Behdinan -
KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, gelinen aşamada AKP’nin tamamen
bir tasfiye politikası izlediğin açık olduğunu belirterek, “2012
yılının şiddetli bir çatışma içinde geçeceği şimdiden anlaşılmaktadır.
Bunun şiddetli çatışmalar içinde geçmesini zorunlu kılan ise AKP'nin
politikalarıdır” dedi. Bayık önemli bir mesaj daha verdi: “2012 yılının
2011’den bazı farkları olacaktır. Herhalde uluslararası güçlerin daha
fazla içinde olduğu bir mücadele yılı olacaktır. Biz her ne kadar
şimdiye dek çeşitli dış güçleri işin içine katmadan sorunu Türkiye’yle
çözmek istediysek de, ne AKP bu konuda bir adım atabildi ne de biz
AKP'yi bu noktaya getirebildik. Bu açıdan 2012 yılında bu uluslararası
güçlerin daha fazla devrede olacağı bir mücadele yılı olacaktır.” Bayık,
ANF’nin sorularını yanıtladı.
HER ZAMAN DİN KARDEŞLİĞİNİ KULLANDILAR
*AKP
Hükümetinin Kürt mellelere kadro verme girişimi sisteme yedekleme
çabası olarak değerlendirildi. Bu çalışmayı Türk devletinin dini
istismar politikasının iflası olarak değerlendirenler de oldu. Siz nasıl
görüyorsunuz?
Türk devleti Kürt halkının özgürlük ve
demokrasi mücadelesini bastırmak için her zaman din kardeşliğini
kullanmıştır. Abdülha-mit’ten bu yana bu politikayı kullanılarak
Kürtlerin hak ve özgürlük talepleri susturulmaya, Kürtler bu
taleplerinden vazgeçirilmeye çalışılmıştır. İslamiyet’te ümmet
kardeşliği önemlidir. Aynı ümmetten olmak, birbirlerinin haklarına
saygılı olmayı gerektirir. Ne var ki Türkiye söz konusu Kürtler
olduğunda haklarını vermek için değil de vermemek için ele alan bir
ümmet olma anlayışına, ümmet kardeşliğini böyle yorumlayan bir anlayışa
sahiptir. Bu yönüyle İslamiyet’i de, ümmeti de, ümmet kardeşliğini de
bir özel savaş aracı haline getirmiştir.
AKP Hükümetinin on
yıldır iktidarda tutulmasının en önemli nedenlerinden biri, Özgürlük
Mücadelesi'ne karşı kullanılacak en iyi hükümet olmasıdır. Kürt halkının
Özgürlük Mücadelesi'ne karşı kullanılacak en iyi hükümet olmasının
nedenlerinden biri de AKP'nin yüzündeki İslam maskesidir. Bu İslam
maskesiyle Kürtleri kandıracağı, bir kısım Kürtleri yanına alarak Kürt
halkının Özgürlük Mücadelesi'ni zayıflatacağı düşünülerek AKP'nin
iktidarına ses çıkarılmamış ve bugüne kadar iktidarda tutulmuştur. Bu
İslam maskesiyle Kürtlerin temel demokrasi ve özgürlük taleplerinden
vazgeçmeleri sağlanmaya, toplum olmalarını kabul etmeyen bireysel bazı
haklarla “bakın, Kürt kardeşlerimizin varlığını tanıyoruz” denilerek
Kürtleri toplum olarak soykırıma uğratan politikalar sürdürülmeye
çalışılmaktadır.
Ancak Kürt Özgürlük Hareketi AKP'nin bu
politikalarını önemli oranda boşa çıkarmıştır. Zaten Kürt Özgürlük
Hareketi çıkışından itibaren din olgusuna klasik sol yaklaşımlardan daha
farklı bakmış, dinin tarih içinde toplumsal işlevi olan bir olgu
olduğunu görmüş-tür. Geçmişte belirtildiği gibi dini bir afyon olarak
tanımlama türünden bir yaklaşım içinde olmamıştır. Kuşkusuz egemenler,
sömür-geci güçler, krallar, padişahlar, sultanlar, devletler toplumların
inançlarını kullanmışlardır. Bu yönüyle toplumları uyutmak için dini
afyon gibi kullandıkları da söylenebilir. Ancak hareketimiz dini sadece
bu tarzda ele almanın tek boyutlu bir yaklaşım olduğunu, bunun doğru ve
gerçekçi bir yaklaşım olmadığını, dinin bir de tarih içinde bir
toplumsal işlevinin bulunduğunu, dinin toplumun ahlaki ve politik
yaşamının en temel formu olduğunu, hak, adalet ve eşitlik değerlerinin
dünden bugüne bu form içinde kendini taşıdığını, dinin insanlığın
tarihteki ilk toplumsal bilinci ve ilk kutsalı olduğunu, çok tanrılı
dinlerden tek tanrılı dinlere kadar toplumsal bir işlev gördüğünü, dinin
böyle görülmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Gelinen aşamada da
insanın bir metafizik varlık olduğunu, insanın metafiziksiz
yaşayamayacağını, bu açıdan dinî metafiziğin de toplumlar için, insanlar
için bir anlam taşıdığını ortaya koyan, bilen ve buna göre hareket eden
bir Özgürlük Hareketi söz konusudur.
Özgürlük Hareketi'nin dine
bu doğru yaklaşımı, yani halkın diniyle taşıdığı ahlaki, toplumsal ve
kültürel değerlere saygılı olduğunu göstermesi, AKP'nin dini Kürt halkı
üzerinde sömürgeci egemenliğin bir psikolojik savaş aracı olarak
kullanma politikasını boşa çıkarmıştır. Hatta AKP'nin dini Kürt halkını
özgürlüksüz ve demokrasisiz bırakmak için kullandığı gerçekliğini ortaya
çıkardığından, inançlı Kürt halkı tarafından AKP'ye karşı önemli bir
tepki gelişmiştir.
MELE PROJESİNİN İŞE YARAMAYACAĞI ŞİMDİDEN ANLAŞILDI
AKP'nin
Kürt Özgürlük Hareketi karşısında başarısız olduğu ortaya çıkmıştır. Bu
başarısızlığını gidermek için daha fazla dini kul-lanma, Kürdistan'a
imamlar gönderme, Kürdistan'da devletin okullarında yetişmiş imamlar ve
irşat gruplarıyla Kürtleri özgürlük ve demokrasi mücadelesinden koparma
gibi çabalara hız vermiştir. Ancak bu çabaların sonuçsuz kaldığı, sonuç
vermeyeceği görülmüş-tür. AKP ‘Sivil Cuma’larda olduğu gibi Kürt
halkından inançlı insanların devlet politikalarını kabul etmediğini,
Kürt toplumunda devletin görevlendirdiği imamların değil medreselerde
eğitim görmüş Kürt mellelerin etkili olduğunu, bu nedenle de şimdiye
kadarki dini kullanma biçimindeki özel savaş politikalarının başarılı
olamayacağını görmüş; bunun sonucunda Kürt mellelerine el atıp dini
kullanma biçimindeki özel savaşının önündeki engelleri kaldırmayı
hedeflemiştir. Dini istismar etme politikası boşa çıkarılınca,
özel-likle bu boşa çıkarmada Kürt mellelerin, Kürt toplumunun inançlı ve
bilinçli inanlarının rol oynadığı görünce, AKP Hükümeti bu engel nasıl
ortadan kaldırılır, dine doğru yaklaşmayı esas alan ve bu yönüyle
kendisinin dini istismar politikalarını boşa çıkaran melleler nasıl bu
konumdan çıkarılıp devlet politikasının parçası haline getirilir
biçiminde bir yaklaşımla bu yeni projeyi gündeme getirmiştir. Bin
mellenin kadrolu imam olarak atanması kararının nedenini işte böyle
anlamak gerekir.
Ancak bu projenin de işe yaramayacağı şimdiden
anlaşılmıştır. Kürt tarihini bilenler Kürdistan'daki ilk yurtseverliğin
Kürt mellelerinin içinden çıktığını iyi bilirler. Çünkü Kürtlerde
medreselerde tarih, felsefe, hukuk ve matematiği, yani sosyal ve fen
bilimlerini ilk okuyanlar Kürt melleleri olmuştur. Bu okuma sonucunda
Kürtlerin durumuyla diğer halklar veya toplumların durumunu kıyaslama
imkânına kavuşmuşlar, yürekleri ve beyinleri aydınlandığı için Kürt
toplumunun sosyal ve kültürel sorunlarına duyarlı hale gelmişlerdir.
Bunun sonucunda Kürtlerin de bir ulus, bir toplum olduğunu, kendi
kendilerini yönetmeleri ve anadilde eğitim görmeleri, kendi dili,
kültürü ve kimliğiyle yaşamaları gerektiğini anlamışlardır. Diğer
halklar nasıl kendi kimlikleri, kültürleri ve özyönetimleriyle
yaşıyorlarsa, Kürtlerin de kendi kimlikleri, kültürleri ve
özyönetimleriyle yaşamaları gerektiği bilincine varmışlar ve bu bilinci
toplum içinde yaymışlardır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Batıda
burjuvaların ya da çeşitli aydınlar ve sanatçıların oynadığı rolü
Kürdistan’da melleler oynamışlar, toplumda geliştirilen yurtseverlik ve
demokratik ulus bilincini, hak ve hukuk bilincini melleler
geliştirmişlerdir. Bu bakımdan mellelerin Kürdistan tarihinde böylesi
önemli bir yeri vardır. Ahmedê Xanê bir melledir. Kürt ulusal
duygularının oluşmasında, ulusal birlik duygularının gelişmesinde, dili,
kültürü ve kimliğinin bugüne kadar yaşamasında Ahmedê Xanê’nin rolü çok
önemlidir. Belki melleler çok örgütlü bir biçimde yurtsever duygularını
harekete geçirmemişler, bu yönüyle örgütlü bir güç yaratarak ulusal
demokratik mücadelenin daha etkili yürütülmesinde rollerini istedikleri
kadar oynayamamışlardır. Ama yine de inkârcılığa ve sömürgeciliğe karşı
Kürt toplumunun, Kürt ulusal değerlerinin, kimlik ve kültür
değerlerinin, demokratik değerlerin savunulduğu mevziler olmuşlardır.
Nitekim bu karakterleri gereği Kürt isyanlarının, Kürt direnişlerinin
içinde Kürt melleleri önemli yer almışlardır. Kadı Muhammet, Şeyh Sait,
Seyit Rıza, Molla Mustafa Barzani, Abdurahman Timoki ve daha birçok
melle toplumların yurtseverlik değerlerini geliştirdikleri gibi,
direnişlerine de öncülük yapmışlardır.
KÜRT MELLELERİ SAVAŞIN PARÇASI HALİNE GERİRMEK KOLAY DEĞİL
Kürt
melleleri böylesi bir tarihsel gelenekten, böylesi bir kültürel ve
toplumsal karakterden gelmektedir. Bu açıdan mellelere maaş bağlayarak,
onları maaşla satın alıp psikolojik savaşın parçaları haline getirmek
kolay değildir. Tarihleri ve gelenekleri bunlara izin vermez. Çünkü Kürt
mellelerin duruşlar ve tutumlarıyla Kürt toplumu içinde bir onur
kazandıkları, bir itibar kazandıkları kesindir. Özellikle ’Sivil
Cuma’larla birlikte Kürt mellelerin Kürt toplumundaki itibarının
yükseldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Kürt mellelerin bu itibarlarını
ve değerlerini Türk devletinin özel ve psikolojik savaş politikalarında
tüketmeleri beklenemez. Aksine Kürt melleleri Kürt halkının yürüttüğü
özgürlük ve demokratik ulus yaratma mücadelesinde, demokratik ulusun
hakkaniyetli, adil, eşit ve özgürlükçü değerleri olarak yer almayı
tercih edeceklerdir. Kürt mellelerden başka tutum bekleyenler kesinlikle
büyük bir yanılgıya uğrayacaklardır. Kürt halkının özgürlük
mücadelesinin zafere yakınlaştığı bir dönemde, hiç kimse Kürt mellelerin
bu mücadeleyi zayıflatacak bir tutum içine girmelerini beklememelidir.
Aksine Kürt melleleri bundan sonra daha fazla Türk devletinin kültürel
soykırımcı, özel savaşçı politikalarına karşı duracak, Kürt toplumunu
aydınlatacak, Kürt toplumunu AKP'nin, devletin ve başka güçlerin oyununa
gelmemesi konusunda aydınlatıcı rollerini oynayacaklardır. Bu konuda
toplumun vicdanı olacaklardır. Kürt mellelerin hem geçmişi hem de ‘Sivil
Cuma’larda oynadıkları rol önümüzdeki dönemde de böyle bir tutum
göstereceklerinin kanıtıdır.
Bu konu vesilesiyle üzerinde
durulması gereken diğer önemli bir husus ise devletle din ilişkileridir.
Bütün dinler devlete bulaştıkları için çıkışlarındaki toplumsal ve
tarihsel rollerinden uzaklaştırılmışlar; hak, adalet, özgürlük ve
demokratik değerlerden uzaklaşarak iktidarın, devletin, yani özgürlükçü
ve demokratik olmayan, hak ve adaletten uzak olan güçlerin kullandığı
ideolojik araçlar haline gelmişlerdir. Bu yönüyle dine tarih içinde
yapılan en büyük kötülük devlete bulaştırılması olmuştur. Dini devlete
bulaştıranlar dine ve inançlara en büyük kötülüğü yapanlar olmuştur.
İnançlar, dinler devletten, iktidardan ve otoriteden uzak olduğu
müddetçe olumlu toplumsal rol oynamışlardır. Devletten, iktidardan ve
çıkardan uzak olduğu müddetçe kutsallık karakterine uygun bir biçimde
toplum içinde yerlerini almışlardır. Bu açıdan dinin devlete
bulaştırılmasına karşı çıkma konusunda gerçek din adamlarının ve gerçek
inanç sahiplerinin ilkeli bir duruşunun olması gerekir. İster İslam,
ister Hıristiyan, ister Yahudi, ister Budist, ister Alevi, ister Êzidi
olsun, hangi dinden ve inançtan olursa olsun, devlete yaklaşan din ve
inanç kötü biçimde kullanılır, kirletilir.
Bu açıdan bütün din
ve inan önderlerinin, inanç taşıyıcılarının ve din adamlarının görevi
inançlarını ve dinlerini devlete bulaştırma-mak, devletten uzak
tutmaktır. Dinin, inancın bir toplumsal değer olduğunu, toplum içinde
ahlaki, insani, hak, adalet ve eşitlik değer-lerini yaşatan bir
kutsallık olduğunu bilerek, bu işlevinden uzak tutan bütün tutumlar ve
yaklaşımlara karşı tavır koymaları gerekmektedir.
Bu yönüyle
mellelerin maaşa bağlanması ya da ‘Şafilik Diyanet içinde yer alsın,
Alevilik diyanet içinde yer alsın’ gibi yaklaşımlar kesinlikle doğru
yaklaşımlar değildir. Bunlar tamamen inançları kirletmenin yoludur. İlke
şu olmalıdır: Devlet elini dinden çekmelidir, inançları, inançla ilgili
görevleri cemaat örgütlenmeleri yapmalıdır. Ancak böyle bir yaklaşımla
din özündeki doğru kültürel değerleri koruyabilir. Yoksa tarihte olduğu
gibi baskının, zulmün, iktidarların, devletlerin hizmetine sokulur.
Bazılarının
söylediği gibi “din cemaatlerin elinde olursa gerici olur, kötü duruma
düşer” yaklaşımı tamamen bir saptırmadır, bir yalandır, bir demagojidir.
Aksine din devlete bulaşmaz ve cemaatlerin elinde olursa, gerçek
adalet, eşitlik, özgürlük ve demokrasiye, hak ve hukuka hizmet eder,
topluma hizmet eder, kültürel değerlere hizmet eder, doğru toplum ve
doğru bireyin yaratılmasına hizmet eder. Ama devlete bulaştırılmış din
devletin elinde her türlü baskının, zulmün ve sömürü sisteminin örtüsü
veya aracı haline getirilebilir. Bu yönüyle Diyanet İşlerinin içine
Şafilerinin ve Alevilerin sokulması değil, Diyanet İşlerinin
kaldırılması esas alınmalıdır. Bu yaklaşım doğrudur. Bunda ısrar etmek
gerekir. Diyanet kaldırılmıyor, o zaman içine girilebilir, melleler ve
imamlar devletten maaş alabilir yaklaşımı doğru değildir. Bu konudaki
pragmatik yaklaşımlar kesinlikle yanlıştır, ilkeli yaklaşımlar değildir.
Din gibi hassas bir konu taktik yaklaşımla ele alınamaz. Bugün Diyanet
içinde yer alınabilir, ama ileride Diyanet kaldırılabilir gibi
yaklaşımlar kabul edilemez. Bunlar tuzaktır, oyundur. Başta Kürt
melleleri olmak üzere hiçbir dini cemaat, mezhep ve tarikat devletin bu
tuzağına düşmemelidir.
Tarih boyunca Kürdistan'da medreseler din
adamı yetiştirmiş, dinî hizmetler vermiştir. Ne aç kalmışlar ne de
herhangi bir güce boyun eğmişlerdir. Toplum kendi dinî önderlerini,
inanç önderlerini yaşatmasını bilir. Kaldı ki böyle olması daha iyidir.
Toplum tarafından yaşatılan din adamı toplum için düşünür. Devletten
maaşını alan din adamı toplumdan uzak olur, devlet çıkarlarını düşünür.
Bu açıdan Kürt mellelerinin önüne konulan tuzak kesinlikle kabul
edilmemelidir. Bu bir nimet değildir, bir bağış değildir, kesinlikle bir
tuzaktır. Devletin aldığı bu kararı iyi bir karar, bir nimet, bir iyi
niyet olarak ele almamak gerekiyor. Kesinlikle iyi niyetli bir yaklaşım
değildir. Kaldı ki, zaten seçerken de esas olarak yine devlete en iyi
hizmet edecek kimseleri tercih edecekler, devlete iyi hizmet edebi-lecek
mellelere öncelik tanıyacaklar, belki bir kısım yurtsever melleleri de
bu işin içine sokacaklardır. Bu yolla Kürt melleleri kimli-ğinden, o
güzel değerlerinden koparmak için devlete bulaştıracaklardır. Bunu
kesinlikle böyle görmek gerekir. Zaten hareketimiz de açıklama yaptı,
din adamları da bir açıklama yaptılar, bu konunun bir tuzak odluğunu
söylediler. Kürt mellelerinden beklentimiz, devlet hutbelerini okuyan,
devletin özel ve psikolojik savaşının parçası olan melleleri dinlemeyen,
bu nedenle devletsiz ‘Sivil Cuma’larla kendilerine büyük bir itibar ve
onur kazanan bu tutumlarını devam ettirmelerini bekliyoruz.
SİYASAL ÇÖZÜM YOLLARINI KAPATAN TÜRK DEVLETİNİN BİZZAT KENDİSİDİR
*AKP
çevresindeki bazı Kürtlerin de desteklediği ‘silahlı mücadelenin
Kürtler açısından bir değerinin kalmadığı’ söylemi Türkiye ve Kürtlerin
içinde bulunduğu mevcut koşullarda ne anlama geliyor?
AKP'nin,
AKP yandaşı basının ve AKP'ye yakın Kürt çevrelerin son zamanlarda
‘silahlı mücadele dönemi bitmiştir, Kürtler için si-lahlı mücadelenin
bir anlamı kalmamıştır” diyerek Kürt Özgürlük Hareketi'ne yönelik
saldırılarını arttırdıklarını görmekteyiz. Kuşkusuz bu dil özel savaş
merkezinde üretilip psikolojik savaş araçlarına, bunların kalemşorlarına
ve sözcülerine verilen bir dildir. Bunu kesinlikle böyle görmek
gerekiyor. Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı otuz yıldır gerillayı tasfiye
etme, etkisizleştirme ve silahsızlandırma politikası yürütülmektedir.
Bunlar şimdi demokratlık ve liberallik adına, silahlı mücadelenin
zamanının geçtiği adına, yine Kürt sorunu artık silahlı mücadeleyle
değil demokratik siyasal yollarla çözülsün biçimindeki yaklaşımlar adına
silahların bırakılması gerektiğini söylemektedir. Zaten devletin,
özellikle AKP'nin dokuz on yıldır Kürt Özgürlük Hareketi'ne dayattığı bu
yönlü bir teslimiyet politikasıdır bu. Hükümetin yaklaşımları
demokratik siyasal mücadele ya da demokratik çözümle ilgili değildir.
Demokratik çözümü de, demokratik siyasal mücadeleyi de en fazla öne alan
ve dillendiren Kürt Özgürlük Hareketi olmuştur. Kürt Özgürlük
Hareketi'nin yıllarca ‘barış barış’ diye diye dilinde tüy kalmamış,
adeta barış dilencisi olmuştur. Hatta neden bu kadar ‘barış, barış’
deniyor diye Kürt Özgürlük Hareketi eleştirilmiştir. Dolayısıyla Kürt
Özgürlük Hareketi sanki demokratik siyasal çözümden yana değil gibi bir
yaklaşım göstermek büyük bir demagojidir, büyük bir yalandır. Demokratik
siyasal çözümden yana olmayan, demokratik siyasal mücadele yollarını
kapatan Türk devletinin bizzat kendisidir.
Türk devleti yüz
yıldır Kürtler yararlanmasın diye yasalarını ve anayasasını
antidemokratik kılmıştır. Türkiye neden demokratikleş-miyor, neden
anayasa ve yasalar antidemokratik diye sorulursa cevabı budur. Şimdi TMK
gibi Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin her türlü mücadelesini
terörizmle damgalayan, TMK’nın içine sokan bir anlayışın olduğu bir
yerde gerçekten demokratik çözüm niyetinin ve demokratik zihniyetin
olduğu söylenebilir mi? Demokratik zihniyette olan birileri Kürtlerin
örgütlü gücüne, Kürdistan'da gelişen demokratik toplum gerçeğine
saldırır mı? Kürtlerin örgütlü gücünü ve kendi kendini yönetme isteğini
‘devlet içinde operasyon yapmak’ olarak gösteren, bir toplumun örgütlü
hale gelerek siyasi irade ve güç olmasını devletin bölünmesi olarak
gören bir anlayışın demokratik zihniyetten ya da siyasal çözümden yana
olduğu söylenebilir mi?
Türkiye hâlâ Kürtleri siyasal egemenlik
altında tutup kültürel soykırıma uğratmak isteyen bir devlettir.
Karakteri despotiktir, faşisttir. Uygulamalarıyla bu gerçek açığa
çıkmıştır. Bunu kendine sorun yapmayanların ikide bir “PKK silah
bırakmalı, silahlı mücadelenin zamanı geçmiştir” demesi topu taca
atmaktır ya da Türk devletine bir şey söyleyemeyenlerin, devlet
karşısında kem küm edenlerin, Türk devletinin psikolojik savaşı
karşısında iradesi kırılanların, beyni sulananların ve kişiliği yok
edilenlerin en kolay yol olarak ‘vu-run abalıya’ misali Kürt Özgürlük
Hareketi'ne saldırmasıdır. Bunu yaratan Türk devletinin psikolojik savaş
ortamıdır. Türk devle-tinin psikolojik savaş ortamı bu kesimleri böyle
bir dile yöneltiyor, Kürt Özgürlük Hareketi'ne saldırıya yöneltiyor.
Kürt
Özgürlük Hareketi'nin ve Kürt halkının tercihinin silahlı direniş ve
silahlı mücadele olmadığı açıktır. Ödediği ağır bedellere ve
fedakârlıklara rağmen, tek taraflı ateşkesleri hep Kürt Özgürlük
Hareketi yapmıştır. Ama buna rağmen AKP ve Türk devleti çözüm yolunda
adım atmamıştır. Bu iyi niyet midir? Tek taraflı ateşkes zamanlarında
adım atmayacaksın, çözüm için niyetini ve tutumunu ortaya koymayacaksın,
ama silahlı güçler silahlarını bırakır ya da Türkiye dışına çıkarsa
adım atacacağını söyleyeceksin! Kim buna inanır? Bunun bir oyun ve tuzak
olduğunu kim anlamaz? Hiç kimse Kürt Özgürlük Hareketi'ni ve Kürt
halkını çocuk yerine koymasın. Karşımızda Türk devleti var. Kültürel
soykırıma uğratıp Kürtleri Türkleştirmek isteyen bir devlet var. Sadece
Kuzey Kürdistan'daki Kürtlerin değil, bütün ülkelerdeki Kürtlerin
haklarını kazanmasını engellemek isteyen bir Türk devleti var. Kürtleri
yok etmek isteyen, ezmek isteyen bu tür devletlere karşı Kürtler meşru
savunma haklarını kullanacaklardır. Bu bir meşru savunmadır. Yok etmeye
karşı kendi varlığını koruma savaşıdır, var olma savaşıdır. Bunu böyle
görmemek Türk devletinin özel ve psikolojik savaşın beyniyle hareket
etmektir.
GERİLLA MEŞRU SAVUNMA GÜCÜDÜR
Türk devleti
Kürt sorununun çözümünde adım atmış da PKK buna karşı direnmiş mi?
İspanya Anayasası ortadadır, başka yerlerde çözümün nasıl olduğu
ortadadır. Biz açık söylüyoruz. Dünyada genelde kırk milyondan fazla,
Türkiye'de en az yirmi milyon Kürt var. Bu tür konularla ilgili uzman
insanları toplasınlar, dünyanın başka yerinde böyle bir halka hangi
hakları tanıyorlarsa onları önümüze koysunlar. Kürt halkı da, Kürt
Özgürlük Hareketi de buna razıdır. Bundan daha pozitif ve makul bir
yaklaşım gösterilebilir mi?
Gerçekler ortadayken silahlı
mücadelenin Kürtler açısından değerinin kalmadığı söylenemez. Değeri
vardır. Gerilla meşru savunma gücüdür. Kürtler hâlâ silahlı yöntemlerle
yok edilmek istenmektedir. Dünyada hiçbir güce karşı kullanılmayan
teknikler Kürt gerilla-sına, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı
kullanılıyor. Türkiye bütün imkânlarını seferber ederek, her türlü
sofistike silahlar alarak hare-ketimizi tasfiyeye yöneliyor. Türk
devleti insansız hava araçlarını, en son teknikle donatılmış tankları,
uçakları, helikopterleri, gece görüş imkânları olan silahlar ve benzeri
her türlü tekniği alıp gerillaya karşı kullanmaktadır. Türk ordusu bu
tekniğe neden bu kadar yatırım yapmaktadır? Kürt sorununda demokratik
çözüm yaklaşımı olanlar bu düzeyde silaha yatırım yaparlar mı? Hem de
Kürt Özgürlük Hareketi'nin en makul çözüm yaklaşımı gösterdiği gerçeği
ortadayken, on milyarlarca Doları bu tür silahlara yatırması ne anlama
geliyor? Kürt Özgürlük Hareketi'nin hangi talepleri karşılanmaz
durumdadır? Kürt halkının kendi kendini yönetmesi olan demokratik
özerklik kadar doğal bir istek olabilir mi? Demokrasi çağında dünyanın
her yerinde halkların kendi kendini yönetmesi temel bir ilke haline
getirilmiştir. Hemen hemen bütün anayasalarda farklı kimliklerin kendi
kendini yönetme ilkesi kabul edilmiştir. Bu gerçeklik ortadayken, en
makul talepler ileri sürülürken, kim kalkıp Kürt Özgürlük Hareketi'ni
demokratik çözüm karşısında sek-ter davranıyor, katı davranıyor, silahlı
mücadelede ısrar ediyor diyerek eleştirebilir? Silahlı mücadelede ısrar
yoktur. Siyasal sömürgecilikte ve kültürel soykırımda ısrar etme ve
buna karşı direniş vardır. Gerçek böyle konulmalıdır. Bunu böyle ortaya
koymayanlar, devletin teorisini ve tezlerini kabul edenler devlete
uşaklık yapanlardır, Kürt kültürel soykırımına alet olmaya
çalışanlardır.
İŞBİRLİKÇİLER
Silahlı mücadelenin zamanı
geçmiştir, bir değeri kalmamıştır, Kürtler silahlı direnişle bir şey
kazanmamıştır yaklaşımı bir yönüyle de Türk devletinin yürüttüğü
psikolojik savaşın parçasıdır. Gerillanın, gerilla direnişinin, bu fedai
gücün Kürt halkı içindeki itibarı, onuru ve değeri bilindiği için,
gerillanın direnişi konusunda kuşku yaratılarak, kendine göre teorilerle
bu direnişin bir anlamının olmadığı belirtilerek gerillanın itibarı
kırılmaya ve sarsılmaya çalışılmaktadır. Türk devletinin karşısındaki en
büyük direniş güçlerinden biri gerilladır. Türk devleti bu direniş
gücünü kırarak aslında toplumu tümden teslim almak istemektedir. Bugün
Türk devletinin Kürtlere nasıl kan kusturduğu ortadadır. Öyle Türk
devletinden ve AKP Hükümetinden iyi niyet beklemek, PKK silah
bıraksaymış AKP Hü-kümeti sorunu çözermiş yaklaşımları içinde olmak en
hafif deyimle safdilliktir, esasında da gaflettir. Bunlar Kürt halkını
diri diri mezara gömmenin dayatmalarıdır. Ne Kürt halkı, ne Kürt
Özgürlük Hareketi, ne de gerilla bu tür söylemleri ciddiye almaktadır.
Baş-ka kapıya gitsinler, sorunun çözümü üzerinde yoğunlaşsınlar. Türk
devletinin Kürt sorununu neden çözmediği üzerinde yoğunlaşsın-lar,
çözümsüzlükte neden bu kadar ısrar ettiği üzerinde yoğunlaşsınlar. Kürt
Özgürlük Hareketi'nin makul çözüm önerileri karşısında neden bir çözüm
politikası olmadığını ortaya koysunlar. Silahın zamanı geçmiştir, silah
bırakılmalıdır gibi değerlendirmeler çözüm-süzlükte ısrar eden Türk
devletinin politikalarına destek vermek anlamına geliyor. Türk devleti
bu tür söylemleri görerek çözümsüz-lükte ısrar ediyor. Dolayısıyla bu
tür yaklaşımlar çözümsüzlükte ısrarı teşvik etmek ve işi yokuşa
sürmektir. Bu tür değerlendirmeler yapan liberallere, kendine demokrat
diyenlere bunu söylüyoruz.
Bu tür şeyleri söyleyen Kürt
işbirlikçilerine değinmek bile gerekmez. Bunlar kesinlikle ruhunu
satmışlardır. Bunların Kürt halkının özgürlüğü ve demokrasisiyle
alakaları yoktur. Bunlara verilen değer de Kürt Özgürlük Hareketi'nin
mücadelesinden ileri gelmektedir. Kürt halkı Türk devletini ve AKP'yi
zorladığı için AKP ve Türk devleti bunlara değer vermektedir. Bunlar bu
tür konuşmaları bile Kürt Özgürlük Hareketi'nin sırtından yapmakta, Kürt
Özgürlük Hareketi'nin sırtından kendilerini yaşatmaktadırlar. Öyle
kendilerinin bir değeri yoktur. Kürt Özgürlük Hareketi'nin mücadelesi
olmasaydı, kimse bunlara beş metelik değer vermezdi. Bunu aklı başında
olan herkes bilmektedir. Özellikle Kürt halkı bu gerçeği görmektedir.
*Bu süreçte AKP ile ortak siyaset yürüten Kürtleri nasıl ele alıyorsunuz?
AKP
Hükümetinin bir diğer politikası da yürüttüğü özel savaşı desteklemek
için bazı işbirlikçi Kürtler yaratmak, işbirlikçisi Kürtlerle Kürt
Özgürlük Hareketi'ni parçalamaktır. Nasıl Filistin’de Hamas’la FKÖ’nün
mücadelesi parçalanmış, zayıflatılmış, böylelikle etki-siz kılınmış ve
tam da çözüm yaklaşmışken bu bölünmeden cesaret alan İsrail Filistin
sorununun çözümünde ayak sürüyüp Filistin sorununun çözümünü ötelemişse,
şimdi de Türk devleti içindeki Kürt işbirlikçileri de Kürt halkının
Özgürlük Mücadelesi'ni zayıflatma ve böylelikle çözümünü dayatmış Kürt
sorunu konusunda devletin bu çözümden kaçmasını sağlama rolünü üstlenmiş
bulunmak-tadır. Türk devletinin Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye
planında AKP'nin dini kullanması, kendine demokrat bir söylemle kimi
libe-ralleri yanına alması ve kimi Kürtleri parti içinde kullanması,
yine Kürt toplumu içinde belirli çevreleri kandırması politikası olduğu
gibi, bunu işbirlikçi Kürtlerle tamamlamak istemektedir. İşbirlikçi
Kürtler derken sadece AKP içindeki Kürtleri kastetmiyoruz. AKP içinde
AKP'nin Kürt politikasına işbirlikçilik yapan, onun Kürdistan'da siyasi
egemenlik ve kültürel soykırımı yeni koşullarda sür-dürmesine razı
olmuş, bu yönüyle kendilerini satarak palazlanmış, ekonomik, siyasal ve
sosyal konum elde etmiş çevreler bulunmaktadır. Bunlar bilinmektedir.
Belki de en tehlikeli rol oynayan, AKP içinde doğrudan yer almayan ama
kendine liberal Kürt aydını veya Kürt siyasetçisi diyen kişilerin
tutumudur. Bunlar tehlikeli oynamaktadırlar.
KLASİK İNKAR VE İMHA SİYASETİNDE İŞBİRLİKÇİ KÜRDE DE YER YOKTU
Kürt
Özgürlük Hareketi'nin mücadelesiyle birlikte Türk devletinin klasik
politikası yıkılmış, şimdiye kadar yürütülen Kürt politikası-nın
meşruiyeti kalmamıştır. Kürtler üzerinde yürütülen siyasi sömürgecilik
ve kültürel soykırım politikası iflas etmiştir. Bunun sonucu olarak AKP
iktidara getirilmiş, AKP eliyle yeni bir Kürt politikası oluşturulup
Kürt halkına kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Ancak AKP'nin bu
politikası da deşifre edilmiş, maskesi düşürülmüştür. Bu nedenle Türk
devleti köşeye sıkışmıştır. Bu işbirlikçi Kürtler vasıtasıyla AKP ve
Türk devleti kurtarılmaya çalışılıyor. Türk devletinin Kürtler
üzerindeki meşruiyetini yitirmiş politikasına meşrui-yet kazandırılmaya
çalışılıyor. Bu Kürtlerin yaratacağı meşruiyet üzerinden Kürtler
üzerindeki siyasi egemenlik ve kültürel soykırım sürdürülmek isteniyor.
Bunların oynadığı rol kesinlikle böyledir. Beşir Atalay’ın belirttiği
gibi Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı ‘entegre saldırı’nın, tasfiye
harekâtının ve psikolojik savaşın en önemli aktörlerinden biri de bu
işbirlikçi Kürtlerdir. Bunların isimlerini saymak istemiyoruz; onlar
kendilerini biliyorlar, Kürt halkı da onları tanıyor.
Klasik
inkâr ve imha siyasetinde işbirlikçi Kürt’e de yer yoktu. Çünkü Kürt’ün
ismi bile ağza alınmak istenmiyordu. Ama Kürt Öz-gürlük Hareketi'nin
yürüttüğü mücadele karşısında Türk devletinin siyasi tezleri iflas
edince, artık eski Kürt yoktur söyleminin sonuç vermediğini ve bu
söylemle Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı mücadele edilemeyeceğini
gördüklerinden, ‘Kürt realitesini tanıyo-ruz’dan başlayarak Kürt vardır
noktasına geldiler. İşte bu noktaya geldikten sonra Türk devleti kendine
Kürt diyen kimi kesimleri Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı kullanmayı bu
stratejinin bir parçası haline getirdi. Bu nedenle eskiden beri Kürt
Özgürlük Hareketi'-ne karşı yeminli düşman olan kesimleri Türkiye'ye
çağırmışlardır. Sıradan bir yurtseveri ve barış analarını bile
tutuklarken, işi sadece gazetecilik olan muhabirleri tutuklarken, on
yıllarca örgüt liderliği yapmış ve bir örgütün sorumluluğunu üstlenmiş
bir Kürt’ü, düne kadar kendisini örgüt lideri olarak gösteren bir Kürt'ü
bakanlar karşılamış, devlet televizyonları ve diğer televizyonlar
yayınlarına almışlar ve önemli Kürt lideri biçiminde lanse etmeye
çalışmışlardır. Şairin dediği gibi ‘bu ne yaman çelişki’dir. Bir Kürt
genci puşi taktı diye zindanlarda süründürülürken, zılgıt çekti diye bir
anaya yıllarca ceza verilirken, bir Kürt gazetesinin yazı işleri
müdürlüğünü yaptığı için 150 yıl, 200 yıl ceza alan insanlar ortadayken,
Kürt çocuklarına ve kadınlarına demokratik eylemlerde tahammül
edilemezken, yıllarca bir örgütün liderliğini yapmış bir Kürt’ün devlet
tarafından alkışlanması ve taktir edilmesi nasıl bir politikadır? Bu
çağrılma Kürtlerin taleplerini karşılama ve Kürtlerle barışma temelinde
değildir. Bu çağrılma Kürtlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesi
karşısında Kürtlerle barışma, Kürt sorununun çözümü için adım atma değil
de, Kürt sorununun çözümünde adım atmamak, Kürt sorununun kendisini
dayatması karşısında kendini bu dayatmadan kurtarmak, Kürtleri yeniden
siyasal egemenlik ve kültürel soykırım altında tutmak içindir.
İşbirlikçi Kürtlerle ilişkinin karakteri böyledir.
Tabii ki Kürt
siyasetçiler devletle de görüşebilir, devletle oturup pazarlık da
yapabilir. Ama buradaki ilişki böyle midir? Bunlar ta-mamen Türk
devletinin Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı yürüttüğü psikolojik savaşın
enstrümanı olarak kullanılmaktadır. ‘Bakın, Kürtler de bunlara karşıdır,
dolayısıyla bizim PKK'ye karşı yürüttüğümüz savaş haklıdır’
demektedirler. Öyle ya, bu Kürtler de Öz-gürlük Hareketi'ne karşı
olduğuna göre, o zaman askeri operasyonlarda, siyasi soykırım
operasyonlarında, avukatların ve gazetecilerin tutuklanmasında bir
haklılık vardır! İşte bu tasfiye politikalarına meşruluk kazandırmak
için bunlar öne çıkarılmaktadır.
On üç yıldır cezaevinde
bulunan, on dördüncü yıla girecek olan Önder Apo üzerinde yapılan
baskılara sesini çıkarmayanlar, hatta bu Önder Apo konusunda kuşku
uyandırmaya çalışanlar, yine binlercesi fedaice yaşamını veren
gerillalara, Kürt gençlerine ve bunların mücadelesine hakaret edip
saldıranlar, onlarca yıldır Özgürlük Mücadelesi içinde yer alan, bu
konuda dünyada görülmemiş fedakârlıklar yapan, yöneticisinden
savaşçısına kadar fedailer topluluğu olan, dervişler gibi yaşayan, bir
çağdaş dervişler hareketi olan bir harekete küfretmek, kuşku uyandırmak,
devletin psikolojik savaş tezlerini ve propagandalarını bir gerçekmiş
gibi televizyonlarda ve gazetelerde konuşmak neyi ifade eder? Kürt
halkının değerlerine bir bağlılığı mı, yoksa Kürt halkının bağlı olduğu
değerlere karşı bir savaşı mı ifade eder? Açıkça AKP ile ortak siyaset
yürüten Kürtler bizim için tamamen psikolojik savaş unsurlardır, bunun
dışında hiçbir değerleri yoktur. Kuşkusuz bunların Türk devleti için
değerleri vardır. Türk devleti kendilerine değer veriyor, basını değer
veriyor, bunlardan iyi kişiler olarak söz ediliyor! Ama bu değeri neden
görüyorlar? Kürt Özgürlük Mücadelesi devam ettiği için, Kürt Özgürlük
Hareketi bastırılamadığı için, Kürt Özgürlük Hareketi Türk devletini
sıkıştırdığı için bunlar değer görüyorlar, bunun için bunlara değer
veriliyor. Bunun için bunlar Kürt Özgürlük Hareketi'nin karşısına
çıkarılıyor. Biz mücadele ettikçe bunların değeri artıyor, bunların
kendisini pazarlama ve satma fiyatı yükseliyor. İşin gerçeği budur. Kürt
Özgürlük Hareketi mücadele etmese ve bu mücadeleyi bu noktaya
getirmeseydi, Türk devleti bunların yüzüne bakar mıydı, bunlara beş para
değer verir miydi? Bazılarına köşeler verip önemli aydınlardır, Kürt
aydınları ve yazarlarıdır biçiminde bir sıfat takılabilir miydi? Bunlar
Kürt Özgürlük Hareketi'nin, Kürt halkının sırtında yaşayan sülüklerdir,
kenelerdir.
MARJİNAL OLAN HİÇBİR KÜRT VEYA GÜÇ DEVLET İÇİN TEHLİKELİ DEĞİL
Bu
tür ruhunu satmış Kürtlerin tek dertleri kendi ihanetçi ve işbirlikçi
yüzü açığa çıkmaması için Kürt Özgürlük Hareketi yenilmesi, Kürt
halkının özgürleşmemesi, demokratik yaşama kavuşmamasıdır. Bunlar
ihanetçi ve işbirlikçi yüzlerinin açığa çıkmaması için, yüzlerindeki
maskelerle gezmek için Kürt Özgürlük Hareketi'nin yenilmesini
istiyorlar. Kürt Özgürlük Hareketi yenilirse onların işbirlikçi, hain ve
Kürt halkının sırtından yaşayan sülükler olduğu görülmeyecek. Ama Kürt
Özgürlük Hareketi kazanırsa, onların nasıl işbirlikçi oldukları, nasıl
iflah olmaz Apo ve PKK düşmanı oldukları, Türk devletine nasıl hizmet
ettikleri netleşecektir. Tarih onları böyle anacaktır. İşte kendi kirli
yüzlerinin, çirkinliklerinin açığa çıkmasını engellemek için Kürt
Özgürlük Hareketi'ne karşı her gün daha fazla saldırmaktadırlar.
Kürt
halkı şunu bilsin: Marjinal olan, Kürt halkını örgütlemeyen, Kürt
halkını örgütsel ve siyasi güç yapmayan hiçbir Kürt ya da Kürt
örgütlenmesi devlet için tehlikeli değildir. Bunlar istedikleri gibi
konuşabilirler, hatta devleti rahatsız eden şeyler de söyleyebilirler.
Türk devleti için bu tür konuşmaların bir değeri yoktur. Çünkü onlar
Türk devleti karşısında Kürt halkının özgürlüğü ve demokrasi mücadelesi
için devleti ve hükümeti zorlayacak bir konumda değillerdir. Dolayısıyla
Türk devletini zorlamayan, etkilemeyen herhan-gi bir grup ya da birey
Türk devleti açısından tehlike görülmez. Aksine bu tür kişilerin Kürt
Özgürlük Hareketi'ne karşı kullanılması Türk devletinin çıkarınadır.
Nitekim bu tür bireylerin nasıl kullanıldığın Kürt halkı ibretle
izlemektedir.
Türk devletinin Kürtlerin özgürlüğünü tanımayan
mevcut politikası sürdüğü müddetçe, bu devlete yaranmadan, bu devlete
yardak-çılık ve yalakalık yapmadan Kürdistan'da ne ekonomik, ne sosyal,
ne de siyasi güç olunabilir. Kürt Özgürlük Hareketi'nin dışında ancak
Türk devletine yaranarak, işbirlikçilik yapılarak bir şey elde
edilebilir. Nitekim Kürdistan'da eğer birilerinin ekonomik gücü varsa,
ekonomik ve siyasi güç elde etmişlerse, herhangi bir imkân bulmuşlarsa,
araştırılsın, arkasında devletle yapılan işbirlikçiliğin yattığı
görülecektir. Bu bir nevi Kürdistan'da yükselmenin kanunu gibidir.
VAN DEPREMİ DEVLETİN ÖZEL SAVAŞ KARAKTERİNİ ORTAYA KOYDU
*Van
depremi AKP tarafından temsil edilen Türk Devleti'nin Kürdistan ve
Kürtlere bakışı konusunda nasıl bir anlayışı su yüzüne çıkardı?
Van
depremi gerçekten de devletin özel savaş karakterini bir kez daha
ortaya koydu. Sorun Kürdistan olduğunda bütün olaylar ve olgular Kürt
Özgürlük Hareketi'ni etkisizleştirme, Kürt Özgürlük Hareketi'ni halkın
gözünde itibarsızlaştırma, her olayı Kürt Özgürlük Hareketi'ni
gerileten, devletin ve dolayısıyla dönemsel devlet olan AKP'nin
Kürdistan'daki etkisini arttırma biçiminde ele alınmak-tadır. Van
depremi bunun en somut ifadesidir. Depremin ilk günlerinde dış ülkelerin
yardımları neden kabul edilmemiştir? Eğer ya-bancı yardımlar kabul
edilirse Türk devletinin itibarı sarsılır, yabancıların yardım
yapmasından PKK yararlanabilir ya da gelen yabacılar Kürtleri AKP'ye
karşı kışkırtabilir gibi paranoyak siyasi kaygılarla hareket ederek,
depremin ilk günlerinde yardım önerilerini geri çevirmişlerdir. Bu
zihniyetin halkın büyük zorluklar yaşadığı ilk günlerde yardımları kabul
etmeyerek, hatta ‘kendi potansiyelimizi görmek istiyorduk’ diyerek,
Kürt insanının yaşamı, canı ve sağlığıyla nasıl oynadığını, nasıl
siyaset aracı haline getirdiğini bir kez daha gördük. Hatta kendilerine
demokrat diyen bazıları “Van depremini vesile ederek PKK'yi enkaz
altında bırakalım” dediler. Böyle olunca da Van halkına yardımlar
yetersiz kaldı. Hatta halkın örgütlendirilip kendi sorunlarına çare
bulması da engellendi.
Bir yerde en önemli yerel güç
belediyelerdir. Belediyeler toplumu daha iyi tanırlar. Öte yandan Van
gibi bir bölgede BDP'nin aldığı oy ve gücü bilinmektedir. Böyle bir
yerde belediyeyle birlikte halkın sorunlarına çözüm bulunması gerekirken
belediye daha baştan dışlanmıştır. Amaç belediyeyi teşhir etmektir.
Belediyenin çalışmalar dışında tutulması “PKK'yi enkaz altında bırakma”
politi-kasının sonucuydu. Kesinlikle burada bir siyasi karar vardır, bir
kasıt vardır. Yabancı devletlerden yardım alınmaması hangi anlayışla
yapılmışsa, belediyelerle işbirliği yapılmaması da aynı anlayışın sonucu
olarak gündeme gelmiştir. Türk devletinin imkânları yok mudur? Kuşkusuz
vardır, ama böyle felaketlerde dışarıdan gelen yardımlar da önemlidir.
Ancak hem dış yardımlar kabul edilmemiş hem de devletin imkânları
seferber edilmemiştir.
Kuşkusuz devletten beklentili olunmasını
doğru bulmuyoruz. Belediyelerin de, halkın da, depremzedelerin de
devletten çok şey bek-lemeleri gerçekten yanlıştır. Çünkü bu devlet
Kürdistan'da bir özel savaş devletidir. Bu devletin Düzce’de ya da
Gölcük’te bir deprem olduğunda imkânları seferber ettiği gibi seferber
etmeyeceği açıktır. Zaten Kürdistan'ı boşaltmak istemektedir. Bu tür
felaketleri de Kürdistan'ı boşaltma politikaları için çok büyük fırsat
olarak görmektedir. Bir nevi kendilerinin Kürdistan'ı boşaltma,
Kürdistan'ı insansızlaştırma politikası açısından bu depreme ‘Allahın
nimeti’ gözüyle bakmışlardır. Bir doğal felaketi bile kültürel soykırım
politikasının aracı haline getirmek istemişlerdir. Neden yardım
yapılmamış denilirse, bütün Kürtlerin bunun nedenini böyle görmesi
gerekmektedir.
Türkiye'de daha ağır depremler olmuştur: Erzincan
depremi olmuştur, Varto depremi olmuştur. Marmara-Gölcük depreminde on
binlerce insan ölmüştür. Resmi rakam kırk bin civarında söylense de, yüz
bin civarında insanın öldüğü bilinmektedir. Yani Van’da olduğu gibi bin
kişi ölmemiştir. Buna rağmen oralarda Van’daki kadar bir göç
yaşanmamıştır. Başbakan “Van depremi sırasında istisnalar dışında
başarılıydık” diyordu. Beşir Atalay “dünyada bu tür afetler konusunda en
başarılı ülkelerden biri olduğumuzu gösterdik” demektedir. Bu
söylemlerle Vanlılar ve tüm Türkiye halkı kandırılmaktadır. Bu nasıl bir
başarıdır ki şehrin yarısı boşalıyor? Dünyada böyle bir şey
görülmemiştir. Ermenistan’da deprem olmuştur, İran’da deprem olmuştur,
Türkiye'de depremler olmuştur. Van depreminden çok ağır olan bu
depremlerin hangisinde bir şehir bu kadar boşalmıştır? Açıktır ki burada
bilinçli bir politikayla Kürtler göç ettirilmiştir. Bırakalım devlet
imkânlarının seferber edilmesini, belediyelerin ve Kürtlerin kendilerini
örgütleyip Van halkının dertlerine çare bulmaları bile sürekli
engellenmiştir.
Belediyelerin imkânları zaten sınırlıdır,
dardır. Devlet halkın sorunlarına çözüm bulma konusunda gerekenleri
yapmadığı gibi, belediyelerin imkânlarının azlığını bilerek, bu konuda
herhangi bir deprem desteğini belediyelere vermemiştir. Bunu devlet
politikalarının anlaşılması ve Kürtlerin devlet gerçeğini görmeleri
açısından söylüyoruz. Gerçekten de Van’da yaşanan bir trajedidir.
Depremler olur, insanlar da ölür; başka yerlerde daha ağır ölümler
olmuştur. Ama deprem sonrası böyle bir trajedi, böyle bir sorumsuzluk,
bir depremin acısını daha da acı hale getiren böyle yaklaşımlar
görülmemiştir. Buna rağmen hükümet başarılıymış! Van’ı göçertmede
başarılı oldukları doğrudur. Van göçertiliyor, kimse kalmıyor. Ama
dünyadaki afetler içinde en başarılı yardım harekâtını yürütmüşler!
Beşir Atalay böyle diyor. Başbakan “istisnalar dışında başarılıyız”
diyor. Halkı bu kadar aptal yerine koymak, bu kadar yalan söylemek,
demagoji yapmak gerçekten de görülmüş müdür? Bu söylemler bile Kürtlere
nasıl yaklaştıklarını göstermektedir. Kürtleri aptal yerine
koymaktadırlar. Bin civarında insanın ölümüne yol açan bir deprem
olmuştur. Ya on binlerce insanın ölümüne yol açan daha şiddetli bir
deprem olsaydı ne olacaktı? Bir Marmara depremi gibi olsaydı, herhalde
bunu fırsat bilerek sadece Van’ı değil bütün Kürdistan'ı boşaltacak bir
politika izlerlerdi.
Bu depremde gerçekten de devletin
politikaları çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkmıştır. Çadır isteyen
halka polislerin nasıl saldırdık-larını gördük. Gerçekten o polislerin
yüz ifadeleri bile depremzedelere nasıl baktıklarını ortaya koyuyor.
Polisler şartlandırılmıştır, karşısındakileri depremzede görmüyor;
karşısındakiler Kürt’tür, teröristtir, her türlü işkenceyi görmesi ve
öldürülmesi gereken düş-manlardır. Böyle gördükleri için polisler
depremzedelere acımasızca saldırmışlardır. Gölcük’te ve Karadeniz’de,
başka herhangi bir yerde bir deprem olsa, Türk polisi ve askeri
depremzedelere böyle saldırabilir mi? Bu mümkün müdür? Kıyamet kopar.
Ama sıra Kürtlere geldiğinde istedikleri gibi rahatlıkla
saldırmışlardır. Beşir Atalay televizyonlara yansıyan tutumunu
Türkiye'nin herhangi başka bir yerinde gösterebilir miydi?
Dinlemiyorsunuz diyerek arkasını dönüp gidebilir miydi? Tahammüllü
olurdu, o insanların acı-sını hisseder, duygularını anlar, ona göre
dinler ve dertlerine bir çözüm bulma arayışına girerdi. Ama Kürtlere
bakış farklı olduğu için, Kürt ancak azarlanır ve aşağılanır bir varlık
gibi görüldüğü için depremzedelere polis saldırmıştır. Başbakanı ve
bakanı böyle yaparsa polis tabii ki saldırır. Bakanı öyle elinin
tersiyle itip azarlarsa, arkasından elbette polisin saldırısı gelir. Bir
musibet bin nasihatten yeğdir derler. Gerçekten de Van depremi Türk
devletinin Kürt halkına yaklaşımını göstermesi konusunda ibret verici
olmuştur.
VAN DEPREMİNDE BDP BELEDİYELERİ
*Van depreminde BDP’li belediyelerin pratiğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bölge
belediyeleri baştan itibaren harekete geçmişler, halkın dertlerine
çözüm bulmaya çalışmışlar, imkânlarını belirli düzeyde sefer-ber
etmişlerdir. Ancak güçlerini seferber ederken bile sürekli devletten
beklemişler, devletten şikâyetçi olmuşlar, devlet yapmıyor etmiyor
biçiminde bir yaklaşım göstermişlerdir. Devleti şikâyet etmeleri ve
böyle bir konumda olmaları ister istemez bu belediyelerin halkı
örgütleyip gücünü harekete geçirerek Van halkının sorunlarına çare bulma
konusunda zayıflıklar ortaya çıkarmıştır. Kürt halkı yoksul da olsa
kesinlikle Van depreminin üstesinden gelirdi. Örgütlendirilse ve örgütlü
hareket edilseydi, bir strateji ve planları olsaydı, akıllarını ve
güçlerini birleştirselerdi –tabii sadece belediyelerin akıl ve güçlerini
birleştirmek yetmez-, bütün toplum bu çabalara katılmaya çağrılsaydı,
gençler ve kadınlar bu işin içine sokulsaydı, bırakalım Van depreminin,
birkaç Van depremindeki felaketlerin üstesinden gelinebilirdi. Ama
depremdir, devlet yardım etmiyor, bizim de imkânlarımız bu kadardır
diyerek çaresiz kalmışlardır.
Tabii ki bu işler sadece
belediyenin imkânlarıyla karşılanamaz. Şu açıktır: Dünyada en büyük
imkân halkın gücüdür, halkın örgütlü gücüdür, halkın harekete
geçirilmesidir. Halk örgütlü kılınıp harekete geçirilirse, bırakalım
yeme, içme, çadır bulma sorunlarını çöz-meyi, depremzedelerin hepsine ev
bile yapılabilirdi. Dünyada değerleri yaratan nedir? Halkın gücüdür,
emektir. Bütün zenginlikler, bütün değerler gökten zembille inmiyor.
Devlet de toplumu sömürerek bu kadar değer yaratıyor. Gücün kaynağı
toplumdur. Örgütlü toplumun gücü en büyük ekonomik güçtür. Örgütlü
toplumun gücü her türlü sorunlara çözüm bulacak en önemli güçtür. İşte
bu bi-linçle yaklaşılmadığı, toplumun gücüne dayanarak sorunlara çözüm
bulma anlayışı kökleşmediği, halkın gücüne yüzeysel yaklaşıl-dığı için,
ister istemez belediyeler de sadece kendi güçlerine dayanarak, halktan
belirli yardımlar isteyerek sorunlara çözüm bulmaya çalışmıştır. Bu da
yetersiz kalmıştır. Halk da bu anlayış içinde yardımcı konumda
kalmıştır. Öyle sadece yardımcı olmak değil, gençlik başta olmak üzere
tüm toplum örgütlü olarak bizzat çalışmaların içine girecek,
katılacaktır. Her türlü örgütlenme içinde olacaktır. Sadece bir kazak,
bir ısıtıcı, bir parka göndermeyle olmaz. Halkın örgütlü gücü, emeği ve
çabasıyla bütün toplumun enerjisini harekete geçirebilirlerdi. Toplumun
kılcal damarlarına kadar inerek Van depreminde Kürt halkının acılarına
çare bulabilirdi. Bu yönüyle halkın gücü harekete geçirilememiştir.
Yoksa sadece belediyenin imkânları ya da devletin verdiği fonlarla bir
felaket karşılanabilir mi? Bu mümkün değildir.
Belediyeler biz
karşılayamıyoruz diyorlar. Zaten karşılayamazlar. Belediyeler bütün
imkânlarını verselerdi yine karşılayamazlardı. İmkânları bugünkünden üç
dört kat fazla olsaydı yine karşılayamazlardı. Sorun böyle ele alınamaz
ki! Biz imkânlarımızı seferber ettik, belediyenin imkânlarını, bütçesini
buna harcadık, bu konuda önemli katkılarda bulunduk diyorlar. Bu
yetmez. Sorunlara böyle yaklaşmak yanlıştır. Örgütlü toplum diyoruz,
Kürt demokrasisi diyoruz, demokratik toplum diyoruz. Demokratik toplum
nedir? Ör-gütlü toplumdur, örgütlü toplum gerçeğiyle ekonomik, sosyal ve
kültürel güç açığa çıkarmak demektir. Örgütlü toplum, demokratik toplum
demek, her alanda enerji patlaması yapan toplum demektir. Böyle bir
toplum ekonomik, sosyal ve kültürel her alanda imkân, değer ve enerji
patlaması ortaya çıkarır. Örgütlü toplum güçlü toplumdur, demokratik
toplum güçlü toplumdur, iradeli toplumdur, kendi sorunlarını çözen
toplumdur. Van’da ve bütün Kürdistan'da örgütlü toplum, demokratik
toplum gerçeği harekete geçirilememiştir. Kuşkusuz Kürt insanına
seslenilerek yardımlar alınmış, belediyenin imkânları seferber edilmiş,
ama sorunlara tam çözüm bulunamamıştır.
Belediyeler iyi
çalışmamış, duyarsız ve sorumsuz davranmış, ellerindeki imkânları
seferber etmemiş demiyoruz. Bunu yapmışlardır, ama bu yetersiz
yaklaşımdır. Bununla bir halkın bu kadar ağır sorunlarına çözüm bulmak
mümkün değildir. Van milletvekili ikide bir televizyonlarda konuşurken
“genç yok” diyordu. Bu bile sorunun ne olduğunu gösteriyor. Esas
yetersizlik örgütlenmemekten, örgütlü toplum gücünü harekete
geçirememekten ortaya çıkmıştır. Halbuki 1970’lerde bir yerde deprem
olduğu zaman tüm gençlik harekete geçerdi. Kimse kendilerine böyle bir
şey söylemeden gençler harekete geçerlerdi, bunu bir toplumsal
sorumluluk olarak görürlerdi. Toplumsal bilinç yüksekti, bu toplumsal
sorumlulukla Lice’ye koşmuşlardır, Çaldıran’a ve Muradiye’ye
koşmuşlardır. Van Milletvekilinin dediği gibi genç emeğin eksik olması
bir yana, fazlalık ortaya çıkmıştır. Lice, Muradiye ve Çaldıran
gençlerle dolmuştur. Bu defa ise çalışacak genç bulunamıyor söylemiyle
karşılaştık. Bu olabilir mi? Kürdistan'da özgürlük ve demokrasi
mücadelesi gelişiyor, bu kadar genç ayakta, mücadele veriyor, ama bir
deprem oldu mu örgütlendirip harekete geçirilmiyor. Bu büyük bir
eksikliktir. Örgütlenme bilincinin, örgütlü ve demokratik toplum
bilincinin hâlâ istendiği düzeye gelmediğini gösteriyor. Anlaşılıyor ki,
kapitalist modernitenin toplumsal bilinci ve sorumluluğu dağıtıp
bireyselliği geliştirmesi, dolayısıyla toplumsal sorumluluğu
zayıflatması bu deprem vesilesiyle açığa çıkmıştır. Eğer sorunlar
yaşanıyorsa, depremlerin sorunlarını yeterince çözüm bulmada eksiklik
yaşanmışsa, Türk devletinin saldırılarına karşı mücadele vermede hala
zayıflıklar varsa, bunun nedeni örgütlü topluma, demokratik topluma
dayanılmamasıdır; örgütlü ve demokratik toplumun gücünün farkına
varılmamasıdır; bu gücün her türlü sorununun üstesinden geleceği
bilincinin zayıf olmasıdır.
Örgütlü ve demokratik toplum
mücadele gücü en yüksek toplumdur; her türlü ekonomik ve sosyal soruna
çare bulma gücü olan toplumdur. Van depreminden çıkarılacak en büyük
ders budur. Devletten bu kadar beklentili olmak gerçekten onur kırıcı
bir durum-dur. Devlet versin, devlet versin! Bu, devlete kul olmaktır,
tebaa olmaktır, kendi gücünü görmemektir, kendini güç görmemektir.
Kendini güç görmeyen, devletten bekleyen toplumların ortaya çıkan bu tür
ağır sorunlara çare bulmaları zordur. Çaresiz kalırlar, yakınırlar,
şikâyet ederler. Devleti şikâyet etmekle sorunlara çözüm bulunabiliyor
mu? İstediğiniz kadar devletin Kürt politikasını şikâyet edin, şu kadar
kötü deyin, bu herhangi bir sorunu çözer mi? Van’da AKP devleti halka
yanlış yaklaştı, halka yardım etmedi demek sorunları çözer mi?
Demokratik toplum böyle yaklaşabilir mi? Önder Apo'nun öngördüğü toplum
demokratik toplumdur, örgütlü toplumdur. Sorunlar karşısında yakınan,
şikâyet eden ve çaresiz kalan değil, örgütlü gücüyle çare bulan bir
toplumdur. Bu konuda bir zayıflık ortaya çıkmıştır. Van depremi
dolayısıyla herkesin, bütün Kürt siyasetçilerinin, Kürt gençlerinin,
Kürt kadınlarının özeleştiri vererek örgütlü toplum, demokratik toplum
gerçeğini açığa çıkarmada daha fazla çaba göstermeleri gerektiği
açıktır.
2012 ŞİDDETLİ MÜCADELEYLE GEÇECEK
*2011
yılında AKP hükümetinin “faşizm”le özdeşleştirilen politikaları ve buna
karşı hareketinizin direnişi dikkate alındı-ğında, hareketiniz 2012
yılına nasıl bir anlam ve önem biçiyor?
Hareketimiz 2011
yılında büyük bir siyasal mücadele vermiştir. İlk altı yedi ayı yoğun
bir siyasal mücadeleyle geçmiştir. Yaz ortasından itibaren ise
gerillanın muazzam bir direnişi ortaya çıkmıştır. Biz 2011 yılını ‘ya
demokratik çözüm ya da mücadele’ yılı olarak tespit etmiştik. Aslında
Türk devletinin çözüm politikalarının olmadığı, Özgürlük Hareketi'ni
oyalayarak fırsatını bulduğunda tasfiye etmek istediği konusunda 2011
baharında netleşmiştik. Buna karşı belirli bir siyasal mücadele içine
girilmişti. Ama Önder Apo yine de belki bir demokratik çözüm imkânı
ortaya çıkarır düşüncesiyle AKP Hükümetine 2011 Haziran seçimlerine
kadar bir şans tanımıştır. 12 Haziran seçimlerinden sonra AKP'nin
tutumunu net ortaya koymasını istemiştir. Ancak Türk devleti
Önderliğimizin ve hareketimizin bu yaklaşımına olumlu cevap verme
yerine, daha ilk günden milletvekillerini zindanda tutarak, BDP üzerinde
şantaj politikası izleyerek, yine Önder Apo'nun hazırladığı, bize
sunduğu ve bizim de onayladığımızı protokolleri kabul etmeyerek,
pratikleştirmeyerek bir çözüm politikası olmadığını ortaya koymuştur.
Zaten
AKP Hükümeti kendi politikalarının Kürt Özgürlük Hareketi tarafından
kabul edilmeyeceğini bildiği için bir tasfiye harekâtına ve saldırıya
hazırlandı. Bu bizim için sır değildi. Biz bunu da öngörüyorduk. Zaten
şimdi Beşir Atalay sık sık bu ‘entegre politikadır, yapılan saldırılar
önemli hazırlıkların sonucudur’ diyerek askeri ve siyasi bütün
operasyonların Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etmek için çok önceden
planlandığı ve pratiğe sokulduğunu itiraf etmiştir.
2011 yılında
AKP'nin kendine demokrat, kendine Müslüman maskesi düşürülmüştür. Yüzde
elliye yakın oy olmasına rağmen, Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt
sorununun çözümü konusunda bir iradesinin olmadığı, esas olarak da
devleti ele geçirip ken-disini devletin başat gücü yapmak istediği, tüm
amacı, hedefi, ütopyası ve projesinin bu olduğu açıkça ortaya çıkmıştır.
Önder Apo bunu AKP'nin 1930’ların CHP’si gibi tek parti haline gelme
zihniyeti ve pratiği olarak değerlendirmektedir. Belki CHP ve MHP gibi
partiler vardır, ama bunlar bir nevi AKP'nin tek parti zihniyetinin asma
yapraklarıdır. Çünkü günümüzde farklı partilerin olmadığı, tek partili
iktidarın olduğu siyasi rejimlerin meşruiyeti zaten kalmamıştır.
1945’ten sonra Türkiye nasıl çok partili rejime geçerek aslında kendi
demokratik olmayan özel savaş sistemini demokratik gibi göstermeye
çalışmışsa, bugün yeni iktidar gücü, devletin başat gücü olmak isteyen
AKP de tek partili rejimine diğer partilerin varlığıyla meşruiyet
kazandırmak istemektedir. Kendi dışındaki bütün muhalifleri zaten
etkisizleştirmek istemektedir. Özgürlük Hareketimiz siyasal mücadeleyle
bu gerçeği ortaya çıkarmıştır. AKP'nin kendine Müslüman, kendine
demokrat olduğunu, Kürt sorununu çözmeyeceğini, bu konuda oyalama
yaptığını, fırsatını bulduğunda Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etmek
istediğini gözler önüne sermiştir. Bunun deşifre edilmesi sadece Kürt
halkı için değil, Türkiye halkları için de büyük bir kazançtır. Bu aynı
zamanda kendine Müslüman, kendine demokrat olan AKP'ye karşı mücadele
zeminini güçlendirecek, demokrasi güçlerinin toplumsal zeminini
genişletecek bir durum olmaktadır.
Öte yandan 2011 yılında
gerillanın her türlü eylemi yapacağı açığa çıkmış ve büyük bir direniş
gücü olduğu gösterilmiştir. Bunun karşısında Türk devleti hem gerillayı
ezmeyi, hem de siyasi soykırım operasyonlarıyla Kürt Özgürlük
Hareketi'nin toplumsal tabanını zayıflatıp kendine göre
etkisizleştirmeyi düşünmektedir. Bu gerçekler dikkate alındığında, 2012
yılı bizim açımızdan AKP'nin bu saldırı politikalarının kırılacağı ve
demokratik çözümün kaçınılmaz kılınacağı bir yıl olacaktır. 2012 yılı
şiddetli bir mücadele içinde geçecektir. Biz bu yıla böyle bir anlam
biçiyoruz. Çünkü AKP'nin “Diğerleri yapamadı, ben yaparım” diyerek Kürt
Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etme ve halkın özgürlük ve demokrasi
taleplerini bastırma gibi bir yaklaşımı vardır. Bunu başaracağını
düşünmektedir. Zaten Genelkurmay ve derin devletle Kürt Özgürlük
Hareketi'nin tasfiyesi konusunda anlaşmıştır. Hükümetine de on yıldır
“PKK'yi en iyi ben tasfiye ederim” diye icazet almıştır. Bu açıdan 2012
yılının şiddetli bir çatışma içinde geçeceği şimdiden anlaşılmaktadır.
Bunun şiddetli çatışmalar içinde geçmesini zorunlu kılan ise AKP'nin
politikalarıdır.
2012’DE ULUSLAR ARASI GÜÇLER DE DAHA FAZLA BU İŞİN İÇİNDE OLACAK
AKP'nin
demokratik bir çözüm niyeti olmadığı açıkça ortaya konulmuştur.
Başbakan zaten Türkiye'de operasyon yaptırmam diye-rek, Kürt halkının
bir toplum olması ve kendi kendini yönetmesi gerçeğini kabul
etmemektedir. Demokratik taleplerini ‘devlet içinde devlet kurmak’ gibi
değerlendirip saptırarak bu talepleri şiddetle bastıracağını ortaya
koymuştur. Dolayısıyla kimse 2012 yılının farklı, yumuşak geçeceğini
beklememelidir. Bu yönüyle 2012 yılının 2011’den bazı farkları
olacaktır. Herhalde uluslararası güçlerin daha fazla içinde olduğu bir
mücadele yılı olacaktır. Biz her ne kadar şimdiye dek çeşitli dış
güçleri işin içine katmadan sorunu Türki-ye’yle çözmek istediysek de, ne
AKP bu konuda bir adım atabildi ne de biz AKP'yi bu noktaya
getirebildik. Bu açıdan 2012 yılında bu uluslararası güçlerin daha fazla
devrede olacağı bir mücadele yılı olacaktır. 2012’deki mücadeleler
sadece Türkiye ve Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi olmayacaktır. Bütün
Ortadoğu'nun şekillenmesi açısından da Türkiye'nin konumunun ve Kürt
halkının konumunun ne olacağını ortaya çıkaran bir mücadele yılı
biçiminde geçecektir. Bu yönüyle Kürt sorunu daha da bölgeselleşecek,
daha da uluslararasılaşacak, Kürt sorununun çözümü sadece Türk
devletinin değil bölge sistemin nasıl kurulacağını da ortaya
çıkaracaktır.
Kuşkusuz Türk devleti Kürtsüz bir bölge düzeni
kurmak istemektedir. Ama Kürtsüz bir bölge düzeni kurmanın zor olduğu
dikkate alındığında, 2012 yılı Kürtlerin konumu ve Ortadoğu'daki yerinin
ne olacağının belirleneceği bir siyasal mücadele süreci olacaktır.
Kuşkusuz Türk devleti dış güçlerin ajanlığını, taşeronluğunu yaparak
Kürtlerin hak kazanmasını engellemeye çalışacaktır. Ama 21.yüzyılda
20.yüzyıl sistemi gibi Kürtlerin dışlandığı bir sistemin kolay
olmayacağını 2012’de görecektir. Biz bu açıdan 2012’yi çok kapsamlı bir
mücadele yılı olarak görüyoruz. Askeri, siyasi ve diplomatik çok yönlü
bir mücadele içinde geçecektir. Kürt sorunu artık uluslararası ve
bölgesel politikaların bir parçası olarak ele alınacaktır. Daha doğrusu,
Kürt halkının mücadelesi ve Kürt sorununun alacağı biçim, uluslararası
ve bölgesel mücadeleden, bölgenin şekillendirilmesi dinamiklerinden
etkilenecektir.
*Bu çerçeveden bakıldığında 2012 yılı için Kürt halkına mesajlarınızı ne olacak?
2011
yılının nasıl geçtiği ortadadır. 2011 yılının ikinci yarısından
itibaren Türk devletinin yaklaşımları daha da netleşmiştir. Aslında 2010
referandumundan sonra Türk devletinin Kürt sorununa demokratik çözüm
yaklaşımının olmadığı netleşmiştir. Önder Apo referandum öncesi bir şans
tanıdı ve tek taraflı eylemsizlik ilan edildi. Ama AKP'nin bunu sadece
referandumu geçiştirmek için iste-diği kısa sürede anlaşıldı. Mevcut
durumda AKP Hükümeti Kürt halkının bütün dinamiklerini ezmek
istemektedir. Bu bile Kürt halkının görevlerinin ne olduğunu açıkça
ortaya koymaktadır. Kürt halkına, Kürt gençliğine, Kürt kadınına, Kürt
halkının dostlarına düşen görev, bu saldırılar karşısında her alanda
direnişi yükseltmektir. Bütün saldırılara rağmen örgütlülüğünü
geliştirip örgütlü toplum, demokratik toplum gerçeğiyle AKP'nin
politikalarına karşı direnerek Kürt sorununun çözümünü dayatmaktır.
Sürüp giden onlarca yıllık mücadele Kürt halkında bu birikimi
yaratmıştır. Kürt gençliğinde de, Kürt kadınında da özgürlüğü ve
demokrasiyi isteyecek ve bunu kazanacak bir güç birikimi ve iradesi
vardır. Kuşkusuz Türk devleti ve AKP Hükümeti bunu görerek demokratik
siyasete, gençliğe ve kadına saldırmakta, her türlü demokratik
örgütlenmeyi dağıtmakta, avukatlara saldırmakta, gazetecileri içeri
atmaktadır. Bunlardaki bütün amaç, Kürt halkının özgürlük ve demokrasi
mücadelesini zayıflatmak, demokratik çözümü dayatmasının önüne
geçmektir. Zaten bunu açıkça ifade etmektedirler. Biz bu operasyonları,
bu saldırıları yaparak Kürt Özgürlük Hareketi'nin Kürt sorununun
çözümünü dayatmasının önüne geçtik demektedirler. Eğer devletin
politikası buysa, Kürt sorununun çözümünü ve Kürtlerin taleplerini
bastırmaksa, o zaman Kürt halkı otuz yıllık birikimine dayanarak, ne
kadar tutuklama olursa olsun örgütlü gücünü daha da geliştirmek,
örgütlüğün önemini daha da anlamak ve kendini her alanda örgütleyerek
AKP Hükümetinin karşısına örgütlü güç olarak dikilmek zorundadır.
Saldırılar
dikkate alındığında, her genç, her kadın ve her Kürt kendini bir
örgütçü olarak görmeli, örgüt bilincini geliştirmeli, bir araya gelip
örgütlenmesini bilmelidir. İlla birilerinin gelip kendilerine örgütsel
öncülük yapmasına gerek yoktur. Kürt toplumu kırk yıllık mücadele içinde
pişmiştir. Bu öyle anlık bir patlamayla gelişen bir Özgürlük Mücadelesi
değildir. Kürt halkının bilinci mücadelenin zorlukları içinde
çelikleşmiştir, pekişmiştir. Ortak ve örgütlü davranmanın önemini
bilmektedir. Bu yönüyle her şeyden önce teslimi-yetin Kürt soykırımına,
Kürt’ün ölümüne, direnişin ise başarıya götüreceğinin bilincindedir.
Kürtler tarihte hep egemenlik altında kalmışlar, bu nedenle ölümden
beter ölümler yaşamışlar, yaşamları ölümden beter olmuştur. Bu açıdan
Kürt halkının özgürlüğünü ve demokratik yaşamını kazanmak için
mücadeleden başka yolu yoktur. Teslim olunarak bir yere varılamaz.
Teslim olmak demek, daha büyük eziyetlere, daha büyük sıkıntılar ve
zorluklara katlanmak demektir. Bu açıdan Kürt halkı zaten direnişçi
karakterini ortaya çıkarmıştır. Teslimiyetin ihanete, direnişin ise
zafere götürdüğünü bir slogan haline getirmiştir. 2012 yılında da
örgütlü bir biçimde direnerek 2012 yılını demokrasinin, yani Demokratik
Özerkliğin ve Türkiye'nin demokratikleşmesinin zafer yılı haline
getir-mesi gerekmektedir.
AKP'nin özel savaş politikalarına
kesinlikle kanılmamalıdır. AKP'nin işi gücü Kürt toplumunun direnişini
önlemek, her türlü baskı ve zulmü uyguladığı halde Kürt sorununun çözümü
için adım atacağı konusunda toplumu kandırmak, zaman kazanmak ve
sonunda Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezmek, Kürtlerin de taleplerini
bastırmaktır. Herkes bunu görmelidir.
AKP'nin çok kapsamlı bir
psikolojik savaş yürüttüğünü herkes bilmeli, kulaklar psikolojik savaşa
kapatılmalıdır. İşte son olarak Bülent Arınç’ın Kürt sorununu çözeceğiz
yaklaşımına inanmamak lazım. Böyle bir çözüm politikaları yoktur, yalan
söylüyorlar, Kürt halkını aldatmak istiyorlar. Kürt halkı üzerinde
yürüttükleri zulüm politikalarını, tasfiye politikalarını
normalleştirmek istiyorlar. Sanki bu kadar zulüm ortamında bunların bir
çözüm niyeti varmış gibi bir yanılsama yaratmak istiyorlar. Hiç kimse
buna inanmamalıdır. Çözüm politikalarını açıkça ortaya koymadıkları
sürece bu tür söylemlerin hepsi yalan ve demagojidir. Şu andaki
tutumları kesinlikle bir çözüm politikaları olmadığının kanıtıdır. Bu
açıdan Türk devletini de, AKP'yi de çözüm noktasına getirecek olan
direniştir, mücadeledir. Direniş ve mücadeleden başka hiçbir yol Türk
devletini ve AKP'yi çözüm noktasına getiremez. Bunu bilmek gerekiyor.
Bunun dışındaki her türlü düşünce biçimi, her türlü yaklaşım bir
gaflettir. Bu açıdan gaflete düşülmemelidir. Kürt Özgürlük Hareketi
böyle bir gaflet içinde olmadı. Belki AKP ile görüşmeler sürüyordu, ama
gerekli hazırlıklarını da yaptı. Çünkü AKP'nin politikalarını biliyor,
bir oyalama içinde olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle tedbirli davrandı.
Gelinen
aşamada AKP'nin tamamen bir tasfiye politikası izlediği açıktır.
Ezeceğim, bitireceğim diyor. Bunu her gün dillendiriyor. Kuşkusuz bunun
önemli bir boyutu psikolojik savaştır, mücadeleyi psikolojik savaşla
çökertmek istiyor. Lafla, basın yoluyla, sanal yoluyla Kürtlerin
iradesini kırmak, başarı inancını tüketmek istiyor. Kürt halkını kendine
göre psikolojik savaşla teslim almak, irade-sini kırmak istiyor. Ama
psikolojik savaşın yanında askeri ve siyasi saldırılarını da her zaman
sürdürüyor. Bu bakımdan 2012 yılında mücadele dışında hiçbir şeyin
başarı getirmeyeceği ve çözüm için gelişme yaratmayacağı bilinmelidir.
2012
yılında Önder Apo'yu sahiplenmenin daha da etkili kılınması gerekiyor.
2012 baharını ve yazının gerçek anlamda Kürt baha-rının finali haline
getirilmesi gerekiyor. Kürtler zaten otuz yıldır Kürt baharını
yaşıyorlar, büyük bir direniş içindeler. Kürt toplumu büyük devrimci
dönüşümler yaşamıştır. Bu birikimleri, bu devrimci dönüşümleri, bu büyük
mücadeleleri artık başarıya götürmenin zamanıdır. Kürt halkı, Kürt
gençliği 2012’ye böyle böyle yaklaşmalı, tamamen direnişe
kilitlenmelidir. Özgürlüğü de, demokrasiyi de mücadele getirecektir.
Mücadele dışında özgürlük ve demokrasinin geleceğini beklemek bir
gaflettir. Bunu herkes görmeli ve bulun-duğu her alanda örgütlülüğünü
güçlendirerek, her fırsatta demokratik tepkisini ve mücadele gücünü
ortaya koyarak AKP'nin ve Türk devletinin başarılı olamayacağını, Kürt
sorununun demokratik çözümünden ve Türkiye'nin demokratikleşmesinden
başka bir yolla Türkiye'nin istikrara ve barışa kavuşamayacağını dost
düşman herkese göstermelidir. Bu temelde halkımıza ve dostlarına 2012
yılında başarılar diliyoruz.
ANF NEWS AGENCY