27 Aralık 2011 Salı

'İçişleri Bakanı 'Bir Marangoz Hatası' mı?'

Yıl sonuna geldik... Herkes bilanço çıkarma peşinde... Peki, siyasi bilanço ne? 

Bugünlerde Türkiye, son yıllarda yapmaya alışık olduğunu yapmıyor, yapamıyor, bilanço çıkarmaya çalışırken değişim ve demokratikleşme hamlelerini tartışamıyor.

Tersine; çevirdiğimiz her sayfada seçim sonrası itibariyle karşımıza bir başka aksaklık, bir başka hukuksuzluk, bir başka aşırılık çıkıyor.

Şimdi ve son dönemlerde bunları soluyor, bunları tartışıyoruz...

Soru şudur:
Bu tartıştıklarımız "marangozun asıl işi"ne mi, yoksa "marangozun hataları"na mı gönderme yapıyor?

Kanımız ikincisidir.

İkincisidir ama aksaklıklar, hatalar, aşırılıklar öyle boyutlara doğru ilerliyor ki, sorular derinleşiyor, endişeler artıyor.

Nasıl bir evreden, hangi süreç ve araçlarla geçtiğimizin artık farkında olmayan yok...

Türkiye 2002 yılından bu yana yeni ve eski aktörler arasında büyük bir iktidar savaşına tanık oluyor. Ancak aynı zamanda özgürlüklerin genişlemesi ve devletin sivilleşmesi üzerine oturan bir demokratikleşme süreci de yaşıyor. Ve "mücadele" ile "demokratikleşme", bu iki süreç birbirini besliyor ve tetikliyor.

En azından bugüne kadar besledi ve tetikledi.

Peki, bugün durum ne?

"Hatalar"ın, artması, arttığı oranda "yerleşikleşme" ve "sistemleşme" görüntüsü vermesi, pekçok çevrede, bu iki süreç arasındaki bağların koptuğu, en azından esnediği kaygısını yaratıyor.
İlk sürecin, iktidar mücadelesinin önemli ölçüde son bulduğu, bu durumda, ihtiyaç duyulan destekleyici diğer sürecin artık "demokratikleşme" değil, "iktidar konsolidasyonu" olduğu kuşkusu doğmaya başlıyor.
Kanıt mı?

İşte İçişleri Bakanı...

Şöyle buyurmuş:
"Terör örgütünün yürüttüğü çalışma sadece dağda, bayırda, şehirde, sokakta, arka sokaklarda haince pusu kurarak yaptığı saldırılardan ibaret değil. Bir başka ayağı daha var. Bilimsel terör var... Resim yaparak, tuvale yansıtarak, şiir yazarak, şiire yansıtıyor, günlük makale yazarak. Hızını alamıyor. Terörle mücadelede görev almış askeri ve polisi, sanatına çalışmasına konu yaparak demoralize etmeye çalışıyorlar. Terörle mücadele edenle bir şekilde mücadele ediliyor. Arka bahçe İstanbul'dur, İzmir'dir, Bursa'dır, Viyana'dır, Londra'dır, Washington'dur, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur... Arka bahçede ayrık otuyla ayrık otları birbirine karışıyor. Bir kısmı faydalı, bir kısmı zehirli..."

Bu cümleleri okuduğumda da içim bulanmıştı, yazarken de bulanıyor...

Hangi AK Parti'den bu bakan?

Zamanımıza hangi çağdan ışınlanmıştır?

Her ağzını açışında özgürlüklerin ruhunu hedef alıyor, 12 Mart, 12 Eylül askeri savcılarını çağrıştırıyor...

Kötü ve kaba sağcılığın, soğuk savaş mantığının, 70'li yılların Komünizmle Mücadele Dernekleri dilinin bu kadar tehlikeli ve çapsız haliyle çoktandır karşılaşmamıştık bu ülkede...

Ama mesele "bakan'da değil...

Mesele "tercih"te...


Soru açık:

Tercih bakan tercihi mi yoksa siyasal tercihi mi?

Marangoz hatası mı yoksa marangozun yeni tarzı mı?

2005'ten itibaren demokratik açılım sürecini idare eden Beşir Atalay'dan sonra yapılan bu içişleri bakanı tercihi ne ifade eder?

Sorularım ve kaygılarım var...

Başbakan şiddetle mücadeleden söz ederken, sıkça "demokrasiden, haklardan, özgürlüklerden asla ve asla taviz vermiyoruz" der...
Nasıl?

Bu bakanın, bu zihniyetin tüm tarlayı yakma mantığı, siyasi alanı, düşünceyi, ifadeyi imha etme mantığıyla mı?

Bu soru her yönüyle 2012'de yanıt bekliyor...

Ali Bayramoğlu

Katliamcı Ekibin Adı:Özel Harekât Şube Müdürlüğü...

Çarkın'la cezaevinde görüşen Hüseyin Aygün, faili meçhul cinayetleri işleyen ekibin adını sorduğunu ve şu cevabı aldığını söyledi: Özel Harekât Şube Müdürlüğü...
 
Çarkın'la cezaevinde görüşen Aygün, faili meçhul cinayetleri işleyen ekibin adını sorduğunu ve şu cevabı aldığını söyledi: Kontrgerilla, Susurluk, Ergenekon değil; Özel Harekât Şube Müdürlüğü...

Tunceli milletvekili (CHP) Hüseyin Aygün, "faili meçhul cinayetler soruşturması" kapsamında Sincan F Tipi Cezaevi'nde tutuklu bulunan eski özel harekât polisi Ayhan Çarkın ile dün yaptığı görüşmeyle ilgili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) bir basın toplantısı düzenledi. 

Aygün, Çarkın'la görüşmesinin dört saat sürdüğünü, Çarkın'ın, 1986-1996 yılları arasında çeşitli görevleri sırasındaki faaliyetlerini anlattığını söyledi. Çarkın'ın bunların bir kısmını savcılığa da ilettiğini, bir kısmını ilk kez, bir kısmını da açıklanmamak kaydıyla anlattığını belirten Aygün, Çarkın'ın, öldürdüğü ve gözaltında kaybettiği kişilerin ve bu kişilerin yakınlarının 19 yıldır rüyalarına girdiğini söylediğini aktardı. 

Maltepe'de silahsız üç gencin öldürülmesi 

Çarkın'ın, "Benim vicdanım Mehmet Ağar gibi rahat değil" dediğini, "Yeşil'in yaşadığını ve devletin korumasında olduğunu tahmin ettiğini" söylediğini belirten Aygün, Çarkın'ın anlatımına göre 19 yıldır kayıp olan ve "polis katili olarak lanse edilen" Hüsamettin Yaman ve Soner Gül'ün, Çarkın ve ekibi tarafından öldürüldüğünü söyledi. 

Aygün sözlerini şöyle sürdürdü: "Öldürülenlerin yasal şekilde gözaltına alındığını ama kendilerinin yasallık perdesi altında bir terör örgütü gibi çalıştıklarını söylüyor. Öldürdüğü insanlarının birçoğunun korkmadığını, geri adım atmadığını, slogan attığını bu yüzden de bu insanlara hayranlık duyduğunu söylüyor. Üç parmak işareti, gördüm, duydum, biliyorum anlamına geliyormuş. Bu işin içinde yer alan diğer faillere de bir mesaj olduğunu gizlemiyor" dedi. 

Aygün, Çarkın'ın Maltepe'de TİKKO (Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu) üyesi olduğu iddia edilen silahsız üç genci öldürdüklerini de anlattığını, "Öldürüldükten sonra odalarına girdim, çayları henüz sıcaktı. Bu olaya da çok üzüldüm, rüyalarıma girdi" dediğini aktardı.

Siyasi Şube'de işkence ve cinayet, Muş'ta sekiz cinayet, Maraş'ta 60 yaşındakinin "infazı"... 

Aygün, Çarkın'ın Ayhan Efeoğlu'nu siyasi şubede işkence sonucu öldürdüğünü, cenazesinin bavul içinde kendilerine teslim edildiğini, "Biz işkence ekibi değil, infaz ekibiydik" dediğini belirtti. 

Aygün, "Çarkın ayrıca, Ankara dışı eylemler diye bir bölüm altında, Muş'ta sekiz kişinin öldürülmesinden bahsetti. 

Kendisinin katılmadığını söylüyor ancak çok ayrıntılı anlattı. 1994 kışında, üç araçla Muş'ta bu operasyon yapılmış. Sekiz kişi Muş merkez mezarlığına, mevcut mezarlar açılarak gömülmüş. Bunu anlatırken birkaç kez ağladı. Gaziantep'e iki araçla 20 kişi gittiklerini, 60 yaşında birini alıp Maraş yolunda infaz ettiklerini söyledi. Bu olaylar ilk kez gündeme geliyor" diye konuştu. 

"150 kişilik ekip hâlâ faaliyette" 

Aygün, "Kendi adıma Ayhan Çarkın'ın 1990'lı yılların karanlıklarının aydınlatılması için bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu'nun alt komisyonunun da Çarkın'la görüşmesi gerektiğini düşünüyorum. Çarkın, 1990'lı yıllardaki yargısız infaz ve gözaltında kaybetme politikasının aydınlığa çıkması için Türkiye toplumuna kapı açabilir. Kendisinde de böyle bir istek ve irade olduğunu dün cezaevinde gördüm. Muhtemelen bu görüşmeler, bundan sonra da sürecek" dedi. 

"Hedefimiz Ayhan Çarkın'dan intikam almak değil, bir dönemi temizlemek olmalı" diyen Aygün, Çarkın'ın isim telaffuz edip etmediğinin sorulması üzerine, "Bu işin içinde bunlar vardı diyerek, çok yüksek rütbe ve konumdaki kişilerin de isimlerini veriyor; 'bunlar haberdardı' diyor" dedi. 

Aygün, Çarkın'a, "Bunun adı kontrgerilla, Susurluk, Ergenekon muydu?" diye sorduğunu, ondan "Emniyet Özel Hareket Şube Müdürlüğü" cevabını aldığını söyledi ve Çarkın'ın, aralarında itirafçı ve sivil görevlilerinin de bulunduğu en az 150 kişilik bir ekibin halen faaliyete devam ettiğini söylediğini aktardı.

Açılım'da İkinci Perde, Hedef BDP!



Türk hükümeti 2009’da Kürt siyasetçilerin tutuklanması ve DTP’nin kapatılmasıyla içeriğini doldurduğu “Kürt açılımı”nda cezaevinde yer kalmayınca ikinci perdeyi araladı.

AKP kontrolündeki Türk medyas, ya aptal olduklarından ya da toplumu aptal yerine koyduklarından olsa gerek, sayfalarında iki habere aynı anda yer verebiliyorlar. AKP hükümetinin bugünlerde gündeme getirdiği “demokratik paket” medyaya işlenmesi için verilirken, aynı paralelde “PKK’ye darbe üstüne darbe” vuruluyor.

BİRİNCİ AÇILIMIN İÇİ KCK TUTUKLAMALARI İLE DOLDU

Her ailenin bir üyesini kirli savaşa kurban verdiği ve çocuklarını gerillaya kattığı Kürtlere “darbe üstüne darbe” ile “demokrasi”yi yan yanda sunmak, kendi başına AKP iktidarının zihniyetini ortaya koymaya yetiyor.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın “Kürtlerin tüm haklarını” verme vaadi ile açılım bakanı olarak tanınan Beşir Atalay’ın “demokratik paket” mesajı vermesinin hemen ardından İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, BDP’yi PKK’nin “uzantısı” ilan etti.

AKP iktidarının “açılım”, “paket” veya “reform” vaatlerine inanmamak için Kürtler tüm gerekçelere sahip. 2009’da başlatılan Kürt açılımının içi, Mart ayındaki yerel seçimlerden bir kaç hafta sonra Nisan ayında KCK operasyonları doldurulmaya başlandı. Belediyelere yapılan operasyonlar, DTP’nin kapatılması ve barış elçilerinin yargılanarak tutuklanması ile devam eden operasyonlar, giderek Kürtlerin meşru talepleriyle dayanışma içinde olan herkesi hedeflemeye başladı. 12 Haziran 2011 seçimlerinde Kürtlerin ikinci büyük seçim başarısı ardından, bu kez KCK operaysonları boyutlandırıldı. Binlerce kişi bu operasyonlarda gözaltına alındı, binlercesi de tutuklandı. Artık gözaltına alınan ve tutuklananların sayısını tutmak güçleşti. Her hafta bu listeye onlarca yeni isim ekleniyor.

Açılımın birinci perdesinde Türkiye, insan hakları ihlalleri şampiyonu oldu, insan hakları ve ifade özgürlüğü açısından dünyanın en büyük cezaevi haline geldi. Sadece tutuklu gazetecilerin sayısı 100’e yaklaştı.

AKP KRİZ VE BASKIDAN BESLENİYOR


İfade özgürlüğünün olmadığı bir ortamda “demokratik paket” veya “yeni anayasa” yapmanın da mümkün olmadığı ordada iken, halen AKP iktidarının Türkiye’yi demokratikleştirebileceği öne sürülemez. Aksine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve ittifakı Gülen Cemaati açısından demokrasi en büyük tehlikeyi oluşturuyor. Muhalefeti ordadan kaldırmaya çalışan bir demokratik zihniyetten bahsedilemez. Düşüncenin özgür olduğu bir ortamda AKP zihniyetine yer olmaz. AKP kriz ve baskı ortamından besleniyor.

Açılımın ikinci perdesi olarak ifade edilen “demokratik paket”ten ne mi çıkacak? Bunun için kahin olmaya gerek yok. Bu iktidar bugüne kendisi ve Gülen Cemaati’nin yararına olmayan herhangi bir adım atmadı. Toplumun diğer kalanı için ise hep yapıyormuş gibi yaptı, manüpüle etti, ama tek bir adım atmadı. Bugünlerde yine “iyi şeyler” yapıyormuş gibi davranıyorlar. “Demokratik paket”ten bahsedildiği sırada her tarafta operaysonlar yürütülüyor, gazeteciler tutuklanıyor, KCK davasında hakimin kendisi Kürtçe dilekçeye karşı suç duyurusu yapıyor.

AKP DEMOKRATİK ANAYASA YAPAMAZ


İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, “demokratik paket”in ilk hedefinin yine Kürt siyaseti olacağının işaretini verdi. Şahin’in BDP’yi hedef göstermesi “BDP’nin kapatılabileceği” yönünde endişelere yol açtı. Hükümetin tüm muhalif sesleri susturarak, “demokratik paket” ya da “yeni anayasa” sunmasının hiçbir değeri yok. Susturulmuş bir topluma dayatılacak anayasa olsa olsa zorbaların anayasası olur. İfade özgürlüğünü ortadan kaldıran bir zihniyet “demokratik paket” oluşturamaz. Ülkeyi açık bir cezaevine dönüştüren anlayış, sivil demokratik bir anayasa yapamaz. Başkanlık hayalleri kuran otokrat bir Başbakan’dan çoğulcu bir siyaset beklenemez.

Bu Hastane Emekçilere Aittir!





2001 krizinden sonra Arjantin’de iflas eden dev sermayeli birçok fabrika, işçiler tarafından işgal edilmişti. Fabrikaların yönetimini ele alan işçiler mevcut krizi aşarak bir şekilde hayatlarını idame ettirmeyi başardılar. İşte bu işçi hareketinden esinlenen bir de hastane vardı Arjantin’de: İsrail Hastanesi.

Kriz baş gösterdiğinde yılların getirdiği sorunlarla birlikte ülke çökme noktasına geldi. Büyük buhranda hemen hemen bütün sektörlerde yaşanan çöküntü, onbinlerce insanın işsiz kalmasına yol açmıştı. Kriz ortamında iflasın eşiğine gelen dev sermayeli birçok fabrikaya çalışanları el koyarak üretime devam edip kendi yaşamlarını idame etmeyi başardılar. Ama fabrikaların dışında farklı bir sektörden çalışanları tarafından yönetimine el konulup çalışmasını sağlayarak dikkat çeken bir kurumlardan biri de İsrail Hastanesi’ydi.

Çeşitli nedenlerden ötürü, iflas etmiş bir fabrikanın yada işyerinin kendi çalışanları tarafından yönetimine el konularak, yeniden işlevsel hale getirilmesi ve ekonomik çarkın patron gücü ile değil, bizzat emekçilerin el birliği ile yarattığı değerlere sahip çıkmasıyla başladı. İlk kez, 1920’de İtalya'da başlayan hareket, Mayıs 68 Fransa'sın da adından sıkça söz ettirmiştir. Daha sonraki tarihlerde, Federal Almanya, İsviçre, İspanya, Meksika, ABD, Çekoslovakya, Uruguay ve Arjantin gibi dünyanın bir çok ülkesinde gündeme gelen hareket, emek bakış açısının söz sahibi olduğunda zorlukları nasıl aşabildiğini, sermayecilerin bile hayretle tanık olduklarını göstermiştir.

Adidas, Benetton, Gucci gibi dünyanın birçok ünlü fabrikalarının yönetimine emekçiler tarafından el konulması bir noktadan sonra anlaşılabiliyor olsa da, devlet tarafından desteklenen uluslararası bir hastanenin, emekçilerin yönetimine geçmesi pek alışıldık bir durum değil günümüz koşullarında. Arjantin'in en eski kurumlarından biri olan İsrail Hastanesi’nin 44 yıllık emekçisi ve Konsey Üyesi Dr. Clemente Quintana Saucedo, ANF’ye, hastanenin yeniden hayata dönme sürecini anlattı.

* Öncelikle buranın İsrail Hastanesi olmasının hikayesi nedir?

- İsrail Hastanesi, 1900 yılında Arjantin'e göç etmiş Yahudi topluluğu tarafından Dr. Alejandro Zabotinsky önderliğinde kuruldu. Hastanenin kuruluş amacı Arjantin'e göç etmiş, dil sorunu yaşayan Yahudi topluluğuna hizmetti. Daha sonraki süreçte bünyesinde barındırdığı dünyanın en iyi doktorların (ki bunlardan biri dünyaca ünlü Dermatolog Dr. Aron Caminsky) etkisiyle Arjantin’in en önemli hastanesi konumuna gelmiştir. Başkan Yrigoyen, General Peron vb. gibi önemli birçok devlet adamını konuk etmiştir. Kariyerinde eğitim hastanesi olma özelliğini taşıyan İsrail Hastanesi, çok uzun yıllar Yahudi toplumu için ciddi bir kazanç kapısı da olmuştur. 400 yatak kapasiteli hastane, ben işe başladığım 1968 yılında toplamda 1350 çalışanı ile yılda 100 bin hastaya hizmet vermekteydi.

1976 askeri darbesi döneminde dahi, hiçbir aksama olmadan hasta kabulüne devam ettik. Ancak 83 yılında yeniden demokrasiye döndüğümüzde, sendikacılık ülke içinde tekrar kurumlaşmaya başlamıştı ve hastanemizde de bu süreç kısa zaman içinde hayata geçirildi. Bu ilk başlarda emekçiler için sosyal bir güvence olmasından kaynaklı başarı olarak görülse de, kötü sendikacılığın en iyi örneğini bizzat yaşayarak öğrendik. Tamamen patron yanlısı bir politika izlediler. Çünkü bunda ciddi bireysel çıkarlar söz konusu idi. Hastaneyi taşeronlaştırmaya başladılar. Bazı iş adamları hastaneyi almak istiyorlardı. Niyetleri tam olarak hastaneyi satın alıp iflasını verdikten sonra devletten bunun bedelini almak ve hastaneyi vakıf adından çıkararak yeniden şahıs olarak sahip olmaktı.

* Peki bu vakfın bir amacı yok muydu? Neden hastaneyi özelleştirmek istediler ve bu durum, Yahudi toplumu tarafından nasıl karşılandı?

- Kesinlikle biz de aynı soruyu sorduk. Bu hastanenin kuruluş amacı hizmetti ve en önemlisi, Yahudi toplumuna destek olmaktı. 1980 sonrası tamamen bu amacından saptı. Bana göre bir kaç nedeni vardı; bunlardan biri de artık ekonomik özgürlüğüne tamamen kavuşmuş olan cemaat, hastanenin sorumluluğundan kaçmaya çalışıyordu, kendi halkına hizmeti angarya olarak görmeye başlamışlardı ve vakıf kontrolünde olan hastaneyi sömürmek hiç de kolay değildi. Demek istediğim kolay yem bulamadıkları için işin içinden çıkmaya çalışıyorlardı. Bu bireyci tutum, bir süre sonra hastaneyi araştırma ve eğitim statüsünden uzaklaştırdı. Arjantin'in en önemli hastanesi, kendi içinde ciddi bir krizle karşı karşıya kalmıştı. Yahudi cemaati de artık hastaneyi gözden çıkarmıştı hatta hiç Yahudi hasta gelmemeye başlamıştı. Bizi krize götüren süreç asıl o zaman başlamıştı. Yani 1983-90 yılları arasında bir kriz içindeydik zaten.

SENDİKA İŞÇİLERİ SÜREÇ DIŞINA İTMEKLE MEŞGULDÜ
* Bahsettiğiniz kriz ekonomik krizden ziyade bir yönetim krizi. Sendikanın buradaki rolü neydi ve rolünü nasıl oynadı?

- Az önce belirttiğim gibi işçilerin tarafında olması gereken sağlık sendikası tamamen patronlar arasında dönen dolapları örtbas etmek ve çalışanları bu sürecin dışına itmekle meşguldü. Oysa hastane içinde dönen her oyunu bizlerle paylaşması ve buna karşı tedbir alması gerekirdi. En nihayetinde biz bu hastanenin çalışanlarıyız ve işimizi her an kaybedebilirdik. Sendikanın oynadığı tek rol, bizleri kandırmaca üzerineydi ve biz bunu çok geç fark ettik.

* Ekonomik krize gelecek olursak nasıl karşıladınız 2001 krizini?

- Bakınız dünyanın hiçbir yerinde kriz pat diye gelmez. Bunun gelişim süreci vardı ve toplum bunu seneler öncesinden hissetmeye başlamıştı. Ülkede özelleştirilmedik kurum bırakmadı dönemin hükümeti. Havaalanından tutun, belediyeciliğe ve aklınıza gelebilecek ne varsa sattılar. Ülkeyi soyup soğana çevirdiler. Patronların yönetmeye başladığı bir ülkede kriz olmaması mucize olmaz mıydı? Ülkeyi de tıpkı hastanemizde dönen oyunlarla krize sürüklediler. Çünkü bir krizden en karlı ancak patronlar çıkar. Ucuz iş gücü, uzun çalışma saatleri ile tekellerini daha da kurumsallaştırırlar. Bunu başarmalarının yolu da krizde olan bir ekonomiyi kullanmaktır.

2001 krizinde hastane olarak hizmet vermeye devam ettik. Sonuç itibariyle biz ‘ticari bir kurum’ değiliz, işimiz sağlık. Sağlık, iş alanları içinde hassas bir özelliğe sahiptir. Ancak çalışanlar olarak sancılı bir süreç yaşadık. Paralarımızı toplu olarak alamıyorduk. Bir şekilde idare ederek süreci atlatacağız umudunu taşıyorduk. Aksi halde işimizi kaybetmek hele böyle bir süreçte büyük bir riskti ve biz bu riski göze alamazdık. Tam üç yıl boyunca böyle sancılarla devam ettik çalışmaya.

ISYAN ETMEKTEN BAŞKA ÇAREMIZ YOKTU* Peki işgal süreci nasıl başladı ve neydi sizi bu sürece zorlayan?

- 2004 yılı Temmuz ayındaydık. Son 6 ayda hiç kimse para alamıyordu ve isyan etmekten başka hiç bir çaremiz yoktu. 15 Temmuz günü hepimiz bir araya gelip yönetimin kapısına dayanmıştık. Aslına bakarsan o gün isteyeceğimiz şey; bize bir miktar para ayırmalarıydı! Çünkü evimizde yiyecek ekmeğimiz yoktu. Ancak yönetim bizi kapıdan kovdu. ‘İşinize gelmiyorsa’ diyerek kapıyı göstererek bize yol vermişti. Bu işi kolay bırakmayacağımızı bilmekle beraber işin içinden nasıl çıkacağımızı bilemez haldeydik. Aramızda bir arkadaşımız gidip doktor Caro ile görüşmemiz gerektiğini söyledi. Doktor Caro, 2001 krizinden sonra Arjantin’de işgal edilen fabrikaların hareketinin lideriydi. Bir şekilde kendisine ulaşıp durumu izah ettik. Doktor Caro, bize işimizin zor olduğunu söyledi, zira söz konusu olan bir fabrika değil bir hastaneydi!

Ama yine de savcıdan randevu alıp olayı bir de olduğu gibi savcıya anlatmamızı istemişti. O gün içinde birkaç tane iş arkadaşımızla birlikte iş elbiselerimizle savcı ile görüşmeye gittik ve durumu izah ettik. İşin aslı yasal olarak hiç bir dayanağımız yoktu. Çünkü Arjantin anayasasında buna izin veren herhangi bir yasa yoktu. İyi olan taraf ise bunu yasaklayan bir yasa da yoktu! Eyalet meclis kararı ile mümkün olabiliyordu. Bu süreçte bir çok eyalet milletvekili ile görüştük, onlardan destek istedik. Sonuç itibari ile Temmuz 2004 sonunda işgal sürecini resmen ilan ettik ve olaya savcılık tarafından el konuldu.

Olaydan yaklaşık 4 ay sonra yani Kasım ayında meclisin çıkardığı hastaneye özel ek bir yasa ile İsrail hastanesi resmen işçilere devredildi. Biz de kooperatifleşme sürecimizi hızla işleme koyup hastane meclisi ve yönetim konseyini seçtik. Kasım ayında yeniden hizmet vermeye başladık. Tabii bu sefer çok farklıydı.

ÖZ YÖNETIM VE DAHA ÇOK ÖZVERİ!* Neydi farklı olan?

- Bakın size hastanenin sahibi olduğumuz ilk iş gününü anlatayım. Sabahın erken saatlerinde işe başlamadan herkes bahçede bir araya geldi ve hepimiz birbirimize söz verdik. Bu bizim işimizdi. Bunu söylerken ‘benim işyerim, istediğim gibi çalışırım’ mantığından uzak olmalıydı. Daha çok çalışmak daha özverili olmak ve en iyi hizmeti sunmaya çalışmak. Farklı olan ise şuydu; Özgürlük...

* 4 ay gibi bir süre kapalıydı hastane. Bu, bir hastane için uzun süre sayılır. Yeniden başladığınızda bu kadar büyük giderleri nasıl karşıladınız? Size herhangi bir destek verildi mi devlet tarafından?

- Hayır. Dışarıdan hiç kimse destek vermedi. Biz kendi içimizde para toplayarak kimi arkadaşımız evini satarak ilk zamanlarda bunu gidermeye çalıştık. Zaten kısa bir zaman sonra beklentilerimizin de üstünde hasta kabulü gerçekleştirmeye başladık ve geri dönüşümü büyük bir özveri ile yeniden sağladık.

* Hastanenin gelir ve giderleri, çalışanların maaşları vs. bütün bu aşamaları nasıl aşıyorsunuz?

- Biz küçük sosyalist bir devlet gibiyiz. Eğer adilseniz, her şey o kadar basit ki! Aşılamayacak hiç bir şey yoktur. Yaptığımız tek şey giderleri gelirden çıkarıp bir miktar fon ayırıyoruz -hastaneye yeni makineler, araç ve gereçler için- geri kalanı burada çalışan herkese eşit bir şekilde dağıtılıyor. Çok az ile yetinmesini de biliyoruz ama çok şükür hayat standardımız öncekine oranla yüz kat daha iyi. Çocuklarımızı okutabiliyoruz, evimize aş götürebiliyoruz. Bizim daha büyük şeylerde gözümüz yok! Hiç bir zaman da olmadı. Şimdi istediğimiz her şey kontrolümüzde.

* Bildiğim kadarıyla o dönem işgal hareketine katılan 3 doktordan biriydiniz. Bir doktor olarak kolayca başka bir iş bulabilir ve tüm bu sancılı süreci yaşamayabilirdiniz. Neden bunu tercih ettiniz?

- Bakınız ben Guarani halkının bir neferiyim. Babamı erken yaşta kaybettim. Dedem büyüttü beni ve her zaman şunu söylerdi bana; zalimlerin en büyük düşmanı cesurlardır. Eğer bir yerde zulüm varsa orada cesur insanlar vardır ve asla onları sırt üstü bırakma! Evet söylediklerinizde haklısınız benim için iş bulmak kolaydı ama kolay seçmek dedemin deyimiyle korkakların işiydi! Sanırım bunu kendime yediremezdim.

Biz şu an burada 600 cesur insan olarak kendimize bir yol seçtik. Bunun için mücadele verdik. Ekmeğimizden etmek istedikler, buna izin vermedik. Ve şimdi onu kendimiz üretiyoruz, paylaşıyoruz ve paylaştıkça da çoğalıyoruz.

Senin Adın Mustafa Kemal Burkay Olsun...

Osman Baydemir'in, Kemal Burkay'a Diyarbakır'ı ziyaretinde verdiği mesaj    
Egemen Bağış'ın, Kemal Burkay'a verdiği Kuran
Batı illerinde üniversite okuyan bir grup Kürt gencinin dışında, partisi Kürt halkı indinde hiç bir zaman kitleselleşemeyen Kemal Burkay'a, “Atatürk Uluslararası Barış Ödülü” verilmesi planlanıyor. Burkay'a, AKP iktidarının bu ödülü hangi hizmetlerinden ötürü vereceği de henüz açıklanmış değil.

Ödülü, Burkay'a vermeyi düşündüklerini söyleyen, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Üyesi Mümtazer Türköne'nin, silahlı eylemciliğe varan ülkücü-faşist geçmişi dikkate alınırsa, ödül için gerekli hizmet kriterlerinin ve tarifinin ne olduğu da anlaşılacaktır.

Ödüle 1992 yılında uygun görülen isim, Güney Afrika'nın siyah lideri Nelson Mandela idi. Mandela, siyah çoğunluğun ırkçı beyaz azınlığa karşı verdiği mücadelenin sembolleşmiş önderiydi. Türk devletinin bu önerisini, ”Kürt halkına yapılan baskılardan ve uygulanan ırkçı politikalardan dolayı” reddetti.

Kürt halkına karşı uygulanan politikalar nedeniyle Mandela tarafından reddedilen ödülün, Kürt asıllı bir ”siyasetçiye” verilmesi, hani tam anlamda bir şuyu vukundan beter vakasıdır.
AKP Hükümeti'nin yurt içinde devşirdiği Kürt kökenli taraftarları işe yaramayınca, yurt dışında, ”gönüllü sürgün” yaşayan Kürt kökenliler arasından yaptığı transferler de kısa sürede rektifiye ister oldu anlaşılan.

Bunların en çok ”ilgi göreni” Kemal Burkay'dı. İstanbul'da vali yardımcıları tarafından karşılandı. AKP tarafından çıkarılmadığı televizyon, konuşturulmadığı gazete, hak etmediği halde kendisine atfedilmeyen sıfat kalmadı. Hani neredeyse bir tek, ”köy köy, kasaba kasaba gezdirilip işte ideal Kürt modeli. Artık bunlardan çoğaltacağız” denmediği kaldı.

Kemalizmin fikir kaleleri Köy Enstitüleri'nden mezun Burkay. Siyasete TİP rahlesinden girdi. İlk partisi Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi(TKSP)'nin ”Türkiye”sini PKK'nin Kürdistan tarifi Kürt halkının ufkunda yeni bir mecra oluşturunca, sessiz sedasız çıkardı. Bugün de konuştuğunda sanki o ”Türkiye”si hiç yokmuş gibi anlatıyor partisini. Neden bugün partinin adında olmadığını ise partisi içinde dahi bilen yok.

12 Eylül faşizminin aslında kendisini ve partisini çok tehlikeli bulduğunu, kendisinin hiç bir zaman silahlı mücadele yanlısı olmadığı gibi uydurma bir tarih anlatıyor. Resmi tarih yazıcılığı yapıyor. Belki de bu yüzden, Türköne ve arkadaşlarının dikkatini çekti ve ilgilerine mazhar oldu.

Dört bin Kürt siyasetçinin rehin alınarak zindanlara kapatıldığı, Kürt basını ve onlarla ilişkisi olan muhalif gazetecilerin toplandığı bir dönemde, Kürt halkı indinde hiç bir etkinliği olmayan Burkay'ın ödüllendirilmesi, AKP'nin yeni açılım paketinin kurdelesi olsa gerek.

Hükümetin yanı sıra AKP'nin iktidar ortağı Gülen Cemaati ile de yakın ilişkileri olan Burkay'ın, Kamran İnan Kürtlüğü kontenjanından, bir sonraki seçimlerde milletvekili adaylığı da şaşırtmaz kimseleri. İsveç'teki son döneminde sadece Cemaat'in yayın organları ile ilişki içinde olan Burkay'ın bazı hesaplarının bu döneme kadar uzandığı biliniyor.
Stockholm'ün Alvik semtinde bir binadaki dairede "faliyet" yürüten dernekte, TRT-6 içinde görev alarak bu televizyon üzerinden ROJ TV'ye alternatif olma hesaplarının yapıldığı toplantıları bizzat Burkay'ın yönettiği biliniyor. Ancak İsveç'te ne siyasal ne de sosyal bir yaşam alanı kalmayan Burkay, son anda AKP Hükümeti'nin verdiği garantiler ile "faaliyetlerini" yürütmek üzere döndü.

Kürt siyasetindeki varlığı ve etkinliği, AKP iktidarı ve yandaşları tarafından farklı, Kürt halkı tarafından çok farklı algılanan Burkay'ın, eline Kürtler'in, sosyalistlerin kanı bulanmış bir iktidar tarafından ”ödüllendirilmesi” AKP'nin ”yüksek demokrasisi” hakkında da ip uçları veriyor.

Gerçi neden olmasın, belki de Burkay'ı, ”Zararlı Kürtler'i” kovalarken gören AKP, Türköne ve arkadaşlarını görevlendirdi. Türköne ve arkadaşları da bu çabanın ödüllendirilmesi bir vazifedir şiarıyla harekete geçtiler. Bu can hıraş çaba içindeki Kürt kökenli yandaşlarına sadece Kemal olmak yetmez, bunu bir de Mustafa ile taçlandıralım dediler.


canerdem2126@gmail.com