15 Eylül 2011 Perşembe

Gasp Edilen Ermeni Malları Mevzusu

Bitlis İktidar gücünü elinde bulunduranların ekonomik hırslarının bir halkı nasıl toptan yok etmeye adım adım götürdüğünün tarihteki ilk belirgin örneği olan 1915 Ermeni katliamı, neredeyse bir asrı geride bırakacak. Katliam, sürekli bir etnik mesele olarak algılansa da o günden bu yana yaşananlar açıkça gösteriyor ki Ermeni meselesi, anlatılanın aksine bir Ermeni-Müslüman çekişmesinden öte, yüzyılın ilk en büyük ekonomik kavgasıdır. Konuyla ilgili araştırma haberimizde katliamın en yoğun yaşandığı kentlerden biri olan Bitlis’i ele aldık. Bitlis ve ilçelerinde sürülen ve katledilen Ermenilerin mallarının devlet bürokrasisi tarafından çeşitli entrikalar ve oyunlarla, çıkarılan garip kanunlarla nasıl talan edildiğini inceledik…

Her kentin, her kasabanın, her köyün ve Türkiye’de yaşayan istisnasız herkesin anlatacağı bir Ermeni hikayesi vardır. ‘Ermeni’ kelimesi, resmi tarih ve devlet yetkililerinin ajandasında ‘sözde soykırım’ ve ‘diaspora hayalleri’ cümlelerinde sıkça kullanılıyor olsa da, ‘Ermeni’ kelimesinin halk arasındaki kullanımının asgari objektifliğe sahip olduğu söylenebilir. Birkaç kişinin bir araya gelerek başlattığı konuşmalarda başta “Ermeni komşular” ve onların günlük hayatlarının bizlere ne kadar benzediği gibi insancıl ve kısmen özlem dolu cümleler kullanılırken, hemen sonrasında konuşmanın yönü Ermeni mallarına ve define merakına dönüşüveriyor.

Ermeni kelimesini duyduğunda define merakıyla elleri kazma-kürek sapına giden bizler, Ermenilerin varlıklarının zorba bir şekilde bizlerin varlıklarına armağan ettirildiğinin farkında mıyız? Aklımızdaki Ermeni kavramının salt onların malı ve mülkü üzerinde kurulu olması garipliğini de bir kenara bırakarak, bugüne değin Ermenilerden geriye ne kaldığı sorusunu dahi kendimize yöneltmiyoruz. Binlerce yıldır bu coğrafyada yaşayan, kültürünü şekillendiren bir halktan geriye “Ermeni” denilebilecek bir tek dikili taşın dahi bırakılmamış olması neyin gayretidir? Bu sorunun cevabı gayet basit; Binlerce yıldır Ermeni olan her şey, bir gecede Müslümanlaştırılmış ve Türkleştirilmiştir.

ERMENİ DÜŞMANLIĞI TEMEL DEVLET HİZMETİ!

Ermenileri ve onlara ait olan her şeyi silmek, devlet görevlileri ve yerel bürokratların temel görevlerinden biri olmuş durumda. Her ne kadar günümüzde bu topraklarda Ermeniler yaşamıyor olsa da, bir zamanlar yaşadıkları gerçeğini toplumdan saklamak da sadık devlet memurlarının temel devlet hizmeti olmuştur. Bu kapsamda Ermenilerden kalan gayrimenkullerin çoğu Emval-i Metruke kanunuyla gasp edilerek, kişilere dağıtılmış, asıl sahipleri olan ve devlet eliyle zorla sürülen kişiler mantığa aykırı bir şekilde “firari eşhas” sayılmış, dağıtılamayan gayrimenkuller ise kaderine terk edilmiştir. Bu gayrimenkullerden kiliseler çoğunlukla ahır ya da saman deposu olarak görevlerini tamamlamalarının ardından, tarihten silinmek üzere taşları ya bina yapımında kullanılmak üzere sökülmekte, ya da doğanın insafına terk edilmektedirler.

MEZAR TAŞLARI DELİL OLABİLİR!

Kilise ve manastırlara ek olarak Ermeni mezarlıklarının durumu da hiçlikle anılır durumda. Bu topraklarda yaşananların anlatılmaması için Ermenilerin sürülmeleri, yok edilmeleri yeterli görülmemiş; mezar taşlarının Ermeni varlığına dair delil teşkil etmesinden çekinilmiş olacak ki Ermeni mezarlıkları da kamunun hizmetine sunuldu.

Mezarlıkların kamu hizmetine sunulmasına örnek verecek olursak; Bitlis bu konuda vicdanların en çok yaralandığı yerlerin başında geliyor. Kentteki 4 Ermeni mezarlığından 3’ünün üstünde bugün çeşitli kurumların binaları yükselmekte. Bu mezarlıklardan İnönü Mahallesi’ndeki mezarlığın üzerinde Halk Eğitim Merkezi bulunurken, mezarlığa yakın bir yerde bulunan kilise uzun yıllar cezaevi olarak kullanıldıktan sonra yıkılarak yerine Dideban İlköğretim Okulu kurulmuş. Sapkor (Dsapkor, Sapırkor) Mahallesi’nde bulunan Ermeni Mezarlığı da tamamen tahrip edilerek, üzerinde Bitlis İmam Hatip Lisesi olarak kullanılan bina inşa edilmiş.

Çeşitli kamu binalarının Ermeni mezarlıkları üzerinde kurulması başlı başına vicdanları yaralayan bir devlet tasarrufu olsa da, Bitlis’in Mahallebaşı semtinde bulunan Ermeni mezarlığının üzerinde 8 Ağustos Atatürk Stadyumu’nun kurulmuş olması hiç şüphesiz bütün vicdanları isyana sevk edecek güçte bir tahammülsüzlüğün gerekçesi. Spor müsabakalarının, kurtuluş günlerinin ve resmi geçitlerin yapıldığı stadyum arazisinin bir mezarlık olduğunun bilinmesine karşın yine de stadyum gibi bir yapının mezarlık üzerinde kurulmasının temel amacı; geride Ermenileri hatırlatacak ya da Ermenilerin atalarının yattığı mezarları ziyaret etmemelerini sağlamak olarak açıklanabilir.
KENDİ KANUNU BİLE ÇİĞNİYOR

Devlet eliyle Ermeni mezarlıklarına karşı yürütülen yok etme politikası insanlık ortak değerlerine ve bireysel vicdana aykırı olduğu kadar uluslararası kanunlara da aykırı. Lozan Antlaşması’nın 42. maddesinin üçüncü fıkrasında “Türk Hükümeti sözü geçen azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve diğer dini kurumlara her türlü korumayı sağlamayı taahhüt eder” denmektedir. İlginçtir ki Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri, imza attığı uluslar arası kanunları görmezden gelmekle yetinmemiş, kendi kanunlarını; 3998 sayılı Belediye Kanunu’nun ikinci ve Mezarlıkların Korunması Hakkında Kanun üçüncü maddeleri gibi benzeri kanunları da göz ardı ederek, Ermeni mezarlıklarının talanında herhangi bir kusur görmemiş. Bu kanunlar hiçe sayılarak, Bitlis’teki Ermeni mezarlıklarının okul, cezaevi, İmam-Hatip Lisesi ve Stadyum olarak kullanılmasında aykırı bir durum görülmemiş!

TCK’DE BU UYGULAMAYA CEZA VAR

Bu maddelere ek olarak Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 130’uncu maddesi, mezar ve mezarlık talanına üç aydan başlamak üzere iki yıla kadar hapis cezası öngörüyor. Tüm bu kanun maddelerine ve cezai müeyyidelere karşın, Ermeni mezarlıklarına karşı gösterilen devlet hoyratlığı ve bürokratik yağma karşısında hiçbir hukukçunun ses çıkarmaması, devlet erkini elinde bulunduranların bilinçaltlarında düşman olarak belirlediği Ermenilerden her türlü intikamı almasını meşru gören bir anlayışın hakim olduğunu kanıtlar nitelikte.

Bununla beraber, mezarların ziyaret ve anma gibi insancıl ve vicdani bir ritüele sahip olması, Ermeni mezarlarının korunmaları halinde mezarları ziyarete gelecek olan insanların bulunabileceği düşüncesinin de belirgin bir psikolojik etki yarattığı söylenebilir. Ermeni mezarlarının tahrip ya da yok edilmesinin altında, olası ziyaretlerin önünün kesilmesi amaçlanarak, mezarların bulunduğu yöre halkı ile mezarları ziyaret eden Ermeniler arasında olası bir karşılıklı bir etkileşimin de kıvılcımlanmasına şans tanımama zihniyeti amaçlandığı söylenebilir.

‘TERK EDİLMİŞ’ MALLAR KANUNU!

1915 tehcirinin ardından Ermenilerden arındırılan bölgelerde, Ermenilerden kalan gayrimenkuller ya bölge halkı ya da Balkanlar ve Kafkaslardan göç eden muhacirlere cüzi miktarlar karşılığında satıldı. Söz konusu satışlar, 26 Eylül 1915 tarihinde Talat Paşa tarafından hazırlanarak, yürürlüğe konulan Emval-i Metruke (terk edilmiş mallar) kanunuyla, Ermeni malları gerçek sahiplerince yapılacak herhangi bir itirazı kabul etmeksizin yürürlüğe konuldu. İlginç olan şu ki, bu kanunun yürürlüğe konulduğu tarihte Bitlis Valisi Mustafa Abdulhalik, aynı zamanda Talat Paşa’nın da bacanağıdır. Bitlis Valisi ve Talat Paşa’nın bacanağı Mustafa Abdülhalik, bu tarihten 9 sene sonra ilk Meclis’in Maliye Vekili olarak TBMM’de yaptığı konuşmayla tarihe geçecek ve Ermenilerin tehcirinin anlatıldığı üzere salt bir güvenlik tedbiri olmadığını, “Bize mensup olmayanlara mümkün olduğu kadar müşkilat göstereceğiz” sözleriyle ortaya koyacaktır.
SÜRGÜN, KARARDAN ÖNCE BAŞLADI

‘Bitlis’ adının geçtiği bir başka ilginçlik de İttihat Terakki Hükümeti tarafından alınan Tehcir kararının öncesinde Bitlis’te yaşayan Ermenilerin sürgüne yollanmaya başlaması ile anılacaktır. 27 Mayıs 1915’te taslağı hazırlanan, 30 Mayıs 1915’te Meclis-i Vükela’da (Bakanlar Kurulu) imzaya sunularak yürürlüğe konulan Ermenilerin yurtlarından sürülmelerini öngören Tehcir Yasası resmiyet kazanmadan yaklaşık bir ay kadar önce Bitlis’teki Ermeniler, İTC tarafından devlet gözetiminde göç yollarına gitmeye zorlanmışlardı. 2 Mayıs 1915 tarihinde, yani Tehcir Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden 28 gün önce başlanan bu uygulama sonrasında Bitlis’teki tüm Ermeni nüfusu göç ettirilmişti. Göçe tabi tutulacaklar hakkında mahkemelerce alınmış bir karar ya da aranan belirli bir kriter yoktu.

TEHCİR İÇİN ŞÜPHE YETERLİYDİ

Enver Paşa, 2 Mayıs 1915’te Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’dan bu bölgedeki Ermenilerin isyanlarını daha fazla sürdürmelerini engellemek için onların ya Kafkasya’ya, ya da Anadolu içlerine dağıtılmalarını ve yerlerine de Müslümanların yerleştirilmesini istedi. Bunun üzerine Talat Pasa, geçici bir kanun çıkarmadan ve Meclis-i Vükelâ kararı olmadan, bacanağı Bitlis Valisi Mustafa Abdulhalik aracılığıyla Bitlis’te tehciri başlattı. Burada üzerinde durulması gereken konu, tehcir kararı uygulanacak kişiler hakkında net bir belirleme yapılmamış olmamasıydı. Uygulayıcıların, bir şekilde “ihanet içinde” olduklarından şüphelenebilecekleri herhangi bir kişiyi, hiçbir resmi bildirim yapılmadan tehcire tabi tutabilecekleri bu kanun yaklaşık 100 yıldır Türkiye’nin başını ağrıtıyor. Herhangi bir itiraz merciinin olmamasına karşın, olası bir itirazı önlemek isteyen İTC ve günün bürokratları, Bitlis’te yaşayan tüm Ermenileri tehcire tabi tutarak, aleyhlerinde gelişebileceğine inandıkları bir takım olumsuzlukların da önünü böylece kapatmış olmuşlardı.

MALLARI NASIL TALAN EDİLDİ?

Tehcir kararının uygulanarak, Ermenilerden arındırılan topraklar üzerinde geniş çapta bir el değiştirme hareketi yaşandı. Çoğunlukla talanı andıran bu el değiştirmelere yasal bir zemin hazırlama çabasında olan İTC hükümeti 26 Eylül 1915 tarihinde Emval-i Metruke, yani Terk Edilmiş Mallar adı altında bir kanun çıkararak, Ermenilerin geride bıraktıkları mal ve mülkleri hakkında izlenecek yollarla ilgili esasları belirledi. Buna göre tehcire tabi tutulan Ermenilerin mallarının bir kısmı Kafkaslar ve Balkanlardan gelen muhacirlere verilecek, kalan kısmının da satışı yapılarak, tehcire tabi tutulan sahiplerine satıştan elde edilecek gelirler sair masraflar çıktıktan sonra ödenecekti. Bu amaçla aralarında Bitlis’in de olduğu 33 Emval-i Metruke Komisyonu oluşturularak, satış ve devir çalışmalarına başlandı. Komisyon çalışmalarının hakkaniyet sınırları içinde yürütülmediği, çalışmaların başladığı ilk günden itibaren devlet yetkilileri tarafından bile kabul edilmesine karşın, resmi kayıtlarda hangi Ermeniye, hangi malından dolayı ne kadar ödeme yapıldığına dair bir bilgi bugüne kadar bulunamadı.
BACANAK DEVREDE

Ermenilerden kalan gayrimenkul ve mülkler konusu cumhuriyetin ilk yıllarında uğraşması gereken başlıca konulardan biri haline geldi. Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının ardından Ermenilerden kalan mal, mülk ve gayrimenkuller konusu Büyük Millet Meclisi’nin gündemine gelmişti. Gündeme alınan bu sorunla ilgili yürütülen tartışmalarda Ermenilerin mallarına el konulmasının en ateşli taraftarı, Bitlisliler için tanıdık bir sima olan Talat Paşa’nın bacanağı, tehcir dönemi Bitlis Valisi Mustafa Abdulhalik’ti. 1915’te Talat Paşa’nın bacanağı olmanın verdiği referansla Bitlis Valisi olan ve ittihatçılarla birlikte hareket eden Abdulhalik, genç cumhuriyetle beraber, Ermeni meselesi ile ilgili yaşanan tartışmalara Maliye Vekili (Bakan) olarak katılıyordu.

BACANAK VE ARKADAŞLARININ OYUNU

İttihat ve Terakki'nin 1915'te Ermeni ve Rumları sürgün ettikten sonra mal ve mülklerine el koymaya imkan veren 26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunu, İstanbul Hükümeti'nin 8 Ocak 1920 tarihli kararnamesiyle yürürlükten kaldırılır. Bununla, malların sahiplerine geri iade edilmesi ve geçmiş dönemle ilgili zararın tazmini de hedeflenir. Büyük Millet Meclisi, önce gizli ve ardından aleni celsede yapılan tartışma sonucunda kabul edilen 14 Eylül 1922 tarihli kararıyla, bu kararnameyi kaldırır ve 15 Nisan 1923 tarihli 333 no'lu kanunla da İttihatçı tasfiye sistemine tam dönüşü sağlar. Maliye vekili Mustafa Abdulhalik ve arkadaşlarınca Ermeni mallarıyla ilgili sorunları ortadan kaldıracak yöntemler aranırken akıllara pratik bir yöntem gelir.

Tehcire tabi tutulan Ermenilerin geride bırakmaya zorlandıkları malları Osmanlı devleti tarafından terk edilmiş, yani emval-i metruke sayıldıklarından, Ermenilerden mal ve mülk talep edenlerin Lozan Antlaşmasının imzalandığı 24 Temmuz 1923 tarihinde mallarının bulunduğu bölgede olmaları kararı alındı. 24 Temmuz 1923 tarihine kadar malları başında bulunmayan Ermenilerin, malları üzerinde herhangi bir tasarruf hakkına sahip olamayacakları da kanunla ilan edildi. Ek olarak, bu tarihte ülkede bulunmayanlar “Firar-i Eşhas” sayılarak, Ermeniler kendilerince bir tehcir hareketi başlatmış bir gibi ayakları yere basmayan, tarihi gerçeklere aykırı bir durum ortaya çıkarılmıştır. Sonuç olarak, Ermenilerin mallarının geri verilmesi, kendileri sadece 30 Ekim 1918- 20 Kasım 1922 tarihleri arasında başvurmuşlarsa kabul ediliyordu. 20 Kasım 1922’den sonraki istekler ise geçerli olmayacaktı.

ETİK VE VİCDAN BİR TARAFA BIRAKILIR!

Ermeni mallarıyla ilgili sorun, Lozan Anlaşmasıyla yolunca halledildikten ve Ermenilerin malları üzerinde bir tasarruf hakkına sahip olmamaları sağlandıktan sonra, söz konusu mallar ve gayrimenkullerin dağıtımına başlanır. Malların tasfiyesi sırasında etik ve vicdani değerler bir kenara bırakılarak, başta kiliseler olmak üzere çeşitli dini yapılara tapu çıkarılarak, bunların hayvan ahırı ya da samanlık olarak kullanılmasında kusurlu bir yan bulunmadı. Buna ek olarak Ani Harabeleri’nin topçu ateşi ve dinamit yardımıyla yok edilmeye çalışılması gibi kilise, manastır ve benzeri ibadethanelerin yıkılmasında ya da sökülerek, farklı yapılarda malzeme olarak kullanılmasına ses çıkarılmaz. Bu konuda Bitlis’te verilecek 2 örnek, söz konusu uygulamanın vicdan ve ortak insani değerlerin ne denli ayaklar altına alındığını göstermektedir.

SAMANLIK VE AHIR OLARAK KULLANILIYORLAR!

Tatvan ilçesine bağlı Kuşluca köyünde yaklaşık 500 yıllık kiliseye, Tatvan Tapu Kadastro Müdürlüğünce 1988 yılında tapu çıkarıldı ve şuan kilise, mülkiyeti ile birlikte verildiği şahıs tarafından ahır olarak kullanılıyor. Tatvan’da yapılan kadastro çalışmaları ardından Kuşluca köyünde ikamet eden Muhittin G. adlı vatandaşa 3 pafta, 116 parsel numarasıyla 500 yıllık kilise tapu edildi. 90’lı yıllarda boşaltılan köyüne geri dönen Muhittin G., Bitlis Valiliğine başvurarak, “Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Tazmini Hakkındaki Kanun”dan faydalanmak istediğini, göç ettirilmesi nedeniyle 10 yıldan fazla bir süre kendi tapusunda bulunan kiliseyi kullanamadığını belirterek, kurumdan 14 bin TL tazminat istedi. Talebi haklı bulunan ancak meblağı yüksek bulan kurum tarafından Muhittin G.’ye kilisesini kullanamadığı yıllar için 8 bin lira ödeme yapıldı.

Buna benzer bir başka olay da Bitlis merkeze 7 kilometre uzaklıkta bulunan Por (Değirmenaltı) köyünde yaşanıyor. Kilisenin batı duvarının önünde ‘jamatun’ adı verilen bir toplanma yeri inşa edilmiş ve tahminen 15. yüzyılın ortasında eski kilise onarılarak, güneyinde de bir şapel inşa edilmiş. Jamatun adı verilen toplanma yeri bugün harabe haline gelirken, her iki kilise ve şapel ise ahır ve samanlık olarak kullanılıyor.

ANANİA KİLİSESİ

Anadolu coğrafyasında benzerleri arasında eşsiz bir yere sahip olan St. Anania Kilisesi ve Manastırı korunması bir yana, resmi makamlarca yıkılmasının beklendiğini söylemek yanlış olmaz. Geçmiş yıllarda yapı bütününün etrafında evler yokken, son yıllarda köye geri dönüşlerle birlikte artan konut ihtiyacı, hem kilisenin yakınında evlerin inşa edilmesine neden olmuş, hem de başta dolgu malzemesi olarak bin 500 yıllık bir geçmişe sahip olduğu belirtilen yapının taşlarının kullanılmasının önüne geçilememiş. Bu tahribatın önüne geçmesi beklenen Bitlis Kültür ve Turizm Müdürlüğü yetkilileri, olayı incelemek bir yana, kiliseye tapu çıkarılmasına bile en ufak bir itirazda bulunmuş görünmüyor. Tarihi yapının günden güne yok olması karşısında da herhangi bir girişimde bulunmuyor.

**

YUNUS NADİ’NİN TALANI

Emval-i Metruke Kanunu, her ne kadar da Ermenilerden kalan malların müsaderesi ve satışından elde edilecek gelirin gerçek sahiplerine ödemeleri yapılma gerekçesiyle yürürlüğe sokulmuş olsa da devlet görevlilerinin uygulamaları bunun tersine işaret ediyor. Bunun en acı örneği hiç kuşkusuz Vahan Matosyan adlı Ermeni işadamının Matosyan Matbaası adlı işyerinin 20’de biri fiyatına 7 yıl taksitlerle Cumhuriyet gazetesinin patronu Yunus Nadi’ye satılması olayıdır. Türkiye’de cadı avının başlatıldığı günlerde yasal yolları kullanarak İsviçre’ye giden Matosyan ailesine ait, döneminin en modern matbaası, sahibinin tüm itirazlarına karşın Yunus Nadi’ye satıldı.

Vahan Matosyan’ın 4 bin 547 lira 47 kuruşluk borç sebebiyle 80 bin lira değer biçilen tesisinin gasp edilerek, Nadi’ye adeta peşkeş çekilmesi süreci, türlü kurnazlıklar ve bürokratik kayırmalara sahne oldu. Genç cumhuriyetin ‘gözde’ gazetecisi, Mustafa Kemal’in en yakınındaki isimlerden biri olan Yunus Nadi, 1924 senesinde ele geçirdiği matbaa için bir miktar para ödedikten sonra hiç para ödememiş, üstelik devlete ödediği paranın kendisine derhal verilmesini dahi talep etmişti. Zira makinaların tesliminden kısa bir süre sonra bilinmeyen bir sebeple yangın çıkmış, çıkan yangında her nasıl olmuşsa matbaa makinalarının demir aksamlarından dahi geriye en ufak bir iz bulunamamıştı. Matosyan Matbaası’nda bulunan her türlü demirbaş ve kişisel eşyayı satışa çıkaran Yunus Nadi, elde ettiği ganimeti en ufak parçasına kadar değerlendirmiş, hatta Matosyan’ın kütüphanesindeki kitapları dahi Milli Eğitim Bakanlığı’na satmış; sonrasında bu kitaplar Gazi Eğitim Enstitüsü’ne verilmiştir. Dönemin Tanin Gazetesi’nin verdiği haberde, Matosyan’ın kitaplığının değerinin bile tek başına, Yunus Nadi’nin Matosyan Matbaası için devlete ödemeyi taahhüt ettiği miktardan daha fazla olduğuna dikkat çekilmişti.

YOLSUZLUK BASINA VE MECLİSE TAŞINDI

Matosyan Matbaası’nın Cumhuriyet Gazetesi’ne satışına dair ayrıntılar 21 Şubat 1924 Perşembe günü Tevhid-i Efkar ve 22 Şubat 1924 cuma günü Tanin gazetelerinin sütunlarından yayınlanmış, aynı yıl konu Meclis gündemine gelmiş, son olarak da 7’nci dönem Rize Milletvekili Fahri Kurtuluş tarafından Meclis gündemine getirilmiş ve yolsuzluklar Meclis kürsüsünden dile getirilmişti. Tüm bunlara ek olarak Refik Halit de “Bir Avuç Saçma” adlı kitabında Matosyan Matbaasından 109’uncu sayfasında bahsetmektedir.

MATOSYAN’IN PROTESTOSU

Matbaanın sahibi Vahan Matosyan ise 11 Mart 1925 tarihinde Beyoğlu Adliyesi’ne yolladığı protesto mektubuyla yaşadıkları hakkında şu cümlelere yer vermişti, “ ……80 bin lirayı Türki kıymeti hakikisi olan mezkûr matbaa makine ve alât ve edevatının bilâsebep tarumar edilmesi yevmiye 30 lirayı Türki zarar ziyanı intaç ve bu suretle dört hane halkının evladları ile zaruret ve perişaniyete dücar edilmesi muvafıkı nısfet ve madelet almıyacağı derkârdır.” Ailenin girişimine herhangi bir cevap verilmemişti. Söz konusu protesto Maliye Bakanlığı’na iletilmiş, Maliye Bakanlığı ise olaya kayıtsız kalarak herhangi bir cevap vermemişti.

BİR GÜNDE 15 BİN ERMENİ KATLEDİLDİ

Osmanlı ordusunda gönüllü görev alan Venezuellalı Yüzbaşı Rafael Mendez De Nogales görev yaptığı süre boyunca Ermeni katliamlarına tanıklık ettiğini, bu katliamların hükümetin bilgisi ve direktifleri doğrultusunda olduğunu “Osmanlı Ordusunda 4 Yıl’ adlı kitabında şu cümlelerle anlatıyor: “Sokakta Ermenilere ateş edilmesine rağmen belediye reisine yaklaşabildim. Eylemi kendisi yönetiyordu. Beni valinin emrini yerine getirmekten başka bir şey yapmadığını söyleyerek adamakıllı şaşırttı. Emir, 12 yaşından büyük Ermeni erkeklerinin yok edilmesiydi. Ne kadar istesem de bu sivil buyruğa karışamazdım. O zaman jandarmalara çekilme emri verdim ve işin sonuna kadar bekledim. Bir buçuk saatlik kıyımdan sonra Adilcevaz'da yalnız 7 Ermeni kalmıştı". Anılarında Bitlis’e de yer ayıran Yüzbaşı De Nogales, “O gün Komutan Cevdet Bey, Kagikyan Efendi'yle birlikte, Bitlis'in 200 ileri gelen Ermeni'sini, onlardan 5000 altın lira sızdırdıktan sonra astı. Bu parayı Komutan Halil Bey'le aralarında paylaştılar. Bununla da kalmayarak, kentteki bütün erkek Ermenilerin 50 kişilik gruplar halinde civardaki dağlarda yalnız bir yere götürülerek, mezarlarını kazdırdıktan sonra öldürülmeleri emrini verdi. Asker atölyelerinde gerekli olan bir avuç Ermeni ustayı öldürmedi. Genç kadınlar ayak takımı arasında bölüşüldüler ve yaşlılarla, 12 yaşından aşağı çocuklar sürgün edildi. Bitlis kenti ve çevresinde 15 bin kadar Ermeni, bir günde yok edildi” bilgisine yer veriyor.

KİM NE DEDİ?

Araştırmacı-Yazar Sevan Nişanyan: Devletin Başı Çalıntı Köşkte Oturuyor…

Kitapları ve yazılarında başta resmi tarih ve etimoloji (dil bilimi) üzerine eleştirel yazılar yazan araştırmacı-yazar Sevan Nişanyan, Matosyan Matbaası’nın Cumhuriyet Gazetesi’nin eline geçmesi konusunun, tek başına Cumhuriyet’i anlatır nitelikte olduğunu söyledi. Anadolu sermayesi ve burjuvazisinin yaratılması için azınlıkların kurban edildiğine vurgu yapan Nişanyan,” Nihayetinde Cumhuriyet gazetesinin matbaası olayı okyanusta bir damladır. 1913 ile 1923 arasında Anadolu'da toplam mal varlığının yüzde otuzdan fazlası gasp ve yağma yoluyla el değiştirdi. Bu hadiseyi anlamadan Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş koşulları hakkında herhangi bir şey anlamak mümkün değildir. Tek Parti döneminin TBMM üyelerinin hangisini incelesen, mutlak surette ya Ermeni ya Rum emval-i metrukesi ile zengin olmuş adamlardır. Yanısıra hemen hemen hepsinin evinde bir, üç, beş Ermeni yetimi veya cariyesi vardır. Memleketin her ilinde "Atatürk Köşkü" adı verilen konaklar vardır; bilirsiniz. İstisnasız hepsi yağma malı gayrımüslim konutlarıdır.

Uzun söze ne hacet? Bu ülkenin cumhurbaşkanlığı konutu Kasapyan Köşküdür. Daha bundan öte söze gerek var mı? Devletin başı çalıntı köşkte oturuyor; bir gariban Yunus Nadi kelepir matbaaya göz koymuş, çok mu?

Eski Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkan Vekili, İstanbul Üniversitesi Öğretim Görevlisi, Sabah Ve Taraf Gazeteleri Yazarı Süleyman Yaşar: 1915’in Provası 1908’de yapıldı…

Resmi tarihin, Ermenilerin başta Doğu Anadolu olmak üzere ülkenin her yerinde sabotaj ve isyanlar başlattıkları gerekçesiyle tehcire tabi tutulduğu ileri sürümünün geçersiz olduğunu, işin temelinde ekonomik kaygıların yattığını doğrulayan İstanbul üniversitesi öğretim görevlisi Süleyman Yaşar, ermeni tehcirinin altında yatan temel etkenin etnik ya da dini farklılıklar olmadığının altını çizdi. Ermeni ve Rum gayrimüslim azınlığın ekonomik hayatı ellerinde bulundurmasının özellikle Makedon ve Balkan kökenlilerin işrahını kabarttığını söyleyen Yaşar, bu alanda 1908 yılında Abdulhamit’e yönelik Hareket Ordusu baskısının gözden kaçırılmaması gerektiğine vurgu yaptı. 1908 hareketinin, 1915 Ermeni tehcirinin provası niteliğinde olduğunu belirten Yaşar, ” Gayrimüslim azınlığa yönelik devlet destekli kalkışmalar, ilk defa 1915 tehcirinde hayata geçirilmemiştir. 1915 tehciri, 1908 yılında yapılan provanın, tatbikatın; gerçekçi hareketidir. Makedon ve Balkan kökenlilerin siyasi ve ekonomik nüfuzlarını arttırmak için gereksinim duydukları burjuvazi sınıfının yokluğu, İstanbul’da “gerici bir ayaklanmanın” patlak vermesi ihtiyacını doğurmuş; böylelikle İstanbul’a askeri müdahaleyle gelen Makedon ve Balkan kökenliler burada 1915 tehcirinin ilk provasını, gayrimüslim azınlığa yönelik kaçırtma hareketiyle başlamışlardır.

Abdülhamit'e karşı 1908'de Hareket Ordusunu örgütlediler. İttihat ve Terakki'yi, o dönemde Rum ve Ermeni tüccarlardan oluşan sermayenin tekelini kırmak amacıyla desteklediler. Sonra, ulus devlet özlemlerini gerçekleştirecek olan CHP'yi kurdular. İşte bugünkü statükocu İstanbul sermayesini, bu eski sermayedar grubun uzantıları oluşturuyor.”dedi.

Agos Gazetesi Yayın Yönetmeni Gazeteci Rober Koptaş: Ermeni Halkının İmha Planı 1800’lerde Başladı…

Anadolu’da Ermeni mallarına yönelik saldırıların tarihi olarak 1800’lerin ikinci yarısında yaşandığını dikkat çeken Rober Koptaş, cumhuriyet kanunları oluşturulurken, ermeni mallarının talan edilmesi için her türlü hukuki düzenlemeyi yaptığını söyledi. İttihat ve Terakki Partisi’nin güçlenmek amacıyla Taşnak Sütyun Partisi ile dirsek temasına da geçtiğini belirten Koptaş,” dayanıyor. O tarihlerde, Osmanlı devletinin modernleşme ve sıkı bir şekilde kontrol altında tutamadığı yöreleri merkeze bağlama çabaları kapsamında, Kürt ve Ermeni nüfusun yoğun olduğu vilayetler adeta ‘yeniden fethedilmişti’. Bu sürecin en önemli mağduru Ermeniler oldu, çünkü göçebe Kürt aşiretlerinin iskan edildiği alanlarda onlar yaşıyordu ve onların silahlı tehdidine maruz kaldılar. Bu aşiretler Ermenilerden haraç alıyor veya onların mallarına, hayvanlarına el koyuyor, kızlarını kaçırıyorlardı. Bu dönemin ikinci önemli gelişmesi ise Kafkasya Müslümanlarının Rus Çarlığı yönetimi altında uğradıkları muameleden kaçarak Osmanlı topraklarına yerleşmesi oldu. Onlar da Ermenilerin yaşadıkları alanlara, üstelik Hıristiyanlara karşı bir hınçla geldi ve silahlıydılar.

Mallara el koyma sürecinin bir diğer perdesi de Abdülhamit’in iktidarı döneminde yaşanan katliamlar sırasında yaşandı. 1890’lı yıllarda tüm Ermeni vilayetlerinde katliamlar ve gasplar yaşandı. Hatta, İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde, İttihat ve Terakki ile Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaktsutyun) arasındaki ittifakın ana gündem maddesi o dönemin gasp edilen topraklarının iadesi anlamına gelen ‘toprak meselesi’ydi… Ancak İttihatçılar verdikleri sözleri tutmadılar. Aksine, 1915’te Abdülhamit katliamlarından çok daha büyük, şiddetli ve planlı bir kırım politikası uyguladılar. Katledilen veya göçertilen Ermenilerin mülklerinin dağıtımı ve işgali de belli bir plan ve program dahilinde işledi. Bu süreç Cumhuriyet döneminde de son bulmadı. Anadolu topraklarında 1000 kadar Ermeni okulu, 2000 kadar kilise, yüzlerce mezarlık ve belki on binlerce şahsi mülk vardı. Bunlar üzerinde şu an Ermeniler değil, başka etnik ve dini kökenlerden insanlar yaşıyor. Bir kısmı ise doğrudan devletin mülkiyetinde. Cumhuriyet rejiminin ayrıca, birer Osmanlı bakiyesi olan gayrimüslim vakıf mallarına el koymak için her türlü hukuki düzenbazlığa başvurduğunu da unutmamak gerekir.”

Hişyar Barzan Şerefhanoğlu

Hiç yorum yok: