20 Ocak 2010 Çarşamba

"Milli Mücadele" sürecinde aldatılmış bir halk: KÜRTLER

http://www.youtube.com/watch?v=YU0sXFE2pcs

Tetikci Ağca ve...Suçluyuz


MHP tetikçisi Malatyalı Mehmet Ali Ağca ile ayı dönemin gençleriyiz. Malatya, gözü kara bir sürü MHP’li tetikçi çıkarmıştı. Bunlar, Alevi, Kürt ve solcuları gördükleri yerde indiriyorlardı. Türk kontrgerillasının, bağımsız belediye başkanı Kürt asıllı Hamit Fendoğlu’nu bombalı mektupla havaya uçurmasından sonra olaylar çığırından çıkmıştı. Olay o kadar devlet tertibiydi ki, Hamit Fendoğlu öldürülür öldürülmez faşistler Alevi ve Kürt mahallelerine doğru saldırıya geçmişti. Yıl 1977 idi. Eğer Kürt ve Alevi mahallelerinde yiğitçe bir direniş gösterilmeseydi, Maraş Katliamından daha acımasızı Malatya’da gerçekleştirilecekti.

Faşizme karşı barikat savaşını ilk kez orada yaşadım. Faşistler nasıl ki; solcu ve Kürt mahallelerine saldırmaya koşuyorduysa, Kürtler, Aleviler ve solcular da kendi mahallelerini korumaya koşuyordu. Tam bir mevzi savaşıydı. Gözü dönmüş sokak faşizminin ne demek olduğunu ta o sıralarda gördüm. 

M. Ali Ağca ve Oral Çelik gibi tetikçiler, arkalarında devlet desteği ve bellerindeki devlet silahıyla inanılmaz çoklukta cinayet işliyorlardı. Günlük cenaze kaldırırken o zamanki temel sloganımız şu olmuştu:
“Analar doğurur, faşistler öldürür!”

Ortada sağ-sol çatışması yoktu. Ortada, Kürtlerin, solcuların, Alevilerin ve emekçilerin kendilerine zulmeden devletle hesaplaşma isteği vardı. Düzen, demokrasi güçlerinin direnişlerinin karşısına beş yüz bin kişilik ordu, yüz bin kişilik polis teşkilatı ve MİT’i çıkıyordu. MHP’liler ise, bunca silahlı güce rağmen, tetikçi olarak devletin yanında yer alıyorlardı. Eşitsiz, acımasız ve kuralsız bir savaştı. Toplum, kendisine hükmeden devletle hesaplaşamıyordu. Hak isteyemiyordu. Silahlandırılmış MHP’li katiller, hak ve adalet arayanların kanını döküyordu. İşte böyle bir ortamda solcular veya PKK’liler MHP’lilere karşı kendilerini savunduklarında devlet, “sağ sol çatışması var” diyordu.

Bugün tahliye olan Mehmet Ali Ağca, 12 Eylül öncesi canı sıkıldığı zaman sokağa çıkıp Alevi ve solcu vuran kişiydi. O kadar çok cinayet işlemişlerdi ki, polis tutanaklarındaki şu ifade yıllarca gazetelerden düşmedi. İfade alanlar soruyordu: “Niye bu kadar insan öldürüyordunuz?”

Cevapları şöyleydi:
“Akşamdı, canım sıkılıyordu, çıkıp birkaç solcu vurup eve döndüm!”
Bebekten katil yetiştiren sistem, M. Ali Ağca gibi binlerce tetikçi yetiştirmişti. Ağca, 1979 yılında Milliyet Baş Yazarı Abdi İpekçi’yi öldürdü. Tutuklandı. İdam cezası aldı. Askeri cezaevine özellikle alındı ve oradan silahlı asker kıyafetiyle devlet tarafından kaçırıldı. 1981 yılında, sorunlar yaşayan sosyalist sistemin bir üyesi olan Polonya asıllı Papa’yı İtalya’da vurdu. Papa’nın Polonya üzerinde etkisi büyüktü. Abdi İpekçi cinayetinde olduğu gibi, bu suikastı da karmaşık hale getirdi Ağca. Saçma sapan ifadeler verdi. Abdi İpekçi eyleminden sonra yakalandığında, basın mensuplarına söylediği ilk sözü dünkü gibi hatırlıyorum:
“Ben ne sağcıyım ne solcu, bu eylemi bireysel olarak gerçekleştirdim,” demişti. 

Papa suikastından sonra kendisini Mesih ilan etti. Sadece MHP ve Türk devleti onu kullanmadı, uluslar arası istihbaratlar da kullandı. 12 Eylül darbesine hazırlık için ses getiren cinayetlerde en çok da CİA kullandı onu.. 

İşte bu ünlü tetikçi dün tahliye oldu. GATA’dan "Askerliğe elverişli değildir", raporu aldıktan, yani asker kardeşleri tarafından çürüğe çıkarıldıktan sonra, omuzlar üzerinde Ankara Sheraton Oteli’ne yerleştirildi. Şimdi beş yıldızlı otelden katillik anılarını pazarlayacak… 

Ağca’nın tahliye olduğuna dair haberleri okuduğumda, yeniden gençlik yıllarına gittim ve onun öldürdüğü toprak olmuş insanları düşündüm… Ne puşt bir hayat böyle! Ne adi bir devlet! Katillerin omuzlarda taşınıp, mağdurların ayak altında çiğnendiği bir ülkenin vatandaşı olmak, boyunda ağır bir zincir taşımak gibi bir şey…
Devlet tetikçisi Ağca’nın tahliyesi, Ermeni yetimi Hrant Dink’in Türk faşistleri tarafından katledilişinin üçüncü yılına denk geldi. Dink’i vuran katile, Türk devlet görevlileri bayraklı poz verdirmişlerdi. Katili yargılamaya getiren resmi cezaevi aracının plaka yerinde, faşistlerin ünlü sloganı “yas sev ya terk!” yazılıydı.
Mehmet Ali Ağca’nın omuzlarda krallar gibi beş yıldızlı otele taşınıp, basın mensuplarının ise tek kelime almak için sıraya geçtiği Türkiye resmi karşısında Ermeni yetimi Hrant Dink’e şimdi ne diyeceğiz… Bir Kürdistan yetimi olarak onun mezar olmuş yaralı varlığını nasıl ikna edeceğim!

Sevgili Hrant Dink, biz suçluyuz. Ölü yoldaşlarımızı gömüp, daha sonra düzen yanaşması solcular olduğumuz için suçluyuz. Halk çocuklarını isyana kaldırıp, onların kanlı cesetlerine basarak katillerimizle uzlaşma aradığımız için suçluyuz. Bayramlaşmak için onların ölüm taburlarının kapılarını aşındırdığımız için suçluyuz. Ufak tefek düzenlemelerle yeniden katil güruhun iktidarını kabul ettiğimiz için suçluyuz. Hem katilleri hem mağdurları idare eden numaradan aydınlara tav olduğumuz için suçluyuz… Katillerin yönetiminde el pençe divan durduğumuz için suçluyuz.
Suçluyuz işte! Bu suçlarımızdan dolayıdır ki, sokaklarımızın ve düşlerimizin ünlü tetikçiler tarafından her defasında yeniden çiğnenmesi karşısında yapabileceğimiz bir şey kalmamıştır.
Ermeni Yetimi Hrant Dink, sen ve halkının yaşadığı katliam ve tepinme trajedisinin aynısını benim halkım yaşamamak için dişlerini dudaklarına gömmüş bekliyor. En az kırk bin Kürdistan yetimi öldürmüş olanların köy, kasaba ve şehirlerimizi yeniden ele geçirecek olmalarının korkusundan kabuslu gün ve geceler geçiriyoruz.

Ermeni yetimi Hırant Dink, katillikle mücadelenin siyasetle bir ilişkisi yoktur. Aksine katillikle mücadele azmimizi en çok siyasal duruştaki yamukluklar geriletti. Katillikle mücadele bir azimdir, bir sorumluluktur, insan yaşamına ve geleceğin çocuklarına karşı düşünülmüş bir saygıdır. Yüksek bir insan bilincidir.
Cellatlarımızla yüksek bir bilinçle mücadele edemediğimiz için suçluyuz… Sokaklarımızı ve evlerimizi katil baskınlarına açık halde bıraktığımız için de suçluyuz…

Suçluyuz işte…


19 Ocak 2010 Salı

18 Ocak 2010 Pazartesi

Lazlarin tarihine iliskin bir bakis...(devam)


Laz vakfı tartışmaları devam etmekte ancak bir sonuç alınamamaktadır. Gün geçtikçe katılımcılar eksilmektedir. 1993 yılı başında Bugün Gazetesi`nin vakıfla ilgili çarpıtılmış, provakatif bir haberi bu noktada amacına ulaşır.1 İnsanlar terörize olurlar ve geri çekilirler. Bir yanda bir geri çekilme yaşanırken öte yanda Özgür Gündem`de birer ay ara ile yayınlanan iki yazı2 gönüllere su serper. Vakıf kurulamaz ancak en az vakıf kadar önemli bir dergi doğar bu süreçten: Ogni3
Derginin ilk sayısı 1993 Kasımında yayınlanır. Yerli ve yabancı basından buyük ilgi gören Ogni, aynı ilgiyi Devlet Güvenlik Mahkemesi savcılarından da görür. Toplatma talebi yedek hakimlikçe reddedilen savcılık makamı, karara itiraz ederek derginin toplatılmasını sağlar. Ogni`nin toplatılması iki yönlü bir etkiyi açığa çıkarır. Toplatılma kararının duyulması ile dergi daha da popüler olur. Ama öte taraftan okur da terörize olur, dergiyi okumayı bırakın, elinde tutmaya çekinir. Öyle ki toplatılma kararına kadar dergiye gelip giden vakıf süreci katılımcıları dergiden ayaklarını keserler ve trajikomik davranışlar sergilerler.
Vakıf sürecine katılan avukatlardan bazıları vekalet almaktan bile imtina ederler.4 Dergide hazırlık soruşturmasının takipsizlik kararı ile neticelenebileceği düşüncesi de varken sırası ile ilk üç yazı5 gerekçe gösterilerek hakkımızda bölücük suçlaması ile dava açılır. Tarihi bir davadır bu. Yetmiş yıllık cumhuriyet tarihinde bir Laz ilk kez Laz`ım dediği için yargılanır. Savunmada şu husus vurgulanır:6 Kendisini Türkiye mozaiğinin bir unsuru olarak gören isim ve türkülerini söylemek, dilini kullanmak şeklinde somutlaştırılan üç hak için meşru zeminlerde mücadele edilmesini isteyen bir dergi bölücülük propagandası yapmaz, yapamaz. Davayı açan savcılık makamı, davanın sonunda beraat ister.
Mahkeme de beraate karar verir. Adeta Ogni`yi tasvip ederek: Sonuç olarak suça konu her üç yazıda Laz olarak adlandırılan vatandaşlarımızın ayrı bir ulus olarak ayrı bir devlet kurmaları gereğinin vurgulanmadığı, tam tersine Laz kökenli vatandaşların Türkiye mozaiğinin bir parçası olduğunun açıklandığı ancak bununla beraber, Laz kökenli vatandaşlarımızın da bir dili olduğu, bu vatandaşların dillerini özgürce kullanmaları, türkülerini söylemeleri ve atalarından kalan isimlerle çağrılmaları için meşru zeminlerde mücadele yapılması gerektiğinin anlatılmaya çalışıldığı ancak kanun unsurları 3713 sayılı kanunun 8/1. maddesinde yazılı Türkiye Cumhuriyeti devletinin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedef alan propaganda yapmak suçunun kanuni unsurlarının oluşmadığı, bu düşünce babında yani bölünmek anlamında taraftar kazanmaya yönelik bir amaç içinde bulunulmadığı, yazının kültürel kimlik ile ilgili bir dileği dile getirdiği sonucuna varılmış ve açıklanan sebeplerle kanuni unsurları itibari oluşmayan suçtan sanığın beraatine karar vermek gerekmiştir.7
Buna rağmen dava süreci (Kasım 93  Nisan 94) zor ve yıpratıcı bir süreçtir. Derginin iki ve üçüncü sayılarıtoplatılma endişesine rağmen çıkartılmıştır. Bu zorlu süreç beraatle birlikte atlatılmış derginin yayınında bir süreklilik sağlanmış ancak görev değişimi sırasında ve maddi konularda duyulan sıkıntı artmıştır. Bu sıkıntıları gidermeye yönelik yapılan toplantılarda beşinci sayıdan sonra görev değişimi kararı alınır.8 Bu karar altıncı sayıda yerine gelecektir. Ancak bu karar yerine getirilmez ve Ogni`nin altıncı sayısı (siz bunu 5+1 diye de okuyabilirsiniz) şekil ve içerik açısından değişmiş9bir şekilde, derginin yasal sorumlusundan habersiz çıkartılır. Bunun neden yapıldığını düşündüğümüzde aklımıza iki sebep geliyor. Birincisi, beşinci sayıdaki samimi bir dergi olma çabasına bir cevap verme düşüncesi, ikincisi de dergi bir sayı daha çıksın da ne olursa olsun anlayışı. Eh, abartılı bir benzetme olacak belki ama devrim kendi çocuklarını yer derler... Ve Ogni`nin yayın hayatı son bulur.


1- Bugün Gazetesi bu yalan haberi nedeni ile dava edilmiştir



2- Aksamaz, Lazlara Gülmenin Dayanılmaz Hafifliği, Özgür Gündem, 15 Haziran 1993;Yaşadıkları Coğrafyanın Otoktonları:Lazlar, 15 Temmuz 1993



3- Ogni`nin isim babası Mecit Çakırusta`dır



4- Burada Ahmet H. Kırım`ı tenzih ediyoruz



5- Çıkarken: Kendine / Kendin Olma Bilinci Üzerine Düşünceler, Sarigina Beşli:Dil,Kültür, Kimlik Sorununa Kısa Bir Giriş, Ç'ut'a Noxlams.



6- İstanbul 1 Nolu DGM`de yapılan savunmadan, Dosya No: 1993/415, daha fazla bilgi için bkz. Karar: Ogni Beraat Etti....Ogni, Sayı 5, Sayfa 45, İstanbul, Temmuz-Ağustos 1994



7- ags. Sayfa 46



8- ags. Sayfa 1



9- Mecburi uzunca bir dipnot: 5+1 . Ogni`deki şekli değişikliğe bir sözümüz yok. Ancak içerik düşündürücü.Her ne kadar Kemalist olsada Toktamış Ateş`in kısmi objektif yaklaşımlar sergileyebileceğini dolayısıyla konuk yazar olarak Ogni`de yazmasını anlayabiliriz.(Ogni, Sayı 6, Sayfa 5, Eylül-Ekim 1994). Fakat içinde '' Yüce Türk Milletine '' gibi şoven bir terminoloji`nin ürünü ibarelerinin kullanıldığı bir bildirinin Ogni`de yayınlanmasını Kafkasyalılık Bilinci`nin gelişmesine katkı olarakmı adlandıracağız ? (agz.Kafkasya Çeçen Dayanışma Komitesi Basın açıklaması, Sayfa 19) İşin daha ilginci bir yanda bu bildiriyi yayınlarken öte yanda yeltsin`in samimiyetten uzak riyakâr bir mesajı`nın yayınlanmasıdır.(ags.''yeltsin:Kafkas Halkları Kahramanca Mücadele Etmişlerdir....''Sayfa 14 ) Dikkati çeken bir ayrıntı`da Alboni`nin tıpkı basımı ile ilgili duyurudur. Duyuruda '' İskender 3itaşi 1938`de 'Sovyet' yönetimi tarafından katledildi.'' denilmekte iken tıpkıbasımda '' Stalın`nin direktifiyle katledildi'' denilmekte (ags.Sayfa 42). Aslında yukarıda, 3itaşi`den bahsederken sorulması gereken bir soruyu şimdi soruyoruz. 3itaşi`nin katledildiği bilgisi yukarıda bizimde ifade ettiğimiz gibi bir karineden yola çıkarak`mı veriliyor yoksa bir belgeye yada tanıklığa yada kamu`ya mal olmuş bir bilgiyemi dayanıyor ? Her halükârda bir ''Sovyet yönetimi'', bir ''Stalin'' denilerek neden kafa karışıklığı yaratılıyor ? Yoksa amaç Anti-Komünizm propagandası yapıp birilerine hoş görünmekmi oluyor ? Bilimsel bilginin peşine düşünce insan sorulardan kendini alıkoyamıyor.


Konular
1988'den beri Laz arkadaşlarla toplumsal mitinglere katıldığımızda Lazcanın sesini bu mitinglerde de duyururduk. 1994 1 Mayıs kutlamalarına ise Lazlar olarak katılmaya karar verdik. Pankart hazırlamamıza gerek kalmadı çünkü aramızda bir tulumcu da vardı ve tulum bizim için doğal olarak pankart vazifesi görüyordu. Sayımız fazla değildi. Buna rağmen tulumun dayanılmaz sesini duyan Lazlar, Hemşinliler kortejlerinden kopup, bizimle horon vurup kortejleri bir hayli uzaklaştıktan sonra kortejlerine geri dönüyorlardı.

Diyebiliriz ki sayımızın az olmasına rağmen 1994 1 Mayısını renklilik açısından biz belirlemiştik.
Konular
İstanbul'dan yayın yapan Çevre Radyo'da Kasım 1995'de bir ilk gerçekleşir. Tanura adlı Lazlara yönelik bu program Bucaklişi ve Esat Sarı tarafından hazırlanır ve sunulur.* Lazlar ve diğer halklar tarafından büyük bir ilgi ile karşılanır. Programın en önemli özelliği programda bolca Lazca konuşulmasıdır. Yaşlı bir teyzenin yukarıya aktardığımız sözleri Lazların özellikle yaşlı kuşağın Lazcaya duyduğu bağlılığı göstermesi açısından önemlidir. Programın yayınına iradî olarak Haziran 1998'de son verilir. Tanura deneyimi Lazca radyo ve TV yayınlarının mümkünlüğünü bize göstermiştir.

*Bu program Vi3e`li Hakan Sargın`ın önerisi ile başlamış ve ilk yayın 25 Kasım 1995`te Bucaklişi ve Hakan Sargın tarafından yapılmıştır.
Konular
Tam adı Doğu Karadenizliler Hizmet Vakfı-Sima olan vakıf 1996 yılında kurulur. Merkezi İzmit'dedir. Lazlığı farklı düzeylerde algılayanların kurduğu vakfın kurucu başkanı Orhan Bayramin'dir. Şimdiki başkan Vecdi Cihangir'in Mjora ile ilgili bir toplantıda Siz vakıf kuramadınız ama biz kurduk demesi bir şekilde 90'ların başından beri tartışılagelen Laz vakfı fikrine sahip çıktığının göstergesidir. Bununla birlikte, Bayramin'in 1999 yılı başlarında İzmit'te düzenlenen, askeri ve mülki erkanın ve ne yazık ki Meral Akşener'in de katıldığı yemekli bir toplantıda vakıf adına şunları söylemesi durumu özetlemektedir: Sima, Türkçemizde güzel, hoş yüz anlamı uyandırır. Bizim konuştuğumuz Lazcada da sen ben anlamına gelir. Vakıf ne yazık ki henüz vakıf senedine uygun kültürel bir adım atamamış, atmaya niyetlendiğinde de 17 Ağustos depremi buna izin vermemiştir. Sanırız Mjora ile birlikte vakıf da yeni ve sağlam adımlar atacaktır.
Konular
Saygıdeğer büyüğümüz M. Recai Özgün (Ar3'aşi-Arwaşi) tarafından kaleme alınan kitapta Lazlar tarihsel ve folklorik açıdan anlatılmaktadır. Özgün Arhavilidir. Çocukken ,Lazca ile Mücadele Kolu Başkanı olan yazar bügün Laz kültürünün önemli bir savunucusudur. Özgün, Sima Vakfı kurucu üyesi ve basın yayın sorumlusudur.

*Özgün, M. Recai, Lazlar, Çiviyazıları, İstanbul 1996. Yazarın konuyla ilgili sayılabilecek iki kitabı daha vardır. Atmaca, Fatih Ofset, tarihsiz: Başladığımız yer, Mjora, İstanbul 1998
Konular
Kafkasya Yazıları Çiviyazıları'nın Kafkasya ile ilgili kitap dizisidir. İlk sayı 1997 ilkbaharında yayınlanmıştır. Bir şekilde Ogni`den sonra daha geniş bir konseptte Lazların da yayın ihtiyacını karşılamıştır. Bugüne kadar yedi sayı çıkmıştır. Dizi Özcan Sapan ve Hüseyin Demirel tarafından yayına hazırlanmaktadır.
Konular
Nena Murun3xi - Nena Murunéxi Türkiye'de Lazca yayınlanan ilk şiir kitabıdır. Şair yazar Selma Koçiva 1960 Ardeşen doğumludur. 1979'dan beri Almanya'da yaşamaktadır. 1984 yılında Lazebura çalışma grubunda yer alır. Uluslararası Güney Kafkas Kültürleri ve Dilleri Derneği kurucularındandır. Ogni dergisinde de yazan Selma Koçiva Dutxe`lidir. Şiirlerini Dutxe Lazcasının müziği ile yazagelmiştir. Koçiva'nın Lazcaya hakimiyeti herkes tarafından takdir edilir. Uzun yıllardır memleketinden ayrı yaşamasına rağmen hala halkını çok iyi tanımakta ve şiirleri ile halkın nabzını tutmaktadır.

*Koçiva Selma, Nena Murun3xi, Kurye, İstanbul 1997
Konular
Hepimizin ilgi ile izlediği Ardeşen-Şangul`lu Ali İhsan Aksamaz'ın (İslamoğlu) aynı adlı kitabı 1997 Kasımında Çiviyazıları'ndan çıkar. Yazımızda adı sıkça geçen Aksamaz üretkenliği ile herkesi etkilemiştir. Başarılı yazar Lazcayı sonradan öğrenmiştir. Ancak Kafkasya'dan Karadeniz'e Lazların Tarihsel Yolculuğu kitabı okurda hafif bir düş kırıklığı yaratır. Aksamaz'dan yeni bilgiler alacağını ümit eden okur kitapta Aksamaz'ın bir çok yerde yayınlanan makale ve çevirilerinin biraraya gelmiş halini bulur.1 Bununla birlikte Lazlarla ilgili yapılan çalışmalarda2özel bir yere sahip olan kitap yazarının da belirttiği gibi sağlam bir girizgah niteliği taşır. Çalışmalarını uluslararası boyutlara taşıyan yazar Abkhazya'ya da gitmiş, Temmuz 1994'de Dünya Abkhaz Kongresi'ne gözlemci olarak katılmıştır. Aksamaz'ın bize kazandırdığı son çeviri Doğu Karadeniz'de Efsane, Tarih Ve Kültür'dür.3


1- Yanlış anlaşılmasın, Aksamaz`ın makale ve çevirilerini okumamış okurlar için eser bulunmaz bir kaynaktır. Yazar kitabında 100 sayfaya yakın Lazca metine`de yer vermiştir.



2- Kitaptan öğrendiğimize göre Alboni adlı eseri de Aksamaz yayınlatmıştır.



3- Hann, Beller Ildiko, Doğu Karadeniz`de Efsane, Tarih ve Kültür, Çiviyazıları, İstanbul 1999


Konular
1997 Kasımında yayınlanan ilk albümü Lazuri Birabape / Heyamo1ile Lazların ve müzik çevrelerinin dikkatini çeken sanatçı Atina-Apso doğumludur. Öğrendiği ilk dil doğal olarak anadili Lazcadır. Türkçeyi o dönemdeki hemen her Laz çocuğu gibi ilkokulda öğrenir. Topaloğlu'nun Türkiye'deki popüler kültürün de etkisi ile eline ilk aldığı müzik aleti bağlamadır. Ancak 90'lı yıllarda gelişen Laz hareketi sanatçıyı kendi kültürüne yönlendirmiştir. Müziğinde sadece otantik enstrümanlar kullanmaya çalışan Topaloğlu, Laz müziğine yeni bir vurmalı kazandırmak için ğuni kullanır. Gürcüstan'a iki kez gider, Laz ve Megrel müzik aletlerini inceler. Bu müzik aletlerinden Türkiye'ye örnekler getirir. Birçok Laz köyünü derleme amacıyla inceler. Grubunda yaratılan birikimi devralacak genç Laz müzisyenlere de yer vererek Laz müziğinin önünü açmaya ve devamını sağlamaya çalışır.
Topaloğlu'nun bu çalışmaları ilgisiz kalmaz 14 Ağustos 1999'da Ardeşen'den yayın yapan Gelişim TV'deki bir haber bülteninde yaptığı konuşmada ırk farklılığı gözeterek halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği gerekçesi ile hakkında soruşturma açılır. Soruşturma meçhul bir şahsın Ardeşen ilçe emniyetini telefonla arayıp ihbarda bulunması üzerine başlatılır. Topaloğlu televizyonda yaptığı konuşmada yörede yaşayan insanlara ait Laz kültürünün sahipsiz bırakıldığı ve bu kültürün özellikle müziğini ve dilini yaşatmak istediğini ve buna ilişkin çalışmalar yaptığını, Laz dilini bilen kişilerin çocuklarına Lazcayı öğretmelerini istediğini söylemiştir. Savunmasında ise Türkçe ve Lazca sözler ihtiva eden şarkı ve türküleri yorumladığını amacının hiçbir şekilde bölücülük olmadığını vurgular. Soruşturma sonucunda hukuk galip gelir. Ve takipsizlik kararı verilir. Bu ikinci DGM karşılaşması da bize hukukun Lazların yanında olduğu gösterir.2
Topaloğlu'nun, sonucu takipsizlik de olsa böyle bir takibata uğraması devletin içinde bulunduğu çelişik durumu göstermesi açısından önemlidir. Devlet tarafından takibata maruz kalan Topaloğlu, aynı devletin cumhuriyetin 75. yılı dolayısıyla gerçekleştirdiği kutlamalar çerçevesinde, bir finans kurumunun organize ettiği Fahir Atakoğlu konserlerine konuk sanatçı olarak katılmıştır.3 Cumhuriyetin 75. yılının Başbakanının karşısında Lazca şarkılar söyleyen Topaloğlu'nun, Cumhuriyetin 76. yılının savcısına ifade vermesi, ve yine Cumhuriyetin 76. yılının Dışişleri Bakanı tarafından İsveç Dışişleri Bakanına albümünün hediye edilmesi4tarihin akışını algılamamız açısından öğreticidir.
Topaloğlu Almanya, Hollanda, Fransa, İsviçre, İngiltere ve Türkiye'de çeşitli konserler vermiştir.


1- Kalan Müzik İstanbul



2- Erzurum DGM Cumhuriyet Başsavcılığı, Hazırlık No: 1999 / 338, Karar No: 1999 / 66



3- Müzik ile Cumhuriyet Coskusu Radikal, 2 Eylül 1998



4- Milliyet`in yedi sütuna manşet verdiği ''özel'' habere göre İsmail Cem, İşveç Dışişleri Bakanı Lindh`e Kürt`çe, Ermenice ve Lazca Olmak üzere '' Anadoluda etnik farklılıklara gösterilen hoşgörüyü gözönüne sermek'' adına üç CD hediye etmiş. Lazuri Birapape`de yeralan Heyamo Lindh`i etkileyen eserler arasında yeralmış. Cem`in helsinki zirvesi öncesi vitrin düzenleme faliyetinin parçası olan bu girişim umarız vitrinde kalmaz. Tarih sadece bizim için değil, herkes için öğretici. 1998 yılında Harbiye Askeri Müze`de gerçekleştirilen İstanbul 2.Müzik Şenliği programında yer alan Knar konseri son anda askeriyenin müdahalesi ile iptal edilmişti. Habere göre`de Knar`a Polis konser izni vermiyormuş... Açıkça söylemek gerekirse Türkiye artık bir çifte standartlar ülkesi olmaktan kurtulmalıdır. Haber için bkz. Eyüpoğlu, Ali, Milliyet 26 Aralık 1999


Konular
Kısaca Lazebura olarak anılan kurum 1998 yılında Köln'de kuruldu. Lazların kendi öz örgütlenmelerine duyulan ihtiyacın doğurduğu birliğe Selma Koçiva başkanlık etmekte. Birlik Lazebura adında bir bülten yayınlamakta.1 Birlik Almanya'da yaşayan Lazların kültürel donanımını sağlamayı amaçlıyor. Bunun için çeşitli konserler, toplantılar, atölye çalışmaları yürütüyor ve şöyle diyor: Sadece ve sadece dilimizin ve kültürümüzün kaybolmaması, yaşatılması için çalışmak istiyoruz.

1-Şimdiye kadar 2 sayı yayınlanmıştır (Mjoradan İnternet`e aktarılan bu yazı yazılırken bu sayı 4`e çıktı)
Konular
Akyüz Yayıncılıktan Mart 1999'da çıkan sözlüğümüzde 9000 kelime, 500 civarında deyim ve atasözü var. Altı yıllık bir emeğin ürünü olan sözlük bugüne kadar Lazlarla ilgili olarak gerçekleştirilen çalışmalar arasında eksikliklerine rağmen çok önemli bir yerde duruyor. Yazarlardan İsmail Avcı Bucaklişi 1970 Atina-Noxlamsu doğumludur. Bucaklişi aynı zamanda usta bir horoncudur. Diğer yazarımız Hasan Uzunhasanoğlu 1973 Vi3e doğumludur. Halkımızın olumlu değerlerini üstünde taşıyan Uzunhasanoğlu, genç yaşına rağmen Laz kültürüne ciddi katkılarda bulunmaya devam etmektedir.
Konular
Öteden beri güzel Lazcası ile tanınan Yılmaz Avcı Azlağalıdır. Şurimşine'de çevirileri ile birlikte öğretici Lazca ve Türkçe şiirler, mizah öyküleri yer almakta. Avcı'nın şiirleri özellikle köylüleri tarafından iyi bilinmekte.2 Aynı zamanda Sima vakfı kurucu üyesi olan yazar kitabının önsözünde şöyle demektedir: Bu arada çok iyi bilinmesi gereken konu; bir veya birkaç çiçeğin kurumasıyla çiçek bahçesine birşey olmayacağı, bilakis bahçenin olmaması durumunda, tüm çiçeklerin de yok olacağının bilinmesidir.(?)


1-Avcı, Yılmaz, Şurimşine, Kurye Yayınları, İstanbul 1999



2-1994 yazında Zuğaşi Berepe olarak Hopa festivaline katıldığımızda, Azlağalıların daveti ile Azlağa`da bir konser vermiştik. Bu konserde Avcının Şurimşine Azlağa adlı şiiri okunmuştu.


Konular
Koçiva'nın Almanya'da basılan bu kitabında öteden beri çeşitli yayın organlarında çıkan yazılarının biraraya geldiğini görüyoruz. Yazar 80'li yıllardan bugüne Laz hareketine tanıklık yapıyor. Kitapta yer yer zorlamalara rastlasak da Koçiva'nın birikimini önemsemek gerekiyor.

*Koçiva, Selma, Lazona-Laz Halk Gerçekliği Üzerine, BDE Druck, Frankfurt / M 1999
Konular
Geçmişte söyledikleri Lazca şarkılarla dilimize dinamizm getiren üstatlar Yaşar Turna ve Ahmet Güngör'un adlarını da anmalıyız burada. Farkında olarak veya olmayarak şu veya bu şekilde Lazca şarkılar söyleyerek dilimizin yaşamasına iyi kötü katkıda bulunanları da isim vermeden analım. Ayrıca ikisini birarada anmak garip ama çocuklarına ve işyerlerine Lazca adlar vererek Lazlıklarına sahip çıkanları da unutmamak gerekir.
İşte Mjora ile yeni bir başlangıç yapıyoruz. Laz hareketinin kazandığı bunca deneyimden sonra Mjora'nın uzun soluklu bir yayın olacağını söylemek kehanet sayılmasa gerek. Yazımızı romantizm ve gerçekliğin kesiştiği bir dilekle bitirelim: Gerçekten özgür topraklarda, özgür halklarla durmak için çaba sarfetmeliyiz. Ama aynadaki resmin sahte güzelliğine kapılmadan*

*Çeçen, Mustafa, Lazepe so İdasen, Ogni, Sayı 5, İstanbul 1994

Lazların Tarihine İlişkin Bir Bakış...


Faik Efendi adına Nananena2 adlı Lazca ders kitabında rastlıyoruz. Kitapta Faik Efendi'nin Lazca bir kitap çıkardığını,3 Lazca yazdığı için �Sultan Abdul Hamit� tarafından hapsedildiği, yazılarının hepsinin yakıldığı, kaybedildiği, hapisten çıktıktan sonra Lazların düşmanları tarafından vurularak öldürüldüğü (?)4 anlatılıyor. Kitapta bir de çizim var. Ancak bu temsili bir çizim olmalı.

Doğrusu bu verilerle Faik Efendi'nin izini bulmak oldukça güç. Eğer baskıdan ve Sultan Abdülhamit'ten bahsediliyorsa bunun II. Abdülhamit olduğu açık. Bilindiği gibi II. Abdülhamit sıkı bir istibdat rejimi ve geniş bir hafiye örgütü kurmuş, basına gülünç denecek sansürler uygulamıştır. II. Abdülhamit'in saltanatı 1876'dan 1909'a kadar sürdüğüne göre Faik Efendi de bu yıllarda yaşamış ve hapsedilmiş olmalı. Bununla birlikte Ali İhsan Aksamaz Kafkasya Yazıları'ndaki bir makalesinde5 şöyle diyor:

Ünlü akademisyen Niko Marr, �1910 Lazistan Raporu� adlı eserinde, Hopalı Faik Efendi'nin, Lazcanın yazılı hale gelmesi için çalıştığını, bu nedenle Sultan Abdülhamit döneminde tutuklandığını, sürgün edildiğini ve daha sonra da Laz halkının düşmanları tarafından katledildiğini yazmaktadır. Lazların Tarihi6 kitabında ise durum biraz daha farklı anlatılmakta: Niko Maar bir yazısında şöyle söylemektedir: �Hopa'da Faik Efendi adında bir zatla tanıştık. Bu zat Sultan Hamit döneminde bir Laz alfabesi vücuda getirilmesi için girişimde bulunmuş, bu isteği pek hoş karşılamamışlar, yakalayıp zindana kapatmışlar, evini barkını didik aramışlar. Ailesini başka illere sürmüşler, buldukları belgeleri de ateşe vermişler.
1- Her ne kadar Nananena`da Faik Efendişi dense de bu Faik Efendi olmalı. Çünki Efendişi Ardeşen`de kabile adı olarak kullanılmaktadır. Oysa bilindiği kadarıyla Faik Efendi Hopalı`dır.
 

2- ÛzmÛrtli - T'amT'ruli,Osman Parpali 2, Nananena, Kaukasus-Verlag, Freudenstadt 1991
 

3- '' Faik Efendişi rt'u armuşi Lazi, Namuk gamiğu Lazuri svara 
 

4- '' Lazepeş duşmanepek Faiki doyles'' 
 

5- Aksamaz, Kafkasya Kültür Kşkenli bir Topluluk: Lazlar, Kafkasya yazıları, Sayı 1, Sayfa 97, Kafkasya`dan Karadeniz`e Lazların Tarihsel Yalculuğu, Sayfa 22, Çiviyazıları, İstanbul 1997 
 

6- Vanilişi, Muhammet/Tandilava, Ali, Lazların Tarihi, Sayfa 71, Ant Yayınları, İstanbul 1992
 

Konular
 

7 Kasım 1929'da Lazlar için tarihi bir adım atılır. Bu Witaşi'nin öncülüğünde Lazca yayınlanan bir gazetedir: Mçita Murunsxi - Möiua Murunéxi1 Elimizde bu gazetenin sadece ilk ve sanırız tek sayısı vardır. Bu gazetenin çıkış amacı Lazlara Ekim Devrimi'ni ve kazanımlarını anlatmak, kendi anadillerinde okuyup yazabilmelerini sağlamaktır. Gazetede kullanılan alfabe Latin alfabesine dayalı bir alfabedir.

Gazetede Lenin'in 19 Nisan 1896'da hapiste iken yazdığı bir bildiri, TASS ajansının uluslararası haberleri, Krupskaya'nın bir yazısı yer alır. Gazetede müstear adlarla birlikte Ziya Nuri ve Lazların Tarihi kitabından tanıdığımız Muhammed Vanilişi2adlarına da rastlarız. Ayrıca kullanılan alfabe de gazetede örneklenerek Witaşi tarafından anlatılmıştır. Bu konuda ilginç bir bilgi de Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu'nun 8924 sayılı, 26 Şubat 1930 tarihli bir kararıyla Mçita Murunsxi - Möiua Murunéxi`nin yurda sokulmasının yasaklanmasıdır.3

Witaşi'nin ortaya koyduğu ikinci eser ilkokul birinci sınıflar için hazırladığı ders kitabıdır.4 3itaşi'nin burada kullandığı alfabe yine Latin alfabesidir. Ancak bazı farklar vardır. Witaşi'nin üçüncü eseri Okitxuşeni Supara'dır.5 Bu kitap Alboni`nin devamı olarak yazılmıştır.

Witaşi hakkındaki bilgilerimiz de yok denecek kadar azdır. Yine Nananena'nın önsözünde Witaşi'den Lazların büyük şairi ve bilim adamı olarak bahsedilmektedir ve Stalin'in emri üzerine İskender 1938 yılında öldürülmüştür denmektedir. Aynı ifade Alboni`'nin tıpkı basımının6 arka kapağında da bulunmaktadır.7 Ayrıca �Meleni Sarpi�liler Witaşi'yi bilmekte, en son 1938 yılında Bakü'de görüldüğünü belirtmekte ancak akibeti hakkında birşey söyleyememektedirler.8 3itaşi'nin Stalin dönemi uygulamalarına kurban gittiğini söylemek dönemin konjonktürel yapısına aykırı düşmez. Tam da bu dönemde dikkati çeken bir nokta Abkhazya'da 1939 nüfus sayımından sonra Megrel ve Lazların Gürcü olarak gösterilmeye başlanmasıdır.9 Tüm bunlar Megrel ve Laz halkının artık sistemli bir Gürcü asimilasyonuna maruz kalacaklarını göstermektedir.10

1-Adı '' Kızıl Yıldız '' anlamına gelen bu gazete Sovyetler Birliği Komünist Partisi`nin XII. Kongresi`nde alınan karar gereği çıkartılmış olmalı. 1 Nisan 1923`te toplanan XII. Kongre SSCB`deki azınlıkların ve ulusların ekonomik ve kültürel gelişim düzeylerinin dengeli bir şekilde yükseltilmesi için bir plan hazırlar. Bu plan`ın hazırlanmasında Lenin`in geçmişteki yazıları ve mektupları çok önemli bir rol oynar (Gorbaçov, Mihail, SBKP MK 27. Kongre Siyasal Raporu içinde, Sayfa 8-9, Sorun Yayınları, İstanbul 1987 )
 

2-Vanilişi`nin Adı gezetede Mamedi Vanlişi Olarak geçiyor
 

3-Dündar, Fuat, Kafkasya Hakkındaki Yasaklı Yayınlar (1920-,44),Kafkasya Yazıları Sayı 2, Sayfa 36, Çiviyazıları İstanbul 1997
 

4-Chitaşi Isgenderi, Alboni, Geç'kapuloni meqtebepeş 1-ani sinifişeni, Abazastaniş Jumhuriyetişi gamamşqumala, Soxumi 1935
 

5-Chitaşi Iskenderi, Okitxuşeni Supara, Mazurani Fila, Soxumi 1937 
 

6-3itaşi, İskender, Gürcüstan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti`nde Okutulan Lazca Alfabe, Doyuran Matbaası. İstanbul 1994
 

7-Ayrıca bkz. Aydınlık, Yusuf, Kafkasya-Laz Kültürel Dayanışma Komitesi Basın Sözcüsü Avukat Ahmet H. Kırım`la Söyleşi, Ogni, Sayı 6, İstanbul 1994 
 

8-Aktaran İsmail A. Bucaklişi 
 

9-Kuzey Kafkasya Kültür Derneği Basın Yayın Komisyonu, Aphazya Gerçeği, Kafdağı Yayınları 2, Ankara 1992--- Nufus Sayımları Yalan Söyler(mi ?), Ogni, Sayı 2, İstanbul 1994
 

10-Bu konuda ilginç bir makale için bkz. Ogni, Sayı 2, Sayfa 11
 

Konular
 

Mçita Murunsxi - Möiuz Mtrtnéxi`nin kardeş yayını sayılabilecek Qazaqişi Gazeti, 1 Mart 1930'da, Gürcüstan'da Sovyet yönetimi`nin kurulmasından sonra Megrelya'nın özerkliği ve Megrelce`nin yazı dili olması için çalışan bir komünist olan İsaki Zvania ve Mamanti Kvirtia tarafından Gürcüstan Komünist Partisi Merkez Komitesi'nin resmi yayın organı olarak yayınlanmaya başlandı. Başlangıçta beş günde bir yayınlanan gazete 10 Mart 1932'den sonra günlük olarak yayınlanmaya başlandı. Amacı Mçita Murunsxi - Möiuz Mtrtnéxi ile aynıydı. Gürcüceyi hiç bilmeyen veya çok az bilen Megrel köylülerine sosyalizmi tanıtmak ve sosyal gelişmeler hakkında bilgi vermekti. Tirajı 1933 yılında on beş bine ulaştı. Aynı yıl tahmin edilebilecek nedenlerden dolayı yayını durduruldu. Aksamaz'a göre İsaki Zvania, Sovyet gizli polisi tarafından malum bahanelerden biri uygun bulunarak katledildi.2

Qazaqişi Gazeti`de de Mçita Murunsxi - Möiuz Mtrtnéxi`de olduğu gibi takma adla yazanlar vardı. Bunun 3itaşi ve Zvania'nın söylenen sonlarına baktığımızda çok da haksız bir kaygı olmadığını görüyoruz. Ancak kendi adları ile yazanlar da vardı. Bunlar Kolia (Nikoloz) Bukia, D. Çanturia, İlia Gogia idiler. Megrel dilinin ve Lazcanın olanaklarını anlayabilmek açısından Megrelce yayınlanan şu kitapların adlarını bilmek dahi önemli olmalı: Kitab-ı Mukaddes'in Megrelce çevirisi 1895; Megrelce-Gürcüce Sözlük, Givi Eliava/Korneli Danelia; Muço Lamenda Samargaloşi Moxande Qazaqoba Sabçoepişi Xeşuulobaşeni (Megrelya'nın Çalışan Köylüsünün Sovyet İktidarı İçin Nasıl Mücadele Ettiği), 190 sayfa, Zugdidi 1931; Kolektiuri Xanda, Anbani Samargaleşi Şkolepişo (Megrelya Okulları için Okutman), Kollektif çalışma, 198 sayfa, Tbilisi 1932; Manipesti Komu-nisturi Partiaşi (Komünist Parti Manifestosu), Karl Marksi do Pridriks Engelsi, Çev. Janier Rogava, Zugdidi 1933; Kaplan Postlu Şövalye, Çev. Kaka Zvania, 1966, Çev. Şanava, Soxumi 1991.

Bir yandan Lazlar, bir yan-dan Megreller kültürel kimlik-leri adına çalışmalar yürütürken elimizde birlikte bir şeyler yap-tıklarına dair bir bilgi olmaması ilginçtir.

1-Qazaqişi Gazeti, '' Köylünün Gayetesi '' anlamına gelir. Bu konuda son derece önemli bir çeviri için bkz. Enwall Joakim, 
Qazaqişi Gazeti, Ogni Sayı 5, Çev: Aksamaz, İstanbul 1994 
 

2-agy., Aksamaz`ın notu
 

Konular
 

Helimişi 1907'de Ortahopa'da doğar. Helimişi'nin 1932'ye kadar olan faaliyetleri hakkında elimizde Türkiye Komünist Partisi üyesi olduğundan başka bir bilgi yoktur. Helimişi 1932'de Sovyetler Birliği'ne gider ve Leningrad'ta bulunan Azınlık Milliyetleri Enstitüsüne gönderilir. Helimişi, burada dans eğitimi görür ve �Lazuri Gruppa� adlı bir dans grubu kurar. 1938 yılında o dönemdeki her Laz gibi baskıya uğrar ve sürgüne gönderilir.

Sürgünden Batum'a dönüşünde yapılan açıklama komiktir: �Bir yanlışlık oldu. � Yanlışlık uzun sürmez. 1949'da tekrar Sibirya'ya sürgüne gönderilir. 1953'te Stalin'in ölümüyle Stalin dönemi uygulamaları rafa kaldırılır. Bunun sonucunda Helimişi de sürgünden döndürülür. Ancak o bundan memnun kalmaz. Çünkü Sibirya'da da olsa kendine iyi kötü bir düzen kurmuştur. İşin ilginç yanı Helimişi, Stalin dönemi uygulamalarına maruz kalıp sürgünlerde yaşamak zorunda kalmasına rağmen Stalin'in ölümünden üzüntüyle bahseder. Sürgünden Batum'a geri döndürülen Helimişi ümitsizdir. Dönemin Gürcüstan devlet başkanına bir mektup yazar. Mektubun sonucunda Tiflis'te, üniversitede Türkçe öğretmeni olur ve Helimişi'ye bir yurt odası verilir. Bu oda Helimişi için sonun başlangıcıdır. Helimişi bu odada 1976 yılında ölür.

Cenazesi polisten kaçırılarak Meleni Sarôi-Sarp'i'ye getirilir ve burada gömülür. Helimişi'nin mezartaşında yaşadığı onca acıya rağmen şöyle yazılıdır: Skidzdzşen mznz mznöen kzebadi / Mzn zm dtnizs em dtnizş derdi vzr badi. ( Skidadaşen mana manç'en kaebzdi / Man am dunias em duniaş derdi var bzdi ) Helimişi yaptığı ses kayıtlarında adını �Helimişi Xasani� olarak telaffuz eder. Ama malüm sebeplerle ne acıdır ki mezartaşına bir soyad daha eklenmiştir: Helimis-z'e.(âe)

Helimişi Xasani yaptığı ses kayıtlarıyla arkasında onlarca şiir, derleme, şarkı, Lazlar hakkında bilgi ve Kore'de Bir Laz Kızı adında bir roman bırakmıştır.


*-bkz. Bucaklişi, Fırtınalı Bir Hayat, Bir Büyük Sanatçı, Orta Hopadan Sibiryaya, Tiflise Uzanan Bir Yaşam: Helimişi Xasani, Kafkasya Yazıları, Sayı 7, Sayfa 87, Çiviyazıları, İstanbul 1999
 

Konular
 

Tam adı �Lazeti, Tarih, Coğrafya, Etnoğrafya Çalışmaları� olan kitap 1964 yılında Gürcüstan'da yayınlanır. Yazarlar Muhammed Vanilişi ve Ali Tandilava'dır. iddiaya göre2 kitap birkaç kez Gürcüstan Bilimler Akademisi'nden Simon Canaşia ve Niko Berdzenişvili3tarafından redakte edilmek üzere yazarlarına iade edilir. Bu iddanın anlamı şudur: Kitap başlangıçta Gürcü resmi ideolojisinden uzak yazılmışken sonradan bu durum birkaç kez değişikliğe uğratılarak Gürcü resmi ideolojisine uygun hale getirilmiştir.4


1-Bu kitap Türkiye`de 1992 yılında '' Lazların Tarihi '' olarak Ant yayınları tarafından, Hayri Hayrioğlu çevirisi ile yayınlanmıştır.

2-Aktaran Bucaklişi 
 

3-Bu yazarları '' Türkiye`den Haklı İsteklerimiz (S.Canaşia, N.Berdzenişvili, Tarih ve Toplum, Çev:Mehmet Özata, Sayı 46 İstanbul 1987) adlı makalelerindende tanıyoruz.
 

4-Sinan Adalı bir yazısında '' Yayınevi`nin sorumluları Laz-Megreller`in Gürcü olduğu tezine katıldığı içinmi yoksa bu halkların kökenleri ve aralarındaki ilişki hakkında bilgi sahibi olmadığı içinmi, bu ''aslı inkâr'' kitabını yayımladı ?'' 
 

Konular
 

Arhavi dergisi 1973'lerde Ankara'daki Arhavi Kültür ve Yardımlaşma Derneği tarafından çıkarılmıştır. Dergi bütünüyle Laz kültürüne yönelik olmasa da bazı yazılar dikkate değerdir.*

*-Çakmak, Şener, Arhavi ve yöresi folklorunda ölüm temi ve bu temle ilgili inanlar üzerine bir inceleme, Arhavi Dergisi, Özel Sayı 4, Ankara 1973

Konular
 
Av. Şehzat Ayartepe Ardeşenli'dir. 1 Aralık 1976'da Karadeniz Haber gazetesinde Lazların Tarihçesi adlı bir makalesi yayınlanmıştır.Dr. Nizamettin Alkumru Hopa-Azlağalıdır. 1987 yılında Lazlar hakkındaki ansiklopedik bilgileri derlemiş ve çoğaltarak konuya duyarlı kişilere dağıtmıştır.

Konular
 
Fahri Kahraman Arhavilidir ve Lazuri Alfabe'nin yaratıcısıdır.11997 yılında Arhavi'de bir trafik kazasında2ölenedek hayatını Lazcaya adamıştır. Çalışmalarını kitaplaştırmak için emekli olmayı beklerken ömrü buna vefa etmemiştir. Arkasında bıraktığı en değerli eser olan Lazuri Alfabe 1984 yılında Almanya'da yayınlanmıştır. Alfabenin önemi büyüktür. Artık Lazca yazılabilir hale gelmiştir.

1-Lazoğlu, Fahri, Lazuri Alfabe, Lazuri Ç'arelepe, Parpali 1, Gundelfingen 1984 
 

2-Fahri Hoca, anlatıldığına göre dönemin Arhavi Cumhuriyet Savcısı`nın kullandığı arabanın çarpması ile ölmüştür. Savcı daha sonra tayin olmuştur.
 

Konular
 

Abkhazya'da yaşayan Megrel bir yazar olan Dzhodzhua, 1989 yılında Abkhaz televizyonuna çıkarak artık Gürcü resmi ideolojisinin kabul edilemeyeceğini, Megrellerin Gürcü olmadığını açıklar. Bu açıklamanın ardından dövülür, işinden kovulur, silahla görüşlerini değiştirmeye zorlanır. Bununla yetinilmez, annesi yerel Gürcü basınında oğlunu suçlaması için tehdit edilir. Bu yaşananlara rağmen Dzhodzhua, 1992 yılında bazı Megrellere yönelik bir açık mektup yazar. Ancak bu açık mektup Gürcüstan'da yayınlanmaz. Dzhodzhua, mektubunda televizyonda açıkladığı görüşlerinin arkasında durduğunu gösterir. Haziran 1990'da Londra'da toplanan 5. Avrupa Kafkasoloji kongresinde Megrelce ve Lazca ile ilgili bir tebliğin sunulduğunu ve bu dillerin içinde oldukları zor durumun vurgulandığını belirterek mektubunu �İleride torunlarımızın cevaplayamıyacağı davranışlar sergilemiyelim� dileği ile bitirir.

Bizce bu açık mektuptaki Megrel ve Gürcü ibareleri Laz ve Türk ibareleri ile yer değiştirse durumda şekli olarak bir değişiklik olmayacaktır.

*-Bkz. Dzhodzhua, Nugzar, Ben Bir Megrel`im, Ogni Sayı 6, Sayfa 17, Çev: A.İ.Aksamaz, İstanbul 1994. M.Recai Özgün ''Lazlar'' adlı kitabında Dzhodzhua`nın Temmuz 1990`da ''Edinenie''de Megrelleri asimile etmeye yönelik Sovyet destekli Gürcü şovenizm`ini teşhir ettiğini, T.Bokuchava isimli megrek kadınının ''Sakartvelos Literatura'' gazetesinde Megrellere giydirilen Gürcü etnik kimliğinireddettiğini ve kültürel özgürlük talep ettiğini, Vano Dgebuadze`nin de ''Bzep'' dergisinde Megrelleri asimile etmeye yönelik politikaları sergilediğini söylüyor(Özgün, Lazlar, Sayfa 202, Çiviyazıları, İstanbul 1996

Konular
 

Her ne kadar Dr. Hikmet Kıvılcımlı 1930'larda yazdığı �Yol� adlı kitabın II. cildinde Lazlardan bahsetmekte ise de en azından yakın tarihimizde Türkiye'de Lazlarla ilgili bir yazı yayınlayan ilk sol dergi Komün`dür.* Sanırız bu yazının yayınlanmasında Ahmet H. Kırım'ın derginin sahibi ve yazı işleri müdürü olmasının etkisi vardır. Zaten yazıyı da Lazların Tarihi kitabının yayıncısı kaleme almıştır. Yazı Lazların Tarihi kitabındaki hataları paylaşsa da yayınlandığı yıl için değerli bir girişimdir.

*-Şener, Cemal, Lazların Tarihine Kısa Bakış, Komün, İstanbul 1 Kasım 1989 

Konular
 

90'lı yılların başında Almanya'da Lazebura Çalışma Grubu kurulmuştur. Daha önce sözünü ettiğimiz Nananena ile birlikte Lazuri Ambarepe adında Lazca bir dergi yayınlar Lazebura. Gruptan Bedia Leba'nın şiirleri elden ele dolaşır. Özellikle idamla yargılanan Ardeşenli bir devrimci için yazdığı Toç'i Var Eyazden Hast'eri Sk'iri / Ç'esa Şeni --- Toöi Var Eyazden Hasûeri Süiri / Öesa Şeni* okuyan herkesi duygulandırır.

*-Devrimcinin mahkemede ''Sizin ipiniz bizi kaldırmaz'' şeklindeki beyanı destanın oluşmasına yol açan sözdür, Kişisel İletişim Selma K'oçiva 

Konular
 

Marmara Üniversitesinde bir horon çalışması başlatılır. Bu çalışma hemen hemen İstanbul üniversitelerinde okuyan Lazlığına ilgi duyan tüm gençleri kapsar. Çalışma bir yıl sonra sekteye uğrasa da ilerisi için ciddi bir başlangıç olur.*

*-Kişisel iletişim Bucaklişi

Konular
 

1992 yılı Lazlar açısından gerçekten, adeta bir milattır. Bu yıl Lazların Tarihi1 yayınlanır. Bizim de aralarında olduğumuz Laz gençleri Kadıköy'deki Pazarlılar derneğinde kültürel kimlikleri ile ilgili sorunlarını tartışmaya, horon oynamaya başlarlar. Öte yandan bir Laz vakfı kurma çalışmaları da başlamıştır.2 Yine Pazarlılar Derneği'nin yemekli bir gecesinde Lazca ile ilgili bir toplantının yapılacağını öğreniriz ve toplantıya dahil oluruz. Toplantıdaki simalar bizim için ilginçtir. Biz daha çok genç bir topluluk beklerken karşımızda yaşını başını almış, 'umçane' bir heyet buluruz. Bu bizi daha da heyecanlandırır. Toplantıya katılım gerçekten ilginçtir; toplantıda savcılar, hakimler, doktorlar, avukatlar vardır. Toplantı Ahmet H. Kırım'ın açılış konuşması ile başlar, horonla son bulur. Toplantının konusu vakıftır. Biz vakıfta Laz adının geçmesi gerektiğini vurgularız. Böylece biribirinden ayrı gelişen iki hareket buluşmuş olur ve buradan Ogni doğar.

Bu dönemde Cumhuriyet Kitap Eki'nde3 yayınlanan bir yazı doğru bir tespitte bulunur: Kültürel bir rönesans. Ancak kendisi de Hopalı bir Laz olan yazar sadece rönesansı tespit etmekle yetinir.

1-Daha önce`de belirttiğimiz gibi hernekadar kitap bilimsellikten uzaksada Laz Kimliği`nin anlaşılmasında önemli bir yeri olduğunu kabul etmek gerek
 

2-Akman, Haşim, Laz Enstitüsü Kuruluyor, Aktüel Sayı 66, İstanbul 1992 Yine bu yıl Almanya`da Kaçkar Kültür Çevresi ''Lazebura'' çalışma grubu dernekleşmiş, adı Kaçkar Kültür Çevresi Uluslararası Güneykafkas Dilleri ve Kültürleri Derneği olmuştur.

3-Çakır Ruşen, Laz Kültürel Rönesansının Eşiğinde, Sayı 131, İstanbul 1992 
 

Konular
 

İstanbul gibi bir metropolde kendi kültürel kimliklerine bir alt kültür yaratarak sahip olmaya çalışan horoncu gençler Zuğaşi Berepe'nin temellerini atarlar. Gerçekten horon ekibinin politik bir misyonunun bulunmaması, aldığı bazı davetleri cevaplayamaması, dinamizmden yoksun oluşu bize bir müzik grubu kurmayı dayatır. Ve Zuğaşi Berepe Lazca şarkı söylemek için, Laz hareketinin güçlü bir kalesi olmak için 1993 martında kurulmuş olur.*

*-Zuğaşi Berepe`nin yolculuğu ayrı bir yazı konusu olacağı için grup hakkında şimdilik bu bilgiyi veriyoruz. Ancak üzülerek`de olsa söylemeliyizki grup 1998 sonunda İgzas adlı son Albümünü çıkardıktan sonra solistlerden Kâzım Koyuncu`nun grup`tan ayrılmaya karar vermesiyle çalışmalarını durdurdu. Zuğaşi Berepe`nin iki albümü daha bulunuyor: Va Mişgunan, Anadolu Müzik, İstanbul 1995: Bruxel Live, Özel yapım, İstanbul 1998

Konular
 

1993 Temmuzunda bir Laz gezisi düzenlendi. Bu gezi Büyükada Dilburnu'na yapılan ve 150 civarında Laz'ın çoluğu çocuğuyla, genci yaşlısıyla katıldığı bir gezi idi. Gezide Zuğaşi Berepe küçük bir konser vermiş, doyasıya horon oynanmış, dönemin sorunlarıyla ilgili bir tartışma yapılmıştı.

Gezi insanların biribirlerini anlaması ve toparlanması ile sonuçlanmıştı. Bu gezinin İstanbul'da yaşayan Lazları biraraya getirmesi biz duygusunu güçlendirmiş ve bir yıl sonra ikincisi düzenlenmişti.

Anadilim Lazca...

AYDIN KARAHASAN: BENİM EN SEVDİĞİM DİL, ANADİLİM LAZCA'DIR

BirGün.Net

Aziz Nesin § Aydın Karahasan

AYDIN KARAHASAN Lisede tarih öğretmenimizi hiç unutmam! Laz'ı, Kürt'ü, Türk'ü, Abaza'sı, Gürcü'sü, Çerkez'i bir avuç öğrenciydik. Kendi aramızda hiç ayrım kayrım yoktu. Güle oynaya okula gidip geliyorduk. Fakat tarih öğretmenimiz Türkçe'den başka dilleri aşağılardı. Bir gün bana "Köpekler fındık çuvalları arasında dolaşırken ses çıkarmışlar, işte senin dilin Lazca öyle doğmuştur" dedi...

Aydın Karahasan ile tanışalı 17 yıl oldu. Zamanla Aydın'ın öğretmen, yazar, araştırmacı, dil uzmanı, çevirmen, çok okuyan, derin düşünen, özlü konuşan, Ömer Hayyam aşığı bir insan olduğunu anladım. Evindeki kitap, dergi, gazete arşivlerinin sayısı yirmi bin dolayındadır.

Anadili Lazcadır. Türkçe'yi çok iyi konuşur ve yazar. Almanca ve Fransızca'yı çeviri yapacak kadar iyi bilir. Hayyam'ı çevirebilmek için altmışından sonra Arapça ve Farsça öğrendi. 70 yaşında İngilizce öğrenmeye başladı.

Geçen yıl laf lafı açtı. Konu anadiline geldi. "Aydın, yedi dil biliyorsun. En çok hangi dili seviyorsun?" dedim. Yüzüme baktı. Ak sakalını sıvazladı. Gözleri ışıldadı. Yüzünden çeşitli gülümseme dalgaları gelip geçti. "Anamdan öğrendiğim Lazca bana en güzel, en akıcı, en sıcak dil olarak geliyor. Çocukluğumda evimizde Lazca konuşulurdu. Şimdi o yıllarda öğrendiğim Lazca'yla sanki kendimi daha iyi ifade edebiliyorum!" dedi. Nevin Hanım da benzer duyguları, düşünceleri dile getirdi.

SENDİKACILIĞIN BABASI ÖMER KARAHASAN Burada baba Ömer Karahasan'ın adını saygıyla anmak istiyorum.

Ömer Karahasan, Zonguldak Kömür İşletmeleri'nde çalışırken, 1946'da ilk olarak kurulan "Zonguldak Maden İşçileri Sendikası"nın on yıl kurucu başkanlığını yapmıştır. Daha sonra 1961 Anayasası'nı hazırlayan Kurucu Meclis'te işçiler adına, Türkiye'deki sendikaları temsilen seçilen, beş sendikacıdan biri olarak Çalışma Hayatı Komisyonu'nda çalışmıştır.

Ömer Karahasan, "Türkiye Sendikacılık Hareketi İçinde Zonguldak Maden İşçileri ve Sendikası" adlı büyük boy, 700 sayfalık bir kitap kaleme almıştır. Ömrünü sendikal mücadeleye adamış olan Ömer Karahasan, Türkiye'de, özellikle Zonguldak'ta "Sendikacılığın babası!" olarak tanınır.

HOPA'DAN ÇIKTIK YOLA... Gelsenkirchen'de, resim atölyesinde; Aydın'ın yaptığı Nâzım Hikmet konulu tabloların önünde konuşmaya başladık. Nâzım "Karlı kayın ormanı" tablosunda yürüyor, "Hopa Cezaevi'nde" tablosunda ise demir parmaklıkları arasından bize bakıyor gibiydi...

"Hopa Ortaokulu'nda okurken, öğretmenimiz bizleri Nâzım Hikmet'in bir süre hapsedildiği cezaevine götürmüştü. Nâzım'ın kaldığı koğuşu görmüştüm. Nâzım'ın 100. doğum yılında bu tabloları yaptım."

"3 Mart 1936'da, Kilimli'de dünyaya gelmişim. Annem babam Abu İslahlı. Sonradan Zonguldak Kilimli'ye göçmüşler. Benim en eski hatıralarım içinde Abu İslah ve Kilimli geniş yer tutar.

Çocukluğumda evde Lazca konuşulurdu.

Herkesin annesinin dünyanın en güzel annesi olduğu gibi, herkesin anadili de en güzel dildir. Anamdan öğrendiğim Lazca, bildiğim diller arasında bana en sıcak gelen dildir. Ben Lazca'da anamın sütünün tadını, bağrının sıcaklığını, evimizin havasını; Abu İslah köyündeki temiz su şırıltılarını, dedelerimin, ninelerimin, soyumun sopumun sesini, sözünü buluyorum.Babam Ömer Karahasan, 1907'de Batum'da doğmuş. Babamın babası Hasan Karahasan, Batum'da büyük bir tüccarmış. Babasından kalan malları satıp satıp yemiş. Satacak malı mülkü kalmayınca seksen doksan yıl önce Zonguldak'a çalışmaya gelmiş.

Babam, Batum'da Rusça öğrenmiş. Soğuk savaş döneminde Rusça bilmek tehlikeli sayıldığından, Rusça bildiğini kimseye söylemezdi. Babam Hopa ve Rize'de okumuş, Osmanlı okullarında eğitim görmüş. Bu nedenle Arapça, Farsça bilirdi. Biraz da Fransızca bilirdi. Babam dile yatkındı. Annem'in adı Fatma. Batum'da doğmuş. Çocukluğunun büyük kısmı Batum, Poti, Sahumi, Gudauta gibi Gürcü, Laz ve Rus şehirlerinde geçmiş. Annem Lazca konuşurdu. Çocukluğumda bana hayatını uzun uzun anlatırdı. Batum, Türkiye sınırları dışında kalınca, Hopa ile Batum arasındaki sınır kapanınca Hopa taraflarında geçim şartları çok zorlaşmış. Hopalılar, Rizeliler iş bulabilmek için Zonguldak'a, İstanbul'a, İzmir'e, Batı'ya göç etmiş. Akrabalarımızdan bir kısmı Batum'da kalmış. Yıllar sonra, 2006'da Batum'a gittim. Annemin doğup büyüdüğü yerleri ve akrabalarımızı gördüm. Poti, Sahumi, Gudauta gibi şehirler günümüzde Abhazya Özerk Bölgesi içinde kalmış. Babam Anadolu Müslümanı'ydı. Namaz kılar, oruç tutar, Kuran okurdu. Annemin dinle, ibadetle pek ilgisi yoktu. Bazen babamın dini görüşlerini şaka yollu eleştirirdi. Düşün bir kere! 1940'lı yıllarda Hopa'da, bizim köyde kadın erkek mayolarla denize girerlerdi. Annem de mayo giyerdi. Babam annemin inancına, düşüncelerine, davranışlarına hiç karışmazdı. Hoş görülüydü.

OKUL HAYATI BAŞLIYOR İlkokulu Kilimli'de okudum. Resim yapmaya ilkokul ikinci sınıfta başladım. Hâlâ aklımdadır. Başöğretmenimiz Şükrü Bey, "Düşündüğünüz cumhuriyet bayramının resmini yapınız." diye bir ödev vermişti. Yapıp getirdim. Çok beğendi. "Aferim oğlum! Resim yapmaya devam et!" dedi.

Evde boş zamanlarımda çeşitli şekiller çiziyor, insan, hayvan, ağaç, çiçek resimleri yapıyordum. Babaannem resimlerime baktı baktı:

  • "Oğlum Aydın, o yaptığın insan, hayvan, çiçek resimlerine can vereceksin! Bu resimler için mahşer gününde cayır cayır yanacaksın!" dedi.
  • "Niye yanayım babaanne?"
  • "Günah, günah!"
  • "Niye günah babaanne? Ben resim yapmayı seviyorum!"
  • "Senin aklın ermez, dinimiz yasaklamış resim yapmayı!"

Bir yanda başöğretmenimiz, "Aferim, resim yap!" diyordu, bir yanda babaannem "Günah! Cayır cayır yanacaksın!" diyordu. Hangisi doğruydu? Bilmiyordum. Ben başöğretmenin dediğini yaptım.

LAZCA VE KÜRTÇE NASIL OLUŞMUŞ? İkinci Dünya Savaşı döneminin siyasi akımları öğretmenlerimize de yansımıştı. Irkçı, turancı, milliyetçi öğretmenlerimiz vardı. Henüz tarikatçı, şeriatçı öğretmenler yoktu. Sonradan bunları daha iyi anladım. Okulda baskı vardı. Dayak vardı.

Tarih öğretmenimiz Ziya Özkaynak'ı hiç unutmam! Sınıfımızda Türkiye'nin her yöresinden öğrenciler vardı. Laz'ı, Kürt'ü, Türk'ü, Abaza'sı, Gürcü'sü, Çerkez'i bir avuç öğrenciydik. Kendi aramızda hiç ayrım kayrım yoktu. Güle oynaya okula gidip geliyorduk. Fakat tarih öğretmenimiz Lazca'yı, Kürtçe'yi, Abazaca'yı yani Türkçe'den başka dilleri aşağılardı. Bir gün bana: "Lazca nasıl doğmuştur?" diye sordu. "Bilmiyorum!" dedim.

Açtı ağzını yumdu gözünü! "Köpekler fındık çuvalları arasında dolaşırken ses çıkarmışlar, işte senin dilin Lazca öyle doğmuştur!" cevabını verdi!

Buna çok üzüldüm. Anadilinin aşağılanması insanı kalbinden vurur! İsyan ettirir! Ben de anadilimin aşağılanmasına kızıyor, üzülüyor, ama ses çıkaramıyordum. Arkadaşlarım da benim durumumdaydı. Tarih öğretmenimizin tutumunu bildiğimizden kendimizi gizlemeye başladık. Anadilim küçümsendikçe Lazlığımı daha çok düşünmeye, bu konulara kafa yormaya başladım. Okuldan, tarih dersinden soğumaya başladım. Halbuki biz mahallemizdeki Kürt, Türk, Abaza, Çerkez arkadaşlarla kaynaşmıştık. Aramızda hiç sorun yoktu. Sabutay ve Cebe benim en sevdiğim Abaza arkadaşlarımdı. Sapsarı, masmavi gözlü çocuklardı.

Bugünlerden o günlere bakınca milliyetçi, ırkçı, turancı görüşlerin farklı renkleri, kültürleri nasıl soldurduğunu; farklı etnik kökenden insanları birbirine düşman ettiğini görüyorum.

RESİM MERAKIM Ortaokuldan sonra sanat okuluna başladım. Sevmiyordum bu okulu. Bir gün babamla konuştum:

"Baba, ben Güzel Sanatlar Akademisi'nin lise kısmına devam etmek ve sonra Akademi yüksek kısmında okumak ve ressam olmak istiyorum!" dedim.

O zamanlar Güzel Sanatlar Akademisi sadece İstanbul'da var. Babam önce düşünceme karşı çıktı:

"İyi ama oğlum, ressamlık karın doyurmaz ki! Ayağına giyecek bir çorap bile bulamazsın! Resim asılı odada namaz kılmanın günah olduğu bu memlekette kim alır senin resimlerini?"

"Baba, ben resim yapmayı seviyorum. Müsaade et, akademide okuyayım. Kim aç kalmış ki?"

Annem beni destekledi. Gidersin, gidemezsin tartışması günlerce sürdü. Hiç unutmam, bir akşam evimizde bu konuyu konuşmak için toplanıldı. Komşumuz ilkokul başöğretmeni Mubahat Bey ve sıhhiye memuru İbrahim Bey de gelmişti.

Hem Mubahat Bey, hem de İbrahim Bey beni desteklediler: "Ömer Bey, bırak çocuk sevdiği okula gitsin! Gönülsüz namaz, göklere ağmaz! Her işte bir hayır vardır! Kapama çocuğun önünü! Buradaki okulların durumu meydanda" dediler.

Babam: "Madem ki durum bu, gönlünün istediği yere git oğlum!" dedi. Akademi başka bir dünya idi...

17 yaşındaydım. Babam beni sanat okulundan aldı. İstanbul'a, teyzemin yanına gönderdi. Akademi'nin lise kısmına sınavla giriliyordu. Sınavlar desen ve mülakat olmak üzere iki bölümdü. Sınavlara hazırlandım. Akademi giriş sınavını ikinci olarak kazanmıştım. Yıl 1954... Akademideyim! Akademi benim için yeni bir dünyanın başlangıcı oldu. Akademinin lise kısmında özgür bir ortam vardı. Ne Çelikel Lisesi'ne benziyordu, ne Zonguldak Sanat Okulu'na... İstanbul Boğazı'nın kıyısında, özgür bir sanat ortamında okumanın bambaşka bir tadı, insanı mutlu eden bir onuru vardı. Hocalarımız çok kaliteliydi. Burhan Topraklar, Bedri Rahmiler, Nurullah Berkler, Cemal Tollular... Her biri Paris ekolünden ya da Alman ekolünden gelen, Türkiye'nin seçkin sanatçıları, kaliteli öğretim üyeleriydi. Her biri ciğerlerine hava alır gibi Fransızca, Almanca konuşuyorlardı. Birkaç yabancı dil bilmeyen hocamız yoktu.

PARİS'TE DÜNYA BAŞKA DÖNÜYORDU 1959'da, akademi son sınıfına geçince, hocam Nurullah Berk beni Paris'e gönderdi. Üç ay kaldım Paris'te. Paris'te dünya başka dönüyordu!

Kilimli'yi, Zonguldak'ı, İstanbul'u, Türkiye'yi, 6/7 Eylül olaylarını Paris'te gördüklerimle karşılaştırdım. Farklar, karşılaştırılamayacak kadar büyük ve derindi. Sonra kendi yerimi, düşüncelerimi, dünyaya bakışımı Paris'teki hayatla karşılaştırdım. İstanbul, Zonguldak, Kilimli, Abu İslah köyü hepsi bana dar geldi.

"İmkânım olursa Paris'e geleyim, burada sanatımı icra edeyim!" düşüncesiyle tekrar İstanbul'a döndüm. Dünya gazetesinde çalışmaya başladım. Siyasi olaylar korkunç bir hızla gelişiyordu. Paris'i görmesem, olayların gidişinden bu kadar endişe etmezdim.

Akademiyi bitirip Kilimli'ye döndüm. Amacım, Paris'te verdiğim kararı uygulamak. Pasaport alıp Paris'e gitmek. Zaten daha önce kardeşim Yılmaz Almanya'ya gitmişti. Ben de Paris'e gidecektim.

Pasaport almak için işlemlere başladım. O yıllarda pasaport kolay alınmıyor. İşlemler altı ay, bir yıl sürüyordu. Zamanımı değerlendirmek, boş durmamak için Işıkveren Ortaokulu resim öğretmenliğine başladım. O günlerde babam Kurucu Meclis'e seçilmiş, Ankara'ya gitmişti. Babamla konuştum. Paris'e gitmeden önce askerliğimi yapmamın daha doğru olacağını söyledi. Ben de bu düşüncedeydim. Askerliğimi yaptım. Terhis olduktan sonra yeniden öğretmenlik için başvurdum. Orta kısmını okuduğum Çelikel Lisesi'nde resim öğretmenine ihtiyaç varmış. Başvurum kabul edildi. Bir zamanlar bana zindan gibi gelen, ancak orta kısmında iki buçuk yıl okuyabildiğim liseye şimdi öğretmen olarak dönüyordum.

İSYANCILAR... Tiyatro kolu olarak birinci yıl Turgut Özakman'ın "Güneşte On Kişi" adlı piyesini sahneledik. İkinci yıl Recep Bilginer'in "İsyancılar" adlı piyesini sahneye koyduk. Oyun sıradan, biraz sosyal içerikli bir oyundu. Olay Isparta'nın Senirkent ilçesinin bir köyünde geçiyordu. Aynı yıl Ankara Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenmişti. Sahneledikten sonra Zonguldak'taki bazı tutucu çevreler bana saldırı kampanyası başlattılar.

Öğretmen olarak öğrencilerimi isyana teşvik ediyormuşum. Hakkımda soruşturmalar başladı. Bu dönemde müdür yardımcılığı görevini de üstlenmiştim. Okul müdürünün öğrencileri dövmesine karşı çıkıyordum. Müdür ile aramız bir dayak olayı yüzünden daha da açıldı.

Tiyatro soruşturmasını atlatmıştım. Biraz huzura kavuşayım, rahat ders yapayım diyordum. Olmadı. Sanat tarihi dersinde Tevrat ile Kuran arasındaki ilişkiyi anlatmıştım. Ertesi gün Zonguldak Müftüsü hakkımda "Katli vaciptir!" diye fetva verdi.

Soruşturmalar birbirini izliyordu. Üçüncü soruşturmanın sonucu gelmeden benim pasaportumu verdiler. Artvin Milletvekili Fehmi Alpaslan'ın araya girmesiyle alabilmiştim. Yıl 1965 olmuştu. Çelikel Lisesi ne öğrenciliğimde, ne de öğretmenliğimde bana rahat yüzü göstermedi.

ALMANYA MACERASI... Almanya'nın Köln şehrine Ağustos 1965'te ayında ayak bastım. Niyetim Almanya üzerinden Paris'e gitmekti. Almanya ve Fransa'daki hayat şartlarını, iş imkânlarını uzun uzun değerlendirdik. Almanya'da kalmak daha uygundu. Paris hayalini bıraktım. Almanya gerçeğini yaşamaya başladım.

Önce Köln Üniversitesi'de yoğunlaştırılmış dil kursuna kaydoldum. Hızla dil öğrenmeye başladım. Kurslar biter bitmez Köln'de bir çikolata fabrikasında iş buldum. Fabrika hayatı benim Almanca öğrenmeme yardım etti.

ALMANYA'DA ÖĞRETMENLİK HAYATI... Öğretmenlik en sevdiğim meslekti. Boş bir yer aramaya başladım. 1976'da Dortmund Heisenberg Gymnasium'da sanat tarihi öğretmenliğine başladım. Okul müdürü Herr Heger öğrencilerle beni baş başa bırakıp çıkarken, omzuma dostça dokunarak:

"Sayın Karahasan, büyük bir özgürlük içinde ders yapabilirsiniz!" dedi.

İşte bu anı hiç unutmam. İçim bir hoş olmuştu. Bir Çelikel Lisesi müdürünü düşündüm, bir de Heger'i. Öğretmenlik yanında Türkçe edebiyat, sanat dergileri çıkardık. "Dergi" dergisi bunlardan biridir. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında, aydınlara, düşünenlere yapılan baskıların kaldırılması amacıyla çeşitli demokratik etkinlikler yaptık.

Öğretmenlik yanında sanat çalışmalarımı aralıksız sürdürdüm.

Fransızca'dan Türkçeye kitaplar çevirdim.

Ömer Hayyam'ın rubailerini Farsça asıllarından çevirmek için Farsça öğrendim. Ömer Hayyam üzerinde 15 yıldan beri çalışıyorum.

Dinler tarihi üzerinde uzun zamandan beri çalışıyorum. İslam ülkelerine inceleme gezileri yaptım. İran, Ürdün, Tunus, Cezayir, Mısır ve Fas'ı görüp inceledim. Dünyanın birçok ülkesini gezip dolaştım. Çin'e, Rusya'ya, Afrika'ya gittim.

Henüz en iyi resmimi yapamadım. Hep öğrenmeye çalıştım. Öğrenme heyecanım sönmedi. Bilgi açlığım geçmedi. Ömer Hayyam'ın dediği gibi hâlâ işimin ustası olmuş değilim.

Dünya denilen zincire doymuş değilim

İşimi bir an bile boş koymuş değilim

Ömrümce şu dünyada hep öğrenci idim

Hâlâ işimin ustası olmuş değilim

Türkiye halkına son sözümü soracak olursan...

Şunu demek isterdim: İnancınız kadar düşünmeyi de öne çıkarın. İnanç kadar, düşünme kavramını da öne çıkarın! Son sözüm bu olacak.