24 Aralık 2010 Cuma

Doğrudan Demokrasi ve Ozgür Yurttaşlık

Tabandan örgütlenerek kurumlaşan doğrudan demokrasi gerçekleşmeden sivil toplum örgütleriyle gerçek demokrasiyi getirmenin mümkün olmadığı kapitalist ülkelerde açıkça görülmekteydi. Sivil toplumun parlamenter sistem denilen üst toplum demokrasisini yumuşatmak ve biraz daha kabul edilir hale getirmekten başka bir etkisinin olmadığı anlaşılmıştır.  
Sivil toplum örgütleri ilk önce İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı büyük insan kayıpları ve çevre tahribatı nedeniyle barış grupları, çevrecilik ve kadın hareketleri olarak gelişti. Tabii ki daha önce işçi sendikaları ve kooperatifler gibi birçok sivil toplum örgütü de vardı. Ancak parlamenter sistemin eksikliklerini ve yarattığı olumsuzlukları giderecek gerçek anlamda demokratik katılımcı bir anlayış esas olarak İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıktı. Söz konusu sivil toplum örgütleri bir daha savaş olmaması ve barışın dünyada hâkim olması için aktif biçimde siyasal yaşama katılmaya başladılar. Atom bombası gibi çevreyi de yok eden kitle imha silahlarının kullanımını en büyük insanlık suçu gören bir bilinci toplumlarda yaymaya çalıştılar.

Kadının hakkı ve hukukunun tartışılması
Diğer taraftan da kadın örgütlerinin gelişimi ve aktivitesinde artış oldu. Kadınlar savaşta ana ve eş olarak çok acı çekiyorlar. Öte yandan mevcut siyaset ve toplum erkek egemenlikli bir niteliktedir. Kadının hakkı ve hukukundan söz edilse de, toplumsal cinsiyetçilik altında bunlar fazla anlam taşımamaktadır. Her türlü kurum erkek egemenlikli genlerle oluşmuş durumdadır. Dolayısıyla erkek egemenlikli sistem ve siyasete karşı kadın hareketleri mücadeleyi daha da yükseltmeye başlıyorlar. Savaşa yol açan zihniyetin eril zihniyet olduğu İkinci Dünya Savaşı’yla daha da anlaşıldı. Bu nedenle kadınlar hem toplumun demokratikleşmesi, hem de barış açısından erkek egemenlikli sisteme bağımlı olmaktan çıkmak istiyorlar. Çünkü erkeğe ve erkek egemenlikli sisteme bağımlı olmanın, erkek zihniyetinin yarattığı ağır sorunların altında ezilmeyi ve sefaleti getirdiği tarihsel süreç içinde iyice kanıtlanmıştır.

Kapitalizmin tıkanması ve postmodernizm
İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist sistemin sadece kurumları değil, ulus-devlet anlayışı, farklı uluslar ve kültürlere yaklaşımı, kadına yaklaşımı, ulus devlet ve iktidarının yarattığı sonuçlar felsefi, ideolojik ve teorik olarak da sorgulanmaya başlandı. Kapitalizmin modernist anlayışının çağın ihtiyaçlarına cevap vermediğini ve önemli sorunlar yarattığını söyleyen değerlendirmeler, çözümlemeler ve eleştiriler gelişmeye başladı.

Sistemin bu noktalarda düzeltilmesini ve daha demokratik ve özgürlükçü hale getirilmesini isteyen ve postmodernizm denilen düşünce akımı da kapitalist sistemin tıkandığının kanıtı olarak görülmelidir. Sisteme eleştiri getiren bu düşünce akımı ve onun düşünürleri, sistemin olumsuzlukları konusunda sistem karşıtı güçlere de önemli düşünce materyalleri sunmuşlardır. Bu düşünce biçimi sistemi birçok konuda eleştirse de, sistemin ufkunu aşan bir düşünce ve yeni bir toplumsal yapılanma gerçeği ortaya çıkaramadığından, sistem içi yumuşamayı sağlayan bir karakterden öteye gitmeyen bir gerçekliği ifade etmektedir.

Özgürlükçü sistem arayışları
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da dünya barış ve demokratik gelişme açısından rahat bir süreç yaşamadı. Kapitalist sistemin de, reel sosyalist sistemin de insanlık için bir hayır getirmeyeceği bu süreçte daha iyi anlaşıldı. Kısa süre içinde kapitalist sistem ve reel sosyalist sistem arasındaki soğuk savaş halklarda ve toplumlarda bu iki sistem dışında arayışları geliştirdi.

O güne kadar halkların özgürlük ve demokrasi özlemini oyalayan reel sosyalist sistemin etkisi giderek azalmaya, bu da toplumlarda yeni demokratik özgürlükçü arayışların ortaya çıkmasına yol açtı. Katılımcı ve çoğulcu demokrasi çerçevesinde ortaya çıkan örgütlenmelerin de bu yönde her iki sistemi sorgulamaları gelişti. 1968’li yıllara gelindiğinde ortaya çıkan bu arayış ve bilinçlenmeye hem Batının demokrasi anlayışı, hem de reel sosyalizmin uygulamaları cevap verecek durumdan çok uzaktı.

Sovyetler Birliği’nin yarattığı hayal kırıklığı ve 68 Hareketi
Kapitalist sisteme karşı büyük direnişler ve protestolar gelişirken, Sovyetler Birliği’nin sosyalist olmadığı, aksine bürokratik baskıcı bir rejim olduğu düşüncesi başta gençlik hareketleri olmak üzere demokratik ve sosyalist çevrelerde fazlasıyla tartışıldı. Sovyetler Birliği için ‘kapitalist sistemi aşmayan revizyonist ülke’ tanımlaması yapıldı. Hatta emperyalist olduğunu söyleyen gruplar da ortaya çıktı. Sovyetler Birliği şahsında sosyalist sistemden beklenen demokrasi ve özgürlük özlemleri büyük darbe yemiştir. Sosyalizmin Sovyetler’deki uygulanışının demokrasi ve özgürlük getirmediği, onun da baskıcı ve sömürücü rejimlerin bir benzeri haline geldiği görülerek kendisine karşı tutumlar gelişti.

1968 Hareketi, reel sosyalizmin özgürlük ve demokrasi özlemlerini boşa çıkarması karşısında, halkın ve insanlığın demokrasi ve özgürlük özlemlerini sahiplenen bir hareket olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Kapitalist sistem zaten baskıcı ve sömürücü karakteriyle halklar karşısında teşhir ve tecridi önemli oranda yaşamıştır. 1968 Hareketi, gençliğin halkın bütün umutlarını ve özlemlerini boşa çıkaran reel sosyalist sistem ile kapitalist sisteme karşı demokrasiyi ve özgürlüğü savunan bir isyan olmuştur. 1968’den sonra sivil toplum örgütlerinin daha da yaygınlaştığını ve farklılaştığını görmek mümkündür. 1968’i demokrasi tarihi açısından yeni bir hamle olarak görmek gerekir. 1968 mevcut demokrasinin ve bu iddiadaki sistemlerin iflas ettiğinin sadece Sovyetler Birliği’nde değil, Batı Avrupa’da da ilan edilmesidir. 1968 eylemlilikleri Fransa’dan başlayarak tüm Avrupa ve ABD’ye yayılmıştır.

Üçüncü Dünya denen birçok ülkede de gençlik hareketleri ve devrimci eylemlilikler giderek artmıştır. Sistem karşıtı hareketler katılımcı ve çoğulcu demokrasi anlayışına ve farklılıkların demokratik bir kültür haline gelmesine önemli katkıda bulunmuşlardır. Sovyetler’in dağılmasından sonra bu gelişme daha da önemli boyutlara ulaştı. Sovyetler pratiğinde görüldüğü gibi, demokratik olmayan rejimler çözülüyor. Ancak Sovyetler’in çözülüşüyle birlikte ABD ve Avrupa’da demokratik olduğunu söyleyen rejimlerin de fazlasıyla demokrasi özürlü olduğu daha açıkça görülmeye başlandı.

Doğrudan demokrasi arayışları
1968 Devrimi Avrupa demokrasisi açısından da önemli bir sorgulamayı beraberinde getirdi. Bu devrimin ne kadar yeterli ne kadar yetersiz olduğunu sorgulamak ayrı bir konudur. Ancak 1968’le birlikte gerçek demokrasilerin nasıl olması gerektiği konusunda ideolojik ve felsefi tartışmalar arttığı gibi, pratiğin nasıl geliştirilmesi gerektiği konusunda da yeni anlayışların ortaya çıkmasına zemin sundu.

Bu tartışmalar sonucunda sivil toplum örgütlerinin yanında doğrudan demokrasinin tartışıldığı, halkın sadece sivil toplum örgütleriyle siyasete katılması biçiminde değil de halkın tabandan yaygın örgütleneceği ve siyasete demokratik damgasını vuracağı bir demokratik sistemin gerekli olduğu düşüncesi gelişmeye başladı. Tabandan örgütlenerek kurumlaşan doğrudan demokrasi gerçekleşmeden sivil toplum örgütleriyle gerçek demokrasiyi getirmenin mümkün olmadığı kapitalist ülkelerde açıkça görülmekteydi. Sivil toplumun parlamenter sistem denilen üst toplum demokrasisini yumuşatmak ve biraz daha kabul edilir hale getirmekten başka bir etkisinin olmadığı anlaşılmıştır.

Buna paralel olarak, en önemlisi de merkezi sistemlerin halkın demokratik katılımını engellediği ve mevcut demokratik anlayışların demokratik ihtiyaçlara cevap vermediği düşüncesiyle merkezci devlet ve siyaset anlayışı ve yönetiminin yerine, yerel yönetimler ve yerel siyaset anlayışı gelişti. Birçok yetkinin, yönetme yetkisinin yerel yönetimlere devredildiği bir demokratik anlayış ortaya çıktı. Bu da demokrasinin gelişmesi açısından önemli sonuçlar yaratacak bir gelişme olarak demokrasi tarihi içindeki yerini aldı.

Demokrasi Avrupa’daki gelişme tarihinde görüldüğü gibi daha çok toplumun kendini tabandan örgütlemesi olarak değil de, esas olarak kralın ve devletin yetkilerinin sınırlandırılması olarak anlaşılmıştır. Bu tanımın da demokrasi ve demokrasi tarihi açısından bir anlamı vardır. Ancak yetersizliği bizzat Avrupa pratiğinde ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda sadece hukuki ve sosyal eşitlikle siyasal hakların demokrasinin gelişimi açısından yeterli olmadığı, bir de siyasal olarak yetkilerin, sosyal, ekonomik ve kültürel faaliyetlerin yerel düzeylere dağıtılması, somut olarak da belediyelere önemli yetkilerin bırakılması demokratik gelişimde önemli bir adım olarak birçok alanda uygulanma imkânı bulmaya başlamıştır.

Doğrudan demokrasi ve özgür yurttaşlık
Yerel yönetimler doğrudan demokrasiye daha yakın oluyor. Halkın katılımı yalnızca sivil örgütler tarafından, sivil toplum örgütleri tarafından değil, bütün halkın kendi sokağındaki, mahallesindeki ve ait olduğu şehirdeki sorunlara doğrudan katıldığı bir demokrasi anlayışı ortaya çıkıyor. İşte Porto Allegre deneyimi bu zihniyet temelinde gelişiyor.

Devlete bağlı yurttaşlık bilinci demokrasi açısından yetersiz görülüyor. Bireyin sorunlara yabancılaşmadığı, kent sorunlarıyla ilgilendiği kentlik bilinci kavramı geliştiriliyor. Böylece kentlilik bilinciyle edilgen olmaktan çıkıp şehrin sorunlarına aktif katılan özgür yurttaş tanımı yapılıyor. Bunun sonucunda iradesini aktif ve bilinçli olarak ortaya koyan birey gelişiyor. Bu durum hem bireyin hem de toplumun demokratik bilincinin gelişmesinde önemli rol oynuyor.

Demokratik konfederalizm demokratikleşmeyi daha da derinleştireceği gibi, yerel yönetimleri sadece belediyecilikten çıkarıp, bütün toplumu demokratik yönetim tarzı ve zihniyetine kavuşturması açısından önemli bir işleve kavuşturulacaktır. Porto Allegre deneyiminden öte bir özgür ve demokratik belediyeciliğe ulaşılacak; sadece belediyeye yapılan hizmetlerin toplumun ihtiyaçları temelinde olmasını sağlayan katılımcı belediyeciliğin ötesinde bir demokratik yapılanma gerçekleştirilecektir. Sadece hizmetin doğru olmasıyla yetinil- meyecek, toplumun en yaygın demokratik örgütlenmesi ve demokratik bilince kavuşması konusunda da sorumluluk duyan bir belediyecilik anlayışı yerleşecektir. Ev ev, sokak sokak örgütlenmemiş insan bırakılmayacaktır. Bu örgütlenme temelinde sadece belediyecilik sınırlarındaki işlere değil, toplumun tüm diğer faaliyetlerine katılacak ve bu faaliyetlerin öznesi olacak örgütlenmiş bir demokratik toplum gerçeği ortaya çıkacaktır.

Yerel yönetimler ve demokratik konfederalizm
Yerel yönetimler bir şehrin demokratikleşmesinde ve demokratik yönetiminde önemli bir rol oynama kapasitesine sahiptirler. Ancak doğru bir demokratik zihniyete kavuşmadıkları taktirde yerellik ya da yerel şovenizm denen dar yaklaşımlar da ortaya çıkabilmektedir. Nitekim bu yerel yönetimler çoğu zaman kendi alanlarıyla sınırlı kaldığı gibi, kırsal alandan kopuk bir yönetim anlayışıyla darlaşmakta ve oynaması gereken rolün çok gerisine düşmektedir.

Büyük veya küçük birbirine yakın belediyeler, kasabalar ve köylerin demokratik konfederalizm biçiminde örgütlenmesi sağlanırsa, hem yerel yönetim anlayışı ve demokratik zihniyet daha da gelişir, hem de yerel yönetimlerin ve demokratik güçlerin birbirine destek verdiği bir sistem ortaya çıkar. Zaten demokratik konfederalizm bütün toplumun yerelden başlayarak demokratik biçimde örgütlendiği ve konfederal biçimde güçlerini birleştirdiği bir sistemdir. Bu sistemde hem yerel özgünlükler korunuyor, hem de yerellerin güçleri birleştirilmiş oluyor. Örneğin sadece Diyarbakır ölçekli demokratik yerel yönetim anlayışı toplumun demokratik yönetimi açısından yetersiz kalır. Eğer merkezi mevcut yönetimlere alternatif bir yönetim anlayışı ve demokratik zihniyet geliştirilecekse, halk kendini yereldeki demokratik örgütlenme ve pratiklerle sınırlı tutamaz.

Yerel özgünlükleri ve iradesi ortadan kalkmadan, Diyarbakır’ın Bingöl ya da Urfa’yla ilişkilerini sıklaştıracak ve demokratik yönetimlerle belli konularda sorumluluk ve güç birleşmesini sağlayacak bir yerel yönetim anlayışı, demokratik konfederal sistemde demokrasinin derinleşmesi açısından geliştirilmesi gereken bir anlayış ve uygulama olmalıdır. Tabii ki demokratik konfederalizm sadece yerel yönetimlerle kurumlaşacak bir sistem değildir. Ancak yerel yönetimler doğru bir demokratik anlayış içinde olur ve kendilerini darlaştırmazlarsa, tüm ülkede genel anlamda kurumlaşacak demokratik konfederal sisteme önemli katkıda bulunabilirler. Demokratik konfederal sistemin demokratikleşmesinin derinleşmesinde büyük rol oynarlar.

Demokratik konfederalizm doğrudan demokrasiye gidiştir
Konfederal demokratik sistemin kapsamlı biçimde tartışılması ve özgün uygulanmasının gerçekleşmesi için köyler ve sokaklardan başlayarak yoğun bir çabanın gösterilmesi gerekmektedir. Demokratik konfederalizm doğrudan demokrasiye gidiştir. Bir temsili parlamenter demokrasi, bir de doğrudan demokrasi vardır. Yerel yönetimler doğrudan demokrasiye biraz daha yakındır. Sivil toplum örgütlerine, yani üçüncü alana dayanan çoğulcu ve katılımcı demokrasi anlayışı ya da bunu ifade eden kurumlar tek başına bir demokratik sistem oluşturmamaktadır. Bunlar ya parlamenter sistemin parçasıdırlar, onu tamamlarlar ya da doğrudan demokrasinin tamamlayıcısı olan demokratik kurumlardır. Tarihsel olarak parlamenter demokratik sistemin yetersiz kaldığı anlaşılınca devreye giren ve bu sistemin eksikliklerini tamamlayan bir demokrasi anlayışıdır. Hala egemen sistemin hâkim olduğu temsili parlamenter sistemlerde, esas olarak egemen sınıflara ve onların sistemine hizmet etmektedir. Ancak temsili demokrasinin olumsuzluklarını giderme ve toplumun sesinin biraz daha siyasete yansıması açısından tabii ki olumlu bir gelişme olarak görülmelidir. Bu yönüyle temsili parlamenter demokrasiyle doğrudan demokrasi arasında bir geçiş aşaması olarak görmek gerekir. Esas olarak da doğrudan demokraside rollerini oynayacaklardır. Doğrudan demokratik sistemde üçüncü alan dediğimiz sivil toplum örgütleri doğrudan demokrasiyi derinleştirecek, zenginleştirecek ve yaygınlaştıracak bir rol üstleneceklerdir. Bunları parlamenter sistemle doğrudan demokrasi arasındaki bir geçiş aşaması olarak görmek gerekiyor.

Halkın kendini yönettiği ve gerçek demokrasinin olduğu demokrasiyse doğrudan demokrasidir. Buna tam demokrasi ya da demokratik komünal toplumun yaşamsallaştığı demokrasi diyebiliriz. Dolayısıyla bizim esas hedef almamız gereken, gerçek demokrasinin yerleştiği doğrudan demokrasi olmalıdır. Temsili demokrasi de, üçüncü alan dediğimiz sivil toplum örgütlerinin var olduğu katılımcı ve çoğulcu demokrasi de demokrasinin tam uygulandığı bir sistem değildir. Tam demokrasinin gerçekleşmesi için doğrudan demokrasinin kurumlaşması gerekir. Tabii ki doğrudan demokrasiyle sivil toplum örgütleri iç içe gelişerek demokrasiyi yaygınlaştırıp derinleştireceklerdir.

Hiç yorum yok: