabalar Türkiye’de gerçekten karşılık
bulacak mı, yoksa sadece oy almak ve Ortadoğu’daki gelişmelerde ABD, AKP, KDP
ve İsrail’in içinde olduğu farklı bir Ortadoğu politikasında yer almak için bir
zaman kazanma fırsatı olarak mı kullanılacak, bunu da yakında göreceğiz.
Ya daha ağır
faşizm ya da demokratikleşme
Mevcut
durumda Irak’ı bölmeye, Güney’i devletleştirmeye en çok çalışan Türkiye eğer
demokratik siyaset izlemez, Türkiye’yi demokratikleştirme temelinde Kürt
sorununu çözmezse bu, Türkiye için baltayı ayağına vurmak gibi bir durum
olacak. Bunun sonucu Türkiye daha fazla emperyalist saldırıya maruz bırakılacak,
bölünmeye ve parçalanmaya gidecektir. Dolayısıyla Önder Apo’nun ortaya koyduğu
çözüm projesi dışında hiç bir yol Türkiye’yi kurtaramaz. Bu bakımdan Türkiye şöyle
bir noktaya geldi; ya daha ağır faşizm ya da demokratikleşme ve Kürt sorunun
çözümü temelinde Ortadoğu’da yeni bir öncülük rolüyle Türkiye’den başlayarak
Ortadoğu’yu demokratikleştirme sürecinin geliştirilmesi. İkisinin ortası artık
kalmadı. Türkiye şimdiye kadar jeopolitik konumunu, siyasi ve diplomatik
imkanlarını kullanarak, daha doğrusu tüketerek hep ortada yürümeye çalıştı. Ama
bundan sonra ortada yürümesi zordur. AKP söz konusu adımları atar, önünü açarsa
belki ömrünü biraz uzatır. Eğer öyle yapmazsa belki ömrünü uzatır ama
kendisinin akıbeti de Turgut Özal ve Süleyman Demirel’den pek farklı olmaz.
AKP’nin gitmesi, aslında yapılamayan demokratikleşme rolünün yeni güçler tarafından
yapılmasının önünün açılması anlamına gelir. HDP gibi yeni demokratik güçlerin gelişmesi
ve güçlenmesi ortaya çıkar, Türkiye’nin sorunlarını demokratik yöntemle çözecek
bir konuma kavuşurlar. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü
böyle gelişir. AKP’nin çözümsüz politikaları Türkiye açısından böyle bir gelişmenin
yaşanabileceğini şimdiden ortaya koymaktadır.
Rojava
Devrimi turnusol kağıdı gibidir
Şu anda yaşanan
gelişmeler karşısında Kürtlerin tutumu ne olmalı, hangi etkenlerden oluşmalıdır?
Mevcut gelişmeler tarihsel olarak da, güncel olarak da Kürdistan’daki siyasal
durumla bağlantılı yaşanmaktadır. Güncel olarak da bu durum Kürtler açısından
hem önemli fırsatlar, imkanlar sunuyor, hem de ciddi tehlikelerle karşı karşıya
bırakıyor. Bu iki etkenden hangisinin öne çıkacağı Kürtlerin göstereceği tutuma
bağlı olacaktır. Eğer özgürlükçü tutum etkili olur ve Kürt toplumunun
potansiyeli devrimci demokratik temelde harekete geçirilirse gelişmeler başta
Kürtler olmak üzere tüm bölge halklarının yararına olur.
Gelişmelerin
Kürtlerin ve bölge halklarının yararına olması açısından da Kürt ulusal birliğinin
geliştirilmesi ve bunun bütün parçalarda etkin kılınması önem kazanmaktadır. Eğer
böyle olmazsa, dar milliyetçi, çıkarcı, parçacı yaklaşımlarla, hegemonik yaklaşımlarla
bu fırsat ve imkanlar halklarımızın çıkarına değerlendirilemez, dolayısıyla da
daha çok olumsuzluklar ve tehlikeler öne çıkar. KDP’nin mevcut politikaları
böyle bir tehlike arz ediyor. Demokrasiye kapalı, demokratik birliği
engelliyor, hegemoniktir, merkezidir, hepsi benim olacak diyor. IŞİD’in Irak
saldırısı olana kadar seçimlerin yapılması üzerinden 10 ay geçmesine rağmen
Güney Kürdistan’da hükümet bile kuramamışlardı. IŞİD saldırdıktan iki gün sonra
KDP diğer partilere bazı tavizler verdi ve hükümeti kurabildi. Aslında verilen
tavizler de, kurulan hükümet de AKP açısından Kürdistan’ın diğer parçalarında
kendi hegemonyalarını kurmak amaçlıdır. Bu çok tehlikeli bir politikadır. Bu
politika, Rojava halkının iradesini ve bu iradenin gerçekleştirdiği devrimi tanımamaya
götürüyor. Bakur’da AKP ile Kürtler aleyhine bu kadar işbirliği yapmaya
götürüyor. Bunlar kesinlikle tehlikeli politikalardır. Kobanê saldırısı bu
politikaların sonucu olarak doğdu. IŞİD’in Kobanê’ye saldırısı arkasında
kesinlikle bu politikalar var. Hepsi Türkiye üzerinden oluyor, bunu herkes de
söylüyor. KDP hala Rojava Devrimi aleyhinde her türlü çalışmayı yapıyor. Bunun
Kürtlükle, yurtseverlikle, demokratlıkla hiçbir alakası yoktur.
Bugün
Kobanê’ye saldıran güçleri destekleyenlerin Kürtlüğünden şüphe etmek lazım,
insanlığından da şüphe etmek lazım. Kim ki, direnen Kobanê halkının özgürlük
kuvvetlerinin yanında değilse, kalbi onlarla atmıyorsa, elindeki imkanları
onlarla paylaşmıyorsa o en gerici, faşist, basit bir çıkarcıdır. Bu tutumlarla
ne demokrat, ne yurtsever olunur. O bakımdan Rojava Devrimi turnusol kağıdı
gibidir. Kobanê direnişi turnusol kağıdı gibidir. Nasıl ki bundan 32 yıl önce
zindanda direnmek, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucuna girmek bir netleştiricilik rolü
oynadı, her şeyi aydınlattı, turnusol gibi herkesin rengini belirlediyse, şimdi
Rojava Devrimi de, Kobanê direnişi de aynı rolü oynuyor. 14 Temmuz ruhu
Kobanê’de yaşıyor, 14 Temmuz direnişçiliği Rojava’da, Kobanê’de pratikleşiyor.
Bunu net söyleyebiliriz. Kimin ne olduğu, hangi politikanın kime ne tür
hizmetlerde bulunduğunun en iyi görüleceği yer Rojava Devrimi’dir. Mevcut
politikaların nasıl sonuçlanacağının belirleneceği yer de Rojava olacaktır. Bu
bakımdan ister ABD politikaları olsun, ister İran, Türkiye politikaları, ister
KDP’nin politikaları olsun, bütün bunların nereye varacağı Rojava’daki mücadele
ile belirlenecektir. Rojava Devrimi üçüncü yılına girerken böyle bir kilit
haline gelmiş durumdadır. Aslında
Kürdistan’ın kilidi, Ortadoğu’nun kilididir. Rojava’da yürütülen mücadelenin
sonucuyla Ortadoğu’da özgürlüğün, demokrasinin kapısı mı açılacak, Kürtler
bunun öncüsü mü olacak, yoksa yeni insanlık suçları mı işlenecek, vahşi
katliamlar, soykırımlar mı yaşanacak,
bunu Kobanê’deki direnişin sonucu belirleyecektir.
ABD’nin
Rojava politikası
Rojava
Devrimi nasıl bir alternatif sundu, aydınlatıcı olduysa, şimdi Kobanê direnişiyle
bu devrimi savunmak da böyle bir rol oynayacaktır. Kobanê Direnişiyle Rojava
Devrimi’ni üçüncü yılda daha ileri götürmek Rojava Devrimi’nin yarattığı
sonuçları daha da geliştirmek anlamına gelecektir. ABD şu an KDP politikalarına
onay veriyor ama bu destek sonsuz olmayacaktır. Eğer Kobanê direnişi zafere
giderse, Rojava Devrimi kendini daha fazla örgütler ve direncini arttırarak IŞİD
saldırılarını kırarsa, bu durum ABD politikalarında da zorunlu değişimi getirecektir.
ABD’nin bu kadar çok KDP yanlısı olma, onun dışındaki güçleri reddetme tutumu
izlemesi kendi politikaları açısından da çok mümkün gözükmüyor. Aslında siyasi
ortama yansıyanlar da durumu böyle gösteriyor. Sanki KDP’ye belli bir şans tanınmış, “yaparsan yap!” yapamazsan, IŞİD saldırılarını
kıran Rojava Devrimi’ni tanır, IŞİD’i bu yolla da kontrol etme politikası
izlerim yaklaşımı içindedir. KDP’nin ve AKP’nin dolaylı ve dolaysız desteklediği
IŞİD saldırıları kırılırsa ABD Rojava Devrimi’ni tanıma temelindeki siyasi
seçeneği devreye sokacaktır. O zaman KDP devleti IŞİD saldırıları temelinde
Rojava’nın bir kısmını kontrol etme durumunda olmayacak, dolayısıyla Güneyle sınırlı
kalacaktır. Şu an Türkiye ve KDP tarafından AKP bir süreliğine ikna edilmiş
görülüyor. Sanki bu iki güç “bize fırsat tanıyın! Bu Rojava’yı yıkarsak o zaman
size daha çok hizmet ederiz” yaklaşımı içindedirler. Belki de Mesut Barzani’nin
son Türkiye ziyaretleri de bu amaçladır. Tam bilemiyoruz, cumhurbaşkanlığı
seçimi öncesinde niye gidildi? Kuşkusuz bu ziyaretle seçimde Erdoğan’a destek
verilmiş oluyor. Ama sadece bununla sınırlı
olmadığı görülüyor. Belki de Rojava ve Kobanê’ye yönelik saldırıları nasıl
sonuca götüreceklerini tartışmak için bu buluşma gerçekleşmiştir.
Kürt demokrasisinin
gelişmesi, Kürt birliğinin oluşması, dolayısıyla Kürt Ulusal Kongresi’nin
toplanması Rojava’ya yaklaşıma ve devriminin iradesini tanımaya bağlıdır. 2013
yazında son aşamaya gelen Ulusal Kongre eğer gerçekleşmediyse Rojava
politikalarının sonucunda oldu. IŞİD’in Rojava Devrimi’ni yenilgiye uğratacağını
umut ettiğinden Rojava iradesini tanımadı; bu temelde de Ulusal Kongre’nin yapılmasını
engelledi. Şimdi kongre olacak mı, bilemiyoruz. Önder Apo, hareketimiz olması
için çalışıyor. Bunun gerçekleşmesi için KDP’nin Kürdistan üzerinde hegemonya
kurma, her şeyi kendi egemenliği altına alma yaklaşımlarından ve politikalarından
vazgeçerek demokratik karakterde davranması lazımdır. İkincisi, Rojava
Devrimi’nin iradesini demokratik olmak, özellikle Kürt Vietnamı dediğimiz Kürt
Filistini dediğimiz Rojava Devrimi’nin iradesinin kesinlikle tanınması
gereklidir. Yeni bir devrim yılına girerken işte Rojava böyle bir kilit role
gelmiş durumdadır. Rojava ve Suriye’de, hatta bölgede özgürlük ve demokrasi
çözümünün çıkması bu direnişin, devrimin derinleştirilmesine, Kobanê, Afrin ve
Cezire’deki çete saldırılarının kırılmasına bağlıdır.
Rojava
Devrimi iki yıllık bir tecrübeye sahiptir. Acemilik dönemini belli bir ölçüde aştı.
Halk nasıl örgütlenip, direnileceğini öğrendi, halk özgür yaşamı tattı. Bu
anlamda her türlü saldırıyı yenebilecek güçtedir. Diğer yandan bir avuç işbirlikçi,
çıkarcı dışında Kürtlerin tümümün kalbi, desteği kendi yanlarındadır. Tüm
demokratik güçler destek veriyor. Rojava halkı ve direnişi yalnız değildir.
Üçüncü yılında çok daha büyük destek görüyor. Devrimi derinleştirme ve direnişi
zafere taşımanın fırsatları, imkanları her zamankinden fazladır. Sadece
Rojava’da değil, bütün Suriye ve Ortadoğu’da Önder Apo çizgisinde demokratik
devrimi geliştirme ve başarma şansı artmıştır. IŞİD saldırıları ve bölgede yaşanan
çatışmalar devrimin imkanlarını daraltmak bir yana, Önder Apo çizgisinde
devrimi gerçekleştirme zeminini daha da güçlendirmiş bulunmaktadır. Tam da
Önder Apo’nun paradigması doğrultusunda demokratik devrimi gerçekleştirme
zemini güçlenmiş ve zamanı gelmiştir.
Bu büyük fırsatlar
ortamında kuşkusuz devrimi başarıya götürecek bilince, duyarlılığa, tutuma ve
iradeye ihtiyaç vardır. Gerçekten de bu noktada 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu
direnişinin derslerinden yararlanmaya ihtiyaç vardır. Direniş neyle başarılıyor,
devrim neyle zafere gidiyor? Bu sorulara en iyi cevap 14 Temmuz ruhunda, 14
Temmuz direnişçiliğinde bulanabilir. 14 Temmuz Direniş tarzı ve ruhu Kürdistan
devriminin tarzı ve ruhudur. O da Kürdistan devriminin tarzı olan zor koşullarda
mücadele etme ve başarma tarzıdır. Bu çerçeveden bakıldığında Rojava Devrimi’ni
derinleştirme ve başarıya götürmenin çizgisi, 14 Temmuz çizgisidir. Başka bir
çizgide ve tarzda Rojava Devrimi’ni başarıya götürmek mümkün değildir. Bu
nedenle 14 Temmuz ruhunu, tarzını iyi anlamak, bunu Rojava Devrimiyle bağlantılandırmak
ve özümsemek çok önemlidir. Rojava Devriminde 14 Temmuz ruhunda var olan
devrimci yaklaşımı, kararlılığı, direnişi çok iyi göstermek gerekmektedir. 14
Temmuz direnişçiliğinde olduğu gibi, koşullar ne kadar zor olursa olsun,
direnme ruhu, cesaret ve fedakarlık yüksek olduğunda çeteler karşısında başarılı
olunur; ama biraz zayıflık gösterildi mi çeteler cesaretlenir ve saldırılarını
arttırır.
Kobanê’de
ilk önce bazı hatalar yapıldı. Bizim silah gücümüz yok, imkanlarımız az, bir ay
zor dayanırız gibi 14 Temmuz ruhuyla ve Kürdistan devriminin tarzıyla uyuşmayan
eğilimler görüldü. Bu tür yanlış yaklaşımlar doğru ve anlamlı değildi. 14
Temmuz ruhunu ve Kürdistan devriminin tarzını anlamadan söylenmiş ezbere
sözlerdi. Devrimin özgürleştirici, harekete geçirici büyük gücü, iradesi
yeterince görülebilmiş değildir. 14 Temmuz ruhu ve Kürdistan devriminin tarzı
esas alındığında Kobanê halkının yıllarca direnecek gücü vardır.
19 Temmuz
Rojava Devrimi’nin ikinci yıldönümü yaşanırken, 14 Temmuz direnişinden ders çıkarmak,
kendimizi sorgulamak ve yenilemek gibi özeleştirel sorgulamadan geçirmeye
ihtiyaç var. Böyle davrananlar ve yapanlar üçüncü yılda büyük zaferler
kazanabilirler. Rojava Devrimi böyle bir çizgide yönetilirse değil KDP-AKP’nin
saldırısı, değil IŞİD saldırıları dünya gericiliği birleşip saldırsa da Rojava
halkını yenilgiye uğratamazlar, Kobanê halkını yenilgiye uğratamazlar. 14
Temmuz ruhu ve Kürdistan devriminin tarzı esas alındığında Kürdistan halkının
hiçbir parçada yenilgiye uğratılması mümkün değildir. Sömürgeci güçler o şanslarını
kaybetmişlerdir. Artık Kürt’ü yenilgiye uğratma devri kapanmıştır. Önderlik
çizgisi ve PKK mücadelesiyle Kürt halkı bilinçlenme ve örgütlenme gibi bir gelişmeyi
yaşadı. Bu gelişme de en büyük kuvveti, gücü oluşturuyor. Eğitim ve
örgütlenmeden, bilinç ve örgütten alınan güç doğru kullanılırsa Kürdistan
devrimi her parçada yenilmezdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder