9 Ekim 2010 Cumartesi

Karsisinda Kucunulen Bir Babanin Hikayesi...

Bir yıl içinde iki oğlunu da kontrgerilla saldırılarında yitiren baba Kişin’in direnişi karşısında insanın büzülüp küçülmesi işten bile değil. ‘Ölürsem beni Mazıdağ’a götürsünler” diyen Kişin, çocuklarına sarılıp öyle yatmak istediğini söylüyor.

İki oğlu Türk devletinin kontra birimleri tarafından katledilen bir babayı düşününce akla ilk gelen şey, öfkeyle katilleri lanetlemek ve o insanların daha gencecik yaşta neden vurulduklarını anlatabilmektir. Köln’de yaşayan 65 yaşındaki Mardinli Abdulsamet Kişin, yakalandığı amansız kanser hastalığına direnirken, “kendisini ayakta tutan ve belki de yaşamasına en çok güç katan etkenin, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan olduğunu” belirtiyor. Şehit babası ya da annesi olmak çok derin izler bırakıyor o insanlarda. Onları, değişik etkinliklerde şehitlere nasıl sahip çıkılması konusundaki söylemleri ile biliriz.

‘Nizam 92’de şehit oldu’

 
Kuşkusuz her şehit ailesinin bir hikayesi var. Mardinli Abdulsamet Kişin’in hikayesinde ise, devletin kontra birimleri tarafından katledilen iki oğlu, amansız kanser hastalığına yakalanıp birçok organını kaybetmesi ve buna rağmen verdiği büyük bir yaşam mücadelesi var. 40 yıldır Almanya’da yaşayan Abdulsamet Kişin, 1987 yılında PKK ile tanışmış. Kürdistan’da faiili meçhul cinayetlerin en çok yaşandığı 1992 yılında iki oğlunu birden kaybeden Abdulsamet amca, çocuklarının nasıl katledildiğini anlatırken gözyaşlarını tutamıyor.

İşte onun dilinden 1992 yılında yaşadıkları: “23 Ocak 1992 tarihinde ilk oğlum Nizam şehit oldu. Kontra tarafından Mazıdağ’da vuruldu. İçlerinde polis vardı, JİTEM’ciler vardı, subaylar vardı. Eve gelirken, uçlarına çivi yerleştirilmiş ağaçlarla vuruyorlar. Diyarbakır’a kaldırdık. Orada hiç kimseyle görüştürmediler. Ta ki ölene kadar. Annesi onu hep uyarıyordu: ‘Oğlum düşman seni vurur, dikkat et’. Nizam da derdi ki, ‘Anne benim 6 kişiye kadar gücüm yeter’. Çünkü oğlum gerçekten çok kuvvetli ve korkusuzdu”.

‘Bir kurşunla ölecek biri değil’

 
Oğlu Nizam’ın acısı dinmeden, Amed’de oturan oğlunun kara haberi Abdulsamet Kişin’e ulaşır. Oğlu Baki de evinden çıkarken kontraların, kafasına sıktığı kurşunlarla yaşamını yitirir.

Olayı anlatırken gözleri dolan Abdulsamet amca, Baki’nin katledilişini şöyle anlatıyor: “Oğlum Nizam’ın acısı yüreğimdeyken, bu kez Diyarbakır’da 6 Kasım 1992’de Baki’mi vurdular. Aslında faili meçhul deniyor ama, Alaattin Kanat’ın onu vurduğu herkes tarafından biliniyor. Ki, biliyorsunuz Alaattin Kanat itirafçıdır. Çok sayıda Kürt’ün kanına girmiş biridir. Ben Baki’nin cenazesine giderken bağırdım. Dedim ki, ‘Benim oğlum bir kurşunla ölecek birisi değildi’ (ağlayarak). Demek istediğim; Baki kolay harcanacak birisi değildi. Ama kafasına kurşun sıkmışlardı”.

‘Oğlumu yıkayacak imam bulamadım’

 
Abdulsamet amcanın acısı bununla da bitmiyor. Baki’nin cenazesini Mazıdağ’a götürmek için başvurmadık yer kalmıyor. En sonunda cenazeyi alan acılı baba, bu kez Mazidağ’da Baki’yi yıkayacak imam bulamıyor. “Yıkamamıza dahi müsaade etmediler. Dediler ki, biz burada yıkamışız. Daha sonra zorla Mazıdağ’a getirip gömdük. Ama hiçbir imam gelip üzerinde Kur’an okumadı. Çünkü devlet herkesi korkutmuştu. Bütün imamlara dedim, ama korktukları için gelmediler. Çok zoruma gitti. En azından bir dua bile okutmadılar. Etrafımızı zaten asker ve polisler sarmıştı.”

‘Ölene kadar bu yolda varım’

 
Bir yılda iki oğlunu kaybeden Abdulsamet Kişin, çocuklarından bahsederken, “Şehitler benim değil, onlar Kürdistan şehitleridir. Kim şehit oluyorsa, onlar da benim çocuklarım gibidirler. Çünkü ben ruhumu verdim, malımı mülkümü verdim. Hiçbir şeyim kalmadı. Ben her şeyimi PKK’ye verdim. Ölene kadar da varım bu yolda. Bugün Serok bırakılsın, ben 6 çocuğumu da şehit veririm. Ben Serok için ölene kadar da varım”.

Köln ve çevresinde Abdulsamet amcayı neredeyse bütün Kürdistanlılar tanıyor. O yakalandığı amansız kanser hastalığına inat, her gün Kürt derneğinde ve Kürdistanlıların düzenlediği her etkinlikte en önde yerini alıyor. Hem de bazı iç organlarını geçirdiği ameliyatlar sonucu kaybetmesine rağmen...

Bunu Abdulsamet amcaya söylemeden edemedim. İşte cevabı: “Hastalığım 1974 yılında ciğerden başladı. Yıllarca o şekilde çalıştım. Sonra midemi aldılar, yani tamamen kopardılar. ‘Kalın bağırsak koyacağız’ diye incesini koymuşlar ve dolayısıyla midemi tamamen aldılar. Ve yine ciğerlerimi ameliyat ettiler. Ciğerimi de aldılar. Sonra safra kesesini ameliyat edip, onu da aldılar. Ve daha sonra geniş bir kontrolden sonra dediler ki, ‘Sen de üç adet kanser var. En büyüğü ise kalın bağırsaklarında’. Bağırsaklardan da ameliyat ettiler. Bağırsağımı da aldılar. Şu anda torba taşıyorum. Haftalarca ‘kur’ denen yerde kaldım. Öümden döndüm defalarca. İçtiğim su ya da yediğim ekmek olduğu gibi dışarı çıkıyordu. Vücut hiç birşeyi kabul etmiyordu. Ben Allah’a hep dua ettim (ağlayarak anlatıyor): ‘Allahım ben Serok’umu Amed’de görmeden canımı alma’ diye. Serok elini Amed’de halkımıza kaldırdığında o zaman öleyim’ diye yalvardım Allah’a. Ben Allah’a yalvardım ve Allah canımı almadı. Şu anda durumum iyi dersem doğru olmaz. İdare ediyorum. Ayakta olduğum müddetçe de halkımla beraber olacağım. Elimde ne gelse bu halka vermek istiyorum”.

Önceki sene izne gittiğini belirten Abdulsamet Kişin, “Orada, Gemlik’te arabamı durdurup Serok’a seslendim. O’na, ‘Rojbaş Serokê min!’ dedim. Defalarca bunu tekrarladım ama bana bir ses gelmedi. Gözlerim ağlamaklı, oradan ayrıldım. Ben ona hasretim. Serok’un hasreti ölene kadar içimde olacak. Ayakta olmam, Serok’un bana verdiği güçtür. İki oğlum şehittir. Herşeyimi kaybettim. Bunlar dert değil de nedir? Tabii ki bu halkın içinde olmalıyım. Ölene kadar elimden ne gelirse bu mücadelede varım. Ölene kadar Kürdistan’dan ve Serok’tan kopmayacağım” diyor.

‘Bir yanımda Nizam bir yanımda Baki olsun’

 
Her insanın kendine göre bir vasiyeti vardır mutlaka. Abdulsamet amcaya bunu soruyorum. Amca, “Ölüm herkes içindir, kimin ne zaman öleceği belli değil. Ben ölürsem beni Mazıdağ’a götürsünler. Baki’min ve Nizam’ımın yanına gömsünler. Bir elimi Nizam’ımın, bir elimi de Baki’min boynuna sarılıp öyle yatacağım” diyor...

 ADEM KARAÇOBAN/KÖLN

Kalenderidis'in Öcalan ile 17 Günü

PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkışı ve 15 Şubat 1999’da ‘uluslararası bir komplo’ ile Türkiye’ye teslim edilmesi sürecinin aktörlerinden Yunan İstihbaratçısı (EYP) Binbaşı Savvas Kalenderidis, Öcalan’ın teslim edilmesinde rolü olan Yunanlıların açığa çıkartılması gerektiğini belirterek, 'Yunan Meclisi’nde bir tartışma yapılsın ve komploda parmağı olan Yunanlar halka açıklanmalı' dedi.

Öcalan ile ilgili Yunanistan’ın insan hakları, iç ve dış uluslararası hukuku ihlal ettiğini de söyleyen Kalenderidis, bir halkın önderine karşı tüm dünya da kapıların nasıl kapatılarak ve uluslararası hukukun ayaklar altına alındığını komplonun yıldönümü dolayısı ile ANF’ye anlattı.

PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 9 Ekim 1998’den Suriye’den çıkıp 15 Şubat 1999’da Kenya’nın başkenti Nairobi’den alınıp Türkiye’ye teslim edilmesi sürecinin ‘nasıl’ uluslararası bir komplo ile gerçekleştiği hafızalardaki yerini koruyor. Suriye’den çıkış ile başlayan, Yunanistan, Rusya, İtalya ve Kenya gibi bir çok ülkede soluksuz bir şekilde yaşanan süreç, uluslararası hukuk, insan hakları ve evrensel değerler yine ilgili ülkelerin kendi iç hukuklarını ayaklar altına alınmasının da hikayesi oluyordu. Bu sürecin bir çok aktörü vardı ve bu aktörlerden en önemlilerinden biri ise dönemin Yunan İstihbarat Ajanı (EYP) Binbaşı Savvas Kalenderidis'ti. Kalenderis, yıllar sonra bu dönemi “Öcalan Teslimi: Hakikatin Zamanı" kitabı ile anlatarak, uluslararası komplonun boyutlarını belli oranda hem itiraf etmiş hem de tanıklıklarını aktarmıştı. Öcalan’a karşı 9 Ekim 1998 yılında başlatılan uluslararası komplonun yıl dönümü dolayısı ile Savvas Kalenderidis, bir kez daha o dönemi ve yaşananları ANF’ye anlattı.

*Sayın Savvas Kalenderidis, Öcalan’ın esir düşmeden önceki son süreçlerini yakinen yaşayan ve tanık olan birisiniz. Öcalan’ın Yunanistan daveti nasıl gelişti?

-Sayın Abdullah Öcalan’ı ilk kez 9 Ekim 1998 yılında Atina havaalanında karşılaştım. Öcalan, Şam’dan Suriye’den çıktıktan sonra hava alanına indi. O zaman bize haber verdiler ve çalıştığım kurumun başkanıyla beraber ben tercüman olarak yanına gittim. Ve o gün bazı görüşmeler oldu. Bu görüşmelerde ben tercümanlık yaptım. Öcalan gelmeden önce benim haberim yoktu. Bildiğim kadarıyla çalıştığım kurumunda haberi yoktu. Sonradan öğrendiğime göre, bir Yunan milletvekili Şam’a çağrıldı. Çünkü Suriye Kürt liderine bir ültimatom verdi ve Suriye’den çıkmasını rica etti. Kürt tarafı bir çözüm arıyordu. Bu çözümlerden biri de Atina, Avrupa’ydı. Bir milletvekili çağırdılar Şam'a, durumu anlattılar. Daha sonra o milletvekili Atina’ya geldi. Bazı görüşmeler yaptı ve telefonla mesaj verdi gelebilirsiniz. Fakat benim bildiğim kadarıyla hükümete ve devlete haber vermedi. Kendi inisiyatifiyle Abdullah Öcalan’ı Yunanistan’a davet etti.

*Yani Öcalan Hükümet bilgisi dahilinde gelmedi mi?

- Anlaşmaya göre Badouvas olması gerekiyordu. Kendi insanları olacaktı, onlar karşılayacaktı, durumu onlar idare edecekti. Fakat gelmedi, kimse gelmedi. Uçak inmeden yarım saat önce bize haber verdiler. Biz havaalanına gittiğimizde uçak inmişti. Kimse yoktu. Sayın Öcalan, Rozerin ve iki Suriyeli yanında vardı. Bizi görünce, ''birkaç gün için misafir etmeniz gerekiyor'' dedi. Ona göre çalışmalar, görüşmeler oldu o gün.

* Öcalan ile kaç gün bir arada kaldınız?

- Tüm süreç boyunca 17-18 gün. İlkin 9 ekim günü onu tanıdığımda ve görüşmeler sürecinde, onu bir müzakereci olarak tanıdım. Bir taraftan, Öcalan, bir taraftan Stavrakakis... Onlar müzakere yürütüyorlardı. Ben tercümandım. Orda dengeli ve iyi niyetli bir müzakereci, lider olarak tanıdım Öcalan'ı. Aslında uçakta geldiği ilk gün öğleden sonra bir çözüm bulundu. Rusya çözümü. Ancak Sayın Öcalan benimde kendisi ile birlikte kalmam konusunda rica etti. Yunanistan’dan bir temsilci, yetkili yanımda olsun diyordu. Güvenlik gerekçesi ile bunu söylüyordu. Uçakta 3 saat beraberdik. Orda ilk kez rahat bir ortamda konuşma fırsatı buldum. Ben birkaç yıl onun konuşmalarını, yazdıklarını, kitaplarını, makalelerini takip ediyordum. O üç saat, Kürt mücadelesi, Kürt halkının kaderi hakkında sorular sordum. O da bana Helen tarihini sordu. Aramızdaki üç saat böyle geçti.

* Peki Moskova’da nasıl karşılandınız?

- Moskova’da iyi bir şekilde gayrı resmi bir törenle karşılandı. Ondan sonra ayrıldık. İkinci görüşmemiz Roma’da oldu. Roma’da iken Yunan Meclisi ikinci Başkanı Zuhuridis ile ziyaret ettik. Orda iki üç saat beraber kaldık. Politik gelişmeleri konuştuk. Ondan sonra ikinci kez Yunanistan’a geldiğinde seyahatimiz birlikte başladı ve 15 Şubat’a kadar sürdü.

* Peki Roma sürecini nasıl izlediniz. Öcalan’ın oradan çıkışı ve 15 Şubat’a kadar olan süreç nasıl gelişti?

- Öcalan Roma’da iken ben durumu Atina’dan izliyordum/izlemeye çalışıyordum. Çünkü sadece Kürtler için değil, bölge için benim halkım için çok önemli bir olaydı. İtalya’da Öcalan'a verilen ev hapsi kaldırıldıktan sonra artık 'alarm zilleri' aslında çalmaya başladı. Bence o karar bilinçli alınmıştı. Kürt liderine kapıyı aralıyordu, baskı yapılacak, ondan sonra yasadışı bir şekilde İtalya’dan çıkacak.... Böyle bir durumu sezdim. İtalyanlar baskı yaparsa yada çıkmasını isterler Öcalan’ın başka gidecek yeri yok. Bize gelecek. Bizim bir planımız olması gerekiyordu. Bu plana da hükümetten onay gerekiyordu.. Birkaç gün sonra hepimizi gördük, Öcalan yeniden Rusya’ya gitmek zorunda kaldı. Rusya’dayken, okuduğumuza, duyduğumuza göre, Yunanistan’dan bazı siyasi çevreler, Öcalan’a yeniden Yunanistan’a gelmesi yönünde teklifleri, telkinleri vardı. Dışişleri Theodoros Pangalos bir açıklama yapmıştı. Öcalan 'Zümrüdü anka kuşu gibidir, her an her yerde olabilir...'

Aslında o zaman Minsk'teydi. Fakat Öcalan Moskova’dayken, Hükümet bir taraftan diyordu, ‘gelmeyin, taşıyamayız biz bu durumu’, ancak öteki taraftan politik çevreler, ‘Yunanistan’a gelin, biz seni destekleriz. Hükümete rağmen, seni destekleriz’ diyordu.

'ÖCALAN'I ÇAĞIRANLAR KAYBOLDU'

*Kimdi bu politik çevreler ?

- Ben bir kitap yazdım. Ben bir şahit olarak, bildiğimi, ispatlayabildiğimi yazdım. Fakat ben bir subaydım, bir yetkiliydim, bildiğim şeyler sınırlıdır. Politik konuları açacak olan ben değilim. Bunu Yunanistan’da siyasilerin tartışması gerekiyor. Kimler çağırdı? Hangi amaçla çağırdı? İktidardaki parti içerisinde kutuplaşma vardı. 'Gel seni destekleyeceğiz' diyenler ve çağıranlar sonra ortadan kayboldu. Böylece Öcalan devletin elinde kaldı. Bu konu tartışılmadan Kürt sorununa Yunanistan bir çözüm oluşturamaz. Bu olay, Yunan tarihinde bir gölgedir. Politikacıların Kürtlerle yeniden ilişkilenmesinde aşılamaz bir engeldir.

‘MECLİS AÇIĞA ÇIKARTMALI'

*Siz,‘ben politikacı değilim’ diyorsunuz. Fakat gerçekler nasıl açığı çıkacak ve bu gölge nasıl kalkacak?

- Ben bir Helen olarak, Yunan olarak, bunun gerekli olduğunu yıllardır söylüyorum . Kürtler için, sayın Abdullah Öcalan için değil, BU bizim için gereklidir. Sözümün geçebildiği kadarıyla, tanıdığım politikacılara, Yunan kamuoyuna bunu ısrarla söylüyorum. Umarım olacak. Bunun tartışılacağı yer Meclis’tir. Meclis’te Kürt sorunu konuşulmalı ve bir halkın liderini düşmanlarının eline verenleri Yunanistan halkının bilmesi gerekiyor.

Kimlerin çağırdığı konusunda ise iktidardaki partide bir kanat idi. Bir kişi değildi. Fakat Öcalan Atina’ya geldiğinde o insanlar kayıp oldu ve Öcalan’ı hükümetin elinde bıraktılar. Zaten ne olduysa ondan sonra olan oldu.

‘HOLLANDA HAVA SAHASINI KAPATTI’

* Peki Öcalan’ı ikinci kez Yunanistan’a davet edenlerin Kürt hareketi ile ilişkileri ne boyutta idi sizin bilginiz var mı?

- Onu davet edenler, PKK veya Kürt hareketi ile mutlaka ilişkileri vardı. Onun gelmesi için ikna ettiler. Zaten Öcalan’ın başka çaresi de yoktu. Rusya çok acımasız davrandı. Sayın Öcalan Atina’ya ikinci kez geldiğinde bir yazarın evinde kaldı. Ondan sonra devlet ile ilişkiye geçti. Çünkü onu çağıran taraf hala ortada yoktu. Mecburen devletle ilişkiye geçti. Görüşmeye başladı. O görüşmelerde tam ne oldu, bilmiyorum. Bazı çözümler teklif edildi. Libya konusu falan sanırım. Ve sonunda Hollanda çözümü masaya geldi.

Hollanda’ya Misnk üzerinden gidilecekti. O planı bazı Hollandalı avukatlar teklif ettiler ve bir uçak tahsis edildi. Uçağa o zaman beni çağırdılar. Uçakla Minsk üzerinden Hollanda’ya gidecektik. Minsk’e gittiğimizde Öcalan’ı taşıyacak uçak gelmedi, çünkü Hollanda hava sahasını kapattı. Orda birkaç saat, eksi 17-18 derecede donma tehlikesi atlattık. Ondan sonra Atina Havaalanı’na döndük. Orda tehlike vardı, zannediyorum. Birileri fark etti Öcalan’ın orada olduğunu. Atina’ya döndük, orda bir iki saat kaldık ve Korfu Havaalanı’na gittik.

‘BİLGİLER TÜRKİYE’YE AKTARILIYORDU’

* Neden Korfu?

- Neden Korfu havaalanı... O havaalanında kışın çok uçak olmazdı, ıssız bir yerdir ve bir iki gün bekleyecektik. Bir çözüm bulunana kadar kalacaktık. Bir iki gün kaldık zaten. Tabi bu arada müzakereler sürüyordu. Kıbrıslı bir işadamı vardı ve onun aracılığı ile Yunan Hükümeti’nin teklifleri Öcalan’a aktarılıyordu. Orada bir İtalya planı, ben hazırladım. Hızlı bir bot ile iki saatte yeniden İtalya’ya götüreceğimizi ben teklif ettim. Bazı hazırlıklar da yaptık. Bu Atina’dan kabul görmedi. Fakat o planı teklif ettiğimde bir iki saat sonra Ecevit açıklama yaparak ‘Öcalan'ın yeniden İtalya’ya gitme olanağı var’ dedi. Galiba, birileri dinliyordu ve haber verdiler. Bir de İtalya o anda bir mesaj gönderdi bütün liman müdürlüklerine, 'dikkat Öcalan yeniden deniz yoluyla gelebilir. Siz önleyiniz' diye.

Orada bir uluslararası abluka altında olduğumuzu sonradan anladım. Akşam bir teklif daha geldi Atina’dan... O iş adamı aracılığıyla Öcalan’a teklif iletildi. Öcalan kabul etmiyordu. Sonunda benim başkanım Stavrakakis aradı. 'Lütfen rica edin o planı kabul etsin' diye. Ben 'tamam, ben rica edeceğim, ikna edeceğim' dedim. Fakat planın ne olduğunu da bilmiyorum. Bana şunu söyledi: 'Bir Afrika ülkesine gidecek. Yunan devletinin güvencesi ile. Biz güvence veriyoruz, Öcalan kabul etsin. Bir kaç gün orda kalacak, ondan sonra Güney Afrika’ya götüreceğiz. Biz söz veriyoruz, devlet sözü. O devlet, o gideceğiniz yer için sana bilgi vermeyeceğiz, götürüp bırakacaksın, geri döneceksin. Ve nereye gittiğinizi kesinlikle bilmeyeceksin. Bu bir emirdir' dendi.

KORFU HAVAALANINDAKİ KAZA

Bunu harfiyen Öcalan’a anlattım. Dinledi. Sonra bana ‘ne diyorsun’ diye sordu. Ben ise 'gideceğimiz yeri bilmiyorum ve açıklanmaması konusunda emir var. Yeri siz biliyorsunuz, çünkü iş adamı size söyledi, biliyorsunuz' dedim. Fakat burada bir değişiklik var, müzakerelerde şimdiye kadar gideceğiniz yere gidin, Yunan devleti bilmek istemiyor idi. Şimdi burada bir politika değişikliği görülüyor. Teklif böyle, Yunan devletinin güvencesi altında olacaksınız.

Teklife göre görüşümü söyledim. O zaman gözlerime baktı ‘tamam gidiyoruz’ dedi. Bunu Atina’ya aktardım. Ve havaalanına doğru yola çıktık. Karanlıktı... Havaalanının ışıkları sönüktü... Çünkü birileri Öcalan'ı Yunanistan'a çeken politik çevreler, gazetecilere Öcalan Korfuda'dır biçiminde haber verdiler. Korfu Havaalanı’nda onu açığa çıkarın... Kameralar geldi ve biz karanlık olana kadar bekledik, bütün ışıklar bir şey çekmesin diye ve uçağa doğru çıktık ve kaza bu şartlar altında oldu. Orda kesinlikle başka boyut yok bu kazada. Böyleydi…

* Öcalan bunun bir saldırı olabileceğini ifade ediyor?

- Fakat Yunanistan’daki durumunu ben çok daha iyi biliyorum. İkimizde ölecektik. Önde ben oturuyordum, ben yaralandım ve hemen arkamda Sayın Öcalan vardı. Yaralandığım zaman Öcalan çok bir ilgi gösterdi. Başka bir havaalanına doğru yöneldik. İsviçre'den bir uçak tahsis edildi. Birbuçuk iki saat sonra yeniden bir telefon geldi. Bana o zaman şunu söylediler: 'Sen sonunda geri dönmeyeceksin, Öcalan ile birlikte gideceksin, ineceksin ve öteki uçakla Güney Afrika’ya gideceksin. Mandela’nın avukatını bulacaksın, oradaki Büyükelçimiz aracılığı ile. Dışişleri Bakanı’nın emridir. Orada Öcalan’ın gelişi için gerekli hazırlıkları yapacaksın. Mandela’nın avukatının yardımı, aracığıyla...’

Bu görüşmeden sonra öteki havaalanına ulaştık. Otuz kırk dakika sonra havadayken, Sayın Öcalan’ın yanına gittim. Ona Güney Afrika’ya gideceğim ve orada sizin gelişiniz için hazırlıklar yapacağım, dedim. O zaman havadayken, kırk dakika sonra Nairobi’yi gittiğimizi Öcalan’ın ağzından duydum.

* Peki Yunan Hükümeti ile Öcalan arasındaki arabulucu olan iş adamı kimdi ve o da sizinle birliktemiydi?

- O adamı ben daha önce tanımıyordum. Sadece Öcalan Roma’da iken bir gün benimle ilişkiye geçti. Sanıyorum Rozerin aracılığı ile. ‘Ben Stavrakakis ile görüşmek istiyorum’ dedi. 'Konu nedir' diye sordum. Konunun Öcalan olduğunu, baskı gördüğünü oradan gitmesi gerektiğini söyledi. Bana, ‘Yunanistan’dan yardım istiyoruz. Onu Lübnan’a ulaştırmak istiyoruz, fakat emniyetli bir şekilde. Çünkü korkuyoruz, normal botla götürürsek, Türkler yada başka birileri batırabilir’ dedi. Ben de onu Stavrakakis’e yönlendirdim. Hemen ayarladım, aynı gün gitti görüştü. İlk olarak, o zaman görüştüm o insanla. İkinci kez ise Minsk yolculuğunda görüştüm. Yine Kenya’ya giderken bizim yanımızdaydı Kıbrıslı iş adamı.

* Kürt tarafının size eleştirileri var…

- Kürt tarafından bana eleştirileri var. Öcalan’ı ikna ettiğime ilişkin. Öcalan büyük bir hareketin lideridir. Yabancı bir devletin bir yetkilisinden ne kadar dostluk duyarsa kolay kolay ikna olamaz. Orda ben bir emir aldım, o emri harfiyen aktardım. Görüşümü sordu, görüşüm o zamanki değerlendirmem oydu, olduğu gibi söyledim. Onun arkasında başka şeyler aramak doğru değil. Birileri diyor orda hata yaptın. Bir değerlendirmem vardı, görüşüm soruldu ben de söyledim. Bunun arkasında kimse başka bir şey aramasın.

* Peki, siz ikna ettiniz. Ya da göreviniz buydu, ikna etmeye çalıştınız.

- Görevim, görüşümü söylemek değildi. Görüşümü sorduğunda benim görüşüm yoktu demem gerekiyordu. Fakat ilişkimiz böyleydi ve ben de görüşümü söyledim. O kadar...

‘ANLAŞMA VARDI’

* Güney Afrika değil Kenya Naoribi’ye gittiniz. Öcalan’da Yunan Devleti’nin güvencesi altında...

- Doğrudur, fakat bir detay vardı: ‘Bir iki gün Büyükelçilikte kalacaksınız, bizim denetimimizdeki bir çiftliğe gideceksiniz, emniyetli bir yerdir. Ve on-onbeş gün sonra Yunan devleti, kendi imkanlarıyla sizi Güney Afrika’ya götürecek.’ Bu anlaşmaya dahildi. Biz oraya gittiğimizde Öcalan hemen sezdi, orda bir tuzaktı. Bazı şeyler oldu.

* Neler oldu?

- Ben Güney Afrika’ya gidecektim, beni engellediler. Öcalan bazı şeyleri sezdi: ‘Ben bu evden çıkmam. Büyükelçinin evi Yunan toprağı, bayrağı var, ben buradan çıkmıyorum. Size iltica dilekçesi veriyorum. İltica dilekçesi verenin bazı hakları var, bana ona göre davranmalısınız. Lütfen bana cevap verin, hayatım tehlikededir, seziyorum, sizden iltica talebinde bulunuyorum.’

* Peki bugün neler söylenebilir o günden bugüne..

- İlk günden itibaren benim görevim idi, ben büyükelçilikte gidiyordum, internetten olup bitenleri takip ediyordum, önemli makaleleri kopyalıyordum ve Öcalan’a veriyordum. Her gün dünyada neler olduğunu, onunla ilgili yada Kürt hareketi ile ilgili. Okuyordu ve ilk olarak o yazılanlardan tuzakta olduğunu anladı. Ona göre iltica talebini hazırladı. Ondan sonra her gün Atina’dan veya basından öğrendiğimizi ona aktarıyorduk. Bir de bunun için ben büyük eleştiriler aldım. Niye bilgilendiriyorsunuz Öcalan’ı diye. Meclis’te bir araştırma komisyonu kurulmuştu. Ben de benim görevim olduğunu, biz o insanın Yunan devletinin güvencesi altında olduğu sözünü verdik. Bir halkın lideridir, hakkıdır olup bitenlerden haberdar olmalı. Ben de öyle yanıtladım.

‘HER GÜN MÜZAKERELER VARDI’

Ayrıca başka bir değerlendirmesi vardı Öcalan’ın. Çünkü her gün müzakereler oluyordu, Yunan devleti, ‘lütfen istediğiniz yere gidin’ diyordu. Kendisi de, ‘tamam siz beni çağırdınız, ben nereye gideceğim. Avrupa ortasında’ diyordu. Zannediyorum bu müzakereler elçinin raporunda da dakika dakika yazıyordu. Öcalan, ‘burada siyasi irade yok, Yunan devletinin siyasi iradesi yok. Tek beni koruyacak faktör hukuktur’ diyordu. Ona göre bundan hareketle talimat verdi, örgüte, burada Avrupa’dan, her ülkeden bir iki avukat gelsin. İnsan hakları konusu ile ilgilenen avukatlar gelsin, ya da Kürt halkının dostu olan avukatlar. O zaman sadece iki avukat geldi. O avukatlar tek başına olduğunu görünce kalmadılar. Düşünce neydi, plan neydi, otuz-kırk avukat gelince onun etrafında hukuki bir zırh oluşturulsun ve yasadışı girişimler önlensin. Zannediyorum o zaman tek çare zaten oydu, o onu başaramadı.

* Peki Güney Afrika seçeneğini neden dayatmadınız?

- Ben gidemedim, havaalanında beni engellediler ve Atina’ya bildirdim. ‘Başkasını gönderin’ dedim Bana ‘tamam sen Atina’ya dön’ dediler. Ben Atina’ya da dönemedim. Atina’dan Güney Afrika’ya giden de olmadı.

* Uluslararası hukuka göre sizin Öcalan’a BM güvencesi vermeniz gerekmiyor muydu?

Hukukçu değilim, fakat büyükelçi ve katibi hukukçuydu, Nairobi’de. Çünkü psikolojik baskı uygulandı. Size açıkça, üzülerek söylüyorum, bu doğrudur. Bize açıkça söylediler, zorladılar, onu zorla çıkarınız büyükelçilikten dediler. Orda kesinlikle, insan hakları veya iç ve dış uluslararası hukuk ihlal edildi. O kesindir, anlamı ne olduğunu bilmiyorum, fakat ben o izlenimi gördüm, şahidim.

‘KÜRT HALKI MAĞDUR EDİLDİ’

*Aslında artık Öcalan’ın neden Kenya’ya gönderildiği açığa çıkmıştı. Ancak sizce neden Kenya?

- Kimseye haksızlık yapmak istemiyorum. Kürt halkı mağdur bir halktır. Fakat, duyduğuma göre, bunu ispat edemiyorum, Kenya, Nairobi seçimi Yunanistan’a teklif edildi. Yunanistan’a, ‘Siz oraya götürün, orda ABD’nin gücü çoktur’ demişler. Orda yüzlerce ajanları vardı. Oradan sizin elinizden alıp, Türklerin eline vereceğiz. Plan buydu. Yunanistan’da bu kime söylendi, veya o Güney Afrika planı gerçek miydi, değil miydi bilmiyorum. Galiba Güney Afrika planı teklif edenlerin kafalarında başka şeyler vardı. Bu ne demek, Türklerin eline düşmesi. Bunu da o dönemde iktidarda olan, yada politik olarak rol oynamak isteyen kesimler çok daha net bir şekilde bilir.

‘ÖCALAN’I UYUTUP OTELE ATACAKLARDI’

* Size ‘Öcalan’ı Büyükelçilikten zorla çıkarın’ yönünde baskıları kim uyguladı?

- Sözlü tehditler, aşırı deercede psikolojik baskı vardı. Bu baskılar Atina’dan geliyordu. Bize de söylediler zorla çıkarın. Biz bunu kesinlikle reddettik. Büyükelçi, katibi ve ben anlaştık ve ‘biz yasadışı hiçbir şey yapmayacağız’ dedik. Yazılı bir şey gelirse o zaman değerlendireceğiz. Fakat sözlü olarak, ‘onu çıkartın’ dediler. Biz o sorumluluğu üzerimize almıyoruz, yazılı emir gelirse ona göre hareket edeceğiz, bakacağız, dedik. Yazılı emir hiçbir zaman gelmedi. Ondan sonra dört Yunan polisi Nairobi’ye gönderdiler. Ve onlar bana söylediklerine göre, bizim görevimiz onu narkotikle uyutup, bir çarşafla alıp, bir otele yerleştirmek. Tutuklama bile değil, yasa dışı bir şekilde onu kaçırmak ve aslında olan odur.

‘PSİKOLOJİK BASKI UYGULANDI’

*Son gün ne oldu?

- Yavaş hareketten kopardılar, tecrit ettiler, psikolojik baskı uygulandı ve son gün Kenya devleti yasadışı bir şekilde kaçırmak istiyordu. Biz, o çaresizlikte onlar için, bir anlaşma teklif ettiler. Bu anlaşma nedir? Kenya devleti, Abdullah Öcalan’ın Kenya topraklarında olduğunu biliyorlar. Bu problemden kurtulmak için size bir teklifimiz var, biz bir uçak tahsis edeceğiz. Yunanistan kabul etti, çünkü o zamana kadar Yunanistan emir veriyordu, ‘kesinlikle Öcalan’ın büyükelçilikte olduğunu kabul etmeyeceksiniz.’ Kenya ne derse desin siz ‘hayır’ diyeceksiniz. Sonra telefonla o teklif Atina’dan aktarıldı. Hükümet ‘tamam kabul ediniz’ dedi. Öcalan’a götürünüz ve kabul ederse uygulayınız. Öğleden sonra o teklifi götürdük, büyükelçi o teklifi götürdü. Afrika’nın ortasında sana güvence veren ülke, her gün daha fazla baskı uyguluyor, gidin veya zorla çıkaracağız. Sonuçta bir teklif geliyor, o teklifi kabul ettiğimizde onu da değiştirmeye başladılar. Çünkü biz dedik, büyükelçinin arabasıyla gideceğiz ve şartlar iyi değilse, ben uçağa çıkacaktım, kontrol edecektim, mürettebat ile konuşacaktım ve uygun olduğunda o zaman inip Öcalan’ı alıp inecektik ve beraber gidecektik.

*Nereye gidecektiniz?

Ya Seyşel, ya Hollanda ya da Finlandiya’ya. Biz bagajlarımızı büyükelçinin arabasına koyduk. Binmeye başladık bize dediler; ‘Hayır bu araçla gitmeyeceksiniz, devlet araçlarıyla gidilecek. Büyükelçilik sınırları dışında sorumlu biziz.’ Orada son basamağa ulaştığımız belli oldu. Ondan sonra Öcalan’ın arabası kayboldu.

*Şimdi ne düşünüyorsunuz?

- Bu kolay bir şey değil, bu olayda şahidim ve rolüm vardı. Bir insan, bir halkın lideri şimdi hapistedir. Bu kolay bir şey değil. Bir de Kürtlerin haklı ve haksız eleştirilerini de düşünürsek insan bu şey altında ezilebilir. Fakat biraz önce söylediğim gibi o gölgeyi ortadan kaldırmamız gerekiyor.

* Yunanistan sorumluluğunu tam olarak kabul etmiyor ama?

- Evet bütün detayları da yazdığım kitapta anlatmışım. Bu kitap tarihi bir şahitliktir. İlk olarak, şunu söylemek istiyorum, ben bu olaya kendi isteğimle dahil olmadım. Sayın Abdullah Öcalan kendisi istedi, böylece dahil oldum. Bir de o ilk andan itibaren tarihi bir olaya şahit olduğumun bilincindeydim ve ona göre hareket ettim. Bir de başka bir konu vardı, o ailesel, kişisel faktörü. Bu ne demek, benim ailemin tarihi faktörü, bir de halkımın faktörü. Yunan halkı mağdur bir halktır. Kürtler gibi, Türk politikası tarafından mağdur olan bir halktır ve gerçekten bu olaydan o halk yaralandı. Yunan halkının tarihi gölgelendi. Zannediyorum, bu olay iki halk arasında bu olaydan sonra büyük bir yara oluştur. Yunan halkının suçu, kabahati yok. Bir, iki, üç, dört, beş kişi, bir elin parmaklarından fazla değil, bu sorumluluğu aldı, bu kirli işi yaptı. Kürtler de, Yunanlar da veya Kürt hareketine sempati duyanlar da oklarımızı bu kişilere yönlendirmemiz gerekiyor.

ANF NEWS AGENCY

9 Ekim'e Giden Süreçte Türkiye-PKK Görüşmeleri

Türk Genelkurmayı neredeyse tüm 1998 yılı boyunca PKK ile görüşme halindeydi. Görüşmeler Selim Okçuoğlu'nun arabuluculuğuyla gerçekleşiyor ve PKK lideri Abdullah Öcalan'dan ateşkes ilan etmesi talep ediliyordu. 9 Ekim komplosuna giden süreçte Türk Genelkurmayı belki de ilk defa Kürt hareketinin ateşkes ilan etmesinin ardından kendilerinin de ateşkes ilan edeceğini iletmişti Kürt tarafına. Ancak bu açılımın arkasında çok sinsi bir tezgah yatıyordu.

1998 yılı PKK hareketi için belki de en belirleyici dönemlerden biri oldu. Bu yıl Kürt halkının tarihinde karşı karşıya kaldığı en büyük komplolardan birinin taşlarının adım adım örüldüğü bir yıl olacaktı.

9 Ekim komplosuna doğru giden süreci daha iyi kavramak için biraz daha gerilere gitmek gerekiyor.

ERBAKAN'IN MEKTUPLARI

1997 yılı başladığında Kürt sorunu konusunda son derece ilginç gelişmeler yaşanmaya başladı. Necmettin Erbakan'ın başında olduğu Refah-Yol hükümeti döneminde Öcalan nezdinde savaşın sona erdirilmesi için girişimlerde bulundu. Bu konuda Suriye Cumhurbaşkanı yardımcısı Abdülhalim Haddam, Erbakan'a aracılık ediyordu.

Abdullah Öcalan bu girişime cevap vererek Erbakan'a bir mektup yazdı. Bu mektup Suriye'nin Ankara Büyükelçisi aracılığıyla Erbakan'a ulaştırıldı.

Haddam, Nisan 2006’da basına verdiği bir röportajda bu iddiasını şöyle ortaya koyuyor; “Biz de (Öcalan’ın) bu teklif mektubunu Ankara'daki büyükelçiliğimiz aracılığı ile dönemin Başbakanı Erbakan'a gönderdik. Bunu okudu ve çekinerek, büyükelçimizden mektubu beraberinde geri götürmesini istedi. Büyükelçimiz, ‘Neden bana geri veriyorsunuz? Bunlar sizin ve sizden yanıt bekliyoruz’ dedi. Bunun üzerine, Erbakan, yanıtlayacağını ancak önce TSK'dan bir komutanla görüşeceğini söyledi, tekrar dokümanların geri gitmesini talep etti. TSK reddetti. Zaten daha sonra Türkiye'nin Öcalan'la bu konuda diyalog sürdürmeyi tamamen reddettiği haberi geldi. Talebin kimden geldiğini sorarsanız, tahmin ediyorum Erbakan, Lübnan'daki bu gruptan, Suriye üzerinden bu bağlantıyı kurmasını istedi.”

Erbakan daha sonra ne bu görüşme sürecine ne de Abdullah Öcalan'a gönderdiği mektuplara sahip çıkacaktı. Zaten 28 Şubat süreciyle de siyaset sahnesinden yok oldu.

GENELKURMAY PKK İLE İLİŞKİ KURUYOR

1997 yılının ilerleyen günlerinde ise PKK ile Türk genelkurmayı arasında tarihinde ilk kez direkt olarak görüşmeler yaşanmıştı. Selim Okçuoğlu aracılığıyla yapılan görüşmelerin haricinde, Genel Kurmaylık 2. Başkanlığı’na (dönemin Genel Kurmaylık 2. Başkanı Çevik Bir’di) bağlı çalışan Halkla İlişkiler Dairesi’nde görevli bir Albay’ın PKK temsilcisi Şahin Cilo ile yaptığı görüşmeler, Kürt Özgürlük Hareketi tarihinde Genel Kurmaylık ile PKK arasında gerçekleşen ilk yüz yüze görüşmeler oldu.

Albay, PKK temsilcisi Cilo'ya bu savaşın bundan sonra bu şekilde sürdürülemeyeceğini, karşılıklı bir mekanizma oluşturularak savaşı durdurmanın gerekliliğini anlattı. Bunun sonucunda bir ateşkes havası yaratılmıştı ki 1997 sonbaharında Güney Kürdistan'a yönelik olarak düzenlenen Şafak Harekatı işleri bozdu. Görüşmeler PKK tarafından kesildi.

Bu dönemde Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman da Kürt iş adamı Mehmet Mehmetoğlu aracılığıyla PKK yetkililerine biz uzlaşma zemini oluşturulması için mesajlar gönderdi. Mehmet Mehmetoğlu ile görüşen dönemin Avrupa PKK sorumlusu Şahin Cilo, bu mesajlardan eski MİT’çi Mahir Kaynak'ın da bilgisi olduğunu ifade etmişti.

GENELKURMAY: ABDÜLMELİK FIRAT HADEP'İN BAŞINA GEÇSİN

Aynı dönemlerde Abdulmelik Fırat Şam ile Avrupa arasında mekik dokumaya başladı. PKK yetkililerinin ifadelerine göre Türk Genelkurmay'ı da PKK'den A. Melik Fırat’a Kürt hareketi içinde rol verilmesini talep ediyordu. Şam'a giden Fırat, Öcalan ile bir araya geldi. Öcalan'dan HADEP'in başına geçmeyi talep eden Fırat'a Öcalan şu yanıtı verdi: “HADEP bir halk hareketidir ve yasaldır. Bu konuda biz bir şey diyemeyiz. Git halk seni kabul ederse olabilir, etmese karışmayız.“

Fırat, Şam'dan ayrılarak bu kez de Avrupa'ya gelerek Şahin Cilo ile bir araya geldi. ‘Beni HADEP başkanı yaparsanız, işiniz hal olur. Üzerinizde baskı kalmaz. Çünkü Genelkurmaylık beni kabul ediyor ve beni istiyor’ diyerek net bir mesaj verdi. Ancak Cilo'dan bir yanıt alamadı.

O dönem arabuluculuk yapan Selim Okçuoğlu da Fırat'ın HADEP başkanı olmasının daha iyi olacağı yönündeki tavsiyeyi PKK temsilcisi Cilo'ya iletti. Ancak Cilo, Öcalan'ın verdiği cevabı tekrarlamakla yetindi.

Daha sonra HADEP bünyesinde kabul görmeyen Fırat, Cilo'yu arayarak büyük bir hata yaptıklarını, Genelkurmayın kendisini HADEP başkanı olarak istediğini, bu gerçekleşmediği için HADEP'e yönelimler olacağını söyledi.

Nitekim bu yönelimler de fazlasıyla oldu. Yüzlerce HADEP yöneticisi tutuklandı, saldırılar yoğunlaştı.

GENELKURMAY PKK'DEN ATEŞKES İSTEDİ

1998 ilerleyen günlerinde Genelkurmayın daha önce Avrupa'ya gönderdiği Albay yeniden ortaya çıkarak Avrupa'daki PKK temsilcileri aracılığıyla ilişki kurdu. Bu kez daha somut önerilerle görüşmelere gelmeye başlayan Albay, Genelkurmay'dan PKK'nin ateşkes ilan etmesi yönündeki mesajı PKK yetkililerine iletti.

Albay Cilo'ya ateşkes ilan edilmesi durumunda buna karşı Genelkurmay'ın somut adımlar atarak cevap vereceğini ve karşılıklı bir ateşkes gelişmesi için bir mekanizmanın yaratılması gerektiğini söyledi.

Bu bir ilkti. Genelkurmay ilk kez PKK'nin ateşkes ilanına karşı somut adımlarla cevap vereceğini söylüyor ve Kürt ve Türk kamuoyunun barışa hazırlanması gerektiğini belirtiyordu.

MEDTV'DE ATEŞKES İLAN EDİLDİ

Cilo bu görüşmenin sonuçlarını Suriye'de bulunan Öcalan'a aktardı. Öcalan komutanlarıyla görüşerek 1 Eylül 1998 tarihinde MedTV'de canlı olarak yayınlanan bir programda tek taraflı ateşkes ilan etti.

Bu programa Türkiye'den sınırlı sayıda gazeteci de katıldı. PKK ile görüşen Albay, Türk tarafının ateşkes açıklamasının yapılacağı programa Türk gazetecilerin katılımını engellemeyeceklerini Cilo'ya ifade etmişti. Cilo'ya göre Türk devleti gazetecilerin bu programa katılımlarını engellemedi ama bunu tasvip etmediğini hissettirdi. Bu nedenle sınırlı sayıda gazeteci Öcalan'ın ateşkes açıklamasını yaptığı programda yer aldı.

VE KOMPLOCULAR DÜĞMEYE BASTI

Açıklama Kürt cephesinde büyük bir heyecan yarattı. Ancak bu rüzgar 16 gün sonra Hatay'ın Reyhanlı ilçesinde Orgeneral Atilla Ateş'in konuşmasıyla tersine döndü.

Süleyman Demirel’in başkanlığında Çankaya Köşkünde yapılan Milli Güvenlik Kurulu Eylül ayı toplantısı Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’nin güvenlik konseptinin değiştiğini gösteriyordu. Bunun ilk işaretini Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş 16 Eylül 1998’de Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde yaptığı konuşmada verdi.

Ateş, yaptığı konuşmada, Suriye'ye karşı Öcalan'ı ülkeden çıkarmaması durumunda güç kullanma konusundaki kararlılığın altını çizerken, “artık sabrımız kalmadı” diyordu.

Bu açıklamanın hemen ardından PKK'nin Avrupa temsilcisi Şahin Cilo, Türk Genelkurmayı temsilcisi Albay ile yeniden görüşerek açıklamaların ne anlama geldiğini sordu. Aldığı cevap ilginçti: “Taktiksel yaklaşıyoruz, kötü niyetimiz yok. Biz Suriye’yi sıkıştırıyoruz, başka bir şey yok. İleride bizde ateşkes ilan edeceğiz.”

TÜRKİYE ULUSLARARASI ALANDA DESTEK SAĞLAMIŞTI

Ateş'in konuşması Öcalan'a karşı komplonun açık bir şekilde ortaya konulmasından başka bir şey değildi. Düğmeye basılmıştı. Nitekim Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de TBMM’de yaptığı konuşmada Suriye’yi daha sert bir şekilde uyarıyor, mukabelede bulunma haklarını saklı tutuklarını üstüne basa basa tüm dünyaya ilan ediyordu. Bunu takip eden günlerde Türk Silahlı Kuvvetleri -5 Kasım’da- Suriye sınırının sıfır noktasında 35 bin askerle tatbikat hazırlıkları yapmaya ve Türk savaş uçakları Suriye sınırında denetim uçuşları yapmaya başladı. Aynı dönemlerde İsrail-ABD-Türkiye ortak bir tatbikat yapma gerekçesiyle Akdeniz’de içinde füze rampaları da bulunan askeri güç yığınağı yaptılar.

Aynı günlerde Şam’da yakalanan bazı Türk istihbaratçıların üzerinde PKK lideri Öcalan’ın kaldığı ev ve Şam’daki eğitim kamplarının krokilerinin çıkması Türkiye’nin harekete geçtiğini gösteriyordu.

Öcalan’ın 1979’dan bu yana Suriye’de yaşadığı biliniyordu. Türkiye birçok sefer Suriye’yi tehdit etmişti, ama ilk defa bu kadar sert ve kendinden emin hareket ediyordu. Çünkü bu kez uluslararası güçlerden açık çek alınmıştı. Atilla Ateş'in açıklamalarından önce PKK ile Suriyeli yetkililer arasında yoğun bir diplomasi trafiği vardı. Ancak bu trafik tek yönlü bir baskı mekanizmasına dönüşmeye başladı. Öcalan da bu gelişmeleri Suriye'den çıkmaması durumunda bu ülkenin kesin olarak vurulacağı şeklinde yorumladı.

Türkiye'nin yoğun tehditleri Şam yönetimini diplomasi arayışına yöneltti. Ancak bu girişimler sonuçsuz kaldı. Bu dönemde Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek arabuluculuğa soyunarak, 3 Ekim’de Ankara’yı ziyaret etti. Üç günlük ziyaretin ardından Şam’a doğru yola çıkan Mübarek, koltuğunun altında üzerinde ‘gizli’ ibaresi bulunan dosyada Ankara’nın mesajını taşıyordu.

BAAS GİZLİ TOPLANTISINDA 'ÖCALAN'A ÜLKEYİ TERK ET' MESAJI

Suriye’nin iktidar partisi olan BAAS’ın bu dönemde bir toplantı yaptığını söyleyen Suriye’nin eski Cumhurbaşkanı yardımcısı Abdulhalim Haddam, toplantıda konuştuklarını şöyle özetliyordu: “Öcalan'ın Suriye'den çıkış kararı, Türkiye ile durumun ciddileşmesi üzerine BAAS Partisi Komuta Konseyi'nin yaptığı, saatler süren gizli bir toplantıda alındı. Hafız Esad, sonunda ikna edildi. Konseyin kararına göre Öcalan, ülkeden çıkarılacaktı ve bu tebligat da kendisine Dışişleri Bakanı Faruk Şara tarafından yapılacaktı.”

BAAS Partisi Komuta Konseyi’nde alınan karar Faruk Şara yerine Abdulhalim Haddam tarafından Öcalan’a iletildi. Bu mesajda “Biz iki cephede orduyu toplayamayız. Zaten İsrail cephesinde Golan’da ve Lübnan’da ordumuz var. Biz bu güçlerimizi Türkiye cephesine kaydıramayız. Bırakalım Türkiye’yi, bir NATO savaşı yürütemeyiz” deniliyordu.

ÖCALAN NEDEN AVRUPA'YI SEÇTİ?

Öcalan önce Kürdistan dağlarına dönmek fikrini kafasına koymuştu. Ancak daha sonra Avrupa sahasına geçerek Kürt sorununu dünya gündemine sokmak fikri baskın geldi. Çünkü dağa dönmesi Kürt sorununa karşı şiddet içerikli yaklaşımı derinleştirecek. Bu nedenle Avrupa'ya çıkış için hazırlıklar başladı.

Öcalan, 9 Ekim l998 günü, yanında dönemin PKK Yunanistan temsilcisi Ayfer Kaya ve bazı dostları ile birlikte normal bir yolcu uçağıyla Suriye’den çıkış yaptı.

Böylece Öcalan'ın 15 Şubat 1999 günü Kenya'nın başkenti Nairobi'de sonlanacak olan fırtınalı yolculuğu başlıyordu…

ANF NEWS AGENCY