3 Temmuz 2010 Cumartesi

’Efendisine bağlı olan Türkiye medyası ne istenirse onu yapar’


Medya eleştirmeni Ragıp Duran, Hükümet ve Genelkurmay tarafından yapılan toplantılarla çatışmaların yoğunlaştığı dönemde ’hiza’ya girmeleri ve sansür uygulamaları istenen Türkiye medyasını ’Efendinize bağlıysanız, efendiniz ne söylerse onu tekrarlarsınız’ sözleriyle eleştirdi. 1990’lı yılları hatırlatan Duran, ’Gazete arşivlerini açıp bakalım, ’Kürt yoktur, Kürtçe yoktur’ diye yazılar vardı. Ama sorun çözüldüğü zaman da Türk medyasının hepsi Öcalan hayranı, hepsi Kürtlerin uzun yıllar boyunca ne kadar kahramanca mücadele ettiklerini anlatan diziler yapacaktır’ dedi.
Çatışmaların yoğunlaşmasıyla birlikte hükümet ve Genelkurmay, basına ayrı yarı uyarılarda bulunarak, nasıl haber yapmaları gerektiğini anlattı. İstanbul’da gazete ve televizyonların genel yayın yönetmenleriyle bir araya gelen İçişleri Bakanı Beşir Atalay Türkiye basınında ’ortak hareket edin’, ’örgütün ekmeğine yağ sürmeyin’, ’kısa haber yapın’ ve ’toplumun hassasiyetleri gözetin’ telkininde bulundu. Hükümetin ve Genelkurmay’ın medyaya yönelik sansür istemleri akıllara 1990’lı yılların ’Apoletli medyası’ gerimi dönüyor’ sorusunu getirdi. Türk basınına dönük ağır eleştirileriyle tanınan Medya Eleştirmen Ragıp Duran, PKK ile TSK arasındaki çatışmalar ne zaman yoğunlaşsa kaçınılmaz olarak siyasi iktidarın, bunun medya ayağı konusunda bir takım düzenlemeler yaptığını hatırlattı. Son dönemlerde yine ’apoletlerini’ kuşanan Türkiye medyasına ilişkin DİHA’nın sorularını yanıtladı.

MGK zirvesi sonrası İçişleri Bakanı Beşir Atalay tarafından yaşanan çatışmalı ortamla ilgili olarak ortaya çıkan haberlerin sansürlenmesi istendi. Bunun nasıl değerlendiriyorsunuz?
Geçmişe baktığımızda 90’lı yıllarda olağanüstü hal valisi Hayri Kozakçıoğlu, İstanbul’da bir toplantı yapıp, medyayı çok açık bir dille uyarmıştı. O zaman söylediği de şuydu: ’Bu gelişmeleri, milli maç izliyormuş gibi izleyeceksiniz.’ Bu söyleme karşı o zaman da tepki oluşmuştu. Şöyle temel bir sorun var. Türkiye’de matbuat, basın, medya kurulduğundan bu yana 150-200 yıldır, siyasi iktidar ve devletle iç içe bir şekilde gelişmiş. Baktığımız zaman Türkiye’de ilk gazeteyi saray çıkartıyor. Türkiye’de ilk gazetecilik yapan insanlar, onlarda devlet memuru. Devletten maaş alıp, gazetecilik yapıyorlar ve devletin çıkarlarını savunuyorlar. Bugün büyük ölçüde bazı şeyler değişti. Yani gazetecilik yapanların maaşlarını devlet vermiyor, başka bir takım kuruluşlar veriyor. Ama ideolojik olarak baktığımızda birkaç tane temel, tabu sayılabilecek meseleler var ve bunlardan bir tanesi Kürt meselesi. Kürt meselesinde kamuoyunun çok yanlı bir şekilde birleştirerek, yani ajitasyon ve propaganda yapmak egemen anlayış. Burada şöyle bir mekanizmada işliyor. Gazete, radyo ve TV’lerde çalışanlar bunları her gün görüyor. Bu esas olarak ideolojik bir sorun olduğu için birisinin gazetecilere telefon edip, şunu şöyle yap demesine çok fazla da ihtiyaç yok. Egemen medyanın başındaki yöneticiler zaten kafa yapısı itibari ile bu meseleyi sıradan, basit bir asayiş meselesi olarak görüp, Kürt teröristtir, bölücüdür, güvenlik güçlerimiz bunlara karşı vatanı korumak için savaşıyor anlayışı içerisinde oldukları için bu kafa yapısı gazetelere yansıyor. Gazetecilikte asıl sorun anlaşmazlık halinde olan, çatışma halinde olan iki güce eşit uzaklıkta durmaktır. A ve B kapışıyorsa, gazeteci bunların arasında durur ve ikisi hakkında bilgi verir. Bunu okuyan vatandaşta A mı yoksa B mi haklı kendi kararını verir.

Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın Gediklitepe’de askerleri ziyareti de bu propagandasının parçası mı?
Somut örnek vermek gerekirse Genelkurmay Başkanlığı 90’lı yıllarda gazetecileri toplayıp, korucu köylerine, kışlalara götürüp orada Kürt silahlı militanlarına karşı nasıl savaştığını, o koşulları gösteren geziler düzenledi. Bu gezilerin çoğu propaganda gezileriydi. Zaman zaman da bazı dürüst gazeteciler de çıkıp, orada yöneticilerle yaptıkları görüşmelerde bu işin olumsuz yanlarını da teşhir ettiler. Şimdi diyelim ki her ordu böyle bir şey yapar. Ama gazeteciler çatışan taraflar arasında kışlalara gidiyorlarsa aynı şekilde diğer tarafa da gitmeliler. Onlar nasıl çatışıyor, onlar nasıl yaşıyorlar. Dolayısıyla konuyu bir tarafa tutturup diğer tarafı görmezden gelmek gazetecilik değildir, bu propagandadır. Sansür konusunda önemli konulardan biri yasal, hukuki durum. Mesela sürekli olarak devlet ve hükümet yöneticileri, BDP’den PKK’ye terörist örgüt demesini ister. Yasal mevzuat zaten başka bir şey denmesine zaten izin vermiyor. Kalkıp herhangi bir Kürt siyasetçisi ’hayır efendim terörist değildir’ dese hakkında ’terör örgütünü övmekten’ soruşturma açılır. Nitekim bu nedenle de yüzlerce dava açıldı. Dolayısıyla bir yasal engel var.

Dünyada basın-asker-iktidar ilişkilerinde benzer örnekler var mı?
Normal olarak çatışma olan demokratik ülkelerde (İngiltere-İRA, İspanya-ETA) basın yasalarında bu tür engeller olmaması lazım. İngiliz Hükümeti İRA’ya karşı, İRA’da İngiliz Hükümeti’ne karşı cevap verebiliyordu. İngiltere’de Theatcher döneminde ’Medya, teröristlerin oksijenidir’ diye bir takım kısıtlamalar getirdi ama bu kısıtlamalar şu şekildeydi. İRA’nın siyasi kolu olan Sein Fain’in yöneticileri kendi sesleri ile konuşamıyordu, dublaj yapılıyordu.

Peki, bu propaganda öte yandan sansür ne kadar etkili olabilir?
Sansüre karşı şöyle genel bir yaklaşım vardır. Sansür ile bir süre belirli bir kitleyi oyalayabilirsiniz, ama ilelebet herkesi sansürle ve idare etmek mümkün değildir. Hele bugün devlet, internet çağında yasal olarak, pratik olarak, zorla, gazeteleri kapatarak, gazetecileri öldürerek bir takım bilgilerin yayınlanmasını engellemeye çalışsa bile bugün uluslar arası alanda olsun, internetin sağladığı olanaklar sayesinde insanlar eninde sonunda gerçeğe bir şekilde ulaşıyorlar. Mesela Şey Sait İsyanı 1925, Cumhuriyet gazetesinde isyanın gelişmeleri üç ay sonra yayınlanabildi. Bugün ise Yüksekova’da birisinin burnu kanasa taş çatlasın iki saat sonra Avrupa ve Amerika’daki insan hakları derneklerine bu bilgi ulaşıyor. Dolayısıyla sansür beyhude bir çabadır. En fazla bir takım gerçeklerin ortaya çıkmasını geciktirebilir, ama engelleyemez.
Ayrıca toplum üzerinde bir aldatılmışlık etkisi yaratır. Başbakan Erdoğan en son ’PKK bazı bölgeleri kontrol ediyor’ dedi. En son genelkurmay başkanı da ’Kandil’e otuz tane ordu göndersek bir şey yapamayız’ dedi. Bunlar eskiden bazı insanların bildiği gerçeklerdi, ama halkın büyük çoğunluğu bunları bilmiyordu. Bunları söylemek zorunda kaldılar. Dolayısıyla kendileri koydukları sansürü kendileri delmek zorunda kaldı. Önümüzdeki dönemde de büyük ihtimalle bütün sansür girişimlerine rağmen cin şişeden çıkmış durumdadır, gerçekleri kabul edip buna uygun politikalar gerçekleştirmeleri gerekir.

Bu sansürün ’demokratik açılım’ döneminde demokratikleşiyoruz denilen bir dönemde getirilmesi çelişki değil mi?
Bir elini, kolunu, gözünü her tarafa bağlıyorsun ve tamamen öbür tarafı tutuyorsun. Şimdi bu şöyle bir yanılgıya yol açıyor. İzmir’de, Edirne’de Türk medyasını okuyan sıradan bir vatandaşa verilenleri düşünelim. Ona verilenlere göre PKK oraya buraya bomba atan bir avuç terörist gibi bir anlayış var. Ama bunun arkasında en temel sorulardan biri olan ’Kürt gençleri niye daha çıkıyorlar’, ’Kürtlerin talepleri nelerdir’ soruları Türk medyasında çıkmaz. Demokratik açılım döneminde, demokratikleşiyoruz denilen bir dönemde basına sansür getirilmesi bana göre de bir çelişki. Zaten böyle bir sakat doğan çocuk gibiydi. Böylesine önemli bir konuda üç tane yandaş gazeteci, beş tane yandaş akademisyenle başlamaz bu işler. Bu çelişkiler konusunda gerçekten de Hükümetin ikiyüzlü bir tutum takındığını görüyoruz. Bırakın sansürü demokratik açılım denilen şeyin ertesinde KCK operasyonlarıyla bir sürü siyasi tutuklandı, dolayısıyla buradan ne kadar samimiyetsiz oldukları ortaya çıktı. Son dönemde dikkatimi çeken bir gelişmede F Tipi Cemaatin (Gülen cemaati) yurt çapında Kürtçe yayın yapacak olan Kürtçe bir TV açma yolundaki girişimleri oldu. Eskiden beri Kürt yoktur, Kürtçe yoktur diyenler şimdi Kürtçe TV açıyor. Daha da ilginci bunların zaten ulusal kanalları var. Bu kanallarda her gün Kürtlerin ne kadar saldırgan, iğrenç ve pis olduklarına dair diziler yayınlanıyor. Siz Kürtleri Kürtçe yayın yaparak kafa-kola almak istiyorsanız ilk başta kendi içinizde tutarlı olmak zorundasınız. Dolayısıyla ’F Tipi Cemaat’ olsun, AKP osun bu meselenin derinliğine kavrayamadıklarından bu meseleyi çözemeyeceğinin emaresidir.

Burada hükümetle Genelkurmay arasında bir fark var mı?
Bugün siyasi iktidar ile askeri iktidar arasında önemli bir anlaşmazlık var, fakat tek bir noktada yok o da Kürt meselesi. Kürt meselesinde AKP işi genelkurmay’a havale etmek, genelkurmayın bütün isteklerini karşılamak yani savaştan ve şiddete yönelik çözüm konusunda TSK ve AKP arasında bir sorun yok. Aslında AKP neredeyse kendisini kurtarmak için TSK’ ya bunu çok ciddi bir koz olarak sundu. Kandil’e ve bölgeye atılan bombalar siyasi iktidarın onayı ve desteğiyle yapıldı. O konuda ikisinin arasında bir anlaşmazlık yok.

Medya, iktidarın bu sansürüne karşı neden omurgalı davranamadı. Medya da aslında çokta farklı düşünmüyor mu? Kullanılan milliyetçi dil neden terk edilemiyor.?
Türk medyasını yakından incelediğimizde yapısal olarak karşımıza çıkan en önemli özelliği güç ve iktidar yanlısı olmasıdır. Çeşitli dönemlerde yayın politikası izlendiği zaman kendisi bizahati ne ekonomik ne de siyasi bir güç olmadığı için, bağımsız ve özgür olmadığı için sürekli olarak kendisine en güçlüyü arkasına alarak işler yaptı. Yakın zamana kadar siyasi iktidar ve orduyu arkasına alarak iş yapıyordu. AKP iktidara geldi ordu ile siyaset arasında ayrışma gibi Türk medyasında da ayrışma meydana geldi. Bazıları TSK, bazıları da siyasi iktidar AKP’yi arkasına aldı. Zaten AKP ile TSK arasındaki çatışma da medya üzerinden yapılıyor daha çok. Kendisi bağımsız olmadığı için başka bir takım ticari ve ideolojik gerekçelerle Türk egemen medyası, siyasi ve ideolojik olarak halen Kürt gerçeğini kabul etmemiş durumda. Bu güne kadar da siyasi iktidar kabul ettiği için kabul etmek zorunda kalmıştır. Gazete arşivlerini açıp bakalım, ’Kürt yoktur, Kürtçe yoktur’ diye yazılar vardı düne kadar. Siz kendinize has bir kişiliğe sahip değilseniz, efendinize bağlıysanız, efendiniz ne söylerse onu tekrarlarsınız. Türk medyasının da maalesef genel olarak durumu bu. Ama Türk medyası çok önemli bir şey değil. Meselenin kendisi medyatik değil, siyasi bir meseledir. Siyasi olarak çözüldüğü zaman da Türk medyasının hepsi Öcalan hayranı, hepsi Kürtlerin uzun yıllar boyunca ne kadar kahramanca mücadele ettiklerini anlatan diziler yapacaktır bu mesele çözüldüğü zaman.

‘Zengin cenaze kaldırsaydı savaş yıllar önce biterdi’

28 Haziran 2010
Yeni_Özgür_Politika ‘’30 yıllık süreçte İstanbul’un zengin mahallerine bir asker cenazesi bile gelmiş olsaydı, bu savaş çok yıllar önce biterdi. Cenazeye gelen devlet erkanının janti takım elbiselerinin yanında, eski ve yıpranmış elbiseleriyle, eğreti duruyor cenaze sahipleri.“
Bir tekrarı yeniden yaşıyoruz. Silahlar patlıyor, insanlar ölüyor ve öldürülüyor. Türk devleti, hükümeti, medyası ve yandaşları Kürtleri kötü adam ilan etti ve yaşananlardan gerillayı sorumlu tutuyor. Yaşanan gerçeklerin üsütünü örtmek için medya da her zaman olduğu gibi ordudan önce karalama kampanyasına başladı. Bu yetmedi medya Kandil’e girdi. Fotoğraflar, haritalar, kanlı manşetlerle ‘şuradan gireriz, vurur, döneriz’ naraları atıyor. İstanbul Halkalı’da yapılan eylemden önce ve sonar gözaltına alına Kürt işçiler bombacı diye gazete manşetlerine çıkartıldılar. Avukatlar ve valinin ‘yalandır’ açıklaması medyayı kesmedi.

Geride bıraktığımız günlerde Türk Başbakan Erdoğan, İçişleri Bakanı Atalay ve MGK üyeleri de basından bunu istediler. Bir dönem Kürdistan’da yaşanan savaş için; ‘medya bunu bir milli maç hasassiyetiyle izlemeli’ diyen Hayri Kozakçıoğlu gibi yeni isimler işi başında. Medyada köşe başlarını tutanlarda buna oldukça hevesli. Hal böyle olunca bir yalan bir gerçek karşımıza çıkıyor. Yalanı gerçekleri gizleyen ve Kürt halkını, gerillayı ‘kötü’ ilan medya, gerçeği medyanın maniplasyonuna karşı direnen vicdan sahibi gazeteciler temsil ediyor.

Savaşta hep hazır ol komutunda bekleyen Türkiye medyası yavaş yavaş değişiyor mu? Türkiye medyası söz konusu Kürtler ve savaş olduğunda sicilinin temiz olmadığını biliyoruz. Temiz olmayan bu sicil bugünlerde sorgulanıyor. Egemen medya kurumsal olarak değişim önünde dirense de, medya mensupları yaşanan savaşı sorguluyor, itiraz ediyor ve çözüm önerileri sunuyor. Yıllarca devletle birlikteyken Ankara marşını söyleyen bazı isimler bugünlerde çözümü, barış için Öcalan ve PKK’nin muhatap alınmasını seslendiriyor. Ama hala önemli bir kesimi savaş lobisine malzeme taşıyor, hala savaş borazanlığı yapıyor, abartılı haber sunumları ile kin ve intikam yeminlerine “cephane” götürüyor. Medyanın yanlı ve sakıncalı yaklaşımından en fazla payını alan ise Kürt halkı ve gerilla. Gerilla, haber sunumları ve gazete manşetlerinde “acımasız kan dökücüler” olarak mimleniyor. Medya bunu yeni yapmıyor. Son otuz yıldır aynı şeyi yapıyor. Türkiye’nin sıcak gündemini, artış gösteren çatışmaları son günlerde isminden sık sık bahsettiren gazeteci Çiğdem Mater’le konuştuk.

Son yazdığınız yazılardan birinde ‘artık yeter/ Êdî Bes e’ diyorsunuz. Neye ‘yeter’?
32 yaşındayım, kendimi bildim bileli bu ülkede adı konmamış bir savaş var. Bu savaş herkesin haklarını elinden alıyor, en çok Kürt halkının elbette, aynı zamanda Denizli’deki ilkokul çocuklarının eğitim harcamalarını, Trabzon’daki yurttaşın sağlık hakkını da elinden alıyor. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, bütçesinin en büyük kısmını adını –ki “örtülü”, “örtüsüz” tam ne kadar olduğunu da bilemiyoruz- bile koymadığı bu savaşa aktarıyor. Coğrafyanın yoksul kentlerindeki yoksul ailelerin oğullarını alıyor elinden bu savaş. O yüzden artık yeter. Benim artık yaşdaşlarımın ölmesine tahammülüm yok, kimsenin ölmesine tahammülüm yok; ne zorunlu askerlik görevini yerine getiren gencecik çocukların ne de dağdaki gençlerin. Türkiye halkları artık adil bir barış ortamında eşit ve özgürce yaşamak için ne yapmak gerekiyorsa yapmalıdır, herkes üzerine düşeni yerine getirmek zorunda.

AKP hükümeti ‘açılım’ dedi ama savaş başladı ve kan yeniden aktı. ‘Açılım’dan neden çözüm değil de savaş çıktı?
Adalet ve Kalkınma Partisi acaba kendisi ne kadar inanıyordu, inandığının ne kadarını hayata geçireceğini düşünüyordu? Diyelim ki samimiydi, inanıyordu. Yeter miydi? Ayrıca, bir “program” da yoktu ortada, hala daha “güvenlik” ekseninden çıkılamıyor. Türkiye gibi, Genelkurmay’ın nereye bağlı olduğu, “bilinmeyen, askeri vesayet rejimin hüküm sürdüğü bir ülkede hükümet ne kadar “iktidar benim” diye işe girişecek? Dahası, demokratik bir geleneği olmayan AKP’nin monolitik bir yapı olduğunu kim söylüyor? “Yargı” faktörünü ne yapacağız? Habur’da Barış Grubu, ifadeleri alınıp bırakılmıştı, şimdi haklarında dava açıldı, tutuklanıyorlar. Hangi “yargılar” bunlar? Olumlu adım yerine, Kürt halkının oylarıyla seçilmiş belediye başkanlarını kelepçeli görüntüleri geliyor aklıma. Bir halkın iradesine böyle saygısızlık yaparsanız, o halka “size eşit ve demokratik davranıyoruz” diyemezsiniz. Bunu en iyi kendisi de zamanında “düşünce suçu”ndan ceza alan ve o dönem İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Başbakan Tayyip Erdoğan anlamalıdır.

Hükümetin söyledikleriyle yaptıklarını yan yana koyduğumuzda yalan karşımıza çıkıyor. ‘Dağdan inin’ dedi ve inenleri tutukladı. ‘Demokratik alanda siyaset yapın’ dedi, belediye başkanları tutuklandı. Bu tablo üzerinden konuşursak neler söyleyeceksiniz?
Hükümet, bir sonraki adımı düşünmeden, elinde yüzde 47 oya güvenerek bir açılım attı ortaya. Ben sanatçılarla, yazarlarla ve toplumun diğer kesimleriyle bu süreci görüşmeyi başta olumlu bulmuştum ancak geldiğimiz noktada, anlıyoruz ki ne hükümet ne de bizzat Başbakan Erdoğan bir kaç adım sonrasını düşünmemişler ve aslında Kürt açılımı bölgede istediği oy potansiyeline ulaşamayan AKP’nin planlarından biriymiş. Güney’den gelen Barış Grubu üzerinde son günlerde yürütülen kampanyanın traji-komik olduğunu düşünüyorum. Öncelikle, sembolik bir problem var, gerilla kıyafeti olarak yansıtılan kıyafetlerin aslında bölgede halkın da gündelik hayatında kullandığı kıyafetler olduğunu biz biliyoruz, ama herkes bilmiyor. Ayrıca Barış Grubu son derece makul bir açıklama yaparak, “bize kimse bir şey söylemedi, söylenseydi, istendiği gibi giyinirdik” de dedi. Öte yandan, Habur sınır kapısında insanların oğullarını, kızlarını karşılamaya gittiklerini anlamak, anlatmak gerekiyor. Hükümetin her konuya gücü yeterken, Barış Grubu hakkında açılan davaya gücü yetmemesini de iyi niyetle açıklamak bence mümkün değil.

DTP kapatıldı ve sayıları binleri bulan çocuklar hapse atıldı. Yaşananlar bunlarken, hükümet yine Kürtleri suçluyor. Açılıma destek olmadılar diye. Oysa KCK eylemsizlik kararı vardı.
Kanaatimce, Türkiye’nin en hızlı çözmesi gereken meselelerden birisi binlerce çocuğun içeride olmasına neden olan yasadır. Tamamen faydacı bir yerden baksak bile şunu görebiliriz, 8, 9, 10 yaşındaki çocukları bugün hapse atmak, hükümeti daha kötü bir yere götürmekten başka bir işe yaramaz. Zira o çocuklar, hapisten çıktıklarında hükümetin ve Türkiye’deki egemen ideolojinin “bir türlü anlayamadığı”nı yapacaklar ve kuvvetle muhtemel dağa çıkacaklar. Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve hükümetinin şu anda bir numaralı görevi çözümsüzlük nedeniyle kendilerine dağdan başka olanak bulamayan Kürtlerin kimliğini kabul etmesi ve buna uygun düzenlemeleri yapmasıdır. Türkiye Türklerin değildir; Türkiye, bu topraklarda yaşayan bütün halklarındır. AKP başa dönmeli, yeni bir anayasa taslağı vardı hazırlattığı, yamalı bohça gibi bir anayasayı kabul etmek mümkün değil.

Hükümet Kürtlerin hak talebini ‘terör’ olarak tanımladı. Bu algı değişmeden sorunun çözümü mümkün mü?
Bu sürecin, diyalogsuz çözülebileceğini düşünmüyorum. Hem Kürt hareketinin hem de hükümetin algı değişikliği için çaba sarf etmesi ve çözüme odaklanması gerekiyor. Artık kimsenin birbirini tanımama lüksü yok. Olay basit, çocuklarımız ölüyor, bunu engellemek için kim ne gerekiyorsa yapmalıdır.

Son günlerin tartışılan konusu şu; 90’lı yıllara geri mi dönüyoruz? Ya da döndük mü?
Yaşadığımız günlerin çok ürkütücü olduğu muhakkak. Benim henüz 10’lu yaşlarıma tekabül eden, 90’lardaki o kötü ve kapkaranlık günlere dönmemek, öncelikle Kürt coğrafyası ve sonrasında bütün ülke için en büyük dileğim. Öte yandan ardan geçen 20 yılda ciddi ilerlemeler olduğu da muhakkak. Türkiye televizyonlarında son iki haftadır demokratik özerklikten, konfederasyona, pek çok şey konuşuluyor.

Hükümet ‘açılımlar’ üzerinden beklenti yaratıp demokrasi oyunu mu oynadı?
Hükümetin, başarısız yürüttüğü açılım sürecinde bir düzeltme yapacağını ümit ediyorum. AKP hükümeti aslında bir Türkiye aynası. İçinde Türkiye Türklerindir zihniyetinin yılmaz savunucusu sağcılar da var, geçtiğimiz hafta balıkadam kıyafetleriyle argo dağarcığımızı genişleten Kürşat Tüzmen gibi mesela. İçinde bulunduğu ortama göre davranıp, politik olsa da, geçen Cumartesi günkü çatışmadan hemen sonra, Van’da “bugün en az 20 ailenin evine ateş düştü” diyerek, benim bilebildiğim kadarıyla geçtiğimiz 30 yıllık süreçte gerilla kayıplarına da bir söz olsun söyleyen hükümet kanadından ilk insanlardan olan Egemen Bağış da var. AKP’yi bu şekilde değerlendirdiğimizde, tek bir fikirden söz etmediğimiz ortada. Öte yandan, AKP’nin açılım sürecinde beceriksiz ve plansız olduğunu düşünüyorum ama o süreçte net bir art niyet gördüğümü söyleyemem, ama elbet bir oy kaygısı var, bütün süreci de bu yönlendiriyor, zaten o nedenle de yanlış oluyor.

Ankara ve yönetenler sert mesajlar veriyorlar. ‘Vururuz’, ‘kırarız’, ‘dökeriz’ lafları havada uçuşuyor. Bu lafları eden başbakan, bakanların, generallerin çocukları savaşta değil. Savaş kimi vuruyor?
Savaş, bütün dünyada hep olduğu gibi elbette yoksulları vuruyor. Türkiye’de de son 30 küsur yıllık süreçte ölen askerlerin hemen hepsi yoksul evlerden geliyor. Çokca dile getirilen bir söylemi yinelemiş olacağım ancak bu 30 yıllık süreçte İstanbul’un zengin mahallerine bir asker cenazesi bile gelmiş olsaydı, bu savaş çok yıllar önce biterdi. İstanbul gibi büyük kentler, ancak geçtiğimiz haftaki Halkalı’da meydana gelen saldırı gibi durumlarda aslında durumun ciddiyetini kavrıyor. Aksi takdirde, savaş bizim için akşamları haberlerde izlediğimiz, çoğu zaman kanal değiştirdiğimiz, sadece “şehit” ve “ölü ele geçirilen terörist” kavramlarından ibaret. Yani aslında sadece sayılardan ibaret. Üç gün üzüldüğümüz askerleri bir hafta sonra anımsamıyoruz bile… Gerillaların ölümüne üzüldüğümüzü bile çok yeni söylemeye başlayabildik.

Cenazelerin gittiği evlerde devlet erkanıyla aile arasında ayrıksı bir durumdan söz ediyorsunuz. Neyi kast ediyorsunuz?
Bu ayrıksı durumun adı yoksulluk. Cenazelerin gittiği evlerin hepsi yoksul evleri, cenazeye gelen devlet erkanın janti takım elbiselerinin yanında, eski ve yıpranmış elbiseleriyle, eğreti duruyor cenaze sahipler. Yoksulluk öldürüyor aslında.

“Savaş yoksulları vuruyor ama devlet toplumu ve yoksulları militarize ediyor” diyorsunuz. Biraz açar mısınız...
Türkiye’de kurucu ideoloji militarizm üzerine var edildi. “Her Türk asker doğar” sözleriyle büyütüldük. “Dört bir yanımızın düşmanla çevrili olduğuna” ikna edildik. “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığını” ezberledik. Bütün bunlar doğru değil elbette. Aslında her Türk bebek doğuyor! Ama devlet, kendi bekasını devam ettirebilmek için militarizmden kuvvet alıyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bir açıklama yaptı mesela, Halkalı saldırısında hayatını kaybeden Buse Sarıyağ ve Osmaniye’de askeri lojmanda hayatını kaybeden Pınar Akdağ’a övünç madalyası verileceğini, bunun için madalya kanununda değişiklik yapılacağını belirtti. Gençlerimizin ölmesinden övünç duymayalım istiyorum ben, illa bir şey yapmak istiyorlarsa, okul yapsınlar mesela. Ama sadece Buse ve Pınar için değil, Ceylan Önkol ve Uğur Kaymaz için de yapsınlar, adlarını bilmediğimiz binlerce kaybımız için de yapsınlar. Ben Pınar’ın, Buse’nin, Ceylan’ın, Uğur’un birbirleriyle çok iyi anlaşacaklarını biliyorum, aynı toprakların aynı yüklerini taşıyorlardı çünkü, aynı yoksulluktan olmasa da, aynı ağır hayattan geliyorlardı. Gidişleri de aynı oldu. Zaten çözümü de en çok onlara, 35 yıldır her gün kaybettiğimiz herkese borçlu olduğumuzu düşünüyorum.

40 bin insan öldü. Büyük trajediler yaşandı. Çocuklarının mezarının olup olmadığını ve varsa nerde olduğunu bilmeyen aileler var. Ama onları anlayan kimse yok. Bu haksızlık değil mi?
Savaş zaten haksız bir şey. Hem asker aileleri, hem de gerilla aileleri 26 yıldır çocuklarını bir bilinmezliğe gönderiyorlar. 40 bin insan kaybettik. Kürt illerinde anneler, babalar on yıllardır çocuklarının yaşayıp yaşamadığını bilmiyorlar; dediğiniz gibi mezarlarını bilmiyorlar. Yapılması gereken 26 yıldır tekrarlanan hatalara artık bir son vermek, ne asker, ne gerilla tek bir insanın ölmemesi için gerekeni yapmaktır. Bu sürecin tamamlanmasından sonra, yapılması gereken ise bence hakikat komisyonlarıdır, hakikat komisyonlarıyla çocuklarının acısını bile yaşayamayan birçok ailenin en azından acılarının hafifleyebileceğini düşünüyorum.

Önemli ve bir o kadar can acıtan bir tespitiniz var. ‘Onlar haneye savaş ganimeti „teröristler“ olarak yazılıyor.’ Bu söz sizin. Biraz açar mısınız? Ne demek istediniz?
Biz bu savaşın sadece ölen asker tarafını biliyoruz, gerilla tarafıyla tanışmıyoruz, tanışamıyoruz, tanıştırılmıyoruz. Bunda hem basının, hem hükümetin hem de kurucu ideolojinin büyük payı var elbette. Biz hep “düşman”larla savaştığımız için, onların insan olduğunu anımsamamız pek de kolay olmuyor. Askerlerin hayat hikayelerin, aşklarını, sevgililerini ya da çocuklarını biliyoruz da, ölen gerillayla ilgili hiçbir şey bilmiyoruz, oysa asker kadar gerilla da bu toprakların çocuğu. Nereliydi, ne yapardı, kaç yaşındaydı bilmiyoruz. Sayılarını bile tam bilmiyoruz, sayılar da psikolojik savaşın araçlarından biri oluyor, Hatta çoğu zaman kadın mı erkek mi onu bile bilmiyoruz. Ama artık bu ülkede hayatını kaybeden gerillalar için de üzülmek istediğini söylemeye başlayan bir grup insan var, bunu da çok olumlu buluyorum.

Egemen basın yine hazır kıtada savaş dilini kullanmaya başladı. ‘Doksanların kamuflajlı gazeteciler dönemine geri gitmeyi reddediyorum’ demişsiniz. Açar mısınız biraz.
1990’lar Türkiye’de ana akım medyanın, kamuflaj giymiş gazetecilerinin Genelkurmay helikopterlerinden bize “düşük yoğunluklu çatışmayı” anlatmasıyla geçti. Nedense sonra ABD’nin Irak işgali sırasında aynı gazetelerde bazı yazarlar iliştirilmiş gazeteciliği eleştirdi. Bir ömür bunu yapan gazetelerde yazmıyorlarmış gibi… Ama neyse ki hem 1990’larda, hem de sayıları artarak şimdi bağımsız medya ve ana akımda olmasına rağmen sözünü sakınmayan bazı kıymetli isimler, hepimizin yüreğini ferahlatıyor. Kamuflajlı gazeteciler basınla devlet arasında tam bağımsız bir ilişki kurulmadığı sürece, hep olacak. O yüzden tersine rüzgarı nasıl arttırırız ona bakmak lazım. Savaş gazeteciliğine değil, barış gazeteciliğine ihtiyacımız var.

Erdoğan ve Beşir Atalay basına ‘olaylara sansür uygulayın’ ve ‘devlete yardımcı’ olun dedi. Basının işi devlete yardımcı mı olmak haber mi vermek?
Atalay ve Erdoğan’ın tavrı trajikomik; başbakan ve elbette genel kurmay başkanları sanki medyanın yayın yönetmenlerinin de yayın yönetmeni sanki. Belli ki şimdi de Atalay böyle davranacak. Bianet’ten Erhan Üstündağ’ın müthiş kinayeli yazısında dediği gibi, “artık hükümet bir gazetecilik kılavuzu hazırlamalı. Neyi yazıp, neyi yazamayacağımıza karar vermeli”.

TV kanaları yine emekli generalleri ekrana çıkartıp önlerine haritaları koydular. Onlar da, „şuradan girer vurur yok ederiz“ diyorlar.
Emekli generalleri televizyonlarda strateji konuşurken gördükçe, aklıma tek bir şey geliyor: Paşam, siz de 100 yaşında değilsiniz, geçtiğimiz 30 yıl içinde görev yaptınız, madem bu kadar iyi biliyordunuz, bu kadar da kolaydı, siz neden “halletmediniz”?

Yaşananlar karşısında Türkiye’de bir aydın vicdanı var mı? Varsa yeterli buluyor musunuz?
“Aydın” derken kimi kastediyoruz? Ona da bakmak lazım. “Aydın” tartışmasında Gramsci’ye müracaat etmeden olmaz, “aydın”ın hangi sınıfın/zümrenin “organik bileşeni” olduğu önemli. Bu tartışmaya girmeden, ben “aydın” yerine “özgürlük” mücadelesinde yer almak üzerinden bakmayı daha anlamlı buluyorum. “Vicdan” da “aydın” gibi tartışmaya açık ve giderek de pek çok şey gibi hayli içi boşaldı. İhlallere, eşitsizliklere, haksızlıklara karşı çıkmak anlamında Türkiye’de toplumsal muhalefetin varlığından söz etmek mümkün. Gelişkinlik ve yeterlilik ise ciddi bir örgütlenme sorunu.

Son dönemde bazı köşe yazarları sorunun çözümü için Öcalan ve PKK ile görüşülmesi lazım tespitinde bulunuyorlar. Siz ne düşünüyorsunuz? PKK yok sayılarak sorunu çözmek mümkün mü?
PKK ve Abdullah Öcalan’ın yok sayılarak sorunu çözmenin mümkün olmadığını artık herhalde herkes farkında. Sokaklarında “PKK halktır, halk burada” diye bağırılan Kürt illeri bunu sürekli anlatıyor. Siyasi duruşları açık olan Mustafa Karaalioğlu, Nazlı Ilıcak gibi gazeteciler bile artık diyalogun, masanın şart olduğunu söylüyorlar. Artık soruna “güvenlik” sorunu olarak bakmaktan çıkıp, “özgürlük” sorunu olarak bakmakta daha fazla gecikilmemeli. Silahlı Kuvvetler kışlasına çekilmeli, “siyaset” konuşmalı.

Gençlere vicdani ret hakkını kullanmaları çağrısı yaptınız. Neden?
Vicdanı ret, bence hayattaki en önemli haklardan biri. Bir insanın, savaş durumu olsun ya da olmasın, “ben elime silah almak istemiyorum” demesinden daha kıymetli bir erdem olduğunu düşünmüyorum. Bu nedenle geçtiğimiz günlerde BDP kanadından Kürt gençlere yönelik gelen “askere gitmeyin, vicdani reddinizi açıklayın, gerekirse, 2-3 yıl hapiste kalın ama askere gitmeyin” çağrısını hem çok önemli buluyorum hem de olanca sesimle katılıyorum. Türkiye’de ilk vicdani retçi 1989’da Tayfun Gönül idi, sonuncu ise 25 Haziran cumartesi günü reddini açıklayan Şendoğan Yazıcı. Tayfun ve Şendoğan arasında toplam 119 kişi var. Yani 73 milyonluk Türkiye’de sadece 121 kişi vicdani reddini açıklamış şimdiye kadar. Ama bu arada biliyoruz ki binlerce genç erkek askere gitmemek için bin türlü takla atıyor. Artık bunu bir eylemlilik haline getirmek şart. Savaşmayı reddeden daha çok vicdani retçiye ihtiyacımız var. Ağustos celbinde, çok değil, 300 kişi “biz askere gitmiyoruz” dese, emin olun sonraki sabah başka bir ülkeye uyanırız.

Yönetenler hepimize içinde ölüm ve kanın olduğu bir film izletiyor. Toplum vatan millet adına bu filmi alkışlıyor. ‘Sen çok yaşa kralım’ sesleri arasında savaş sürüp gidiyor ve zenginlerin çarkı dönüyor. Ne yapacağız? Bu oyunu bozmanın bir yolu var mı?
Bu oyunu bozmanın yolu basit: bir arada olacağız ve bir arada yaşam hakkını savunacağız. Kürtlerle hiyerarşik bir ilişki kurmadan, klişeye düşmeden, eşit bir ilişki kurmanın yollarına bakacağız. Burada Türkiye halklarının tamamına ciddi görevler düşüyor. Özür dilenmesi gereken yerde özür dileyeceğiz, hatalarımızı kabul edeceğiz bir birlikte geçmişle yüzleşmeye başlayacağız, işimiz uzun. Zira Türkiye’nin yüzleşmesi gereken çok sorunu var: Ermeni Soykırımı var mesela, bütün utancıyla orada duruyor; hem Türklerin, hem de Kürtlerin el atmasını, yüzleşmesini bekliyor. Varlık vergisi var, 6-7 Eylül pogromu var, Trakya olayları var, Dersim katliamı var… Var da var…

ERDAL ER

rojrost@hotmail.com

‘Taşeron’ AKP İsrail’den özür diledi!

AKP hükümeti, Türkiye’nin iç sorunlarında olduğu gibi, Filistin halkının acılarını da hep sömürü malzemesi olarak kullandı. En son, sözde Filistin halkına yardım adı altında örgütlediği Mavi Marmara gemisine İsrailli komandoların saldırısı sonucu 9 Türk vatandaşının yaşamını yitirmesi, AKP hükümetinin balonunu patlatmıştı. Yeni Osmanlıcılık hayallerine kapılan ve İslam toplumlarının liderliği havalarına bürünen Türk Başbakan Recep T. Erdoğan, bu olayla karizmadan çizik yemişti...

İsrail komandolarının Türk gemisine saldırısıyla, Kürt gerillaların İskenderun’da gerçekleştirdikleri ve Türk donanmasından 6 askerin öldüğü eylemin aynı güne denk gelmesi üzerine, hem AKP yetkilileri hem de Türk basını, Kürt hareketine yönelik ‘taşeron’ suçlamasında bulunmuştu. Bu suçlamalarla, Kürt hareketinin sözde İsrail ve Batılı güçler tarafından kullanıldığı (!) ima edilerek, kamuoyunda Kürtlerin özgürlük talepleri kriminalize edilmek istenmişti. Gerçi bu mantıktan yoksun iddia, Türk devlet yöneticilerinin ve basınının, Kürt mücadelesinin başından bu yana kullandığı en ucuz ve popülist suçlamadır.

İsrail ve Türk devleti, Batılı sistemin ve özellikle de ABD’nin Ortadoğu’daki iki karakolu ve dayanağıdır. İsrail devleti, kuruluşundan (1948) bu yana bölgede Türk devletinin en büyük bölgesel ittifakı ve işbirlikçisi olmuştur. Her iki ülkenin dış politikaları, ABD çıkarlarını da güvenceye alma ekseninde şekillendiğinden, bu iki güç arasında bugüne kadar ciddi bir sorun yaşanmamıştır.

Türkiye, özellikle Kürt gerillalara karşı savaşta kullandığı askeri tekniği İsrail’den almakta, İsrail’in Filistinli direnişçilere karşı uyguladığı savaş taktiklerinden faydalanmaktadır. Bugün de özellikle askeri ve istihbarat konularında her iki ülke birbiriyle içli dışlı bir pozisyon arz etmekte, düzenli ortak askeri tatbikatlar yapmaktadırlar... Hatırlanacağı gibi, Mavi Marmara olayından sonra Türk yetkililer, “İsrail özür dilemezse, ilişkilerin askıya alıncağı” gibi yalnızca şovdan ibaret çıkışlarda bulunmuştu. Türk hükümet çevreleri bu kabadayıca çıkışları yaparken bile inandırıcılıktan uzak bir görünüm sergilediler. İlişkileri kesmekten söz eden hükümet ve Başbakanı, İsrail’le yapılan silah antlaşmalarına dokunulmayacağını ilan ediyordu.

İşin ironi yönü ise; Türk hükümeti, ne yapacağını, ne söyleyeceğini ve nasıl tepki göstereceğini bilmez bir şaşkınlığı sergilerken, aynı gündem içinde Kürt Özgürlük Hareketi’nin İsrail ve Batı ‘taşeronu’ olduğunu iddia ederek, kendisini kamuoyu gözünde komik bir duruma sokuyordu.

Üstten, ABD ve diğer Batılı güçler tarafından şekillenmiş Ortadoğu gerçekliğinde ne Türkiye İsrail’siz, ne de İsrail Türkiye’siz yapabilir... Bu ülkeler, Batı’nın iki gayrı meşru çocuğudur... Halkarın gerçekliği temelinde değil, bu gerçekliğe rağmen şekillenmiş yapılardır... Zalimdirler ve halklara dayattıkları zulüm düzenlerini süreklileştirmek için birbirlerine muhtaçtırlar...

İşte, İsrail’e daha bir iki hafta önce atıp tutan, sözde ilişki kesme tehditleri savuran Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, İsrail Sanayi, Ticaret ve Çalışma Bakanı Benyamin Ben Eliezer ile Brüksel’de gizli görüştüğü ortaya çıktı. Hem de İsral hükümetinde ilgili bakanının bile haberi olmadan ve bizzat Türk hükümetinin talebiyle...

Gizlenmelerinden, kamuoyu önünde açıktan görüşmekten korktukları anlaşılıyor. “O kadar atıp tuttuk; kamuyouna rezil oluruz” diye düşünmüşlerdir belki de...
Herhalde Davutoğlu, “Siz bakmayın, kamuoyu önünde atıp tuttuğumuza; biz sizi kırar mıyız!” diyerek İsrailli Bakan’dan özür bile dilemiştir. E tabi, ajansların geçtiği haberlere göre, bu görüşmeyi ‘büyük abi’ Obama ayarlamış.

Yani öyle İsrail’in Türkiye’den “özür dilemesi” gibi bir durum yok ama Türkiye’nin İsrail’den özür dilediği anlaşılıyor... Zaten Erdoğan da G20 Zirvesi için Kanada’dayken, “ortaklar arasında bazen geçici anlaşmazlıklar olabilir” kabilinde mırıldanmamış mıydı...

Bu ‘taşeron’ meselesi de herhalde bu şekilde netleşmiş oluyor!.. Türk devletinin yöneticileri ve mecut AKP hükümeti zulmün taşeronluğunu kimseye kaptırmaz. Çünkü, taşeronluk yapmadan ayakta duracak durumda değildirler...

Sekiz yıllık iktidarı sonunda AKP’nin tüm foyası ortaya çıkmıştır... Hep yapacakmış gibi yaptı; sorunları sömürdü, rantını yedi ve üzerine oturdu.
‘AKP’ kod adlı taşeron firmasında çalışanlar dışında kimsenin durumunda bir değişiklik ve düzelme olmadı... Zalim zalimliğiyle, mazlum mazlumluğuyla kaldı...

Okunma: 276