Bir ideoloji olarak ırkçılığın kapitalist üretim tarzından kaynaklanması, onun “kurmaca” olmadığını da kanıtlar; “sınıfsal bir zorunluluğun çocuğudur”, demek belki daha doğru olur.
Irkçılık ideolojisindeki “değişimlere” koşut olarak, ırkçılık kavramı da “değişime” uğradı: Artık “daha aşağı“ bir ırkın varlığından söz edilmiyor. Irkçılık kapsamında biyolojik gösterenlerin yerine, kökenlerinden dolayı bir başka kültür dünyasına bağlı insan gruplarının “varlığı” geçti.
Milliyetçilik “yükseliyor” saptamasını “sosyolojik” anlamda doğrudur; siyasal-politik anlamda ise “silikleşti.” Politik anlamda milliyetçiliğin “bekareti” bozuldu; dönüşüme uğradı ve varoşlarda “arzu” etmekle istemekle edinilen bir “şiddete” dönüştü.
“Gelecek, yaptıklarımız kadar yapmadıklarımızla da biçimlenir.”
Irkçılık “dışlayıcı” bir yaşam deneyimi olarak “sömürgecilik” döneminde ortaya çıkıyor: Avrupalılar, Amerika’yı sömürgeleştirince, “köle statüsünde” çalıştırılan niteliksiz ya da yarı-nitelikli işçilerle tarım yapılan büyük çiftlikler doğuyor; bu çiftlikler, sahibinin mutlak egemenliğine dayalı olarak yönetilen dönemin ekonomik ve siyasal kurumları olarak öne çıkıyor.
İşte ırkçılık ilk kez “plantasyon” adını alan bu çiftliklerin sahiplerinin “ideolojisi” olarak beliriyor ve kapitalist üretim ilişkisi içinde kullanılan “köle emeğini”, “köle emeğine sahip kimliği” tanımlamayı amaçlıyor.(2) Kapitalist üretim biçiminde, “ücretli-özgür emek” söz konusu olduğu için böylesi bir ideolojinin düşünsel üretimine “mecbur” kalınıyor. Üretilen ideolojinin verdiği güçle sömürgecilik dönemimndeki ırkçılık, “biyolojik ölçütlere” göndermeler yaparak son derece “vahşi” uygulamalar biçiminde yaşama taşınıyor. İşte bu vahşi uygulamalar kapsamında, Kuzey Amerika’da yaşamış olan yerli halklara, onları soykırıma uğratan “Beyaz Adam”, biyolojik ölçütü çağrıştıracak biçimde “Kızılderili”(Redskin) dedi: Orada-burada bilinçsizce kullandığımız “Kızılderili” adı, Avrupa kökenlilerin Amerika’da uyguladığı “ırkçılığın” kanıtından başka bir şey değildir.
Böyle olmakla birlikte ırkçılığı, yalnızca “sömürgecilik” dönemine özgü bir ideoloji olarak algılayamayız: Biraz yakından bakarsak kapitalist üretim ilişkilerinin kendi işleyiş mantığı gereği ırkçılığa “zorunlu” olduğunu hemen algılarız. Bir ideoloji olarak ırkçılığın kapitalist üretim tarzından kaynaklanması, onun “kurmaca” olmadığını da kanıtlar; “sınıfsal bir zorunluluğun çocuğudur”, demek belki daha doğru olur. Nerede bir kapitalist üretim ilişkisi varsa, orada bu “çocuk doğuma” hazırlanır: “Irkçılık Batı’ya özgüdür”, yargısı; kapitalist ilişkilerin önce orada “kök salması” nedeniyledir.
Benim toprağımda da “uygulama acımasızlığıyla” belirgin bir ırkçılık vardır; ama bu ırkçılık Batı’daki özgün halinden “farklıdır”: Biyolojik ölçütlerden çok, “kültürel ölçütleri” kendisine gerekçe yapan bir ırkçılıkla iç içe yaşadık-yaşıyoruz. Farklılıklarıyla belirgin bu ırkçılığı “kavramlaştırmanın” zamanı gelmiş de geçmiştir bile.
Üstelik bugün Batı kapitalizmi, ırkçılığı, tarihindeki “özgün biçiminden çok farklı biçimde” uyguluyor: Hemen her krizde, yoksullaşan kitlelere, bunun sorumlusu olarak “göçmen işçileri” gösteriyor. Göçmen işçilere yönelik öfke “iş yapacak” duruma taşınınca onları önce “üretim sürecinden”, sonra da “yaşamdan kovmaya” yelteniyor (3). “Yeni-ırkçılık” denilen şey işte bu.(4)
‘Bilimsellik görüntüsü’ ve ırkçılık
Günümüz ırkçılığını, geçmiş ırkçılık uygulamalarından ayırt etmek için “modern ırkçılık”, “çağdaş ırkçılık”, “ırksız ırkçılık”, “kültürel ırkçılık” ya da “yeni ırkçılık” kavramlarından birinin kullanılması gerekli ve anlamlı olacaktır. Batı’da “bilimsellik görüntüsü” verilerek yaşama taşınan ırkçılık, milyonlarca insanın katledilme nedeni bir ideoloji olmuştur. Bu yazı dizimizde de bir ideoloji olarak ırçılık, kültürel ırkçılık ve göçmenler, Aleviler ve Kürtlere yansımasını ele alacağım.
İnsanlık geçmişinde yabancıya karşı iki tür tutum takınmıştır:
- Yabancıyı aşağılamış, onu düşman kabul etmiş; ondan uzak durmayı yeğlemiş ancak onu yoketmeye yönelmemiştir.
- Yabancıyı merak etmiş, onunla ilişki kurmayı istemiş ve onu değerli görmüştür.
Poliakov, “Başlangıçta yabancı vardı”, diyor ve bu özlü sözünü; “Her uygarlık, kendisini yabancı olanla ayrış-tırarak tanımlama eğilimine sahiptir.”(5), diyerek tamamlıyor.
İlkçağ’da, köleciliğin “doğallık” ölçütleriyle ilişkilendirilmesi(Aristoteles’te olduğu gibi) köleci toplumun savunulmasıdır ama “ırkçılık” değildir. Daha açık algılanması açısından Marx’ın “yabancı emek gücünün kullanılması”na ilişkin görüşlerinin anımsanmasında yarar vardır: Marx köleciliği, “ataerkil” egemenlik ilişkilerinin “genişleme” koşullarında ele alıyor ve bu koşullarda, “yabancı emek gücünün kullanımı”nın özünü görüyor. Çocukların ve kadının aile içinde, “erkeğin kölesi” olmasını, kölecilik için bir “öz” oluşturduğunu belirtiyor; köleciliğin, “çok kaba ve gizli bir seçeneği” olarak yorumluyor. Bu bağlamda, burjuva ekonomik sistem, kendi içinde “her türden ekonomik ilişkiye gereksinim hisseder.” Marx’ın yaklaşımının izini sürerek benzer bir işleyişi “ideolojik yapılar” için de düşünebiliriz: Burjuva sistem, yapısındaki bir zaafı-eksikliği-kusuru “aşabilmak” için ırkçı ideolojiyi “geliştirip- dönüştürerek” kullanır; geliştirdiği-dönüştürdüğü ırkçılığı “kullanıma” sunarken eski sistemlerin dışlama deneyimlerini-açıklamalarını “kendine mal eder.”
Irkçı ideolojiyi “kapitalizmin bir ürünü” olarak görmek, Yahudi düşmanlığının ırkçılık olup olmadığını zorunlu olarak gündeme getirir: “Poliakov anti-Yahudizm ve antisemitizm ayrımı yapıyor ve bunların farklı tutumlar olduğunu ekliyor. Düşüncesinde böyle bir ayrıma yer vermeyen Memmi ise antisemitizmin ırkçılıktan başka bir şey olduğuna inanmadığını söylüyor. Memmi’ye göre antisemitizm, nesnesini daha kesin çizgilerle tanımlamış bir ırkçılık türüdür, antisemitizm Yahudileri hedef alan bir ırkçılıktır.”(6)
Yahudi geçmişini yakın zamana değin izlediğimizde, örneğin Ortaçağ İspanya’sında sosyo-ekonomik gelişime önemli katkılar verdiğini görüyoruz: Ancak iktidar değişimleri onların konumlarını doğrudan etkiliyor; bu etkiler kimi zaman “olumlu”, kimi zamansa “olumsuz” oluyor. Olumsuz etkilenmeler arka arkaya eklenince Yahudiler “sürgüne” gönderiliyor ya da “katliama” uğratılıyor. İlk katliam 1066 yılında Granada’da gerçekleşiyor. 1450’yi izleyen yıllarda, Yahudileri dışlama gerekçelerine “yeni” bir olumsuzluk ekleniyor: “Kan saflığı” düşüncesi, Yahudi düşmalığının “belirleyici gerekçesi” olup çıkıyor; Yahudi kanı taşıyanlar kamu kuruluşlarından atılıyor; engizisyonun da sürece katılmasıyla “biyolojik gösterene” dayalı ırkçılık boy veriyor.
Kapitalizm ırkçılığı üretir
Irkçılığın baskıcı bir öğreti olarak ortaya çıkması, “sömürgecilik” dönemiyle birlikte başlar: XVII. yüzyılda, köle ticaretinin zirve yapmasıyla “biyolojik gösterene” dayalı ırkçılık en “azgın” dönemini yaşar; işgal edilen toprakların yerlileri “biyolojik gelişmemişliğin”, yani “biyolojik bozulmuşluğun-yozlaşmanın” kimliği olarak algılanırlar. Bu kimlik, XIX. yüzyılda, Naziler tarafından Yahudilere yapıştırılır: Bilimsel “görünümlü” kuramların eşliğinde üstün ari-ırk/aşağı Yahudi ırk “ayrımı” belleklere kazınır. Görüldüğü gibi “sahte bilimsel” açıklamalar Yeniçağ’a özgüdür: Bu bağlamda yapılan beyin anatomisi araştırmalarıyla Avrupalı beyninin diğer ulusların beyinlerine oranla “daha çok bilgi içerme kapasitesine” sahip olduğu sonucuna varılır. Böylece XIX. yüzyıl Avrupası, insan türünün “aşağı ve üstün ırklara” ayrıldığına ikna olur.
Günümüzdeki ırkçılık, kültürel ve etnik farklılıkları “aşılmaz” bir kader olarak algılar; tıpkı siyah olmanın değiştirilemezliği gibi. Irkçılığın biyolojik temellendirilmesi, hem bilimsel açıdan “mahkum” edilmiş hem de Nazilerin kullandığı yöntem nedeniyle taşınamayacak denli “kirlenmiştir”. Biyolojik gösterenli ırkçılık yalnızca “yaşamdan” değil, kafalardan da “kovulmuştur”. Çağdaş kapitalizm, yapısında, ırkçılığın yaşamasını gerektiren nedensellikler taşır; sıralayalım:
- İşçiler arasındaki ekonomik rekabet, ücret farklılığı yaratır: Bu farklılık, iki ayrı ulustan işçilere bağlandığında ırkçılık yapılanmaya başlar.
- Beyaz işçi (egemen ulusun işçisi), kendini kendi ulusunun kapitalistiyle özdeşleştirir; ırkçılık alan bulur ve aidiyet duygusu, dinin işlevini üstlenir.
- Beyaz işçinin kendini, patronuyla aynı aidiyette hissetmesi, ırkçılığı kapitalist sınıfın hizmetine sokar.(7)
Callinicos’un sıralamasını basitleştirerek verdik: “... açıklamaları önemli oranda ikna edici olmakla birlikte, ırkçı ideolojinin bugün neden gerekli olduğunu cevaplamada bir kayganlık taşıyor... ırkçılığın ekonomik gereklilik olmaktan çok, bir ideolojik gereklilik taşıdığı izleniminde kendini dışa vuruyor. ...Rauf, çok yerinde bir yaklaşımla, ırkçılığın ortaya çıkışı ile burjuva toplumunun gelişimi arasındaki paralelliğin gösterilmesinin, ırkçı ideolojinin kapitalist ekonomiyle dolaysız bağlı olduğunu göstermeye yetmeyeceğini söylüyor. Irkçı ideolojiyi burjuva toplumuyla bağlı ele alabilmek için onun kapitalist ekonominin bir işleyişinden dolaysız olarak türediğini göstermek gerekiyor... Rauf,... basitleştirerek açıklıyor: İşçi kendi çalışma süresinde ücret olarak ödenen değerden daha fazla bir değer yaratır. Bu artıdeğere el koyan patronun da iki seçeneği vardır. Ya el koyduğu artıdeğerle yeni üretim araçlarına yatırım yapar ya da yeni işgücü satın alır. Kural olarak teknik nedenlerle yeni ek işgücü edinmek çok akıllıca değildir. Buradaki teknik sorun, makinelerin haddinden fazla çalışacak olmasıdır. Bu durumda patron daha az işçinin çalışmasını gerektiren yeni makineler satın alır. Bu ise sermayenin organik terkibinin değişime uğraması demektir. Bu değişim sabit sermayenin, değişken sermaye karşısında büyümesidir... ama bu hep böyle olmak zorunda değildir. Kapitalist üretim tarzı ikinci bir yolu da deneyebilir: ...yukarıda da değinildiği gibi sermayenin artıdeğer üreten kesimi değişken sermayedir, öyleyse artıdeğerin artırılması, temel olarak, değişken sermaye giderlerinin düşürülmesine bağlıdır. Yeni teknolojiler alınmadan ve mevcut makineler yenilenmeden değişken sermaye giderlerinin düşürülmesinin çeşitli yolları vardır... Bütün bu karmaşık süreçlerde yapılacak en akıllıca iş, ya işgücünün ucuz olduğu yerlere taşınmak ya da işgücünü ucuz olduğu yerden çekip almaktır. Her iki durumda da ırkçılık varlık alanı bulur.”(8)
Korkunun ırkçılığa katkısı
Korku zeminine taşınan birey, kendisine bir “kurban” arar; bunun için “toplumsal gerilimden” yararlanır. Toplumsal gerilimler arasında yer alan “etnik azınlığı” ya da felsefe-öğreti-inanç bakımından “farklı bir topluluğu” suçlu ilan eder. Böylece kendi saldırganlığını “yansıtma” yoluyla kurbanına “aktarmış“ olur. Aktarma tamamlanır tamamlanmaz ırkçı birey, egemenle özdeşleştirdiği bireysel üstünlüğünü “yitirmekten” korkar: Korkunun izinde, egemen sınıfın amaçlarını “kendi amacı” beller ve amacının “iptal” olmasından korku duyar:
Demek ki “Irkçı insan korkak insandır; o korkar, çünkü saldırgandır, o saldırır, çünkü korkar. Olası bir saldırıdan korkan ya da olası bir saldırıya inanan insan, gerçekten saldırır, korkusundan kurtulmak için saldırır.”(9) Bu gerilim “cangılında”, toprağım özelinde, “kültürel ırkçılık” uygulamaları devreye sokularak “dışlanması” gereken korku kaynakları etnik temelde “Kürtten korkma”(Kürtfobi) ve felsefe-inanç-öğreti temelinde “Alevilikten korkma”(Alevifobi) biçiminde öne çıkarılmıştır.
Cinsiyetçiliğin ırkçılığa katkısı
Irkçılığın “korku” dışında “cinsiyetçilik” ile de bağları kurulmuştur. Bu konuda Foucault ön alır ve burjuvazi açısından cinsel organın nasıl kavrandığını tartışarak açıklıyor: Cinsel organ, burjuvazinin, egemen olduğu kişileri daha çok çalıştırmak için bedenlerinde iptal ettiği bir bölüm değildir. Tersine, burjuvazi cinsel organına gizemli ve belirsiz bir güç yakıştırarak bedenini onunla tanımlar. Soyu üstünde kaçınılmaz etkileri olacağını kabul ederek, geleceğinin cinsel organına bağlı olduğunu düşünür. Burjuvazi, cinselliğinden yola çıkarak özgün bir beden, sağlıklı yaşam ve sağlığın korunmasıyla, ortaya çıkaracağı soy ve ırkla bir ‘sınıf’ bedeni oluşturmaya çabalar. Yapmaya çalıştığı, bedenin cinselleştirilmesi, cinsel organla bedenin içten birleşmesidir. Burada yapılan aristokrasinin kendi bedeninin özgünlüğünü olumlaması gibidir. Aristokrasi kendi bedeninin özgünlüğünü soyunun çok eskilere dayanması ve kana bağlı olarak anlatıyordu. Burjuvazi ise kendi bedeniyle ilişkisinde ters yöne bakar: gelecek soyu ve organizmasının sağlığı: ‘Burjuvazinin ‘kan’ı cinsel organı oldu.”(10)
Irkçılığın cinsiyetçilikle “birlikte” anılmasının bir başka nedeni üzerinde de duruldu: “Bu ilişki, yabancı olanın dişileştirilmesi şeklinde ifade buluyor. Yani yabancı olan da tıpkı kadınlar gibi, edilgen, irrasyonel, aşırı duygusal olmakla tanımlanıyor. Her iki grubun da ‘doğaya yakın oluşu’ tespiti, uygarlığa daha az yatkın olma tanımlamasıyla birleşiyor ve bu insan grupları üstündeki kontrolün meşrulaştırılması sağlanmak isteniyor.”(11)
Devlet ırkçılığı
Foucault, “devlet ırkçılığı” dediği süreci açıklarken iktidarın XIX. yüzyılla birlikte yaşamı göz önünde tutmaya başladığını belirtir. İnsan üstünde iktidar kurma diyebileceğimiz bu gelişme “biyolojik olanın devletleştirilmesi”nden başka bir şey değildir. Artık geçmişte, öldürme hakkını elinde tutan hükümranlık iktidarı yerine, biyo-iktidar teknolojisiyle birlikte, canlı varlık insanın üzerinde “yaşatma” iktidarı olan çok bilgili bir iktidar ortaya çıkıyor; hem “bedenin” hem de “yaşamın” sorumluluğunu yüklenen bir iktidar. “Yaşatma” amaçlı biyo-iktidara, -Sen öldürme yetkini nasıl kullanıyorsun?, diye sorduğumuzda devlet yapısındaki ırkçılığın kapısı açılmış olur: “Irkçılığı devletin mekanizmalarına sokan, işte bu biyo-iktidarın birden belirimidir. Irkçılık, iktidarın temel mekanizması olarak, modern devletlerde kendini gösterdiği biçimiyle, bu anda yerleşir, ki bu da, belirli bir zamanda, belirli bir ölçüde ve belirli koşullarda, ırkçılıktan geçmemiş hiçbir modern devlet işleyişi olmadığını gösteriyor.”(12)
Irkçılığın devlet mekanizmasına sokulmasıyla iktidarın sorumluluk yüklendiği yaşam alanında, “ölmesi gerekenle yaşaması gereken” arasında bir “kesinti” ortaya çıkıyor: “Yaşamak istiyorsan ötekinin, dışlananın, aşağı olanın öldürülmesi gerekir”, yargısı yaşamda “kol gezmeye” başlıyor.
Irkçılık ile milliyetçilik arasındaki ilişki, dışarıdan bakıldığında karmaşıktır denilebilir. Bana, “ırkçılık hakkında ne düşündüğünü söyle ben sana milliyetçiliğin neresinde olduğunu söyleyeyim”, sözü bu karmaşıklığı açıklar niteliktedir. Kapitalist birikimin “denetimine” eşlik eden ideolojinin adı milliyetçiliktir.(13)
Modern anlamıyla uluslar, “Ortaçağ Hıristiyanlığının çöküşüyle” ortaya çıkar: Bu çöküş önce Güney Fransa’da, daha sonra Kuzey İtalya’da gerçekleştiği için ulusalcılık öncelikle buralarda başladı: “Örtüşen kültürel özelliklerin tanımladığı etnik grup, kendi varlığından emin olmanın ötesinde kendisine ayrıca politik bir sınır da istediği zaman, etnisite politikleşir ve milliyetçiliği doğurur.”(14)
Çöküşü hazırlayan etkenlerin başında “dil olgusu” gelir: Halkın dilinde kitap basımının ve dağıtımının yarattığı etki, Hıristiyanlığın kutsal dili Latinceyi, zâhiri zeminden bâtıni zemine taşıdı. Gelişen kapitalizm, yaşama taşındığı hemen her toprakta, kutsal dilin ötesinde yayın dilleri yarattı ve Anderson’a göre ulusal bilincin temellerini attı: Öncelikle konuşarak anlaşamayan yığınlara, yazılı kağıtlarla anlaşma yolunu açtı. İkincisi uluslaşma için gerekli kadimlik-ezelilik düşüncesinin oluşturulmasına hizmet etti.
Üçüncüsü ise halk dillerinden bir iktidar dili yarattı. (15) Bu nedenle E.J. Hobsbawn, “...ölü ‘klasik’ ya da ritüel diller ne kadar prestijli olursa olsunlar milli dillere dönüşmeye uygun değillerdir” diyor.(16)
Ortaçağ’da, imparatorlukların gücü “çözülünce” Papalık “iktidar kaybına” uğradı: Bu gelişmeyle birlikte ulus devletlerin “temeli” atılmış oldu. Artık bilimin-kültürün taşıyıcısı rahipler ve ulema değildi; ruhbanlık “dışı” insanlardı. Açıkçası kitap basımının “icat” edilmesiyle ruhbanlık dışı bir seçkinler topluluğu oluştu; bilgi ruhbanların “tekelinden” çıktı.
Irkçılığın ve milliyetçiliğin “aynı” üretim ilişkisi içinde ortaya çıktığını söylemek yanlış olmaz: Irkçılık da milliyetçilik de içinden doğdukları üretim ilişkisinin “yerleşmesini ve sürekliliğini” sağlayan ideolojilerdir; kendilerini yaratan üretim ilişkisine ilişkin farklı işlevleri vardır ve farklı işlevleriyle üretim ilişkisinde ortaya çıkan sorunların “çözümünü” sağlarlar.
Günümüz ırkçılığı
Irkçılık, başlangıçta, kapitalist üretim ilişkisi içinde “köle emeği kullanmayı meşru kılmanın” ideolojisi olarak ortaya çıktı. Günümüzde ise köle emeğinin yerini “göçmen işçilerin” ücret “eşitsizliği” ve onlara sunulan işin “niteliği” aldı. Bu bağlamda günümüz ırkçılığı, bu ırkçılığı kullananlar tarafından, kendileriyle “ortak bir geçmişe sahip olmayan” insanlara dayattığı bir ideolojidir artık. Diğer taraftan günümüz ırkçılığı, ulusal sınırlar içinde, dışlanan etnik ya da farklı kültürel gruplara karşı uygulanan baskı ve egemenliğin “gerekçesini” oluşturmaktadır.
Milliyetçiliğe gelince milliyetçilik, aynı üretim ilişkisi içinde, emek gücünü satmak zorunda kalan insanları “sisteme bağlamanın” ideolojisidir. Bu haliyle günümüz milliyetçiliği, onu kullananlar tarafından, kendileriyle “ortak bir geçmişe sahip” oldukları insanlara dayattığı bir ideolojidir.
Irkçılık ideolojisindeki “değişimlere” koşut olarak, ırkçılık kavramı da “değişime” uğradı: Artık “daha aşağı“ bir ırkın varlığından söz edilmiyor. Irkçılık kapsamında biyolojik gösterenlerin yerine, kökenlerinden dolayı bir başka kültür dünyasına bağlı insan gruplarının “varlığı” geçti. Belirleyici anlamda öne çıkarılan bu kültürel özelliklerin “aşılamaz” olduğu yargısıyla farklı kültürlerden gelen insanların “benzer olmadıkları” ve “olamayacakları” bir bakıma ortak kabule bağlandı; aptallık, tembellik, pislik vb. niteliklerin sözü edilen kültürel “farklılıklardan” kaynaklandığı benimsendi.
Özetle ırkçılık ideolojisindeki biyolojik gösterenlerin yerini “kültür” kavramıyla ilişkilendirilen “belirlemeler” aldı: Ve “yeni ırkçılık”, kültürler arasındaki farklılığa dayanarak temellendirildi. Artık, ırkların kana bağlı olarak değil de “kültüre bağlı” olarak tanımlandığı bir dönemi yaşıyoruz. Frantz Fanon durumu çarpıcı biçimde açıklıyor: “Kendini rasyonel, bireysel, genotip ve fenotip(...) belirleyerek sunan ırkçılık bir kültürel ırkçılığa dönüşüyor. Irkçılığın nesnesi artık tek tek insanlar değil, özellikle belirli bir varoluş biçimi.”(17)
Fanon’un üç gözlemi
Fanon’un konuya ilişkin bir diğer saptaması da sömürü biçimindeki “evrimleşmenin-değişimin” bir sonucu olarak ırkçılık kavramı “değişime” uğramıştır, şeklindedir: Fanon’a göre “...vulger ırkçılığın, insanın kol emeğinin kabaca ve acımasızca sömürüldüğü döneme uygun olduğu. Ama üretim araçlarının giderek mükemmelleşmesi, insanın sömürülmesinin teknikle perdelenmesine neden oluyor. Üretim araçlarındaki bu mükemmelleşme, ırkçılık biçiminin de değişmesini getiriyor.”(18) Fanon üç gözlemde bulunuyor:
- Irkçılık durağan bir olgu değildir; zaman içinde kendini yenileme, yeni biçimler kazanma özelliğine sahiptir.
- Başlangıçta, biyolojik gösterenlere bağlı ırkçılık, sömürgecilik dönemine özgüdür.
- Irkçılık, sömürgeci yönetimlerin merkezi unsurudur; sömürgecilerin amacına uygun olarak sömürge halkların nesne durumuna getirilmesini sağlar.
Yeni ırkçılığın saptanmasında “uygulamanın kendisi” yeterince kanıttır: Balibar, “yeni ırkçılık sömürgecilikten kurtuluş çağına, eski sömürgeler ile eski anavatanlar arsındaki nüfus hareketlerinin tersine çevrilişine ilişkin bir ırkıçılıktır. Aynı zamanda insanlığın tek bir politik alan içinde parçalanışı çağına ait bir ırkçılıktır.”(19), saptamasında bulunuyor.
Poliakov, Avrupalı olmayan kültürlerde yabancılara karşı düşmanca duyguların gizli izleri görünüyor olsa da yalnızca Batı’da, ırkçılığın “suça” neden olduğunu belirtiyor. Irkçılığı yalnızca Batı Kültürü kavramıyla tartışmanın eksikliğini Alex Demirovic kapatıyor: “...ırkçılık Batılı bir olgu değil de kapitalist üretim ilişkileriyle yaşam alanı bulan bir ideoloji olduğundan, kapitalist ekonominin daha yakın tarihlerde yerleştiği ülkelerde de ırkçılığın araştırılması anlamlı bir çabadır.”(20)
Kapitalist ilişkilerin izi sürüldüğünde, kültürel ırkçılığın kurbanları bir-bir ön almaya başlar:
- İlk ırkçılık kurbanı insanlar, işgal edilen toprakların yerli halkları oldu (Kızılderililer, Aborjinler vb.)
- Irkçılığın ikinci grup kurbanları, kapitalist ekonominin ucuz işgücü talebine bağlı olarak köklerinden sökülerek Amerika’ya taşınan Afrikalılar oldu.
- Irkçılığın üçüncü grup kurbanları, Batı ülkelerine iş-aş peşinde ya da can güvenliği nedeniyle göç eden işçilerimiz-insanlarımız oldu.
- Irkçılığın dördüncü grup kurbanları ise toprağımda ya da toprağıma benzeyen topraklarda, egemeni rahatsız eden bir kültürün taşıyıcıları-yaşatıcıları durumundaki topluluklar (Kızılbaşlar, Kürtler vb.) ya da azınlıklar (Ermeniler, Rumlar, Yahudiler vb.) oldu.
‘Entegrasyon’ ve ırkçılık
Bugünün uygar diye tanımlanan dünün sömürgeci toplumları; kendi geçmişlerini, günün “tasallutundan kurtardıklarını” sanıyorlar. Bu güven içinde göçmenlerin kültürel geçmişlerini “iptal” ediyorlar. Göçmenlerin kültürlerinin yaşama taşınabilmesi için “özne” kabul edilmesi gerekir. Ama hayır!, siz “özne” olamazsınız, deniyor: Siz çağımızın öznelerinin, yani gelişmiş Batı toplumlarının “nesnesi” olabilirsiniz ancak. Kültürel tarihiniz olamaz; kültürünüzü tarihselleştiremezsiniz. Buna yeltenirseniz, “gerici” bir içeriği uygarlığa “dayatmış” olursunuz ve ben “bugünün saldırısından sizleri kurtamam”, denmek isteniyor bir bakıma. Aslında bu yaklaşım, tek-kültürlü bir toplum yaratmak için başvurulan bir “kültürel ırkçılık” uygulamasıdır.(21)
Şimdi “entegresyon” dönemi: Nedir entegrasyon? Son zamanlarda, insanların bir toplumla bütünleşmesini, uyumunu anlatmak için sıkça kullanılan bir terim. Örneğin “göçmenlerin” Batı toplumlarıyla entegrasyonu. Batı dayatmalarını, kültürel ırkçılık kapsamında yaptığı her türlü işi artık “entegrasyon” uygulamaları biçiminde yaşama taşıyor. Burada sözü, konuya ilişkin feryat eden ve sesini duyuramadığından yakınan HTİB genel Başkanı Mustafa Ayrancı’ya verelim:
“Son yıllarda, Batı Avrupa ülkelerindeki göçmen işçilerin bulundukları ülkelere uyumu konusundaki tartışmalar da biraz körlerin fili kendi gözlemlerine göre nasıl algıladıklarına benzemektedir. Özellikle yetmişli yılların ikinci yarısından itibaren başlayan tartışmaların günümüzdeki aldığı biçimlere bakarsak, entegrasyon kavramından herkesin ne kadar farklı şeyler anladığını gözlemek daha da kolaylaşır.
Gerçekten de yetmişli yılların ikinci yarısından itibaren yapılan değişik araştırmalar, o zamana kadar misafir oldukları düşünülen göçmen işçilerin artık kalıcı olduklarını göstermeye başlamıştır. Kendi dilleri, kültürleri, alışkanlık ve gelenekleriyle gittikleri ülkelerde dikkat çeken azınlık gruplar oluşturan göçmen işçiler, şimdiye kadar birçok politik, ekonomik, sosyal ve akademik tartışmanın konusu olmuşlardır. Entegrasyon konusu da bu kalıcılık eğiliminin belirginleşmesiyle ortaya çıkan bir tartışmadır....
Hollanda, Danimarka ve Belçika’da olduğu gibi birçok ülkenin parlamentosunda, bu potansiyel tehlikeyle başedebilmek için bireysel hak ve özgürlükleri sınırlayabilecek yasal değişiklikler önerilmekte, özellikle müslüman gruplara karşı ceza yasalarının daha sert uygulanması tavsiye edilmektedir.
Entegrasyon tartışmalarında en çok üzerinde durulan önermelerden biri, entegrasyonun kendi kimliğini ve kültürünü koruyarak gerçekleşmesi gerektiğidir. Asimilasyon dayatmalarına bir alternatif olarak ileri sürülen ve çok kültürlü toplum modelini savunanların önemli bir kısmı da katıldığı bu görüşe göre entegrasyon, ancak azınlık gruplarının kendi kimlik ve kültürlerini koruyarak, başarılı olabilir. Bunun dışında zorlanacak ya da önerilecek yollar bu alandaki çabaları başarısızlığa uğratmaktan başka hiç bir işe yaramayacaktır. İlk bakışta birçok insana doğru gibi görünen bu görüş kendi içinde bazı çelişkileri de barındırmaktadır...
11 Eylül’le yaratılan tehlike
Artık insanlığın ortak belleğinde ve tarihin arşivlerinde kalması beklenen ve bir cinnet sayılabilecek bu acı olaylar ne yazık ki günümüzde de bir başka boyutta ama benzer gerekçe ve araçlar kullanılarak sürdürülmektedir.
11 Eylül saldırıları gerekçe gösterilerek sözde uluslararası terörizme karşı başlatılan savaş, pratikte başta ABD olmak üzere birçok ülkede müslüman gruplara karşı bir saldırıya dönüşmüştür. Birçok Batı Avrupa ülkesinde bazı fanatik grupların varlığı bahane edilerek neredeyse müslüman olan ya da müslüman olduğu sanılan bütün insanlara potansiyel bir tehlike olarak bakılmaya başlanmıştır. Neredeyse İslam dini ve müslüman ülkelerden gelen grupların kültürleri terörizmle özdeşleştirilmektedir. Bu nedenle, Hollanda, Danimarka ve Belçika’da olduğu gibi birçok ülkenin parlamentosunda, bu potansiyel tehlikeyle başedebilmek için bireysel hak ve özgürlükleri sınırlayabilecek yasal değişiklikler önerilmekte, özellikle müslüman gruplara karşı ceza yasalarının daha sert uygulanması tavsiye edilmektedir. Bu durum, İkinci Dünya savaşının ardından Batı ülkelerinde başlatılan komünist avı şimdi müslüman avına dönüştürülmüştür...
Günümüzde göçmen grupların karşı karşıya bulundukları ekonomik ve toplumsal: eşitsizliklerden dolayı ortaya çıkan, gençler arasındaki suç işleme oranının yüksekliği, uyuşturucu ticareti ve kullanımındakı artış, insan kaçakçılığı ve eğitimdeki gerilik gibi birçok sorunun nedeni olarak onların kültürleri gösterilmektedir. Hatta bazı politikacılar bu farklı kültürleri suç ve suçlu üreten yuvalar olarak görmekte ve neredeyse ancak yabani hayvanları ehlileştirmek için uygun görülebilecek yollar önermektedirler. Bu tutum aslında varolan ekonomik ve toplumsal eşitsizliklere göz yumarak öküzün altında buzağı aramaktan başka bir şey değildir. Çünkü bu gün yaşanmakta olan sorunların önemli bir bölümü yabancıların benimseyip yaşadıkları kültürlerden değil varolan sistemlerin göçmenleri kabul etme yetersizliğinden ve isteksizliğinden kaynaklanmaktadır...
Misafirlik ve göçmenlik gibi evreleri geride bırakarak Batı Avrupa ülkelerinde kalıcı azınlık grupları oluşturan göçmen işçi hareketi, göç kabul eden başka ülkelerde pek fazla da benzeri olmayan yeni bir aşamaya girmiştir. Bu aşamayı belirleyen en önemli özellik artık onların bu ülkelerde kalıcı olmalarıdır. Yaşanan ve gelecekte de yaşanması olası görünen bir yığın soruna rağmen içinde yağadıkları ülkelerin ve toplumların bir parçası haline gelmeleridir. Bu nedenle hem azınlıkların hem de onları temsil ettiğini savunan örgüt ve kurumların göçmen işçi hareketinin ulaştığı bu tarihsel ve sosyolojik aşamanın özelliklerini dikkate alarak konumlarını ona göre yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir...
Artık azınlıklar kendilerini içinde yaşadıkları toplumdan soyutlayan farklı gruplar olarak tanımlamak yerine, azınlık olmaktan kaynaklanan kimi sorunları olsa bile, içinde yaşadıkları ülkenin ve toplumun bir parçası olarak görmeli ve öyle tanımlamalıdırlar. Yalnızca azınlık olmaktan dolayı yüzyüze oldukları sorunları vurgulayıp durmak yerine içinde yaşadıkları toplumun kendilerini de doğrudan ilgilendiren sorunlarına ilgi gösterip, o sorunların çözümüne katkıda bulunmaya çalışmalıdırlar...
Hatta bazı ülkelerde ayrımcılık yapılmasına olanak sağlayacak anayasal değişiklikler önerilmektedir. Azınlıkların kültürlerini küçümseyen, onların yaşam biçimlerine, alışkanlık ve geleneklerine üstten bakan ve özellikle de ne tür tehlikeli sonuçlara yol açacağını düşünmeden, onların inançlarını alay konusu eden çevre ve gruplar uyum çabalarının önüne olmadık yeni engeller çıkarmaktadırlar.”
Toprağımda uzak geçmişten bu yana sayısız kültür bir arada yaşıyor: Ama bu durum, tarihin şu ya da bu sürecinde ırkçılığın ortaya çıkmasına “engel” değil. Çeşitlenemeyen ve güncel ideolojiler üretemeyen, kendisini o ideolojilerin “çoğulcu” yanıyla bütünleştiremeyen bir toplumla karşı karşıyayız. Bu durum, “siyaseten özürlü” olmak anlamına gelir. Böylesi koşulda “milliyetçilik ve onun çeşitleri” öne çıktığında/çıkarıldığında kendisini “liberal, demokrat” ya da “sol” diye tanımlayan “siyaset” hızla “tükenmeye” başlar. Cehenneme “mahkûmiyetimiz” kesinleşmiş durumda: Biz, “mahşerin üç atlısı“ndan (milliyetçilik-ulusçuluk-yurtseverlik) hangisinin bizi kurtuluşa taşıyacağını/esenliğe çıkartacağını tartışıyoruz.
Milliyetçilik bize bugün “iki seçenek” dayatıyor: Bu “seçenek” dayatmalara direnemezsek ya yaşamımızı bir “içgüdüye” teslim edeceğiz ya da yalnızca başkalarını değil, bizi de tahrip edecek bir “şiddet dilinin” içine taşınacağız.
Milliyetçiliğin bize sunduğu bu iki seçeneği de yadsımak; Türklüğü, “aşırı gelişmiş bir milli kültür bilgisi”nin “tasallutundan” kurtararak, “adaletin-vicdanın ve politikanın” diline taşıyıp “barış içinde yeniden kurmak” artık “yükümlülüğümüzdür” diyorum. Eğer “demokratik bir Türklüğün” yapılandırılması amacımızsa eğer hiç zaman yitirmeden “Ne mutlu Türküm” ile “Ne mutlu Ermeni’yim” sloganlarını birleştirecek bir “toplumsal barışı” kurmak zorundayız.
Günümüz Türkiye’sinde “milliyetçilik-ulusçuluk-yurtseverlik” terimleri, kendilerine ilişkin “genel” ve “özgül” bağlamlarından soyutlanarak ele alınıyor. Oysa bu terimlerin hem tarih içinde anlamları vardır hem de Türk siyasal ve toplumsal bilincinde zaman zaman kazandığı “özel”, “özgül” anlamları oluşmuş durumdadır. Özünde günü-zamanı geldiğinde her terim “anlam kayması”na uğrar: Yanlış ve sakıncalı olan bunun “politik bir dürtü” ile yapılması ve “gözlerden saklanması”dır. Milliyetçilik özünde iki önemli noktaya “yüklenerek” oluşmuştur diyebiliriz:
1) Fransız İhtilali ve onun burjuvaziyle olan derin ilişkisi nedeniyle burjuvazinin kendisini var etmesinin nedeni olarak ortaya çıktı.
2) Ulus-devlet oluşturmanın en önemli “kurucu elemanı” olarak ortaya çıktı.
Bu nedenle çok katmanlı, çok anlamlı bir terimdir “milliyetçilik”: “Siyasal” bir kavram olarak üretilmiş ve süreç içinde bütünüyle “siyasallaşmıştır”. “Ötekini”, yani Türklük dışında kalan etnik yapıları “düşman” kabul eden bir siyasal çıkışa “yatırım yaptığı“ için milliyetçilik, “ideolojiler yelpazesi”nin “kötü” terimi sayılmıştır denilebilir. Nasıl algılarsak algılayalım: Milliyetçiliği “siyasal-kültürel” bir terim olarak tanımlamak belki daha doğru.
Türkiye’de milliyetçiliğin “üç büyük dönemeci” yaşadı:
a) 1908 Meşrutiyet dönemi sonrası ortaya çıkan, sonraları 1930’larda CHP’nin altı okundan biri durumuna gelen “ırkçı-etnisit algı”, yani “Türkçülük”.
b) 1940’larda çoğunluğun “dışına taşınan” ve daha dar bir kadro tarafından savunulan olan “kafatasçılık”.
c) 1965 sonrası soğuk savaş döneminde beliren ve 2000’li yıllarda “olgunluk dönemini” yaşayan “politik-popülist-faşizan anlayış”.
‘Lümpen kesimin’ aracı oldu
Milliyetçilik özünde “siyasal”dır; tarihsel olarak doğru olsa da milliyetçilik “nötr bir halk” kavramından kaynağını almaz. Tam tersine “belli bir etnik grubun” siyasal egemenliği için öne çıkar; onu “en kanlı“ ideoloji durumuna getiren neden de budur. Günümüz Türkiyesinde milliyetçilik bu anlamını korumakla birlikte daha çok “sosyolojik bir nitelik” kazanmıştır. Sosyolojik bir nitelik kazanma gereği milliyetçilik benim toprağımda “lümpen kesimin” kendini ifade etmek için kullandığı bir “araçtır” artık.
Şöyle de söyleyebiliriz: Günümüzde milliyetçilik bir anlamda “hafiflemiş”, bir anlamda da “ağırlaşmıştır”. Hafiflemiştir çünkü “sistematik bir toplumsal ideoloji” olma içeriğini yitirmiştir. Diğer taraftan “en kötü” ve “en tehlikeli” niteliğini kazanmıştır; varoşların “sağ politik açılım ve arayışlarının dayanak noktası” haline gelmiştir. Artık milliyetçi olmak için ne tarihi bilmek ne de toplumu tanımak gerekiyor: “Arzu” etmek, “istemek” yeterli. Arzu edilen ile gerçekte olan arasındaki “mesafe” açıldıkça, “ben” boşluğu “doldurmak”, kırılganlığını “örtmek” zorunda kalıyor. Kimlik ne kadar “zaaf” ya da olanaksızlık-umarsızlık içindeyse o kadar “saldırgan” oluyor. “Ne mutlu Türküm diyene” sloganı, lümpen kültürle beslenmiş varoş kimliği için “son mutluluk çağrısı” belki de. Bu sloganın karşısına Hrant’ın cenaze töreninde on binler, “toplumsal dayanışmanın mayası” anlamında “Hepimiz Ermeni’yiz” sloganını çıkarınca milliyetçiliğin “etnik-ırkçı” yüzünü bize gösteriverdi; “ortak yaşamı” kurmaya ilişkin hemen her türden tasarım, hukuki-politik söylem “uçtu gitti”.
Türkiye tarihi ‘inkar’ tarihidir
Bugün Türkiye’de Milliyetçiliğin “yara bandı” sıyrıldı; altındaki “derin yarık” açığa çıktı. Milliyetçilik “yükseliyor” saptamasını “sosyolojik” anlamda doğrudur; siyasal-politik anlamda ise “silikleşti”. Politik anlamda milliyetçiliğin “bekareti” bozuldu; bozulur bozulmaz dönüşüme uğradı ve varoşlarda “arzu” etmekle istemekle edinilen bir “şiddete” dönüştü.
Dışarıdan bakıldığında milliyetçilik, söylemindeki “yakıcılığa ve duygu çatlatıcılığa” karşın Türkiye’de “egemen bir güç” olamadı. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, toplumun değişik kesimlerini bir arada tutmaya ve topluma, “tarihsel teklik” vermeye çalışan “milliyetçilik”, zaman zaman krize girmekten kurtulamadı. Askeri darbeler, bu krizin “dönüm günleri” olarak algılanabilir: Her askeri darbede, “iç düşman/iç düşmanlar” yaratarak şaha kaldırılan milliyetçilik, “iç düşman” temelli şiddetin genelleştirilmesine, genelleştirilmiş şiddetin bütün bir “millete” uygulanmasına hizmet etmiştir. Böylece olağan zamanlarda, yani biçimsel de olsa demokrasinin uygulandığı dönemlerde “çok dar” tutulan “millet” algısı, baskı koşullarında “ortak şiddet” algısıyla genişletildi.
“Baskı-şiddet bir yanda acz diğer yanda” kimlikleştirildi; yaratılan “ortak payda” üzerinde “ya sev ya terk et” özdeyişi hemen her şeyi anlatır duruma geldi: “Ne Mutlu Türküm demeyen düşmandır ve düşman kalacaktır”, yargısı böylesi bir anlayışın ürünüdür. “Ötekini dışta bırakan” bir millet topluluğuna dahil olmanın “bedeli” anlamında, bu “yargı“ üzerine yapılanan “ülkeyi, vatanı sevmek”, milliyetçiliğin “anahtar” sözcüğü durumuna geldi.
Unutmayalım ki Türkiye tarihi “inkarlarla” doludur: Her şeyden önce “toplumsal farklılıklar ve eşitsizlikler” yok sayılır. Daha baştan milletin, “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle” kabul edilmedi mi? Sonraları Türkeş, bu imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış kitleyi, “mozaik” diyenlerin gözüne sokarak “mermer”e benzetmedi mi?
‘Ne mutlu Türküm’ ile temel atıldı
Türkiye’de milliyetçiliğin temeli Mustafa Kemal’in, “Ne mutlu Türküm diyene” sözleriyle atıldı: Amaç, toplumsal farklılıkları “Türklüğe çevirmek-dönüştürmekti” ama “karşıtını“ üretmekte gecikmedi. Çünkü Kemalizm’in kazanım olarak devir aldığı “Türklük”, toplumsal farklılıkları içinde barındıracak denli “boş” bir sözcük ya da terim değildi. Laiklikle “çarpılmış”, yani “terbiye edilmiş“ olmasına karşın, “Sünni Müslüman Türklük” anlayışı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda tanımlanan “Türklük” anlayışını önceliyordu. Bu nedenle, milliyetçilik hiçbir zaman “vatan toprağı“ üzerinde “halkları bir halka çevirme” kıvraklığını gösteren “egemen” bir ideoloji yaratamadı.
Kendini “iç düşmanlardan” ayırarak oluşan ya da oluşturulan bir topluluk bilincine dayalı “bütünleşme” anlamına gelen “etno-popülizm”in yapısı “çoğulculuğu” içermez; daha doğrusu “çoğulculaşma” olanağı yoktur. Toprak üzerinde-vatan üzerinde “azınlıklar” var olabilir, ancak ana etnik gruba göre onların yaşamı “kıyıda-köşede, belirsiz ve kırılgandır”: Görülmek istendiğinde ya da bir zorunluluk doğduğunda “şöyle bir bakılır”; “olağan zamanlarda” onlardan “sakınılır”.
Türkiye’de milliyetçilik, “ötekini tümüyle dışarıda bırakan” kapalı bir topluluğa “yatırım” yapar; bu nedenle “ötekini kucaklayacak” hemen her şeyi “yok etmeye” çalışır. Yok etmenin izinde topluluğun “farklılıklarını düzler”; bütünlüğün koşulunu “mermerleşmekte” ya da “betonlaşmakta” bulur. Böylesi durumlarda yasaların öngördüğü vatandaşlıkla milliyetçiliğin “dayattığı” topluluk arasındaki “uçurum” gittikçe artar. Onun için benim toprağımda “evrensel savlı ilkeler”, milliyetçilik söylemi içinde tutunma olanağı bulamadı. Bu ilkeler, sık sık doğrudan devlet tarafından “çiğnendi”. Ancak şunu da hiçbir zaman unutmayalım: Milliyetçiliğin “egemen bir yapı” kazanamamış olması ya da milliyetçi ideolojinin “kapsayıcı-kucaklayıcı” bir tasarım yaratamamış olması, onun “çekim gücünün” olmadığını, “zayıf” durumda bulunduğunu göstermez. Bunun kanıtını, Türk milletinin “kuruluş” sürecinde ya da “kendini yenilemek/yeniden dirilmek” durumunda kaldığı her koşulda “sürülen-yaşatılmayan” azınlıkların mallarına el konulmasında görebiliriz.
‘Orta sınıf’ın yarattığı tehlike
Bir de şöylesine “yanlış ama yaygın” bir kanı da vardır: Türkiye’de “kültürel bir milliyetçilik” vardır, “ırkçı bir milliyetçilik” olmamıştır. Bu savın “saçmalığını” anlayabilmek için geçmişin olaylarına bakmak ya da geçmiş olayların biçimlendirdiği günümüzün olaylarını irdelemek yeterlidir. “Sınıfsal yanı görülmeden ırkçılık anlaşılamaz”, yargısını ölçü alırsak çoğunlukla “cahil ve eğitimsiz kitle”ye bağlanan “ırkçılık” tehlikesi, sınıf egemenliğini “doğallaştıran” bir bakışı yansıtır. Eğri oturalım ama doğru konuşalım: Bugün “ırkçı milliyetçilik ideolojisinin asıl üreticileri”, eğlence gecelerini “onuncu yıl marşı“yla kapatan, yakalarında Atatürk rozetleri taşıyan, “bölünme tehlikesi” karşısında Kürtlere, Alevilere her türlü şiddeti “mazur” gören eğitimli “orta sınıf” insanlarının olduğunu hiçbir zaman unutmayalım. Bu “orta sınıf eğitimli insanlar” ya iktidarlarının korunması ya da iktidar olabilmek için her türlü “ırkçı şiddete” gözlerini kaparlar. Yakın geçmişe değin cinayetin bir “faili” de yoktu; adı üstünde “faili meçhul” idi.
Ama artık durum değişti: Özellikle Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra “faili meçhul”, “meçhul” kalmakta zorlanmaya başladı. Irkçılık söyleminin kurguladığı “ayrışmanın” uyarlanmasında, “etno-popülizm”in ve yedeğindeki ırkçılığın “görünüşe taşındığına” tanık oluyoruz. Bir millet yaratma görevinin ağırlığını üzerinde hisseden Kemalist seçkinlerden farklı olarak bugünün seçkinleri, küreselleşmenin getirdiği tüketim/aidiyet kazanımları zemininde milliyetçiliğin genelleştirici söylemini terk etmekte bir sakınca görmediler. Uzunca bir süredir “üst sınıflar” ve onlara özenenler, seçkin “markaların” yanı sıra “ırkçılıkla belirgin” bir yaşam tarzı oluşturmaya çalışıyorlar. Kamusal hizmetlerin giderek “özelleştirilmesi” ve kent içinde kendini hissettiren “toplumsal ayrışma”, zengin ile yoksul yaşamların birbirinden iyice uzaklaşması “ırkçılığa maddi bir zemin sunuyor”. Öte yandan 1980 sonrasının “vahşi rekabet” koşulları, çok geniş bir kesimi şiddetle “akraba” yaptı. Kürt kimliğinin, Alevi kimliğinin “görmezlikten gelinemediği” günümüz koşullarında “milliyetçilik artık aslanın ağzında”; ötekine karşı acımazsıca-çılgınca davranılarak, ikide bir “linç” eylemleri sergilenerek, yani herkesin eli şiddete bulaştırılarak yaşatılmaya çalışılıyor artık. “Bir zamanlar”, meçhule bağlanan toplumsal şiddet, kendini açıkça ifade etmekten kaçınmıyor. Örneğin Hrant Dink hem Ermeni olduğu için hem de görüşlerini başkalarını etkilemek için cesurca savunduğu için öldürüldü. Bunu yapanlar, kendi aczinden bir “kahraman” çıkarmak/üretmek karasevdasına tutulmuş olabilir: Böyle düşünüldüğünde, şiddet eylemi ya da ırkçı şiddet, bir düşünsel davranışın sonucu olmaktan çok kişinin izlemeye “zorunlu” olduğu bir eylemdir.
Artık yaşama müdahale ederek “toplumsallığı” yaratmak/üretmek, yaratılan/üretilen toplumsallıkla “politikayı terbiye etmek”, içi boşaltılmış terimlerle/kavramalarla değil, “farklı fail durumuna gelme” eylemleri zemininde yeni terimleme/kavramlaşma çalışmalarına girişmek zorundayız.
Farkçı ırkçılık-ırksız ırkçılık
Türk milliyetçiliği kapsamında, “öteki” düşman olarak görülünce, Türk kanı “temiz”, ötekinin kanı “zehirli” olarak algılanır: Çokkültürlülük, kültürlerarasılık ve kültürel farklılık tartışmaları sıralanan “kan dolambacında” oraya-buraya çarparak “sakatlanır”. O zaman da “öteki” Türkten vazgeçer, Türkün etkisini kendinden “atar”, farklı bir diyalogun oluşmasını önerir. Anayasal demokrasiler de bu konuda iyi sınav veremediler: Birçok kültürel kimliğe saygı göstermekle birlikte onları “koruma” onlara “yaşama olanağı” verme konusunda bir “kaygıları olmadı“. Sonunda çözüm olanakları yaratmak için “kültürel çeşitlilik” ve “kültürel farklılık” ayrımı üzerinde biraz kafa yormak gerekiyor. Kültürü, yaşanacak değil de “değer” biçilecek bir “nesneye” dönüştüren kültürel çeşitlilik, kültürü, bir kültürel “özdeşleşme” sistemi oluşturmaya yatkınlık olarak tanımlanabilecek “kültürel farklılık” yaklaşımları birbirinden ayrı şeylerdir.(23)
Türkiye’deki ırkçılık hareketlerinde, “biyolojik gösterenin” tek başına etken olduğunu söylemek tam doğru değildir: Bu yoktur anlamına da gelmez. Kitleleri, “ideolojik anlamda biçimlendiremedi”, anlamına gelir.
“Ulus-devlete” geçiş Batı’daki gibi olmadığı için toprağımda ırkçılık Batı’dan “farklı” gelişti. Türkiye, “kapitalist üretim ilişkileri” üzerine bir ulus-devlet kurmadı. Batı’nın ezberini taşıyan bir kadronun “yukarıdan aşağıya emir temelli” bir programı yaşama “dayatmasıyla” ulus-devlet oluşturuldu.
Milliyetçiliği “maya-yapıştırıcı“ olarak kullanan bu kadro, zaman yitirmeden, ulus-devlet için gerekli “burjuva sınıfını“ yaratmaya koyuldu. Ulusal burjuva sınıfı yaratılmaya çalışılırken bir taraftan Müslüman Türk köylüsü “yurttaş“ yapılma yolculuğuna çıkarıldı. Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin mal varlıklarının Müslüman Türklere aktarılması için bunlara “kültürel ırkçılık” uygulandı.
Ötesinde Alevilere ve Kürtlere uygulanmakta olan kültürel ırkçılığın da “biyolojik göstereni” yoktur. “Kızılbaşlara ve Kürtlere” yönelik ırkçılığın “sır” nedeni, onların yaşama dayattıkları, egemeni örseleyen ve mazlumu-haklıyı koruyan-kollayan “ekonomik-siyasal tasarımları”dır.(24)
Özellikle “Kızılbaşlık” söz konusu olduğunda; “devletsiz ve peygambersiz” bir kültür olması, insanlığın kurtuluş düşlerini “canlı tutuyor” bulunması, kendisine uygulanmakta olan kültürel ırkçılığın “sır” nedenleridir.
Diğer taraftan Türkiye’de yaşanmakta olan ve uzun yılları kapsayan “savaş ortamı”, egemen ulusun hızla “milliyetçilik ideolojisine” sarılmasına yol açıyor. Egemen ulusun milliyetçiliği de “ırkçılık” için gerekli olan atmosferi “hazırlıyor”. Belirtmekte yarar var: Uzun yıllar birlikte yaşayagelen halklardan “ezilmekte” olanı ya da olanları, sistemin kendilerine biçtiği rollere “başkaldırmaya” başlıyor; bu kez devlet milliyetçi bir propagandaya başvuruyor; süreçte “faşist partiler” aracılığıyla ezilen halklara yönelik “kültürel ırkçılık”, acımasız uygulamalarla yaşama taşınıyor.
Demek ki “yeni ırkçılık” kapsamında açımlanmaya çalışılan “kültürel ırkçılığın” nedenleri “sınıfsaldır”: Öyleyse Kızılbaşlara ve Kürtlere yönelik “kültürel ırkçılık” ya da “farkçı ırkçılık-ırksız ırkçılık”; sınıflar konumlanmasında, ezilen sınıf ve toplum katlarının “demokrasiyi yerleştirmeye ve iktidarı almaya” yönelik mücadelelerin yaşama taşınmasıyla göğüslenebilir.
Çok yakın geçmişimiz “Cumhuriyet tarihi” bile sayısız “kültürel ırkçılık” saldırıları üretti: 1978 Maraş Cankıyımı, 1980 Çorum Katliamı ve 1993 Madımak’ta insanların canlı canlı yakılması vb. sayılabilir.
BİTTİ
ESAT KORKMAZ
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA GAZETESI
Kaynakça:
(1) Eagleton, Terry; Tatlı Şiddet/ Trajik Kavranı-Çeviren: Kutlu Tunca-; İstanbul- 2012; Sayfa: 160
(2) “Sırasıyla köle sahibi, özgür girişimci ve yönetici olarak burjuva aydınlanmanın mantıksal öznesidir.”(Adorno, Theodor-Horkheimer, Max; Aydınlanmanın Diyalektiği; Kabalcı Yay.; İstanbul- 2000; s, 117)
(3) “Irkçılık dışlayıcı bir pratik olarak, sömürgecilik döneminde ortaya çıkıyor... İlk haliyle ırkçılık, plantaj aristokrasisinin ideolojisi olarak ortaya çıkıyor. Bu dönemin ırkçılığı kapitalist üretim ilişkisi içinde kullanılan köle emeğini açıklamayı sağlıyor. Buna ihtiyaç duyuluyor, çünkü kapitalist üretimde ücretli-özgür emek söz konsudur,... Irkçılığın nereden kaynaklandığını tespit etmek için üretim tarzına bakmak gerekiyor. Kapitalist üretim ilişkileri, kendi işleyişi içinde ırkçılığa mecbur... Türkiye’de de keskin bir ırkçılık var. Ama, Batı’daki klasik formundan farklılıklar gösteriyor... Biyolojik özelliklerden çok, kültürel gösterenlere işaret ederek çalışıyor.... Refah toplumlarında yükselen ırkçılığı, kriz dönemleriyle ilişki kurarak düşünmek gerekiyor...” (Özbek, Sinan; Irkçılık; Notos Kitap; İstanbul- 2012; İkinci Baskıya Önsöz; s, 9-10)
(4) “Yeni ırkçılık” tartışması, kapitalist üretim tarzında üretim araçlarının gelişmesine bağlı olarak ırkçılık ideolojisinin de kendini yenilediği ve biçim değiştirdiği görüşü ekseninde süren bir tartışmadır. Yeni bir ırkçılığın varolduğunu savunan görüşlere göre, kendisine biyolojik farklılıkları temel alan ırkçı yaklaşım, yerini görünüşte herhangi bir toplumsal grubun bir diğerinden üstünlüğü düşüncesine dayanmayan, ancak kültürel farklılıklar üzerinden bir ayrımcılık ve dışlama pratiği olarak kendini gösteren bir fenomen halini almıştır. Buradaki temel belirlenim, yeni ırkçılık pratiğinin ‘farklı’ kültürel formlara yönelik olmasıdır.” (Ekici, Ekrem; Yeni Irkçılık Tartışması Üzerine; Koceli- 2005)
(5) Aktaran: Özbek, Sinan; Irkçılık; Notos Kitap; İstanbul- 2012; s, 41
(6) Özbek, Sinan; Irkçılık; Notos Kitap; s, 49
(7) Özbek, Sinan; Irkçılık; Notos Kitap; s, 60
(8) Özbek, Sinan; Irkçılık; Notos Kitap; s, 61-62-63 ve 65
(9) Memmi, Albert; Sömürgeci ve Sömürgeleştirilen İnsan-Çev.: Salih Ak-; Öteki Yayınları; Ankara- 1996; s, 100
(10) Özbek, Sinan; Irkçılık; Notos Kitap; s, 81
(11) Özbek, Sinan; Irkçılık; Notos Kitap; s, 88
(12) Foucault, Michel; Toplumu Savunmak Gerekir-Çev.: Şehsuvar Aktaş-; Yapı Kredi Yayınları; İstanbul.- 2002; s, 260
(13) “Milliyetçilik geleceğe ve modernliğe hizmet etmek üzere geçmişin ve geleneğin seferber edilmesidir.” (Touraine Alain; Modernliğin Eleştirisi-Çev.: Hülya Uğur Tanrıöver-; YK Yayınları; 8. Baskı; İstanbul- 2012; s, 177); “Günümüzde bu modernleştirici milliyetçilikler de artık aşılmış durumdadır, çünkü ekonomi de kültür de giderek uluslar aşırı bir nitelik almışlardır... Bu durum uzun zamandan beri modernleşmeyle milliyetçilik arasında daha şiddetli bir kopmayı getirmektedir. Modernleşmenin modern olmayan yaratıcıları olan uluslar, giderek modernleşmeye karşı daha önemli bir direniş gücüne dönüşürler ve bir kültürün, hatta bir ırkın mutlak üstünlüğü iddiasıyla doruk noktasına ulaşan, açıkça evrenselcilik karşıtı fikirleri yayarlar. XIX ve XX yüzyıl Avrupa’sında ulusla modernliğinin birlikteliğinin tersine dönüşü, sanayileşmenin ilerlemesiyle birlikte aşırı biçimlere ulaştı.” (Touraine Alain; Modernliğin Eleştirisi-Çev.: Hülya Uğur Tanrıöver-; YKY; 8. Baskı; İstanbul- 2012; s,178)
(14) Gallner, Ernest; Milliyetçiliğe Bakmak;-Çev.: Simten Coşar-Saltuk Özertürk-Nalan Soyarık-; İletişim Yay.; İstanbul- 1998; s, 59
(15) Benedict, Anderson; Hayali Cemaatler Milliyetçiliğin Kökleri ve Yayılması;-Çev.: İskender Savaşır-; Metis Yay.; İstanbul- 1993
(16) Hobsbawn, E.J.; Milletler ve Milliyetçilik;-Çev.: Osman Akınhay-; Ayrıntı Yayınları; İstanbul- 1993; s, 8
(17) Fanon, Frantz’dan aktaran: Özbek, Sinan; Irkçılık; Notos Kitap; İstanbul- 2012; s, 122
(18) Özbek, Sinan; Irkçılık; Notos Kitap; İstanbul- 2012; s, 123
(19) Balibar, Étienne ve Wallerstein, Immanuel; Irk, Ulus, Sınıf: Belirsiz Kimlikler-Çev.: Nazlı Ökten-; Metis Yay.; İstanbul- 1993; s, 373
(20) Özbek, Sinan; Irkçılık; Notos Kitap; İstanbul- 2012; s, 136-137
(21) “Göçmenler de bugüne bir yararı olmadığı için geçmişte kalan her şeyi unutmaları ve geçmişi yok sayıp doğrudan yeni bir hayata başlamalarını salık veren iyi niyetli tehditkâr öğüt, bir hayalet etkisi yaratan davetsiz misafire,... tahakkümü sözle uygulamasıdır.” (Adorno, Theodor-Horkheimer, Max; Aydınlanmanın Diyalektiği; Kabalcı Yay.; İstanbul- 2000; s, 117)
(22) HTİB imzalı ENTEGRASYON metninden...
(23) Serçeşme Dergisi; İstanbul; Sayı: 29/ Mayıs-2007; sayı: 30/ Haziran-2007 ve sayı: 31/Temmuz-2007
(24) “Kürtlere yönelen ırkçılık da biyolojik gösterenle temellenmiyor. Yahudilerin dışlanmasında, aşağılanmasında bir başka dinin mensubu olmak önemliyken, Kürtler Türklerle aynı dini paylaştığından dini göndermeler söz konusu olamıyor. Bunun yerini ...ekonomik alanla ve ulusal bağlamla ilişkili ifadelerde yer bulan bir ırkçılık alıyor. Yahudilerin dışlanma pratikleriyle belki de Türkiye’de yüzyıllardır Alevilerin dışlanma biçimleri karşılaştırılabilir. Alevilerin dışlanması, ifade ve pratikleri açısından Avrupa ülkelerinde gördüğümüz ırkçı örneklere benziyor... Avrupa tarihinde Yahudilere karşı beslenen düşmanlığın arkasında onların ekonomi alanında oynadıkları rolün bulunması gibi, Osmanlı toplumunda da Alevi düşmanlığı, onların yeni bir ekonomik modele yönelmelerinden kaynaklanıyor... Bütün bunlardan sonra bir gözlemi de burada anmakta fayda var: Alevilerin dışlanmasında, Sünni Kürt ve Sünni Türk aynı noktadan konuşuyor. Bugün ramazanlarda benzer bir Sünni Kürt-Sünni Türk dayanışması, inançları gereği oruç tutmayan Alevilere karşı söz konusu. Burada Kürt ve Türk ortak bir aidiyet ve ortak bir suçlu bulmuş oluyor. İlginçtir: Sorunun ulusal bir bileşkede gündeme geldiği yerde bu kez Sünni Türk ve Aleviler, Kürtlere karşı bir cephede buluşuyorlar.” (Özbek, Sinan; Irkçılık; Notos Kitap; İst.- 2012; s, 143-144 ve 145)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder