12 Şubat 2011 Cumartesi

Tahrir Meydanı Mucizesi


Mısır’daki gelişmelerin mucizevi doğasını farketmemek mümkün değil: çok az kişinin öngörebildiği, uzmanların görüşlerini boşa çıkaran bir şey oldu. Sanki ayaklanma sadece toplumsal nedenlerden kaynaklanmadı da, Platonik bir şekilde, ebedi özgürlük, adalet ve haysiyet fikri diye adlandırabileceğimiz gizemli bir faktörün müdahelesiyle meydana geldi.

Ayaklanma evrenseldi: dünyanın dört bir yanına dağılmış olan hepimiz derhal,Mısır toplumunun çeşitli yönlerinin kültürel analizine falan gerek duymadan, kendimizi bu ayaklanmayla özdeşleştirebildik, onun ne anlama geldiğini anlayabildik. İran’daki Humeyni devriminin tam tersine (orada solcular kendi mesajlarını, ağırlıkla İslami bir çerçevenin içine zorla sıkıştırmak durumunda kalmışlardı) burada çerçeve, evrensel laik özgürlük ve adalet talebiydi, öyle ki Müslüman Kardeşler, laik taleplerin dilini benimsemek zorunda kaldı.

En olağanüstü an Kahire’nin Tahrir meydanında Müslümanlar ve Kıpti Hristiyanların birlikte “Hepimiz biriz” sloganlarıyla ibadet edişiydi- bu, dini ayrılık temelindeki şiddete verilmiş en güzel cevaptı. Evrensel özgürlük ve demokrasinin değerleri adına çok kültürlülüğü eleştiren yeni muhafazarlar açısından zurnanın zırt dediği yer gelmiştir: evrensel özgürlük ve demokrasi istiyordunuz değil mi? Mısır halkının da talebi bu işte, niye bu kadar rahatsızsınız? Acaba Mısır’daki göstericiler, özgürlük ve onurla beraber, bir nefeste toplumsal ve ekonomik adaletten de söz ettikleri için mi?

Başından beri göstericilerin şiddeti tamamen sembolikti, radikal ve kollektif bir sivil itaatsizlik eylemiydi. Devletin otoritesini askıya aldılar – bu yalnızca bir iç özgürleşme değil, aynı zamanda tabiyet zincirlerini kırma anlamına gelen bir toplumsal eylemdi. Fiziksel şiddet Tahrir meydanına atlar ve develerle girip insanlara saldıran Mübarek’in kiralık kabadayıları tarafından uygulandı; protestocuların çoğunun yaptığı kendilerini savunmaktı.

Göstericilerin mesajı kavga ama öldürme değil. Talep Mübarek’in gitmesi, ve böylelikle Mısır’da özgürlük için bir alan açılması, hiç kimsenin dışlanmadığı bir özgürlük. Protestocuların orduya hatta nefret edilen polise karşı attıkları slogan, “Orduya, polise ölüm” değil, “Biz kardeşiz, gelin katılın!” Bu özellik, kurtuluş için yapılan bir gösteriyi popülist sağcı bir gösteriden açıkça ayırıyor: sağ hareketler halkın organik birliğini sağladıkları iddiasıyla ortaya çıksalar da bu, tespit edilmiş düşmanı yok etme çağrısıyla sürdürülen bir birliktir (yahudiler, hainler).

Peki şimdi hangi noktadayız? Otoriter bir rejim nihai krizine doğru yaklaşırken, çözülme sırasında genellikle iki aşama yaşanır. Rejim tam olarak çökmeden önce bir kopuş olur: birden insanlar oyunun bittiğini farkeder, artık korkmaz olurlar. Bu yalnızca rejimin meşruiyetini kaybetmiş olması değildir; gücünü kullanma çabası da artık kifayetsiz panik hamleleri olarak görülür. Çizgi filmlerdeki klasik sahneyi hepimiz biliriz: kedi uçurumun kenarına kadar gelir ve farkına varmadan boşlukta yürümeye devam eder; ancak aşağıya bakıp da uçurumu gördüğü zaman düşmeye başlar. Rejim de otoritesini kaybettiği zaman boşlukta yürüyen kedi gibidir işte: düşmesi için kendisini “aşağıya bak” diye uyarmak gerekir…

Ryszard Kapuscinski Humeyni devrimini çok iyi anlattığı Shah of Shahs adlı kitabında, bu kopuş anını tespit etmiştir: Tahran’daki bir yol kavşağında bir gösterici kendisine “çekil” diye bağıran polisin emrine uymayı reddeder ve utanan polis geri çekilir. Bir kaç saat içinde olay bütün Tahran’da duyulmuştur. Sokak çatışmaları haftalarca devam ettiği halde, herkes o andan sonra artık oyunun bittiğini bir şekilde bilmektedir.

Mısır’da da benzer bir şey yaşanıyor mu? Daha başlangıçta bir kaç gün, Mübarek çizgi filmdeki kedinin durumundaydı. Ondan sonra devrimi etkisiz hale getirmek için çok iyi planlanmış bir harekat devreye sokuldu. Utanmazlık nefes kesiciydi: Yeni devlet başkan yardımcısı, yığınla insana yapılan işkencelerden sorumlu eski gizli polis şefi Ömer Süleyman kendisini rejimin insani yüzü ve demokrasiye geçişe nezaret edecek kişi olarak sundu.

Mısır’daki “kim daha uzun dayanacak” mücadelesi farklı görüşler arası bir çatışma değil. Bu, özgürlük vizyonu ile, mümkün olan bütün yolları –terör, aç bırakma, yorma, rüşvet, ücret artırma – kullanarak kör bir tutkuyla iktidara yapışma arasındaki çatışma.

Başkan Obama ayaklanmayı meşru bir görüş ifadesi olarak memnuniyetle karşıladığı ve hükümetin bunu dinlemesi gerektiğini söylediği zaman, ortalık tamamen karıştı. Kahire’deki ve İskenderiye’deki kalabalıklar taleplerinin hükümet tarafından dinlenmesini istemiyorlardı, onlar hükümetin meşruiyetini reddediyorlardı. Mübarek rejimiyle diyaloğa girmek istemiyorlardı, Mübarek’in gitmesini istiyorlardı. Yalnızca onların görüşlerini dinleyecek yeni bir hükümet kurulmasını değil, devletin tamamının yeniden şekillendirilmesini istiyorlardı.

Bir görüş ifade etmeye çalışmıyorlar, Mısır’ın gerçekliğinin ta kendisi onlar. Mübarek bunu Obama’dan çok daha iyi anlıyor: burada uzlaşmaya yer yok, tıpkı 1980′lerin sonlarında Komünist rejimlere karşı yaşanan ayaklanmalarda olduğu gibi. Ya Mübarek’in iktidar yapısı bütünüyle çökecek, ya da isyan rejim tarafından yutulacak ve ihaneye uğrayacak.

Peki Mübarek’in çöküşünden sonra yeni hükümetin İsrail’e hasmane davranacağı korkusuna ne demeli? Eğer yeni hükümet gerçekten özgürlüğünün gururla tadına varan bir halkı temsil edecekse, o zaman korkacak bir şey yok: Anti-semitizm yalnızca çaresizlik ve baskı koşullarında yaygınlaşabilir. (Mısır’ın bir bölgesinden CNN tarafından yayınlanan bir haber hükümetin, gösterileri örgütleyenlerle yabancı gazetecilerin, Mısır’ı zayıflatmak isteyen yahudiler tarafından gönderilmiş olduğu yolunda söylentiler yaydığını gösterdi – işte Mübarek, yahudilerin bu kadar dostudur.)

Mevcut durumdaki en acı ironilerden biri de batının Mısır’da değişimin “hukuki” yollardan gerçekleşmesi konusundaki kaygısı. Sanki Mısır şimdiye kadar hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu bir ülkeymiş gibi. Mısır’ın çok uzun yıllar olağanüstü hal ile yönetildiğini unutuyor muyuz? Mübarek hukukun üstünlüğünü askıya alıp, gerçek siyasi faaliyetleri boğarak, bütün bir ülkeyi tam bir siyasi hareketsizliğe mahkum etmişti. Bugün Kahire sokaklarındaki bir çok kişinin “hayatımda ilk defa yaşadığımı hissediyorum” demesinin anlamı budur. Bundan sonra ne olursa olsun, en önemli şey, bu “yaşadığını hissetme” duygusunun, sinik bir reel-politika anlayışıyla mezara yollanmamasıdır

Slavoj Zizek


Kaynak: The Guardian Çeviren: Kumru Başer/SolDefter

Hiç yorum yok: