24 Ağustos 2011 Çarşamba

Kandil Bombardımanı: Apoletli Medya Bis!

 
Bıçak kemiğe dayanmış ve sabır tükenmişti. Üstelik söz de bitmiş uygulama başlamıştı. Daha önce de terörizme karşı zaten yeni strateji ilan edilmişti. Çıka çıka Kandil bombardımanı çıktı tüm bu sinirli milliyetçi söylemden. Üstelik de 6 günlük operasyon PKK’ye göre başarısız. Ama bizim medyaya inanacak olursak… Durum vahim

Türk egemen medyası, Silvan olaylarıyla başlayan son süreçte, klasik/geleneksel yani temel gazetecilik ilkelerini ve yaklaşımını bir kez daha açık açık ihlal ederken, propaganda ağırlıklı yayınlarıyla iktidar-medya ilişkilerinde eski dönemin sürdüğünü sergiledi.

Gazeteciliğin temel işlevi, meydana gelen bir olay konusunda, kamu çıkarını gözeterek, mümkün olan en doğru, en ayrıntılı bir şekilde (Ve tabi ki inandırıcı, güvenilir, dengeli ve hızlı bir yöntemle), tüm tarafların görüşlerini vererek, yurttaşları/okurları bilgilendirmek, aydınlatmak.

Ne var ki, Silvan olaylarından Kandil’in 6. gün bombalanmasına kadar geçen süre içinde, Türk egemen medyası, mevcut iktidar yanlısı medyanın ‘Ergenekon dönemi’ olarak adlandırdığı zamanda kullanılan bütün manşet, başlık, spotları bir kez daha kullandı. Adeta hepsi arşivden… Ergenekon karşıtı köşe yazarları da, darbecilik ve askerperverlikle suçladıkları eski köşe yazarlarının tüm klişelerini ve yaklaşımlarını tekrar etmekte beis görmedi. Kürt karşıtlığı, AKP ile Ergenekon dönemi yönetimlerin ortak paydası, ortak zemini. Ha Ali Veli, ha Veli Ali… Bu aralar ‘İslamcı kesimin Emin Çölaşanlarından’ söz edilmesi tesadüf olmasa gerek.

Burada iki mesele var:

Vakti zamanında, utangaç bir uslûpla da olsa Çiller/Güreş döneminin sınırötesi harekatlarına karşı çıkan kalemler, bugün bu harekatları can-ı gönülden destekliyor. ‘Yeni dönem’, ‘Terörizme karşı yeni strateji’ safsataları altında, Kürt meselesine hala salt güvenlikçi gözlükle baktıklarını, milliyetçi söyleme sarıldıklarını üstelik de şiddet övgüsü yaparak kanıtlıyor. Cengiz Aktar’ın AKP ideolojisine uygun bulduğu anlamlı bir etiket var: İslamcı Kemalist! Dolayısıyla bugünkü Kürt karşıtı şiddet kampanyasının eski ya da İslamcı Kemalizm’den kaynaklandığı ortaya çıkıyor. Ulus-devlette iktidara gelen, önce Diyarbakır’a gidip ‘Bu devlet size haksızlık etti’ filan diyor, sonra kafası atınca, ‘Bıçak kemiğe dayandı’, ‘Artık söz bitti, uygulama başladı’ diyor. İktidar konumu (Saygılar Mösyö Foucault!), özellikle de ileri derecede demokrasi yoksunu olunca, Kürtlerin ve barışın perspektifinden baktığınızda herhangi bir yenilik getirmiyor.

Pennslyvania Mescidine yakın yayın organlarında reklamı yapılan bu yeni dönemin nesinin yeni olduğunu henüz kimse açıklayamadı. İhsan Bal’ın açıklamaları sahada uygulanamayacak öneriler. ‘Teröristler artık öldürülmeyecekmiş, adalete teslim edilecekmiş’ (!). Tek gerekçeleri, silahlı güçlerin sivil yönetiminde ve denetiminde olması. Polisin Özel Harekat birlikleri, Süper hatta Ultra Valiler kimsenin yabancısı değil. Şiddet çözümünü savunup uygulayanın sivil ya da asker olması çok mu önemli? PKK’ye yakın kaynaklar, bu ‘yenilikleri’ eleştirmelerine rağmen, aslında personel değişikliği ve komuta mekanizmasının askeri açıdan Kürt silahlı militanlarını daha güçlü hale getireceğini öne sürüyor.

İkinci mesele şu: 1925’den bu yana çözülemeyen Kürt meselesine, binlerce siyasetçiyi hapse tıkmakla, seçilmiş milletvekillerini Meclis’e sokmamakla, Kandil’i bombalamakla ya da yeni tutuklama kampanyalarıyla çözüm bulacağına inanmak, en hafif deyimiyle safdillik. AKP devletinin, ABD’deki üçüncü sınıf üniversitelerde master yaptı diye danışmanlığa getirdiği sivil ‘akademisyenlerle’, hepsi aynı şeyi savunsa da farklı isimlerle ekrana çıkan kıymeti kendinden menkul askeri strateji uzmanları, Atatürk, İnönü, Bayar, Gürsel…vs… dönemlerinde denenip herhangi bir başarı sağlayamadığı gibi sorunu daha da çetrefil hale getiren şiddet çözümünün çıkmaz olduğunu, geçersiz olduğunu bilmiyor mu?

Maksat, asker kayıpları nedeniyle morali bozulan Türk kamuoyunun, amiyane tabirle ‘milliyetçi gazını almak’ ise, bu da amacına pek ulaşmıyor. Çünkü, önce ‘Kandil’i BBG evi gibi gözetliyoruz’ diyen bir askeri yetkili, emekli olunca, ‘Kandil’e üç ordu göndersek de sonuç alınamaz’ mealinde açıklamalar yapmıştı.

Arada bir de, Murat Karayılan’ı belki 5. kez yakalayan mümtaz Türk medyası, bu haber çarpıtmasını haklı göstermek için 2-3 gün boyunca ‘Karayılan muamması’ başlıklarıyla kıvırdı. Şemdin Sakık ve Abdullah Öcalan yakalandı. Halen içeride çok sayıda PKK’li var. Vakti zamanında Şeyh Said ile Seyit Rıza idam edilmişti. İhsan Nuri trafik kazasında öldü. Şimdi bugün Karayılan yakalansa, Kürt meselesi çözülecek mi ki? Azadi ve Hoybun bugün artık sadece tarih sayfalarında. Kürt meselesi yok mu?

PKK kaynaklarına yakın medya organları, Karayılan konusundaki spekülasyonlara son verecek girişimi 23 Ağustos Salı öğlen saatlerine kadar atmadı. Bülent Arınç da bu nedenle hala ombudsmanlık görünümünde kuşku yayabiliyor. İran-Karayılan ilişkisini Suriye perspektifiyle değerlendirmek gerek.

Gerçekten demokratik bir ülkede, böylesine geniş çaplı bir askeri propaganda hatta askeri ajitasyon harekatı yapılsa, yurttaşlık bilinci yüksek kesimler, ‘Sen bizim vergilerimizi böyle anlamsız operasyonlarda nasıl harcarsın?’ diye iktidardan hesap sorar. 6 gündür Kandil bombalanıyor (17-22 Ağustos). Kürt tarafının haberlerine ambargo koyan egemen medya, ANF’nin haberine göre bombalara maruz kalan iki kadın, iki çocuğun ölümünden bile sözetmiyor. Öldürülen 7 sivil konusunda da Türk egemen medyasında çıt yok. HPG’nin 22 Ağustos Pazartesi günü yaptığı açıklamada ‘Bombardımanlarda üç gerillanın’ yaşamını yitirdiği yolundaki bilgiyi de görmezden geliyor Türk egemen medyası. Ama Genelkurmay Başkanlığının ’90-100 ölü, yüzlerce yaralı’ haberi(!) hemen sayfalara, ekranlara taşınıyor. İki zıt kaynak arasında bu kadar büyük fark olabilir mi? 90’a 3 !

Egemen medya en zıvır zıvır işlere muhabir gönderir de böylesine önemli bir konuda kendi görüşünü yansıtamıyor.

Genelkurmay’ın servis ettiği film ve fotoğrafları hiçbir inceleme-eleştiri süzgecinden geçirmeden, olduğu gibi ekranlara, sayfalara taşımaya herhalde gazetecilik denmez. Bu faaliyet aslında Ordu Foto-Film Merkezinin görevi.

Her gazetede, televizyonda en az 2-3 magazin muhabiri var, özel olarak bir futbol takımını izleyen muhabir var, köşe yazarı deseniz kesenize bereket, ama Kürt meselesi gibi hayati bir konuda, gazete ve televizyonların merkezinde sorumlu bir editör/muhabir/uzman yok. ‘Bizim Diyarbakır’daki arkadaşlar bakıyor o meseleye’ derlerse de inanmayın, çünkü Türk egemen medyasında Kürt meselesine aslında ‘Ankara’daki arkadaşlar’ bakıyor.

Gazetecinin yapması gereken, bir dizi temel soruyu sorup, bu sorulara farklı pespektiflerden (Yani hem TSK hem de PKK açısından ama en önemlisi kamu çıkarı açısından) yanıtlar aramak olmalı. Mesela:

- Silvan olaylarıyla ilgili olarak TSK’nın raporları – ki askeriyenin bariz bir şekilde hatalı olduğunu belirtiyor- neden sadece bir gün haber yapıldı? Görevden alınan komutanlarla ilgili olarak neden haber takibi yapılmadı?

- Kandil harekatının amacı, yararı ve olumsuz yanları nelerdir?

- PKK ile BDP arasında, İmralı ile Kandil arasında ne tür ilişkiler vardır?

- TSK’nın yeni komuta kademesi ile siyasi iktidar arasındaki ilişkiler nedir?

Örneğin bu dört soruya, köşe sahibi olduğu için, her gün farklı bir konuda ahkam kesen her kalem sahibi öyle kolay kolay yanıt bulamaz. Bu soruların yanıtları, bazı askeri/teknik bilgiler gerektirdiği gibi, farklı uzmanların görüş ve yorumlarıyla ele alınmalı. Keza farklı, yani çatışan tarafların siyasi tahlilleri de önemli. Gazetecilik esas olarak fikir/kanaat değil, bilgi ve belge okuma/inceleme/tahlil etme mesleği… Gazetecilik ayrıca esas olarak savaş değil barış mesleğidir. Gazetecilik daha çok sayıda insan ölsün diye değil, barış olsun, huzur olsun diye yapılır. Bu, siyasi-ideolojik bir tercih değil. Bu, mesleki bir tercih. Çünkü topların, tankların, avcı bombardıman uçaklarının kol gezdiği bir ortamda bizim mikrofon, kamera ve kalemlerimizin sesi duyulmaz!

Türkiye’de Kürt meselesi gündeme geldiğinde gazetecilik yapılacağına, Vatan Millet Sakarya propagandası görünümünde Kürt düşmanlığı ve şiddet övgüsü yapılıyor bizim egemen medyada. Çünkü bu kolay bir faaliyet. Ayrıca da, medya mülkiyet yapısı ve ideolojik bağımlılık hesaba katıldığında bu yaklaşım, mecburi yaklaşım. Yeni Şafak gazetesi, katil diye BDP’lileri hedef gösteriyorsa, bu yayın, bir sonraki adım için zemin hazırlamak anlamına gelir. Köşe yazarı mı, polis mi, cemaatin ulak oğlanı mı belli değil, biri kalkıp, ‘PKK bir binbaşıyı esir aldı’ diye yazarsa, ve bu askeri-medyatik bombardıman altında kimse bunun hesabını sormazsa, gazetecilik mesleği pek mahzun…

Ekranları, manşetleri hatta tüm sayfaları silah fuarı broşürleri gibi donatmak, resmi şiddeti meşrulaştırmak için binbir takla atan akademik ünvanlı ya da kendisini strateji uzmanı ilan eden (Aşağı yukarı herkes!) kişilerin görüşlerinden medet ummak, Kürt sorununun çözümsüzlüğünü ‘sürdürülebilir’ hale getirmekten başka bir işe daha yarıyor: Kürt düşmanlığını yaygınlaştırmak.

Sadece Silvan sonrası gelişmeler değil, baştan beri, yani 1925’den bu yana Türk egemen medyası (Akademiası da) şu kilit konu ve sorulara eğilmediği için milliyetçiliğin, militarizmin, şiddetin pençesinden kurtulamıyor:

- Kürtler bu devletin gerçekten hakiki/eşit yurttaşları mı? Kendilerini öyle hissetmiyorlarsa neden?

- Kürtler 1925’den bu yana sorunlarını, taleplerini neden ancak dağa çıkarak, şiddete başvurarak açıklayabildiler?

- Kürtler bugün ne istiyor?

- AKP’nin Kürt Açılımı nedir? Neyi amaçlıyor?

- Öcalan’ın Yol haritası nedir? Protokol metinleri neleri içeriyor?

- Öcalan, İmralı’daki görüşmeleri kendi açısından açıklıyor, yorumluyor. Devlet kanadı bu görüşmeleri nasıl değerlendiriyor? Neden sessizlik var?

- Kürt sorunu barışçı bir şekilde çözülmezse, ne gibi sonuçlar ortaya çıkabilir?

Bu soruları sorabilmek, bu konuları açabilmek için medyanın bağımsız ve özgür olabilmesi gerekiyordu. Bu soruları sormak ve yanıt aramak da kaçınılmaz olarak kahve sohbeti değil ciddi uzmanlık gerektiren bir alan. İlginçtir, aslında bu soruları, medya ve akademia’dan önce bizatihi devletin sorması, irdelemesi, yorumlaması gerekirdi. Hatta yanıtlar üretmesi lazımdı. E Devlet Baba bunu şimdiye kadar yapmadıysa medyatik yavrucuğu neden yapsın ki?

Yine de bu kez, geçmişteki sınır ötesi operasyonlara oranla, az da olsa bir-iki olumlu gelişmeye tanık olduk. Mesela Can Ataklı gibi bir yazar, telefonla katıldığı bir TV programında, mealen, ‘Kandil’i bombalayacaksın da ne olacak? Benim için, Silvan saldırısını gerçekleştiren teröristlerin yakalanması çok daha önemli ‘ diyerek, güvenlikçi yaklaşımı savunurken bile, Kandil harekatının anlamsızlığını ifade etmiş oldu. Radikal gazetesinin manşetten verdiği, hayatını kaybeden binbaşının babasının ‘Meseleyi ölüm değil siyaset çözer’ şeklindeki açıklaması da anlamlı.

Kandil operasyonunda TSK’nın beklediği sonucu alamaması konusunda bahane olarak tehlikeli bir haber çarpıtma örneği, Bugün gazetesinde çıktı: Efendim, TSK’nın üst kademesinden Ergenekoncular, PKK’ye harekattan önce istihbarat sızdırmışmış! Kaynağı, bilgisi, belgesi olmayan bu iddia, bir köşe yazısında yayınlandı. TSK’nın darbeci geleneğini biliyorduk, bu yazı ile TSK’nın bir de PKK kanadı hakkında bilgi sahibi olduk! Okurun bu tür asparagaslara inanmasını beklemek, ya alemi cahil sanmakla ya da iktidar gururunun densizliğiyle açıklanabilir ancak.

Olumlu gelişme kategorisinden olmasa da, Flash TV’de ana haber bülteninde, Genelkurmay’ın bombardıman uçaklarının hedefleri vururken çektiği görüntülerin altına Arapça (?) maç anlatım sesi döşeyip, hedefler vurulduğunda Gooool diye bağıran spiker montajı, milliyetçilik vahametinin, Rambo Gazeteciliğin boyutlarını göstermesi açısından ilginç. Flash TV ana haber bülteni sunucusunun, jetlerin hedefleri bombalamasını, milli takımın rakip takıma gol atmasına benzetmesi (Bu benzetmenin telifini dönemin Olağanüstü Hal Bölge Valisi Hayrettin Kozakçıoğlu’na ödemek gerek), en milliyetçi ve en şiddet yanlısı medya olan ayrıca da çok sık militarist söylem kullanan spor medyasına bir saygı selamıydı herhalde. Flash TV’nin bu yayını, egemen medya tarafından bile eleştirildiğine göre, Kandil bombardımanının medyatik versiyonunun ne kadar sulandırıldığına iyi bir örnek.

Egemen medya bu tutumuyla, bu yayınlarıyla, geniş okur kesimi nezdinde sürekli olarak puan kaybediyor. Çünkü güvenirliği ve inandırıcılığı her geçen gün azalıyor. PKK kampları yıllardır bombalanıyor buna karşılık PKK de yıllardır hedef bildiği TSK’ya yönelik operasyonlarını sürdürüyor. Mevcut iktidar yanlısı medya organları olsun, Kürt karşıtı kadim medya organları olsun, Kürt karşıtlığından, savaşperver davranışlarından vazgeçmediği sürece gazetecilik/habercilik yapamaz, yapamıyor da zaten. Medya, şiddetin çözüm olmadığını, milliyetçiliğin ve militarizmin savaş anlamına geldiğini kabul ettiği gün, düzgün habercilik yapmaya başlayabilecek. Barış Gazeteciliği diye giderek gelişen bir ekolden haberdar olan kaç gazeteci, kaç editör, kaç yazı işleri müdürü, köşe yazarı ya da Genel Yayın Yönetmeni var acaba Türkiye’de?

Önümüzdeki yakın dönemde, Kandil Operasyonunun, Blok’tan seçilen milletvekillerini de içeren geniş kapsamlı bir gözaltı kampanyası ile süreceğine dair söylentiler var. İktidar, böyle bir operasyonu göze alma cüretini gösteriyorsa, güney komşumuz Suriye yönetimine özeniyor, anlamına gelir. Hiç tavsiye edilmez! Yurtiçi ve yurtdışı tepkileri bir yana, PKK’yi güçlendirebilecek bu adım karşısında, egemen Türk medyasının yayınlarını şimdiden öngörmek mümkün. KCK operasyonu gibi olumsuz bir örnek de var yakın geçmişimizde.

Aslında, temel faktör, egemen medyanın siyasi iktidardan, siyasi, ideolojik, maddi ve manevi olarak bağımsız ve özgür olmaması. Aksi takdirde, şimdiye kadar muhalif kalemlerin, kenarda köşede bin kez yazıp söylediği şu gerçeği iktidar da çoktan kavrar, kabul eder ve uygulardı:

Türkiye’de askeriyenin vesayetini kırmanın en önemli aracı Kürt meselesini barışçı yoldan çözmektir.

 
RAGIP DURAN

 
Kaynak: http://apoletlimedya.blogspot.com/

"İnsanlığımdan Utandım" Diyen Gardiyanın Mektubu



 19-22 Aralık 2000'de yapılan ve 28 tutuklu ve hükümlünün hayatını kaybettiği Hayata Dönüş Operasyonu'nun Ümraniye Cezaevi davasının dünkü duruşmasında, 10 yıl önce yazılmış bir itiraf mektubu ortaya çıktı. Operasyonlar sırasında 5 kişinin öldüğü Ümraniye E Tipi Cezaevi'nde infaz memuru olarak çalışan Yıldız Ercan, "Özellikle siyasi tutuklu ve hükümlüler üzerinde oynanan oyunlara, işkence ve katliamlara tanık oldum. Bunları ifade edememekten dolayı insanlığımdan utandım" 14 Mart 2001'de diyerek istifa etmişti.


Operasyonlar sırasında 28 tutuklu ve hükümlünün, devam eden süreçteki ölüm oruçlarıyla 122 kişinin hayatını yitirdiği Hayata Dönüş Operasyonu'nun Ümraniye Cezaevi davası dün görülen duruşmasında sanık ifadelerinin okunmasına devam edildi. Operasyondan dört yıl sonra, 2004'te açılan davada, sanıkların duruşma salonuna getirilmemesine mağdur avukatları tepki gösterdi. Davada 267 sanık yargılanıyor.


Bianet'e konuşan Avukat Oya Aslan, operasyonda hayatını kaybeden Ercan Polat'ın ağabeyinin davaya müdahil olmak için geldiğini ancak duruşmaya 10 dakika geciktiği için dışarı çıkarıldığını ve müdahillik talebinin reddedildiğini açıkladı. Aslan, duruşmanın da beş dakika sürdüğünü ekledi.


Avukat Aslan, operasyona katılanların bizzat katılanların dinlenmesi talebinde bulundu ve operasyon öncesinde Elazığ'dan getirilen askeri birliklerin Hasdal Jandarma Karakolu'nda neden konuşlandırıldığının araştırılmasını istedi. Mahkeme operasyona katılanların dinlenmesi isteğini reddederken, askeri birliklerle ilgili talebi kabul etti. Duruşma 14 Haziran'a ertelendi.

"Operasyonlar, devletin katliamcı yüzü"


Duruşmada, yedi yıldır infaz ve koruma memuru olarak Ümraniye E Tipi Cezaevi'nde çalışan Yıldız Ercan'ın istifa mektubu ortaya çıktı. İstifa mektubu, Üsküdar 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde jandarmaların yargılandığı dava dosyasına girdi. Ercan, 14 Mart 2001 tarihli Adli Yargı Adalet Komisyonu Başkanlığı'na yazdığı dilekçede, istifa nedenini şöyle anlatıyor:

"1995 yılında göreve başladığımdan bugüne kadar cezaevlerinde özellikle siyasi tutuklu ve hükümlüler üzerinde oynanan oyunlara, işkence ve katliamlara tanık oldum. Bunları ifade edememekten dolayı insanlığımdan utandım. Özellikle 2000 yılında F tipi cezaevi uygulamalarının hayata geçirilmek istenmesiyle yapılan operasyonlar, devletin en kanlı, vahşi ve katliamcı yüzünü ortaya koymuştur. Adalet Bakanlığı'na bağlı Adli Yargı Adalet Komisyonu bünyesinde çalışan bir personel olarak ben ne bu katliamlara göz yumarak sizlerle ortak olmak istiyorum ne de bütün tepkilere rağmen zorla hayata geçirilen F tipi cezaevlerinin (tabutlukların) bir parçası olmak istiyorum. Her şeye rağmen ölüm orucundaki insanların ölümlerine gösterilen duyarsızlığı da anlamakta, kavramakta zorlanıyorum. Duyarlı bir insan olarak burada daha fazla barınamayacağımdan dolayı yedi yıldır yürütmekte olduğum infaz ve koruma memurluğu görevimden istifa ediyorum."

Kaynak: BİANET

Tufan" Fotoğrafları da 11 Yıl Sonra Mahkemede

Hayata Dönüş Operasyonu'nda Bayrampaşa Cezaevi'ne yapılan müdahaleyi belgeleyen fotoğraflar dava dosyasına girdi. 

Fotoğraflarda, koğuşta sadece yataklar ve eşyaların değil, demir ranzalar ve parmaklıkların bile yanmış olduğu görülüyor. 

Çatıdaki delikler de, iddianamedeki "çatıların delinip içeriye gaz bombası atıldığı" savıyla örtüşüyor. Müdahalenin ardından, beş kadının yanarak, birinin de gazdan zehirlenerek hayatını kaybettiği koğuşta yüzlerce gaz bombası bulunmuştu.

Operasyonun ertesi günü, 20 Aralık tarihli Hürriyet gazetesi "Devlet girdi" diye manşet atmıştı.

19-22 Aralık'ta Türkiye çapında 20 cezaevinde yapılan operasyonda ikisi asker 32 kişi hayatını kaybetti, yüzlerce tutuklu ve hükümlü yaralandı. Bayrampaşa Cezaevi'ndeki operasyonda da 12 tutuklu ve hükümlü öldü, 55 kişi yaralandı. Kadınlar koğuşundaki beş kadın yanarak, biri de gazdan zehirlenerek hayatını kaybetmişti.


39 erin yargılandığı davası olaydan 10 yıl sonra Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nde açılan Bayrampaşa Cezaevi'ndeki operasyonun "Tufan" adı verilen ve 11 yıl sonra ortaya çıkan planında, müdahaleden sorumlu üst düzey komutanların adı da yer alıyordu.

"Yanıyoruz dedim"


Koğuştan yaralı olarak kurtulan Birsen Kars, verdiği ifadede olayı özetle şöyle anlatmıştı:


* Koğuşa sürekli ateş ediyorlardı, bir yandan da tavanı iş makineleriyle delip içeri de gaz bombası attılar. Ciğerlerimiz, bütün iç organlarımız parçalanıyor, nefesimiz tıkanıyor, hareket edemez hale geliyorduk. Bu arada bize küfrediyor, hepimizi öldüreceklerini söylüyorlardı.

* Bu arada daha önce attıkları birkaç çeşit bombadan daha farklı bir bomba attılar. Bu bomba insana ölüyormuş hissi veriyor, bütün vücudumuz parçalanıyormuş gibi oluyor ve bizi istem dışı hareket ettiriyordu. Etkilerine bakılırsa bu sinir gazıydı. Havaya tekme atan, saçlarını yolan, elleriyle oraya buraya anlamsızca çarpan arkadaşlarımız oldu.


* Bizi koğuştan çıkarmak gibi bir amaçları olsaydı, daha ilk saatte koğuşa girip çıkarabilirlerdi, bizi öldürmeye niyetliydiler. Nitekim birbirimize koğuştan çıkalım diye seslendiğimizde ve kapıya yöneldiğimizde yaşananlar bunun ispatıdır.


* Tavan deliklerinin birinden demir bir kafes biçiminde bir şeyden siyah bir gaz veriliyordu. Derken cızır cızır sesler duydum. Saçlarım parça parça kopuyordu, "Yanıyoruz" dedim. Yüzüm, ellerim eriyordu.

Uzman çavuş doğruladı


Bayrampaşa Cezaevi'nde Uzman Jandarma Çavuş olarak görevli olan Altan Sabsız da Van 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 5 Temmuz'da verdiği ifadesinde, Kars'ın anlattıklarını doğruladı. Sabsız, yanarak hayatını kaybedenlerin iddia edildiği gibi kendisini yakmadığını, yangın çıkan koğuştakilerin teslim olmak istemesine rağmen kapıların açılmadığını söyledi.


Ayrıca, "Mahiyetini bilmediği değişik gaz bombalarıyla müdahale edildiğini, yanan koğuşta teslim olmak isteyenlerin dışarı çıkarılmadığını, yangına müdahale edilmediğini, yanan tutukluların üzerine yanıcı madde sürülmüş battaniye atıldığını" ifade etti.

"Bu şiddet gerekli miydi?"


Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), AİHM, Bayrampaşa Cezaevi'nde yaşamını yitiren 12 kişiden 11'inin yakınlarının ve 22 mağdurun başvurusunu, geçen yıl, iç hukuk yollarının tükenmesini beklemeden kabul etmişti. AİHM'in dosyayla ilgili Türkiye'ye gönderdiği sorulardan biri, "Hayata Dönüş Operasyonu'nda bu kadar güç kullanmak gerekli miydi?" oldu. (AS)









ABD’de Nükleer Alarm


Nükleer santrallerin tehlikesi Japonya depreminin ardından ABD'de yaşanan depremde de ortaya çıktı. 6,2 büyüklüğündeki depreme dayanıklı olduğu belirtilen North Anna Nükleer Santrali'nde, ABD'de dün yaşanan depremin ardından 2 reaktörü otomatik olarak kapandı. Ülke genelindeki 12 nükleer santral ise tesislerde meydana gelen 'beklenmedik gelişmeler' nedeniyle üretime ara verdi.

Depremin etkilediği santrallere ikinci darbeyi de Irene Kasırgası vurdu. Deprem sırasında enerjisini otomatik olarak kesen reaktörlerin kasırgada da hasar gördüğü belirtildi.

Reaktörlerin soğutma sistemini çalıştıran 4 dizel motor arızalandı. Hasar tespit çalışmaları yapılan santralde beşinci bir dizel jeneratör kurulmaya çalışılıyor.

6,2 büyüklüğündeki depreme dayanıklı olarak tasarlanmasına rağmen North Anna nükleer santralinin soğutma sisteminin arızalanması, ABD'de nükleer endişeye yol açtı.

Japonya'daki 9 büyüklüğündeki depremin ardından Fukuşima nükleer santralinin soğutma sistemi arıza yapmış ve patlamıştı. Fukuşima Çernobil'den beri en büyük nükleer facia olarak tarihe geçmişti.

Daha önce Almanya, Çevreci Örgütlerin, Siyasi Partilerin(Yeşiller) ve halkın büyük tepkisi ve protestosu sonucu ülkedeki nükleer santrallerin tümünün önümüzdeki yıllarda kapatılmasını kararlaştırmıştı. 

Nükleer Enerji'nin hiçbir koşul altında güvenilir olmaması ve büyük doğa ve insan hayatı yıkımını tehdit etmesine rağmen AKP Hükümeti ve Tayyip Erdoğan Akkuyu'da Nükleer Santral açma konusunda ısrarlarını sürdürüyor.Bu konuda sabıkası hiçte temiz olmayan(Çernobil Felaketi) Rusya ile yapılan anlaşma daha geçen haftalarda imzalanmıştı...

Deniz Feneri Savcısı Görevden Alındı

 
Deniz Feneri soruşturmasını yürüten savcı görevden alındı. Soruşturmadan sorumlu Başsavcıvekili Nuri Yiğit yerine Başsavcıvekili Harun Kodalak atandı.
 
Bundan böyle Deniz Feneri soruşturma savcıları Nadi Türkarslan, Abdulvahap Yaren ve Mehmet Tamöz'den Harun Kodalak sorumlu olacak. Soruşturmanın koordinasyonunu Kodalak sağlayacak. Savcılar, Harun Kodalak'ın izni olmaksızın gözaltı ve arama talebinde bulunamayacak.

Görev değişikliği Deniz Feneri savcıları hakkında Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından başlatılan incelemenin ardından geldi.

Zanlıların, başvurusu üzerine HSYK, üç savcı hakkında usulsüz soruşturma yürüttükleri iddiasıyla inceleme başlatmıştı.

Savcıların başına getirilen isim Harun Kodalak, Deniz Feneri soruşturmasına çok da yabancı değil. Kodalak, memur suçları savcılığı yaptığı dönemde Almanya, Türkiye'deki zanlıların ifadesini almak için soruşturma savcılarını Ankara’ya göndermek istemişti. Bu talebi değerlendiren Harun Kodalak, adli yardım talebini reddetmişti.

Yardım yolsuzluğu iddialarıyla ilgili Türkiye'de 2.5 yıl boyunca hazırlık yapan savcılar, Temmuz başında düğmeye basmış, 4 ayrı dalgada 20'ye yakın kişi gözaltına alınmıştı. Bunlardan 9'u çıkarıldıkları mahkemelerce tutuklanmıştı.

Soruşturmanın çıkış noktasını, Almanya'da yardımseverlerden Deniz Feneri E.V. Derneği'nce toplanan milyonlarca Euro’nun usülsüz bir şekilde kuryeler aracılığıyla Türkiye'ye sokulduğu iddiası oluşturuyor.

Kürtçe Eğitim Üzerine Ropörtaj: 'İki Dil Bir Çözüm'

 
Mardin’e gidip gördüklerini “İki dil, bir bavul” filmine benzeten Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü’nde Yrd. Doç. Dr. Mine Göl Güven, ‘asıl sorun Kürtçenin okullarda yasaklı olması’ diyor. Türkçe bilmeyen çocukların kendilerini ifade edemediklerine dikkat çeken Güven, Türkçenin Kürtçe üzerinden öğretilmesini öneriyor.

Yrd. Doç. Dr. Mine Göl Güven, Boğaziçi Üniversitesinde Barış Eğitimi ve Uygulama Merkezi ile Kürt çocuklarının eğitimdeki başarısızlığını araştırmak ve çözüm önerileri sunmak amacıyla “Altınterin Beşte Beş: Erken Çocukluk ve Erken Beceri" adlı bir proje hazırladı.

En önemli sorunun öğretmenler ile öğrenciler arasındaki iletişimsizlik olduğunu, bunun da doğrudan doğruya Kürtçe yasağından kaynaklandığına dikkat çeken Güven, yasak karşısında çocukların ya umursamaz bir tavır aldığını, ya anlamak ve anlatamamaktan dolayı saldırganlaştığını yada sessizleştiğine dikkat çekti. Kürt illerindeki öğretmenlere Kürtçe’nin öğretilmesi gerektiğine dikkat çeken Güven hazırladığı raporu ve çözüm önerilerini ANF’ye anlattı.

* Bu proje fikri nasıl doğdu?

- İstanbul Üniversitesinde okudum ancak doktoramı Amerika’da yaptım ve orada kaldığım sürece yüksek sosyo-ekonomik seviyeden olan çocukların, herhangi bir etnik kimliği olmayan, şehir hayatı yaşayan, parası olan ailelerin çocuklarının erken çocukluk eğitimi denilen okul öncesi eğitimden diğer çocuklara kıyasla daha az faydalandıklarını gördüm. Çünkü onlar gereken materyallere zaten sahip, ama diğer çocuklar aynı durumda değil. Ancak Doğu ve Güneydoğu’da ekonomik olarak sıkıntıların olması, oraya yatırım yapılmaması, sürekli savaş koşullarının yaşanması, ailelerinin tam olarak eğitimli olmaması bu koşulları yaratamıyor. Çocukların burada yakaladıkları fırsatlar daha çok az. Çocuklar elverişli bir ortamda değiller. Buradaki çocuklar diğer çocuklara nazaran daha çok dezavantajlı oluyor. Bu projeye çok istekli başlamam da bu nedenledir.

* Projeye ABD’de okurken mi karar verdiniz?

- Eğitimimden sonra İstanbul’a geldiğimde burada ne yapılabilir diye sorguladım. Bütçeyi devletin sağladığı Sosyal Destek Projeleri (SEDEP ) vardı. Projelerinizi yazıyorsunuz valilik kabul ederse Ankara’ya gidiyor. Ankara onaylarsa, hayata geçiriliyor. Bir senelik projeler bunlar. 2008’den bu yana ben bu projelerin takipçisi oldum ve projelerin içeriklerine baktığımda bana çok basit geldi. Mesela basketbol sahası veya spor tesisi veya oyun parkları vs. Tamam bunlar da gerekli ancak, oradaki ailelere ve öğretmenlere bire bir destek vererek çocuğa ulaşmak gibi bir formülasyon yoktu. Bir çocuğa bir basketbol sahası yaparsın ama aile o bilinçte değilse, öğretmen bunun gerçekten pek faydasını görmüyorsa o öyle boş kalır.

‘EKİPTE TEK TÜRK BENDİM’
* Dil konusuna nasıl karar verdiniz?

- Projenin başlangıcında benim kafamda hiç dil yoktu, sadece aile eğitimi, öğretmenlerin hizmet içi eğitimine destek verilmesini düşünüyordum. Sınıfların çocuklara daha iyi koşullar sağlayacak biçimde düzenlenmesi, oyuncaklar, malzemeler, öğretmeni daha iyi bilgilendirme gibi kafamda bir oluşum vardı. Çocuklarda görülen saldırganlık ve öfke tarzındaki davranışların nasıl pozitife çekilebileceği gibi sorunlar vardı. Çünkü sonuçta sınıf da küçük bir toplumdur aslında. Okul öncesinde bizim en çok üstünde durduğumuz nokta, çocukların bu küçük toplumda iyi yaşayıp iyi bir şekilde modellenmeleridir daha sonra öğrendikleri değerleri farklı ortamlara taşıyacaklardır. Bir insana teşekkür ederim demek, lütfen demek; çocuk bir şeye başladığı zaman ‘Sen yapamazsın’ veya ‘Bu güzel olmamış bir daha dene’ demek yerine öğretmenlerin ‘Sen de yapabilirsin’ , ‘Bu iyi güzel devam et’ gibi teşvike yönelmesi. İşte 2010’da proje bu amaçlara ulaşmak üzere başladı.

* İstanbul’dan Mardin’e nasıl taşındı proje?

- İlk önce şunu belirteyim, bu projeyi tek başıma yapmadım. Boğaziçi Üniversitesinde Barış Eğitimi ve Uygulama Merkezi var. Çok iyi niyetle açılan, çok küçük bütçelerle çalışan bir merkez. Onlar da İstanbul’da veya bölgede okul öncesi eğitim gibi yine bu tarz konularda çalışıyorlar. Biz onlarla birlikte bu projeyi geliştirdik. Mardin olması aslında tesadüf. Ben bu SEDEP projelerini kovalarken, bağlantılar araştırdım. Bu ilişkiler sonucunda Mardin olabilir dediler, projeyi kendilerine yollamamı istediler. Mardin’de sürekli iletişim halinde olduğumuz GAP Kadın ve Çocuk Derneği vardı. Oradaki insanlar çok yürekten çalışan insanlardı, çok kültürlüler. Aralarında Kürt, Arap, Süryani var. Türk var diyemeyeceğim, çünkü tek Türk bendim takımda. Etnik mozaik çalışmaları daha da zenginleştiriyordu. Onlar bizim projeye pozitif yaklaşınca Mardin’e gittik.

‘ÖĞRETMENLER KENDİLERİNİ GÜÇSÜZ HİSSEDİYOR’
* Dil konusunun önemini o zaman mı fark ettiniz?

- Çünkü ben gayet saf bir şekilde çocukların, yani o küçük toplumun sınıfta yaşadıklarına, kazanmaları gereken değerlere bakıyordum. Değerler olarak da saygı duymak, birbirlerine saygı duymaları, karşısındakini anlamak, farklılıkların farkındalığını yaratmak gibi bir konsepti öne çıkarıyordum. Çünkü çocuklar durup dururken birbirlerini tekmeliyorlar, küfür ediyorlar, iletişimde saldırgan bir vücut dili kullanıyorlardı. Ben ilk bunun üzerinde çalışılmasını gerektiğini düşündüm; öğretmen ve veli yoluyla bilinçlendirme yaratarak çocuklarda olumlu davranışların pekiştirilmesini istedim. Ama oraya gidip baktığımız zaman, öyle olmadığını fark ettim. Boğaziçi Üniversitesi diğer üniversitelere nazaran daha elit, daha ulaşılmaz gibi göründüğü için projemizi sunup, sınıflara bir dizayn yapmak ve çocukların sosyal ve duygusal gelişimiyle ilgili kendilerine destek vermek için geldiğimizi söylediğimizde çok şaşırdılar. Daha sonra biz bu işin gönüllülük çerçevesinde olmasını istedik: Okulları tek tek ziyaret ederek, orada projeyi anlattım ve gönüllü olan öğretmenlerle ve okullarla devam ettik.

* Nasıl bir yöntem uyguladınız?

- Metot olarak sürekli irtibat halinde olmak, sadece bir kereliğine içeriği verip bırakmamak, oradaki insanlara devamlı gitmek ve onlara da söz hakkı vermek. Mesela bizim başlangıçta Kızıltepe’de iki günlük seminerimiz oldu . Ama hiçbir şekilde öğretmenler not almadı. Çünkü monolog şeklinde yapmadık bu semineri. Öğretmenleri hep beraber sorgulamaya ittik. Mesela dedik ki bir okul düşünün, bu okulun değerleri ne olmalı? Bu değerlere ulaşmanızda size yardımcı olabilecek veya size engel çıkarabilecek faktörler neler gibi sorular sorduk.

* İşe yaradı mı peki?

- Bu tabii öğretmenleri müthiş bir düşünce pratiğine yöneltti. Biraz da rahatsızlık uyandırdı. Çünkü şuna alışılmış, bu aslında sadece öğretmenlerde yok hepimizde var, biri bize gelsin doğruları anlatsın, hatta bizim sorunlarımıza çözüm bulsun istenir. Sihirli değnek ile her şey güzel olsun böyle bir şey yok. Çaba göstermeden, düşünmeden, sorgulamadan, kafa yormadan olmuyor. Çünkü bu sorunu onlar yaşıyorlar. Bu sorun bizim değil, bunu siz yaşıyorsunuz, Bölgeyi siz tanıyorsunuz, ya bu sorunla yaşamaya devam edersiniz ya da biz sizin için buradayız bizden destek alırsınız. Ama bunu bize sizin sunmanız gerekiyor diyerek bu konuyu öğretmenlerle defalarca konuştuk. Paylaşım toplantılarının ötesinde ben öğretmenlerle bire bir de konuştum. Projeyi değerlendirmelerini istediğimde, bu açık ortamın ve onları hem projeye katmamız ve güç vermemizin çok şaşkınlık yarattığını söylediler.

* Ne gibi sorunlar yaşıyorlar?

- Öğretmenler kendilerini çok güçsüz hissediyor. Bir kere maddi olanaksızlık var. İstedikleri malzemeleri bulamıyorlar. Sınıflar kötü durumda. Bölgede de ise koşullar çok kısıtlı. Bir bakıyorsunuz sınıf, ama sınıf gibi görünmüyor. Öğretmenler konusunda da sıkıntı var. Genelde kız meslek okulunu dışardan bir şekilde diploma alıp bitirmişler. Gerçi 4 yıllık mezun olmaları gerektiği konusunda bir kanun çıkarıldı, ama oluyor mu o da tartışılır.

‘BÖLGEDE DENEYİMLİ ÖĞRETMENLER YOK’
* Öğretmenler ve öğrenciler arasında nasıl bir iletişime tanık oldunuz?

- Biz öğretmenlere eğitim seminerleri verdik, ancak sürekli sınıflardaydık. Sınıf gözlemleri yapıyorduk. Bu daha çok ana sınıfında gerçekleşen gözlemlerdi. Kızıltepe’de bir batıdan gelen, bir de Kürt öğretmenler var. Batıdan gelen öğretmenlerin çoğu KPSS ile bir şekilde zorunlu hizmet için gözüne kestirdiği herhangi bir yeri yazıyor, puanı tuttuğu için oraya gönderiliyor. O da dişini sıkıyor bir sene iki sene, İstanbul gibi yerlere tayinini çıkarmaya bakıyor. Orada zaten üç seneden fazla kalan Batılı öğretmen görmedim. Sorduğumda hep 2008, 2009 mezunuyum diyorlar. Halbuki orada deneyimli, bu işi gerçekten bilen öğretmenlerin bulunması lazım. Bir de bunların Batılı öğretmen olduğunu düşünün. Kültürel çatışma, yaşam koşullarına alışamama, insan davranışındaki farklılıklar bunlar çok önemli şeyler. Çünkü kabul edilse de edilmese de Türkiye’de bir kültür farklılığı var.

* Esas sorun; öğretmenin bu görevi bir zorunlu hizmet gibi görmesiyle başlamıyor mu?

- Devletin bölgeye yönelik politikası bunun nedeni. Oranın şartları düzeltilirse bu sıkıntılar da yaşanmaz. Şartlar kötü diye oraya kimse gitmek istemiyor. Ancak idealist öğretmenlerden söz edilecek olunursa istemeyerek gitseler bile orada bir şeyleri değiştirebileceklerini görüyorlar. Bir şeyleri değiştirdikçe de kalma isteği uyanıyor. Ama ailelerini Mardin’e götüremiyorlar. Batıdan gelen öğretmenler bana hep şunu söylüyorlar: ‘Ben burada bir sene içersinde yaptığımın yüzde 1’ini İstanbul’da yapamıyorum. Oradaki çocuklarla kat edeceğim mesafe çok küçükken, ben burada en büyük tatmini yaşıyorum diyorlar. Ama onlar için birinci tatmin çocukların Türkçe konuşması. Önce onunla gurur duyuyorlar.

* Okullarda Kürtçe yasak nasıl uygulanıyor?

- Kürtçe konuşan çocuğa öğretmen cevap vermiyor veya anlamıyorum seni diyor. Çocuk bir şekilde neyi istediğini gösteriyor. Çocuk mesela tuvalete gitmek, su içmek, yemek yemek, dışarıya çıkmak istiyor. Bunları Türkçe söyletmeye çalışıyorlar. Mesela çocuk Kürtçe ‘su istiyorum’ dediği zaman, öğretmen en azından günlük konuşmaları anlayacak kadar Kürtçeyi sökmüş oluyor, ancak Türkçe ‘Su içmek istiyorum de’ veya ‘ tuvalete gidebilir miyim de’ diye düzeltiyor hemen. Diyelim ki çocuk diyemedi, o zaman çocuğa ‘tuba de o zaman ‘gidebilirsin’ diyor.

* Bu doğru bir metot mu sizce?

- Hiç doğru bir metot değil. Zaten öğretmenler de bu durumdan hiç hoşnut değil. Hiç istemedikleri bir şeyi yapıyorlar. Bizden istedikleri bu konuda akademiden ve devletten istedikleri kendilerine bir metod, bir yöntem önerilmesi bu konuda. Çünkü dört senelik fakülte hayatlarında da, okul öncesi öğretmenlik programında da, sınıf öğretmenliği programında da iki dillilik veya ikinci dil diye bir ders bulamazsınız. Halbuki böyle bir ders şart. Ayrıca öğretmenlerin psikolojik, sosyolojik ve pedagojik açıdan hazırlıklı olmaları lazım. Öğretmenlerin en çok şikayet ettiği nokta dil konusudur. Biz böyle olduğunu tahmin edebiliyorduk ancak tam durumu bilmiyorduk. Elimiz çok boştu.

‘ÇOCUKLAR SESSİZLEŞİYOR’
* Boş derken?

- Araç metot, yöntem ve pedagojik bilgi anlamında iki dil konusu hiçbir şekilde verilmediği için bölgeye gidince çaresizlik içine düşüyorlar. “İki Dil, Bir Bavul” filminde seyretmişinizdir, aynen bu şekilde. O filmdeki öğretmen de Kürtçe konuşan çocuklara elini dudağına koyarak şişt deyip yasaklıyor. Öyle konuşmayacaksın diyor.

* Hep öğretmen açısından konuşuyoruz ancak anadilini konuştuğu zaman böyle bir tepkiyle karşılaşan çocukta bu durum bir travma yaratmıyor mu?

- Elbette ki çocuk bu durumu sorguluyor. Ancak ne yazık ki ben Türkiye’de bu konuda bir araştırmaya hiç rastlamadım. Çocuklarda benlik açısından, psikolojik açıdan ne gibi travmalara yol açtığını okumadım. Ama bu bana yapılsaydı diye düşündüğüm zaman, annem ve babamın konuştuğu dili, benim evde konuştuğum dili bu öğretmen niye bana yasaklıyor diye sorgulardım. Çünkü çocuklar bunu anlamıyorlar. Anadilinin bu şekilde yasaklanarak bir başka dilin öğretilmesini kimlik gelişimi açısından da benimsemiyorum. Zaten çocuklar da Kürtçe konuşulmaması gerektiğini bir zamandan sonra anlıyorlar ve bu çekimserlikle okula geliyorlar. Bazı çocuklar sessizleşiyor. İçine kapanıyor. Burada üç türlü tepki var: Yaşamın kurallarını öğrenmiş, o düzende hareket eden çocuk; anlaşılamamak anlatamamaktan dolayı saldırganlaşan çocuk; bir de sessizleşen çocuk.

* Nasıl sessizleşiyor?

- Aslında o çocuğun elinde bir araç var sessizleşmemesi için. O da Kürtçe. Ama bu araç kullanılamayacağı için bunu kabullenmiş ve kendini suskunluğa itmiş. Mardin’de sınıfları gözlemlerken bire bir yaşadığım bir olay var. Sınıfta serbest resim dersi yapılırken bir kız çocuğu o kadar sinik, o kadar isteksiz bir şekilde resim yapıyordu ki, ben yanına gittim, ismini öğrendim. Aramızda hiçbir konuşma yok, ben Kürtçe bilmediğim için sürekli Türkçe konuşuyorum, Kürtçe bilsem Kürtçe konuşurdum. Ne kadar güzel oldu dedim. Hangi rengi sevdin, haydi bu kuşu da bu renkte boyayalım dedikçe çocukta bir cıvıldama başladı. O da anlamıyor ama psikolojik olarak kendini iyi hissetti bence. Çünkü bir yetişkin onunla ilgileniyor. Kendisiyle ilgilenilmediği zaman yaptığı resim ve ilgilendikten sonra yapılan resim arasında inanın dağlar kadar fark vardı. Ama öğretmenler bunu da yapmıyorlar. Çocuk yapmıyorsa, ‘O kadar yapıyor ben ne yapayım’ diyor mesela öğretmen bana.

ÖĞRETİM FAKÜLTELERİNDE KÜRTÇE ŞART
* Siz bu gözlemler sonucunda projenizi değiştirerek dil üzerine ağırlık verdiniz. Nasıl bir çözüm öneriyorsunuz?

- Bence öğretmenlerin psikolojik, pedagojik eğitimin yanısıra Kürtçe öğrenmeleri gerekiyor ve öğretmenler bunu istiyorlar. Çünkü biliyorsunuz bir dil en güzel konuşulduğu yerde öğrenilir aslında. Ama buna bir hazırlık da çok iyi olur. Bir öğretmen oraya gitmeden önce, Kürtçeye hakim olursa onun büyük faydalarını görür. Onun kendi adaptasyonu için de iyi bir gelişim olur. O nedenle öğretmenlerin Kürtçe öğrenmesi önemli. Üniversitelerde de özellikle Doğu, Güneydoğuda Kürt kültürü, geçmişi, edebiyatı, oluşumu içerikli bir tarih, sosyoloji, pedagoji paketinin sadece bölgeye gidecek öğretmenlere değil tüm öğretim üyelerine verilmesi gerek. Bölgeye gitmezse de İstanbul’daki okullarda da bundan yararlanabilir sonuç itibariyle. Çünkü Türkiye’de hep Kürtlerde şu yok, bu yok, veya Alevilerde şu yok, bu yok gibi konuşuyoruz. Hep bir kötüleme.

* Peki öğretmenler çocuklara Kürtçe üzerinden mi Türkçeyi öğretecek?

- Evet, ben Kürtçenin bizim için araç olabileceğini düşünüyorum. Yani Türkçe anadil üzerinden öğretilirse çocuklar da iyi kavrar ve öğrenir. Çünkü Türkçe çoğunluk dili. Nereye giderseniz gidin, bir devlet dairesine gittiğiniz zaman örneğin, yada başka yerde bu dili bilmek gerekiyor. Bölgedeki aileler de çok ilginç bir şekilde bunu çok istiyorlar. Ben veli toplantısına katıldığımda aileler öğretmene teşekkür ediyordu.

Ben mesela bir Kürt öğretmene ‘Kürtçe biliyorsun, neden konuşmuyorsun?’ diye sordum. Bana çocuklukta bunun çok sıkıntısını çektiğini, Türkçe öğrendiği zaman üçüncü dördüncü sınıfta olduğunu bu nedenle de hiçbir zaman o açığı kapatamadığını, sınav sisteminde geri kaldığını, öğretmenlerin yeterince ilgi gösteremediğini, kendisinin bunun dezavantajını çok yaşadığını belirterek çocukların aynı şekilde bunu tekrar yaşamasını istemediğini söyledi. Ben oraya gittiğim zaman öğretmenler bu işe el atmanız gerekiyor diye topu akademiye attılar, ben de topu tekrar onlara atıyorum.

* Her şey öğretmenlerin elinde mi?

- Belki de korkudan tepeden bir beklenti var, ama burada bunu kendileri de yapabilir çünkü sınıfta devlet yok. Sınıfta kendileri var. Hiçbir şeyden korkmalarına gerek yok bence. Eğer sınıfta bir Kürtçe kitap alıp çocuklara okusan daha sonra onu Türkçeye çevirsen çocuklar bu çaresizlik psikolojisinden çıkacaklar. Kürtçeyi bir araç olarak kullanmak da bu anlama geliyor. Yöntem aslında buradan geçiyor.

Amerika’da mesela birçok kesim için dil İspanyolcadır. Mesela onlar İngilizceyi daha sonra öğrenirler ancak çocuk kitaplarında her sayfa birer cümledir ve o tekstte hem İngilizce hem de İspanyolca vardır. Çocuğa bir İngilizce bir İspanyolca verilir eğitim, ama İspanyolca daha çok bir iletişim dili olarak kullanılır. Mesela kitapta bir kuş hikayesi varsa öğretmen okur, onlara İspanyolca kuş şimdi ne yaptı, kuşun adı neydi gibi sorular sorar. Çocuk hikayeyi kendi dilinde bildiği için, bağlantıyı çok çabuk kurabiliyor. Kelime öğreniyor, grameri bu şekilde öğreniyor. Kendini ifade etmeye başlıyor. Ama hiçbir şekilde çocuğa ‘Sen burada İspanyolca konuşmayacaksın. Eğitim dilimiz İngilizcedir ’ diye bir yaklaşım yok.

‘KÜRTÇE DİL BİLİMCİLER ŞART’
* Peki Kürtçe diline yönelik yasakçı zihniyetin kaldırılması aslında genel eğitimde de baştan sona bir değişim gerekmez mi? Örneğin Kürtçenin eğitim dili olarak okullara girmesi gibi.

- Tabii bence olmalı. Üniversiteler de gayet rahat koyulabilir zaten. Çünkü her üniversitede bir sürü dil seçeneği koyuluyor. İngilizce, Almanca gibi. Kürtçenin nesi var? Tabii ki konmalı genel olarak aynı fikirdeyim. Bizde şu an Japonca bile var, kredili ders olarak alınan. Aynı şekilde Lazca da, Kürtçe de, Süryanice de, Çerkezce de olabilir. Şimdi Belediyelerde, STK’larda veya enstitülerde Kürtçe öğretiliyor. Ama bunlar yaşamıyor, çünkü gerçekten resmi bir kurum içersinde öğretilmiyor. Hakkari’de bir bölüm açıldı Kürtçe dilinde, bu daha genele yayılabilir. Ama bunu hadi şimdi yapalım diyerek yapamayacağız. Çünkü insan kaynağımız yok. Bir dili biliyor olmak o dili öğretebilmek anlamına gelmez. Burada dil bilimci olmanız lazım. Dil pedagojisini bilmeniz lazım, yöntem bilgisine sahip olmanız lazım.

* Bu konuda Milli Eğitime ne gibi bir görev düşüyor?

- Milli Eğitim ilk önce hiçbir şeye söz vermeden sadece şunu yapabilir: Başka alanlarda olduğu gibi Kürtçe dili için de bir çalışma grubu oluşturabilirler. Şu anda uzmanları toplarlar bunun yöntemi nasıl olmalı diye, ne yapılmalı diye bir formülasyon bulabilirler. Ben mesela Milli Eğitimin hazırladığı 100 sayfalık raporu okudum ve bu raporda sadece bir tespit olduğunu fark ettim. Mesela bu raporda sadece 15 sayfalık bir bölüm var okul öncesine ait. Bu 15 sayfada basının da dikkatini çeken iki madde var. Biri Türk dilinin öğretilmesine ihtiyaç duyulan bazı bölgelerde okul öncesi öğretmenleri bu konuda yeterli bilgi ve deneyime sahip değildir tespiti. İkincisi ise dilin doğru ve güzel kullanılması ve bilinmesine yönelik yerel ihtiyaçlar belirlenmemekte ve ihtiyaçlarla ilgili planlı çalışma yapılmamaktadır tespiti. ‘Öğretmenler bilgi ve deneyime sahip değil, biz de ihtiyaçları belirleyip ona göre plan yapmadık’ demek bu. Bu rapordan sonra ben şunu beklerim: Madem durum bu, bununla ilgili bu işi bilen insanlarla çözüm üretilmesi gerekir.


* Siz projenizi Milli Eğitime sunmayı düşünüyor musunuz?

- Şu anda benim projem bire bir dil çalışması değil. Ancak ben şu anda başka bir amaçla bölgeye gidip durumun böyle olduğunu görüp, bire bir deneyimleyip kendi çapımda bir çözüm üretmeye çabalıyorum. Ama proje tamamlandıktan sonra tabii sunarım.

‘ASIL OLAN SORUNU ÇÖZMEK’
- Hem Milli Eğitim Bakanlığının itirafı, hem de çalışmalarınızda gündeme getirdiğiniz sıkıntıların temelinde politik bir sorun yok mu? Asıl konu bir halkın dilinin yasaklanması ve asimilasyona uğratılması değil midir?

- Benim bir politik görüşüm var, ama onun dışında olaya bir eğitimci olarak bakmam beni birçok konuda kurtarıyor. Çünkü metaforik açıdan baktığınız zaman, mesela bir doktorun karşısına bir hasta geldiğinde doktor onu iyileştirmeye çalışır değil mi? Onun kim olduğu, ne olduğu, iyileştikten sonra ne yapacağı hiç umuruna gelmez. Ben de eğitimci olarak burada ne yapılabilir diye düşünüyorum. Röportaj yapmaya gelen gazeteciler illa da bu proje politik anlamda nereye gidiyor konusuna gelmeye çalıştılar. Ben projemi anlattığımda hemen ‘Bu proje olursa ülke bölünmez mi?’ dedikleri zaman, ‘Durun bir dakika orada’ dedim. Bunlar benim hiç umurumda değil. Tabii ki bizim yaptıklarımız veya yapmadıklarımız ülkenin politik anlamda bir yere gitmesine yol açacaktır. Ben demiyorum ki yaptıklarımız kavanozda kalacak hiçbir şekilde ülkedeki politikayı etkilemeyecektir.

Biliyorsunuz ki politikalar ya üsten alta etkilenir ki bir çoğunluğu böyledir, mesela yarın Milli Eğitim Bakanlığı dese ki tamam şu bu yapılacak o yapılır. Bu daha çabuk bir süreçtir. Ama bizim gibi eğitmen olur, akademi olur, sivil toplum örgütleri olur alttan gelen insanlar ve kurumlar veya yaptırımlar devrim niteliği taşır ve üstü etkileyebilir. Bence burada Sivil Toplum Örgütlerine, üniversitelere büyük bir rol düşüyor. Sizin yaptığınız gibi medyaya yansıtılmasıyla herhalde politik çevrelerde de güç sahibi olan insanlar da sorgulamaya başlayacaklardır veya ne yapalım diye düşünmeye başlayacaklardır. Benim veya benim gibi insanlar için önemli olan bu soruna nasıl bir çözüm üretilebilir sorusu.


ZEYNEP KURAY -ANF

Oysa Çözüm Bir Adım Yakınımızdaydı! Şimdiyse Bombalarla Parçalanıyor İnsanlığımız...


İnsan bazı gazeteleri okuyunca “şükür bunlar rütbeli asker olmamış” diye düşünüyor. Meğer ne kadar heveslisi varmış bombardımanın.

MGK sonuç bildirgesinde “tek dil, tek millet, tek vatan” vurgulu, yıllardır her operasyon döneminde kullanılmak üzere oralarda bir çekmecede saklandığını düşündüğüm o “matbu” metni okurken; sesi coşkudan titreyenler, gazeteciden çok kurmay asker edasıyla, operasyonun gecikmeli de olsa isabetli olduğunu sağdan soldan kırptığı askeri terimlerle anlatmaya kalkanlar...


Kuşkusuz istisnaları var ama, sözünü ettiklerim de kallavi gazetelerin yaşlı başlı yazarlarıdır. Onları, andıçların, Ahmet Kaya’yı linç ayinlerinin, operasyonların kol gezdiği karanlık havalardan tanırız. Ama barışçıl çözümün ve demokratik yöntemlerin ‘yükselen değer’ olduğu güneşli günlerde de kalabalığın arasına karışmasını bilirler.


Şimdi onların da hafızalarını yoklama zamanıdır. Çok değil 1,5 ay kadar önce, çözüm konusunda en etkili aktör olduğu tüm Kürt siyasiler ve PKK tarafından da kabul edilen Sayın Öcalan, “Bu sorunu 1 hafta içinde çözerim” demiş, iktidardan bir adım beklemişti. İktidar ne yaptı? Önce koca bir hiç, ardından görüşme engeli, ardından askeri operasyondan çok daha fazlası.


Bu başka bir ülkede olsa, başta Türkiye Hükümeti ve yandaş basını, o ülkenin hükümetini barışçıl çözümü istememekle itham eder; yaşanan ölümlerden sorumlu tutardı. Yani? Yanisi şu: bu kadar çok sivil siyasetçi, sadece farklı görüşleri nedeniyle tutuklanmış ve yenileri için tehditler sıralanıyor, sorunun 1 hafta içinde çözülmesi için yapılan çağrı karşılıksız bırakılıyor, bir de üstüne askeri operasyon ve bombalamalar yapılıyorsa, iktidarın barışı ve sivil çözümü başından beri istemediği açıktır. Oysa bu çağrıya verilecek yanıt, sadece son 2 ayda bile 100’ü aşkın insanın (üzerinde hangi giysi olursa olsun) ölmemiş olması demekti. Çukurca saldırısına tepki duyanların yapması gereken en önemli şey, eğer gerçekten bu ölümlere ciğerleri yanıyorsa, intikam naraları atmak mı, sivil siyasetçilerin ve çözümü sağlayacağı açık olan Sayın Öcalan’ın önünün açılmasını istemek mi olmalıydı? Bu konularda üzerine düşeni yapmayıp sadece BDP’yi Meclis’e çağırmakla sivil siyaseti savunduğunu düşünenler, bizi mi kandırıyorlar, kendilerini mi? Üstelik BDP Meclis’te siyaset yapmaya karşı olmadığını, ancak  Meclis’in meşruiyetine gölge düşürülmesine karşı olduğunu söylemekte iken. Ne zaman devlet şiddet yöntemini yoğunlaştırsa, mevcut Kürt Siyasi Partisi’ne (artık o sırada hangi partiyse) “PKK uzantısı olmaktan vazgeç” çağrıları yapılması iktidarın savaş yöntemini kamufle etme gayretkeşliği değil de nedir?


Oysa bu konuda hükümet cephesinden atılacak kararlı bir adım, Türkiye tarihindeki tüm diğer hükümetlerden farklı bir yere koyabilirdi onu. Güney Afrika’daki çözüm nasıl De Klerk’i tarihe örnek olarak yazdıysa, belki  Erdoğan olacaktı tüm dünyada çözüm konusundaki cesaretiyle örnek gösterilen.


“Savaşta, gençler ölür, yaşlılar konuşur. Sen politikacıların dediklerine bakma” diyordu Homeros, tarihin en vahşi, en kanlı bilinen savaşını anlattığı İlyada’da.


Bir bebeğin, uçaktan atılan bombalarla parçalanabileceği gelecekten habersizdi bunları söylerken.


Bir bebeği, hamile bir kadını, güvenli bir yer bulmak için çocuklarıyla beraber kaçmakta olan onca sivili; tüm yılların en utanç verici icatlarıyla paramparça etmek... Kortek’te yaşanan bu olayın meşruiyetini söyleyecek tek bir ahlak kuralı, tek bir kutsal kitap var mıdır? Başbakan kürsülerde “meşruiyet”den söz ederken, o bebeğin gözünde donuveren ışık, geçmemiş midir hiç aklından? Şu bir damlacık ömründe, hiç anlayamayacağımız bir nefretin masum kurbanı o bebecik, girmez mi onun ölümüne sebep operasyonlarda imzası olanların rüyasına? Yoksa yan hasar mıdır o da? O bebeğin, onunla birlikte son nefesini veren gencecik anasına savaş lügatıyla konuşarak ‘şanslı’ mı dememiz gerek şimdi, kendisi sağ kalmadığı için; payına kimi “şehit”, kimi “ölü” evlatlarının kemikleri bile düşmemiş anaların yanında? Önce, “herkes kandırılıyor, devlet dersi tersinden de ikna ediyor” diye düşünüyorum. Ama artık iyi biliyorum ki, herkes artık her şeyi biliyor! Yakın tarihimizde sokak aralarındaki infazların, artık sokaktaki çocuklara “kazaen” sıkılan onlarca mermiyle, nişan alınarak atılan gaz bombalarıyla yapıldığı; koyun otlatan çocukların havan mermileriyle parçalanan bedenlerini annelerinin eteklerinde topladığı sır değil artık kimse için, olamaz. Her gün yenisi açılan toplu mezarlar, hayret bile uyandırmadığında konu komşuda, anladım, yeri yerinden oynatacak sandığım gerçeklerin uzunca bir süredir zaten herkes tarafından biliniyor olduğunu. Biliniyor ve susuluyor. Hayır, sadece susulmuyor, zımni bir irade ile onaylanıyor olduğunu.


O parçalanan bebeğe sadece küçücük bir haber değeri veren, hatta bir kısmı onu da vermeyen kocaman medya! Geçtim askerinden gerillasından, sivil ölülere de arkasını dönen, iktidarın şiddetini yok sayıp, “masum bebeleri öldürüyorsunuz durun” bile diyemeyen sen, kimsin gerçekten?


Bu kadar kanı taşıyamaz toprak; lanet olur, en sarsılmaz sandığınız iktidarların sonunu getirir.


Ayşe BATUMLU 

‘Ayrılık Efsanesi’ ve Patriot Füzesi


Ortada bir “efsane” var.

Kandil ile Öcalan arasında çok büyük bir ayrılık varmış. Efsane öyle büyük ki, hükümet üyelerinin bile ağzında bu efsane sakızı çiğneniyor. Psikolojik savaş kurumlarının “uzmanları”, Laçiner ve benzerleri, her gazete ve TV’de görevlendirilen “Kandilog”lar gibi, Taraf yazarları ve bu arada Oral Çalışlar gibi yazarlar aynı efsaneyi dillendirmekte.


Mesele nedir?


Mesele, “Kandil savaştan yana” denerek Öcalan’a “destek” vermek midir?


Eğer öyle olsaydı, bu kimseler İmralı’nın “tıkanan” yolunu açarlardı. Hükümetin haftalardan beri Öcalan’ı tecrit etmesine karşı çıkarlardı. Hükümet böyle bir tecride başvurmazdı.


Eğer öyle olsaydı, hükümet anında PKK önderinin koşullarını kökten değiştirirdi. Onun İmralı’daki arkadaşlarıyla, eğer varsa “ayrılıklarını” gidermesi için, herkesle görüşmesini sağlardı.


PKK önderinin barışçı bir çözümden yana olduğu kesin. Bunu artık herkes kabul ediyor. Devlet de, hükümet de, AKP de, Taraf da, Hürriyet de, TV’ler de... Herkes.


Ama ortada bir gerçek var: PKK önderine tecrit uygulanıyor.


Onun konuşması, Kandil’le, Amed’le görüşmesi engelleniyor.


“Barışçı çözüm isteyen” bir önderin, örgütüyle konuşması, görüşmesi neden engellenir? Madem Öcalan barışçı çözüm istiyor, o halde kendisi de “barışçı çözüm” istediğini söyleyenlerin Öcalan’ın kendi örgütü üzerinde etkili olması için bütün olanakları ona vermesi gerekmez mi?


Bizle alay ediyorlar.


“Barışçı çözüm” isteyenin sesini kısıyorlar.


Silvan’dan da, Çukurca’dan da aylar önce hazırladıkları, USAM’larda, bilmem nerelerde pişirdikleri topyekün savaş ve imha konseptini yaşama geçirmek için her türlü ön hazırlığı yapıyorlar. Ve amaçlarına ulaşıyor, dağı taşı bombalıyorlar.


Nasıl bir plan yapmışlar? İmralı’yı susturduktan sonra gündeme koydukları bu plan nasıl bir planmış acaba?


Bunu, Laçiner adındaki psikolojik savaş uzmanının Mehmet Altan’ın yüzünü kızartması gereken Star’daki yazısında bulabilirsiniz.


“Meşru sınırlarda hukukun zorlayıcı gücü sokağa inecek ve sadece silahlı insanlar değil, silahı öven insanlar da durdurulacak. Yani bir kişi çıkıp, ‘Sizin teröristiniz benim kahramanım’ diyorsa o kişi terörist muamelesi görecek. Eğer buna müsaade ederseniz bu cümlenin arkasından kurşunlar gelir ve gelmiştir de...


Bu aynı zamanda güç dengeleriyle ilgili bir konudur. Bununla ilgili diğer ülkelerle pazarlık yapabilirsiniz. Dediğim gibi ‘PKK’yi ver’ diyebilirsiniz karşılığında da İsrail sizden özür dilemek zorunda kalmaz. Veya alırsınız PKK’yi, Suriye’de Amerika’ya tam destek verirsiniz.”


İşte mesele budur.


Silvan değildir, Çukurca değildir, İmralı ile Kandil “ayrılığı” değildir.


“Sadece silahlı insanları değil, sivilleri de ezmek”, “PKK’yi ver” deyip, İsrail’le barışmak ve “Suriye’de Amerika’ya tam destek vermektir”.


Suriye’ye “müdahale” etmek, öyle sıradan bir iş değildir. Eski Genelkurmay Başkanı Başbuğ yazdığı kitapta, 1 Mart tezkeresinin Meclis’ten geçmemiş olmasını büyük bir yanlış olarak boşuna değerlendirmedi. Hükümetin de, ordunun da bugünkü büyük pişmanlığı, Saddam teröründen kurtulan Kürtlerin kendi öz topraklarında egemen olmasıdır. Şimdi de aynı durumun Suriye’de gerçekleşmesi, onların rüyalarını kabusa çeviriyor.


Hükümetin neredeyse “resmi” organı durumuna gelen Star gazetesi “PKK’yi ver, ben de sana Suriye’de destek vereyim” görüşünü her fırsatta işliyor. Bu gazetenin yazarlarından İbrahim Kiras, devletin ve hükümetin korktuğu “senaryoyu” olanca açıklığı ile yazdı. Şöyle dedi:


“Şam rejimi devrildiği takdirde bugünkü Suriye birliğini muhafaza etmek büyük ölçüde zorlaşacaktır. Mevcut rejimin çöküşünün ardından en başta Kürtlerin bağımsızlıklarını veya en azından bir tür özerklik elde edeceğini beklemek yanlış olmaz. Böyle bir gelişme Kuzey Irak Kürtlerinin Suriye Kürtleriyle birleşerek ‘açık denizlere erişim’ elde edecekleri bir jeopolitik dönüşüm anlamına gelebilecektir.”


İşte Türkiye’nin bölge savaşlarına, Suriye’ye, İran’a vs. müdahaleye sürüklenmesi bu argümanlarla el altından, el üstünden, gizli, açık adım adım planlanıyor.


PKK’ye karşı kışkırtılan ve yaşama geçirilen savaş, Türkiye’nin çok daha kanlı badirelere sürüklenmesinin ön hazırlığından başka bir şey değildir.


Libya’da milyarlarca dolarlık yatırımı riske giren, belki de “güme” giden Türk sermayesi, bu hükümetin eliyle bölge pazarlarından kaybettiği payı almak, daha fazlasını yağmalamak için uluslararası koşulların olgunlaştığını, bu yağma savaşının önündeki tek engelin ise, bütün parçalarda her geçen gün daha fazla PKK’ye yaklaşan Kürt toplumu olduğunu görüyor.


Bir düşünün: Irak’ta, İran’da, Türkiye’de, Suriye’de Kürtler devlet sınırlarını değiştirmeden devletsiz bir uygar, barışçı hayat kurmuş olsunlar. Ne olurdu? Birbirine rakip ve o nedenle düşman devletler arasında, her türlü kanlı çarpışmayı önleyen bir “koruyucu yastık” ortaya çıkardı. Uyanın! İşte bu yastığı parçalamak, imha etmek ve sonra da birbirlerinin boğazına yapışmak isteyenler işbaşındadır.


Uyanmanız için Türkiye’ye yerleştirilecek olan Patriot füzelerinin patlaması mı gerekiyor