5 Eylül 2010 Pazar

Eylemsizlik ve Şiddetsiz Mücadele Etiği


649 sivil toplum kuruluşu Amed'te tarafların ellerini tetikten çekmelerini istedi. Ardından Kürt Halk önderinden gelen olumlu sinyaller...
Tamı tamına 649 sivil toplum kuruluşu Amed'te tarafların ellerini tetikten çekmelerini istedi. Ardından Kürt Halk önderinden gelen olumlu sinyaller ve DTK'nin kongresiyle birlikte eylemsizlik kararına bütün Kürtler iradesini ortaya koyarak destek verdi. Çok geçmeden KCK ve PKK lideri bu kararı, bu istemi onayladılar.
Şimdilerde ateşkesin olması gerektiğini yüksek sesle düşünenler aynı ses ve kalabalıkta elini tetikten çekmeyen devlete karşı tepkiyi göstermemektedirler. Ancak Güneyde tam tersine bu seferki tepki PKK'ye baskı unsuru haline getirilmeye çalışılan kurum sayısından çok daha fazla bir sayıyla eylemsizlik kararına destek var. Bölge Başkanı Mesut Barzani başta olmak üzere PDK başkan yardımcısı Neçîrvan Barzani, Goran listesinden yetkililer ve onlarca aydının yanı sıra en son 112 sivil toplum örgütü toplu olarak desteklerini sundular.

Daha bir kaç gün önce esas olarak PKK'den ateşkes isteme etiğinin adeta mayası olacak bir çıkışla Kürdistan Parlamenterler başkanı ''biz Özgürlük Hareketinden hep ateşkes istiyoruz ama gereğini yapmıyoruz, ateşkes istemekten başka ne yapıyoruz?'' demişti.

PKK'nin dördüncü stratejik dönem olarak tanımladığı ''çözüm inşası'' sürecinin esasında şiddetsiz çözüm isteyenlerin en fazla irade inşası olan ÖZERKLİK inşasına katılmaları gereken bir dönemin ifadesidir. Çözüm isteyenlerin istemi şayet sözde değilse çözümü istemenin bir adım önüne geçecek çözümü inşa etmeleri gerekir. Aksi halde şiddeti en fazla mücadele yöntemi haline getirenler bu çevrelerin kendisi olması kaçınılmazdır. 
Ons ekiz yıldır aralıklarla diyalog ve ateşkesler olmasına rağmen müzakerelerin oluşmamasında asıl belirleyici olan Kürtlerin yapılan ateşkeslerde haklı taraf olduklarını küresel ve yerel düzeyde göstermemeleridir.

Bu diyalog süreci o kadar uzamıştır ki; Özgürlük Hareketi açıktan diyalog yöntemini tercih etmek zorunda kalmış ve diyalog aşamalarını her fırsatta teşhir etmek zorunda kalmıştır. Son ateşkesin diğer ateşkesleri tekerlememesi için iktidar avcılarının oyunlarına karşı böyle bir yöntem kendisini zorunlu kılmıştır.
Başta 649 sivil toplum kuruluşu olmak üzere Kuzeydeki kurumlarıyla, Güneydeki güçler ve diplomasi ataklarıyla tüm Kürtlerin bu seferberliğin içine girmesi gerekir. Devletin sadece operasyonlarına karşı durarak değil, esas olarak devletin Kürt kimliği karşısındaki tüm imha ve inkâr kurumlarına karşı da herkesin topyekûn samimi mücadele etmesi gerekmektedir.  Örneğin YİBO'lar (Yatılı Bölge Okulları), asimilasyonu öngören iskân politikaları, göç ve ekonomik kurumlar olmak üzere siyasi ve kültürel soykırımı ifade eden tüm kurum ve kuruluşlara karşı mücadele yürütmemek imha ve inkâra “devam et” demektir. Yine vicdani-ret gibi eylemler Kürtler için 85 yıldır gecikmiş eylemlerdir.

Erciş'teki gerillaların katledilişi ve bundan sonra Kürdistan’daki her canlının yok edilmesinin vebali şiddete karşı çıkanların boynundadır. Eğer şiddete karşı çıkmanın sorumluluğu yoksa o zaman devletin tek taraflı şiddetine destek vardır.  DTK ve DTP'de olmak üzere her Kürdün ve Kürt kurumunun eylemsizliğe alkış çalmanın ötesine geçerek çift taraflı eylemsizliği yaratmalıdır.
 Özcesi eylemsizlik istemenin gerçek eylemi çözüme gelmeyen devlete karşı çözüm inşasıdır.

Güncel olayların özeleştirisi verilirken tarihsel olarak tamamlanmamış kurumsallaşmaların hızlı bir biçimde örgütlenmesi büyük aciliyet arz etmektedir.

Herkesin en başta anlaması gereken AKP'nin devlet kurumlarıyla çelişen değil devlet kurumlarıyla uzlaşan, koordine eden bir mantıkla kurulduğudur. Bunun sonucu olarak Kürdistan’da il il, köy köy devlet yerelleştirilerek her yere ayrı ve özgün sindirme politikaları geliştirilmiştir. Yasa koyucularını tanımadan yasaları anlamak mümkün değildir. Öyle ucuz ucuz Anayasa Paketine destek vermekle bu halka bir şey getirilmez ancak AKP kuyrukçuluğu yapılır.

Sivil toplum örgütleri,  siyasi partiler, aydınlar Kürt gerillaların katledilmesine sessiz kalıyorlarsa o zaman istedikleri ateşkes değil,  AKP'nin iktidar ömrüne dilencilik yaparak zaman toplamaktır.
Çözüm istiyorsan çözüm inşan kendi cephenden nedir? Çözümün yoksa çözüm örgütleyemiyorsan Özgürlük Hareketinden istediğin tek taraflı ateşkes değil tek taraflı ölümdür. Her kese her yerde; Güneyde, Kuzeyde, Avrupa’da bu sorular sorulabilinir.
Sadece Kürdistan’da değil Türkiye şehirlerinde de Dörtyol’da Kürtlerin oluşturduğu savunma barikatları derinleştirilmelidir. Aynı barikatlar siyasal, kültürel ve her alanda olmalıdır. Halk Önderinin sık sık vurguladığı öz savunma aslında her yönüyle var olmanın kurumlarını örme, var olmanın doğası gereği çeşitlik içerisinde özün korunma biçimidir.
Öz olanın inşasını başlatılmadan Kürtler için mücadelenin biçimini tartıştırmak sahtekârlıktan başka bir şey değildir. Asıl şiddet özün inkârı içerisinde Kürtleri şiddetin tarafı olarak ilan etmektir. Kürtler mücadelenin hangi biçimleriyle olursa olsun geç kalmış bu inşayı başlatacak ve başaracaklardır.

Ozan Erdem

Hakikat Komisyonları


Hala Türkiye’de yaşananın bir savaş veya iç savaş olduğu kabul edilmek istenmese de, son otuz yılda ortaya çıkan bilanço iç savaş olduğuna dair hiç bir kuşkuya yer bırakmamaktadır.
Hala Türkiye’de yaşananın bir savaş veya iç savaş olduğu kabul edilmek istenmese de, son otuz yılda ortaya çıkan bilanço iç savaş olduğuna dair hiç bir kuşkuya yer bırakmamaktadır. Bu savaşta 17 bin kişi faili meçhul cinayetlere kurban giderken, toplam 40 bin civarında insan öldü. Bilanço sadece bununla da sınırlı değil. 4 bin civarında köy yakıldı, 3 milyondan fazla insan göç etmek zorunda kaldı, savaşın yarattığı maddi ve manevi zararları ise hala kimse hesaplayabilmiş değil. 
Toplumun vicdanını derinden sarsan bu olaylar, halkların bir arada yaşamasının sözlü ya da yazılı belgesi olan toplumsal mutabakatı da etkilemektedir. Günümüzde toplumsal bir barışın geliştirilmesinden söz ederken de ister istemez kamuoyunun vicdanını rahatsız eden olaylardan söz etmek zorunda kalınmaktadır. Es geçilememekte, ‘yaşandı, bitti’ denilememektedir. Barışı sağlamanın tek yolu toplumun vicdanını rahatlatmaktan ve toplumsal mutabakatı yenilemekten geçmektedir. Ama nasıl? 
Dünyanın pek çok yerinde Türkiye ile benzer sorunları yaşayan ülkeler, sorunlarını Hakikat Komisyonları kurmakla aşmayı başarmışlardır. En başarılı örnek ise 45 yıl süren iç savaş ardından Güney Afrika’da kurulan Hakikat Komisyonlarında yaşandı. Son dönemlerde Türkiye için de sıkça gündeme getirilen Hakikat Komisyonları nedir, ne değildir?  
Her ne kadar farklı isimlerle anılsalar da, 1974’ten bu yana dünyada yaklaşık 25 adet resmi hakikat komisyonu kurulmuştur. Arjantin, Uruguay ve Sri Lanka’da “kayıplara dair komisyonlar”; Haiti ve Ekvator’da “hakikat ve adalet komisyonları”; Şili, Güney Afrika, Sierra Leone ve Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nde “hakikat ve toplumsal mutabakat komisyonları”; ve Doğu Timor’da “kabul, hakikat ve toplumsal mutabakat için bir komisyon” adlarıyla kurulmuştur. Bu komisyonlar genel çerçeve itibarıyla Hakikat Komisyonları olarak nitelendirilseler de bunlardan bazıları çalıştıkları dönemlerde kendilerini hakikat komisyonu olarak adlandırmadıkları ve halk tabanında böyle anlaşılmadıkları da kaydedilmelidir. 

Ne adli makam ne de tarih komisyonu 

Hakikat komisyonları adli davaların da konusu olabilecek pek çok olayla ilgilendiği için, hakikat komisyonları ile mahkemeler birbirine karıştırılabilinmektedir.  Bu komisyonları adli makamlarla karıştırmamak gerektiği gibi, adli davaların yerine geçebilecek bir mekanizma olarak da düşünmemek gerekir. Hakikat komisyonları adli olmayan yapılardır ve bu özellikleri bakımından mahkemelerden daha az güçleri olduğu açıktır. Hiç kimseyi hapsetme ya da tavsiyelerinin yaptırımı konularında bir güçleri yoktur ve pek çoğu, sorularını yanıtlaması için dahi kimseyi zorlama gücüne sahip değildir. 
Geçmiş olayları incelemesi bakımından ‘tarih komisyonlarıyla da karıştırılan hakikat komisyonları, bu tür komisyonlardan önemli farklılıklar göstermektedir. Tarih komisyonları, geçmişte olup bitmiş, hatta üzerinden onlarca yıl geçmiş devlet ihlallerini de içeren olayları araştırmaya yönelik olarak günümüzde kurulan komisyonlardır. Hakikat komisyonlarının aksine, tarih komisyonları siyasi bir geçiş döneminin parçası olarak kurulmamıştır ve hatta günümüz siyasal liderliğini ya da pratiklerini ilgilendirmeyebilirler. Bir başka ayrım da, tarih komisyonlarının genel olarak yaygın siyasal baskı durumlarını incelememeleri, bunun yerine belli etnik, ırksal ya da diğer grupları etkileyen bir takım pratikler üzerine yoğunlaşmış olmalarıdır. 

Benzer komisyonlar 

Hakikat komisyonları ile örtüşen diğer resmi ya da yarı-resmi araştırma şekilleri arasında, genellikle BM ya da bölgesel kurumlar tarafından desteklenen, savaş mağdurlarına ya da ulusal ölçekte gerçekleşen ağır baskı vakalarına dair soruşturma yapılması ve rapor hazırlanmasını içeren çeşitli uluslararası araştırmalar sayılabilir. Bu soruşturmalar hakikat komisyonlarına göre daha kolay kurulmak ve tamamen sivil olan projelere göre daha resmi ve güçlü olmak gibi avantajlara sahiptir. Ancak aynı zamanda, söz konusu soruşturmaların bağımsızlıkları, kapsamları ya da yetkileri üzerindeki kısıtlamaların, çoğu zaman geçmişin resminin bütünüyle verilememesine yol açacağı gerçeğinin yanı sıra, daha bağımsız, kapsamlı ya da sağlam araştırmalar yapılması yönündeki taleplerin önünü de kesebilirler.
Şu ana kadar, tıpkı hakikat komisyonları gibi, önceki bir rejimin yaptığı hak ihlalleri ve kötü muamele biçimlerini, çoğu zaman büyük kişisel riskler de alarak, belgeleyen çok sayıda sivil toplum projeleri oluşturulmuştur. Türkiye’de de İHD, Mazlum Der, Göç Der gibi birçok sivil toplum kuruluşu tarafından da yürütülen bu tür komisyon çalışmalarıyla döneme dönem dikkate değer bazı sonuçların alınması da sağlamıştır. Resmi hakikat arayışlarının mümkün olmadığı koşullarda, sivil toplum projeleri, mağdurların ve geçmişteki hak ihlallerinin belki de tek güvenilir kayıtlarını sağlayabilecekleri için önemlidir. Ancak, sivil toplum projeleri, soruşturma yetkisi, hükümet kayıtlarına ulaşım garantisi, komisyon üyeleri için kişisel dokunulmazlık ve devletin komisyonun vereceği tavsiyeleri uygulama ya da en azından rapor etme zorunluluğundan gelen faydalar gibi çağdaş hakikat komisyonlarının sahip oldukları pek çok önemli özelliğe sahip değildir. 

Hakikat Komisyonları Nedir

İç savaş gibi, toplumsal duygudaşlığı zedeleyen sorunlar yaşayan toplumların ihtiyaç duyduğu temel husus; toplumsal mutabakatın yeniden inşasıdır. Toplumsal mutabakat, her ne kadar bireyler veya gruplar arasında kurulacak olan ilişkinin temel kriterlerinin belirlenmesi anlamına gelse de, dünyadaki geçmiş deneyimler ilişkinin tanımının kişinin kültürüne, insan hakları ihlallerinde karşılıklı yaşadıkları deneyimine, grupların ortak siyasi yapı içindeki konumuna ve kişisel şartlarına göre değiştiğini göstermektedir. Yine de, toplumsal mutabakatın gerçekleştirilebilir bir amaç olmaktan çok bir süreç olduğu konusunda pek çok uzman hemfikir.
Bu bağlamda yapılması gereken en önemli ayrım bireysel mutabakat ile ulusal ya da siyasi mutabakat arasındaki ayrımdır. Hakikat komisyonları, gerçeklere dair temel noktaların siyasi elit arasında bir çatışma ya da gerginlik kaynağı olmasını engelleyerek, siyasi mutabakat sağlanması yolunda aşama kaydedilmesini sağlayabilir. Ancak bireysel düzeyde mutabakat çok daha karmaşık bir olgudur ve muhtemelen hakikat komisyonu aracılığıyla sağlanması çok daha zordur. Bağışlama, iyileşme ve mutabakat oldukça kişisel süreçlerdir ve her bireyin barışın sağlanması ve hakikat-beyanı konularıyla ilgili olarak ihtiyaç ve tepkileri farklı olabilir. 
Yine de pek çok kişi, toplumsal mutabakat yolunda ilerlenebilmesi için hakikatleri bilmenin gerekli olduğunu öne sürmektedir. Elbette kanıtlara dayanılarak ve sağ kalanların öykülerinden yararlanılarak hakikati bilmenin gerekliliğine işaret edilebilir. Bazen, bazı kişiler için ve bazı durumlarda hakikatin bilinmesi yeterli olabilir. Ancak bunun tersinin de doğru olabileceğini, ya da toplumsal mutabakatın geçmişteki haksızlıklarla ilgili hakikatlerin bilinmesinden daha fazlasını gerektirebileceğini düşünmek de mümkündür.
Toplumsal mutabakat arayışında hakikatin bilinmesi çok önemli bir yer ihtiva ederken, hakikat komisyonları da mutabakatın sağlanmasında bir geçiş mekanizması işlevi görmektedirler. Buna rağmen mutabakat arayışında her şey değillerdir. Sadece en önemli öğelerinden bir tanesi olarak gösterilmektedir.   
Belirlenen bir zaman zarfında bir konuda yaşanan bütün hak ihlallerini inceleyen Hakikat Komisyonları, yaptıkları incelemeleri tamamlayıp sonuç veya tavsiyelerini kapsayan raporunu hazırladıktan sonra görevini tamamlamış olurlar. Bu bağlamdan da anlaşıldığı gibi geçici yapılar olan Hakikat Komisyonları, öz itibarıyla bir veya birkaç yıl gibi belli bir zaman diliminde faaliyet gösterirler. Görevlerini tamamladıktan sonra dağılırlar.  
Güney Afrika deneyiminde olduğu gibi suçluların yargılanması gibi bir rol de oynadıkları için mahkemelerle benzerlikler de gösteren Hakikat Komisyonları, öz itibarıyla adli olmayan, hatta kısmi hukuki bağımsızlıkları olan yapılar. Genellikle savaş döneminden barış dönemine ya da otoriter yönetimden demokrasiye geçiş dönemlerinde kurulan bu tür komisyonlar, yetkilerini çatışmanın her iki ucundaki güçlerin resmi onayından ve kitlelerin desteğinden alırlar.  
Temel amacı; toplumsal vicdanı rahatlatmak ve zedelenen duygudaşlığı tamir etmek olan hakikat komisyonları, devlet ya da mağduriyete neden olan kişilerin olaylardaki sorumluluklarını kabul etmelerini, mağdurlar için tazminat programları hazırlanmasını, yapısal eşitsizliklere ve mağdur toplulukların temel maddi ihtiyaçlarına dikkat edilmesini, toplumda daha önce karşı karşıya gelen grupları bir araya getirecek doğal bağların bulunması da hedefleri arasındadır. 
Hakikat komisyonlarının özel yetkileri ve güçleri bulunmaz. Hatta mümkün mertebe en az güçle en çok işi yapmayı hedeflerler. Geçmişte yaşanan olaylardan dolayı birilerini cezalandırmak gibi bir stratejiyle hareket etmedikleri için özel yetkilere ve güçlere ihtiyaç da duymazlar. Ama yine de mülakat ve soruşturma yapabilme, mahkemeye davet etme, iddiaların cevaplanmasını sağlama, kamu mercilerinden destek alma, siyasi şahsiyetlerin yetkilerini ve güçlerini komisyonun faaliyetlerini kısıtlayıcı veya boşa çıkarıcı temelde kullanmalarının önünü alma ve delillerin karartılmasını önleme gibi tutumlar karşısında belli bir yetkiye ve güce sahip olması zorunludur.
Her ülkenin özgünlüklerine ve özel ihtiyaçlarına göre komisyonların yetkileri de farklılıklar gösterebilir. Fakat bu güçlerin verilmesi, komisyon sürecinin adli olmama özelliğini koruyacak şekilde dengeli olmalıdır. Çünkü komisyonların yetkilerinin her arttırılması, bu süreci hakikat komisyonu olmaktan uzaklaştırıp adli mahkeme süreci olmaya yaklaştırma riski taşımaktadır.
Bu komisyon ve mahkemelerin yetki ve güçleri kadar yaptırımları da en asgari düzeyde olmak durumdadır. Komisyonların temel amacı cezalandırma yapmaktan ziyade uzlaşıyı geliştirmek olduğu için uygulanacak yaptırımlarında bu uzlaşıya hizmet temelinde geliştirilmesi gerekir.  Yaptırım gerektiren hususlar genellikle; komisyona işleyişine uygunsuz biçimde engel olmaya çalışmak, kendisine bilerek yanlış bilgi vermek ya da tanıklık celbine bir mazeret göstermeden karşılık vermek gibi konuları kapsamaktadır. Uygulanan yaptırımlar da para veya hapis cezası ya da her ikisine birden çarptırılmasıyla sınırlıdır.

Komisyonların Önündeki Engeller 

Geçiş dönemi mekanizmalarından olan Hakikat Komisyonları’nın kurulması ve çalışabilmesinin en önemli koşulu silahlı çatışmaların durdurulmasıdır. Aksi durumda, hem komisyon çalışanlarının tarafsız görünmeleri hem de mağdur ve tanıklara ulaşmaları ve ifadelerini almaları imkânsız bir hal alırken, mağdur ve tanıkların da komisyon çalışmalarına katılımları ve güvenliklerinin sağlanması imkânsız bir hale gelebilmektedir. Çatışmaların sürdüğü koşullarda böylesi bir komisyon çalışması başlatılmak istense de, ifade vermesi gerekenlerde ürkeklik yaratan koşullardan dolayı sağlıklı sonuçlar ortaya çıkmamaktadır.
Çatışmanın hakikat komisyonu çalışmalarına böylesi olumsuz bir etkisi olsa da komisyon çalışmalarının şiddet ya da savaşı canlandıracağı endişesini taşıyanlarda olmaktadır. Ama dünya deneyimlerinin çoğu bunun bir yanılgı olduğunu, hatta tam tersine etkilerde bulunduğunu açığa çıkarmıştır. Resmi ortamlarda eski suçların konuşulmasının mağdurda acısını birileriyle paylaşma gibi, sadece iç dökme temelinde de olsa, bir terapi etkisi yaparken, faillere işlediği suçlar karşısında zamanı geldiğinde birilerinin hesap sorabileceği gibi uyarıcı bir etki yaptığı görülmüştür. 
Komisyon çalışmalarının önünde sorun teşkil eden sorunların çoğunun siyasi liderlerin ilgisizliğinden kaynaklandığı görülmüştür. Savaş ya da şiddet ortamının etkilerinin ve siyasi aktörlerinin siyasi arenaya direkt veya dolaylı müdahalelerinin sürdüğü veya bitmediği dönemlerde hakikat komisyonu çalışmaları başlatıldıkları için, siyasi liderlerin ilgisiz veya köstekleyen tutumları çalışmanın gelişmesinde olumsuz etkide bulunabilmektedir.
Siyasi liderlerin ilgisi adına komisyon çalışmalarını liderlerin denetimine sokan yaklaşım ise başka bir yanlışlığa yol açmaktadır. Savaş döneminde etkili rol almamış dahi olsa siyasi liderlerin genelde öncelikli kaygıları iç ve dış siyasi dengeleri gözeten bir yaklaşım olduğu için çoğu durumda siyasi dengeleri kamuoyunun vicdanını rahatlatabilecek tavra tercih edebilmektedirler. Siyasi liderlerin denetimine giren hakikat komisyonları, faaliyetlerini güç dengelerine veya kişi, grup ve zümrelerin güç durumlarına göre yürütmek zorunda kaldıkça, hakikat komisyonları da toplum nezdinde güvenilirliklerini kaybetmekte ve adalet duygusu zedelemektedirler. Bir de savaş döneminde çeşitli roller almış kişilerin geçiş dönemlerinde de şu veya bu şekilde hala siyasi güçlerini korudukları göz önünde bulundurulduğunda; siyasi liderlerin denetimine girmiş hakikat komisyonu çalışmalarının geçmişe ilişkin birçok delilin karartılmasının aracı haline dönüştürülme risk de bulunmaktadır. 
İktidarlar, geçmişin aydınlatılması konusunda toplumun güçlü muhalefetiyle karşılaştıkları durumlarda da bu tür komisyonlar kurmuşlardır. İktidar güçlerinin, geçmişin aydınlatılmasını kendi menfaatlerine uygun bulmadıkları durumlarında başvurdukları yöntem; mağdurların geçmişteki insan hakları ihlalleriyle ilgili yeterli çalışma yapılmadığı yönündeki eleştirilerini etkisiz kılmak için başlattıkları bir çalışma haline dönüştürülebilmektedir. Bunun yöntemi de; komisyonu kasten güçsüz bir şekilde yapılandırarak, sonuçlarına sonradan karşı çıkılmasını ya da reddedilmesini kolaylaştırmak şeklinde yapılmaktadırlar. Dünyanın birçok yerinde örgütlendirilen bu tür komisyonların her yerde istenen sonuçları elde edememesinin komisyon üyelerinin zayıf yönetiminden kaynaklandığı tespit edilmiştir. Her ne kadar komisyon üyeleri genellikle komisyonun günlük idaresinde yer almıyor olsalar da, komisyonun kamusal yüzleri olmaları itibariyle, komisyon üyelerinin kişisel ve siyasal otoriteleri, inatçı mercilerle başa çıkma noktasında kritik bir önem teşkil eder. Ayrıca araştırmaları yöneten, komisyon politikalarını şekillendiren ve nihai raporda nelerin söyleneceğine dair son kararı verenler de yine komisyon üyeleridir.
Tüm bu kaygılardan dolayı, hakikat komisyonu üyelerinin seçimi büyük bir titizlik istemektedir. Üyeleri atama şeklinde belirlenen Arjantin, Çad, Şili, Haiti ve Uganda’daki hakikat komisyonları örneklerinde, komisyon üyelerinin atamayı yapan kurumların görüşleri doğrultusunda hareket ettikleri gözlemlenmiştir. En başarılı deneyimler komisyon üyeleri istişare ve seçime dayalı bir yöntemle belirlenen Güney Afrika örneğinde görülmüştür. 
Tüm bunlar, hakikat arayışında siyasi liderlerin veya iktidarların komisyon çalışmalarına karşı ilgisinin önemini inkâr etmese de, geçiş dönemindeki topluluklarda resmi hakikat arayışından ziyade sivil toplum tarafından yürütülen hakikat arayışı mekanizmalarının önemini ortaya koymaktadır. Tabii ki, kamuoyunun fikri dikkate alınmadan ya da çok az alınarak, ya da kendi çıkarlarını geçmişin incelenmesini engellemekte gören taraflarca resmi hakikat-arayışlarından vazgeçilmesine şüpheyle yaklaşmak gerekmektedir. 

Komisyonun Faaliyetleri

Ölüm ve yıkımın yaşamın günlük rutini haline geldiği, kimsenin kimseye, hele hele siyasal güçlere hiç güvenemediği bir dönemi, savaşı yaşamış toplumlarda herkesin güvenini kazanmış ve herkesin yaşadıklarını bütün açıklığıyla anlatmasını ilk etapta beklemek pek gerçekçi değildir. Hakikatleri Araştırma komisyonlarının temel çalışma prensibiyse, kitlelerin komisyonlara duyduğu güvenle, gönüllü ifade verme esasına dayanmaktadır. Baskı ve zorla kişileri ifadeye zorlamak, hakikat komisyonlarının çalışma yöntemleri arasında değildir, olamazda. Geniş halk kitlelerinin güveni temelinde gönüllü anlatım temel çalışma esasıdır.  
Fakat istikrar ve güvenin hiç olmadığı savaş koşullarının geride bırakıldığı dahi daha tam net değilken veya halkın kaygılarını sürerken, böylesi bir komisyon faaliyetine karşı halkın ilk etapta güven duymasını ve gönüllü ifade vermesini beklemek pek gerçekçi değildir. Hele hele siyasi ve askeri gücü olmayan, daha çok sivil toplumcu bir mantık üzerinden şekillenen bir mekanizmanın askeri gücü elinde bulunduran odaklara karşı etkili olabileceğine dair inanmalarını beklemek de bir o kadar güçtür. Bundan dolayı Hakikatleri Araştırma komisyonlarının çalışmalarına başlarken önlerindeki en önemli sorun, geniş halk kitlelerinin güvenini kazanmaktır.  
Söz konusu komisyonun kitlelere kendini anlatma düzeyi o komisyonun ifade alımını ve bilgiye ulaşımını, mağdurların ihtiyaçlarını ele almada göstereceği başarısını, kamusal beklentileri karşılayabilme yetisini ve kamu nezdinde genel itibarını derinden etkiler. Bunu yapabilmek içinde halka açık bilgilendirme toplantıları düzenleyerek, rolü ve yetkisi hakkında bilgi veren broşürler, videolar hazırlayıp, dağıtarak bu çabaların bir kısmını kendisi yürütebilir. Fakat en önemlisi STÖ’ler, yerel taban örgütleri ve medya ile ilişki kurup bunları etkin kullanmasından geçmektedir. Bu ilişki salt komisyon çalışmalarının başlangıcında değil, komisyonun tüm faaliyetleri boyunca önemini korur.

İfade alımında dikkat edilecek hususlar 

Geniş bir hazırlık sürecinden sonra, komisyon çalışmalarının fiilen başlangıç anı ifade alımlarıyla başlar. İfade alımlarında da dikkat edilmesi gereken en önemli husus; ifade verenlerin kimliklerinin ve ifadelerinin gizliliklerine, mahkeme gibi uygun ortamlar hazırlanana kadar, dikkat edilmesidir. Böylesi bir prosedür halkın komisyonlara duyduğu güveni pekiştirirken, ifade alımlarında kolaylaştırıcı bir etken olmaktadır. Bundan dolayı da ifade alımlarının komisyon üyelerinin mağdurlarla özel veya gizli toplantılarda, bire bir yaptıkları görüşmeler sonucunda toplamasını gerektirmektedir. Mağdura güvenli ve samimi bir ortamda geçmişte yaşadığı travmatik olayları anlatma imkanı sunarak terapi etkisi de yapan böylesi bir yöntem, geçmiş olayların açığa çıkmasını kolaylaştırmaktadır. 
İfade alımlarında dikkat edilmesi gereken en önemli husus; ifade alanların komisyonun ihtiyaç duyduğu özel bilgiye ulaşma isteğiyle, ifade verenin hikâyeyi kendi tarzında anlatma istemi arasında bir gerilimin ortaya çıkmasına izin verilmemesidir. İfade alan ile ifade veren arasında doğru bir denge tutturmak önemlidir. Ayrıca ifade verenin yaşadığı olayların travmatik etkisinden dolayı ifadelerinde beklenmedik ritim bozuklukları, duygu yoğunlaşmaları ve ifade sorunları kesinlikle yaşanmaktadır. Böylesi durumlar karşısında mağdurun anlattıklarını sonuna kadar dinleyerek ruh haline saygı göstermek, istenen bilgilere ulaşma arzusundan önceliklidir. Bu durum mülakatın uzamasına neden olsa da saygı temelindeki yaklaşım güven duygusunu güçlendirmekte ve duygu yoğunluğu atlatıldıktan sonra çok daha geniş bilgilerin dahi verilmesini sağlayabilmektedir. Psikoloji ve sosyo-psikoloji konusunda ifade alanın belli bir yoğunlaşmasının önemine dikkat çeken bu durum, komisyon üyelerinin seçiminin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmaktadır. 

Arşiv tarama ve teyit safhası 

Mağdurlarla yapılan bire bir görüşmeler kadar önemli olan bir diğer husus da, insan hakları dernekleri ve savaştan etkilenen mağdurların sorunlarıyla ilgilenen sivil toplum kuruluşlarının kayıtları ve savaşın tarafı olan güç odaklarının arşivlerinde yapılacak olan araştırmalardır. Bire bir görüşmeler sonucunda elde edilen birçok bilginin netleştirilmesini, hatta tanıkları kalmamış olayların dahi açığa çıkmasını sağlayan böylesi bir çalışma toplumun vicdanını rahatsız eden hiç bir şeyin gizli kapaklı kalmamasına katkı sunmaktadır.
Aynı şekilde elde edilecek olan bilgilerin netleştirilmesi için belli bir soruşturma dönemi zorunlu bir aşmadır. Çünkü elde edilen bilgilerin bir kısmı arşivlerde yapılacak olan araştırmalarla netleştirilse de büyük bir kısmı farklı tanıklara ulaşmayı ve belli bir soruşturmayı gerektirecektir. Bundan dolayı bire bir görüşmeler ve araştırma safhalarıyla birlikte olayların netleştirilmesi için soruşturma da önemli bir aşamadır.  
Yapılan tüm araştırma ve soruşturma sonuçları bir potada toplanıp, işlendikten sonra hakikat komisyonlarının çalışmalarının sonuçlarını kamuoyuyla paylaşmaya başladıkları ve çalışmalarının ilk ürünlerini vermeye başladığı aşama ‘halka açık oturumlar’ veya mahkemeler devreye girer. 

“Hakikate Karşılık Af” Formülü

Hakikatleri araştırma komisyonu çalışmaları kapsamında halka açık oturum veya yargılamaların yapılması bir zorunluluk değildir. Ama Güney Afrika başta olmak üzere Uganda, Nijerya gibi dünyanın birçok yerinde yaşanılan deneyimler, halka açık yargılamaların yapıldığı yerlerde daha kalıcı sonuçların ortaya çıktığını göstermektedir.  Bundan dolayı halka açık yargılamaların yapılması eğilimi son yıllarda kendini güçlü bir şekilde hissettirmektedir.  
Halka açık oturumlar veya yargılamalar yapmanın temel mantığı fail ile mağduru yüzleştirmek ve karşılıklı uzlaşmayı veya vicdani sorgulamayı sağlamaktır. Tabi ki tek amaç bu değildir. Mağdurlara ve hayatta kalanlara halkın önünde hikâyelerini anlatma şansı verilmesini, resmi olarak geçmiş hataların tanınmasının sağlanmasını, halkın kurbanları anlamasını ve onlarla duygudaşlık kurması yönünde teşvik edilmesini, bazı toplumsal kesimlerin gerçeği inkâr etmeye devam etme ihtimalinin azaltılmasını ve yapılan işin şeffaflığının arttırılmasını da amaçlar. 
En önemlisi de yüz yüze görüşmenin dolaylı diyaloga nazaran görüşmelerde yarattığı daha ılımlı havanın toplumsal uzlaşı, vicdan muhasebesi ve karşılıklı af yolunda kullanılmasıdır. Tanıklar önünde yapılan bir yüzleşmeyse, bireylerin veya grupların karşılıklı kin duygularını minimal bir düzeye indirgemektedir. 
Uganda, Sri Lanka ve Nijerya’daki hakikat komisyonlarının hepsi halka açık oturumlar düzenlemişlerdir. Ancak uluslararası düzeyde en çok ses getireni, Güney Afrika Hakikat ve Toplumsal Mutabakat Komisyonu’nun düzenlediği halka açık oturumlar olmuştur. Yüzlerce gün süren bu oturumlar konu başlıkları açısından da oldukça büyük bir çeşitlilik göstermişti: mağdur oturumları, af oturumları, özel konulu oturumlar, özel olaylarla ilgili oturumlar, kurumsal oturumlar ve siyasi parti oturumları verilebilecek örneklerden bazılarıdır. Güney Afrika deneyiminin ortaya çıkardığı güçlü sonuçlardan etkilenen analistlerin hepsi bütün hakikat komisyonlarının halka açık oturumlar yapmasını tavsiye etmektedirler. 
Ne var ki bu tavsiyeye uymamayı gerektirecek meşru nedenlerin olduğunu ileri süren bazı kesimlerde bulunmaktadır. İleri sürdükleri bu savı da komisyon üyeleri ve mağdurların can güvenliği, zaman ve kaynak kısıtlaması ve komisyon takibatlarının “adli süreçlere dönüşmesi” endişelerine dayandırmaktadırlar. Fakat kendini kaynak ve zaman sorunuyla sınırlayan ve güvenlik endişesi altında çalışan komisyonların hiçbirinin elde ettikleri veriler ve sonuçlar sağlıklı olmamıştır.

Affın koşulları 

Halka açık yargılamalar dünyanın birçok yerinde uygulanmış olsa da bir tek Güney Afrika’da, siyasi nitelikli suçlar işleyenlere bireysel af tanıma yetkisi Hakikat ve Toplumsal Mutabakat Komisyonu’na verilmişti. Geçmişte işlenen suçlardaki paylarını bütünüyle itiraf eden ve bu suçları siyasi itkilerle işlendiğini kanıtlayanlara af tanınma yönetimiydi. Bu sayede, binlerce kişi geçmişteki insan hakları ihlallerinde oynadıkları rolü ifşa etmek ve bu ihlallere ilişkin olarak bildiklerini anlatmak üzere bu süreçte komisyona başvurmuştu.
Af yaklaşımı, genellikle mağdurların uğradıkları hak ihlallerinin tazminini ihlal ettiği, suç işleyen kişilerin sorumluluktan kaçtığı, kişisel intikam almaya dönük hareketlerin gelişmesi gibi kaygı ve eleştirilerle karşılaşmış olsa da “hakikate karşılık af” formülüne getirilen kıstaslar sayesinde Toplumsal Mutabakat Komisyonu çok önemli başarılara imza attı. Affa getirilen kıstaslar; affın sınıfsal değil bireysel bazda verilmesi, af tanınanların bir tür kamusal prosedüre tabi tutulması, mağdurlara herhangi bir bireyin af talebine karşı çıkma fırsatının tanınması ve mağdurlara tazminat ödemelerinin yapılması türündendi. 

Maddi ve Manevi Destek  

Tabi ki, hakikat komisyonlarının faaliyetleri mağdurlara hikâyelerini anlatma ve hikâyelerini birilerine dinletme ile sınırlı olamaz. İrin bağlayan yara, irini temizlendikten sonra pansuman yapılarak iyileştirme gerektirir. Mağdurların hikâyelerini anlatması bir irin temizleme yöntemidir. Ama esas tedavi, sonradan sunulacak olan maddi ve manevi destek ile mümkündür. Aynı durum failler içinde geçerlidir. İrinin temizlendiği mahkeme döneminde geçmişin anılarını yeniden yaşamakla başlayan bu durum, yeterli destek sunulmadığı durumlarda depressif durumların doğmasına da yol açabilmektedir. 
Mahkemelerden sonraki dönemlerde bu desteğin devam etmesi gerekmektedir. Mahkemelerde bir arınma süreci yaşamayan kişiler, sonrasında gereken desteği bulmadıkça yeniden benzer durumlara düşme ihtimali sürekli vardır. Aksi durum hem failin hem de mağdurun yaşadığı travmayı yenileyebilmektedir. Bu desteğe ister rehabilitasyon ister maddi ve manevi destek denilsin sonuçta, kişi yaşadığı travmatik durumu aşmak için fiziksel ve ruhsal olarak bir ortam değişikliğine ihtiyaç duymaktadır. Bu ortamın sağlanması da hakikat komisyonlarının temel çalışmaları arasında olmak zorundadır. Fakat dikkat edilmesi gerekli olan sunulan yardım veya desteklerin kişinin onurunu rencide edici bir tarzda olmamasıdır.
Komisyonun nihai raporunu hazırlayıp ilgili mercilere sunmasıyla komisyonun faaliyetleri son bulmaktadır. 

Tartışmalara Yol Açacak Bir Nihai Raporu 

Yorucu geçen bir maratonun sonunda Hakikatleri Araştırma komisyonlarının nihai raporlarını hazırlayıp sunması en kolay aşama olarak görünmektedir. Ama aslında öyle değil. Ez zor ve en fazla tartışmaya neden olan dönemdir.
Rapor bulguların rapor edilmesi esasına göre düzenlendiği için genel anlamda ciddi bir sorun yaşanmaz. İçeriğinde de genelde komisyonların mağdurlara yardım etmeyi ya da tazminat vermeyi, tekrar savaş ya da otoriter rejim ortamına girmemek için gerekli anayasal, yasal ve kurumsal reformlar yapmayı ve demokrasi ve hukukun üstünlüğünü yerleştirmeyi amaçlayan tavsiyelerine yer verilir. Tartışmalara neden olan husus, raporda ihlallerle ilgili kişisel veya kurumsal sorumlulukların belgelendiği bölümlerle ilgili olarak yaşanmaktadır.
Tartışmaların temelinde de çoğu zaman farklı iki veya daha çok sayıda ideolojik yaklaşımın görüş ayrılıklarının silahlı çatışmaya dönüşmesi sonucunda ortaya çıkan hak ihlalleriyle ilgili, tarafların hepsinin kendi siyasal ve hukuksal düzenlerinin üstünlüğünü esas alan bakış açısından kendilerini kurtarmamaları yatmaktadır. Görüşlerdeki bu sabitlik taraflardan birinin suç gördüğü bir tutumun diğeri tarafından suç görülmemesi veya birinin ihanet olarak değerlendirdiği bir tutumun diğerleri tarafından kahramanlık olarak nitelendirilmesi gibi birbirinden farklı, iki uç yaklaşımın bir anda yaşanmasına neden olmaktadır. 
Sorun salt ideolojik farklılıklardan da kaynaklanmamaktadır. Uygulanan hukuksal prosedürler konusunda da farklılıklar gözlenebilmektedir. Bunlardan birincisi; komisyonun incelemeleri kapsamında suç kabul edilen hususlardan bazılarının olayın vuku bulduğu dönemde örgütlerin veya devletlerin hukuksal prosedürleri gereği yargılandığı ve suç bulunduğu için cezalarının infaz edildiği gerçeğine dayanmaktadır. Hakikat komisyonları incelemelerinde uluslararası kıstasları ölçü olarak alsalar da, topluluk yasaları veya hukuklarının uluslararası kriterlerle çakıştığı noktalarda faillerin komisyonlar karşısında rahatsızlıkları gündeme gelmektedir. Buna verilebilecek en basit örnek, düşmanıyla işbirliği yapan birinin öldürülmesi savaş yasalarına göre başarı kabul edilirken, silahlı bir güç tarafından gözaltına alınmış bir kişinin öldürülmesi suç sayılmaktadır. 
Benzer farklı bir durum ise, çatışmaların hüküm sürdüğü koşullardaki psikolojik atmosfer ile silahlar sustuktan sonraki atmosferin farklılığı noktasında yaşanabilmektedir. Örneğin, sıcak çatışmaların sürdüğü koşullarda esir alınan silahlı veya silahsız kişinin korunmasının koşullarının olmadığı veya esir alan için ciddi güvenlik riski teşkil ettiği dönemlerde yapılan öldürmelerdir. Bu tür durumlara özellikle asimetrik savaşlarda, devletin askeri güçlerine karşı savaş veren örgüt militanların sıkça düştüğü görülmektedir. Sözü edilen koşullar; sıcak çatışmada ve operasyonda gizlenirken herhangi bir biçimde bir kişiyi esir almak zorunda kalmış militanların bu kişiyi ne yargılama ne hapse atma ne bir yerden bir yere aktarma ne de kendi güvenliklerinden dolayı bırakabilme imkânının olmadığı koşullardır. Bu tür durumlarda yapılan öldürmeleri örgütler meşru savunma olarak görürken, uluslararası yasalara göre hakikat komisyonları çerçevesinde yapılan yargılamalarda suç sayılabilmektedir. Bu tür durumlarda failin mağdurun yakınlarıyla yüzleşmesi, hatta af istemesi ciddi sorun yaratmazken, faillerin komisyon raporlarında insan hakları suçlusu ilan edilmeleri ciddi tartışmalara ve rahatsızlıklara neden olabilmektedir.  
Çünkü hakikat komisyonlarının siyasal bir misyonlarının bulunmamasından kaynaklı olarak, tek tek olayların hak ihlali teşkil edip etmediğini incelerken, sözü edilen olaylar yığınının yaşanmasına neden olan kök sorunlar görmezden gelinebilmektedir. Bu durum tek tek olaylar karşısındaki hakikat ile olgunun bütünündeki hakikat yaklaşımı arasında farklılığı yansıtmaktadır. Tıpkı Güney Afrika’da Afrika Ulusal Kongresi (ANC)’nin Güney Afrika’da ırk ayrımcılığına karşı savaş verirken düştüğü hak ihlalleri veya daha güncel bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’de Kürt ulusal inkârcılığına karşı PKK’nin başlattığı savaşta çeşitli düzeylerde suç pratiklerine düşmesi örneklerinde görüldüğü gibi. Bu iki örnekte de tek tek olaylar bazında suç pratikleri gözlenirken, genel itibarıyla inkârcılığa karşı mücadele etmekten dolayı farklı bir yaklaşım ortaya çıkmaktadır. 
Bundan dolayı olaylar bazında suç pratiklerinin ifadesinde sorun olmasa da bir veya bir takım olaylar dizisinden yola çıkılarak bazılarının genel anlamda insan hakları suçlusu ilan edilmesi tartışmalara neden olabilmektedir. 
Tüm bu kaygılara rağmen geçmiş tecrübeler, komisyonların isimleri açıklayıp açıklamama kararının ismi geçen kişilerle birlikte alınmasının en uygun yaklaşım olduğunu ortaya çıkarmıştır. Çünkü isimlerin açıklanmamasını gerektiren meşru birçok neden olabildiği gibi komisyon üyeleri, mağdurlar ve tanıklardan tutalım ismi açıklanacak kişiler için de ciddi can güvenliği sorunları ortaya çıkabilmektedir.  Üstelik bir kişiyi aleni bir biçimde suçlamak için yeterli delil olmayabildiği gibi ihlalle suçlananlara uygun ihbarnameyle haber verecek ve onlara adli himaye sağlayacak imkânlar da olmayabilmektedir. 
Yok, eğer faillerin isimlerini açıklamama kararı alınırsa, böylesi bir durumda da komisyonun en azından neden böyle bir karar aldığını kamuoyunda açıklama yükümlülüğü vardır. 

Hakikat Komisyonu Deneyimleri

İlk hakikat komisyonları denemeleri 1973 yılında Uganda’da, 1982 yılında da Bolivya’da yapıldı. Her iki komisyonda yeterince resmi destek ve mali kaynak bulamama gibi nedenlerden ötürü çalışma koşulu bulamamaktan ötürü dağılmıştı. Bu başarısız denemelere rağmen hakikat komisyonları dünyanın birçok yerinde denenmeye başlandı. Arjantin, Şili, Nijerya, Panama, Uruguay, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti, Nijerya, Doğu Timor ve Peru gibi ülkelerde yeni komisyonlar kuruldu. Ama bunlar içinde en başarılı sonuçlar Güney Afrika ve Guatemala’daki deneyimlerde elde edildi.
Güney Afrika: Hakikat ve Toplumsal Mutabakat Komisyonu
45 yıllık Apartheid ve Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ve başka gruplar tarafından yürütülen silahlı mücadele süresince, on binlerce Güney Afrikalı ciddi insan hakları ihlalleri ve savaş suçlarına maruz kalmıştı. En çok ölüm ise, Afrika Ulusal Kongresi ile hükümet tarafından desteklenen Inkatha Özgürlük Partisi arasındaki çatışma döneminde meydana gelmişti. 
Hakikat komisyonu fikri ile ilgili ciddi tartışmalar, Nelson Mandela 1994’te başkan seçildikten sonra yapılmaya başlandı. Sivil toplumdan gelen kayda değer katkı ve gerçekleştirilen yüzlerce saatlik oturumdan sonra, Güney Afrika Parlamentosu 1995’te çıkardığı bir kanunla Hakikat ve Toplumsal Mutabakat Komisyonu’nu onayladı. Halka açık bir adaylık ve seçim sürecinden sonra, 17 komisyon üyesi atandı. Kanun, o zamana kadarki hakikat komisyonlarına kıyasla bu komisyona en karmaşık ve incelikli yetkiyi veriyordu. Hakikat ve Toplumsal Mutabakat Komisyonu’na bireysel af sağlama, delillere el koyma, tanıkları dinlemek üzere çağırma ve incelikli bir tanık koruma programı yürütme yetkisi veriyordu. 350’ye yaklaşan çalışanı, yıllık 18 milyon dolardan iki buçuk yıllık bütçesi ve ülke çapındaki dört büyük ofisi ile Hakikat ve Toplumsal Mutabakat Komisyonu, kendinden önce gelen komisyonların yanında bir dev gibi kalıyordu.
Ulusal Birliğin ve Toplumsal Mutabakatın Teşviki Kanunu, Hakikat ve Toplumsal Mutabakat Komisyonu’nu birbirine bağlı olarak çalışan üç komisyon şeklinde tasarlamıştı. İnsan Hakları İhlalleri Komitesi mağdurların ve tanıkların ifadelerini toplamakla, Af Komitesi bireysel af başvurularını incelemek ve karara bağlamakla, Tazminat ve Rehabilitasyon Komitesi ise tazminat programı için tavsiyeler şekillendirmek ve sunmakla yükümlüydü.  
Hakikat ve Toplumsal Mutabakat Komisyonu, 2000’i kamuoyuna açık oturumlara katılan toplam 23000 mağdurun ve tanığın ifadesini aldı. Medya da bu oturumlara geniş yer verildi.
Hakikat ve Toplumsal Mutabakat Komisyonu’nun getirdiği en büyük yenilik, siyasi nedenlerle işlenen suçlar için bireysel af çıkarma yetkisiydi. “Hakikate karşılık af” sloganıyla çıkarılan af, Hakikat ve Toplumsal Mutabakat Komisyonu’nun kuruluşunun ilk dönemlerinde başarısız bir anayasal itirazın ve ilerleyen dönemlerde de pek çok hukuki savaşın konusu da olmuştu.
Hakikat ve Toplumsal Mutabakat Komisyonu’nun beş ciltlik sonuç raporu Ekim 1998’de yayınlandı ve Afrika Ulusal Kongresi’nin raporun yayınlanmasını engelleme girişimleri de dâhil olmak üzere yoğun bir tartışmaya yol açtı. Birkaç ay sonra resmi olarak parlamentoda görüşüldü, ama hükümet Hakikat ve Toplumsal Mutabakat Komisyonu’nun pek çok tavsiyesine uyma konusunda – ki bunların içinde en çok tartışılan mağdurların tazminatlarına yönelik tavsiyeler de vardı – taahhütte bulunmadı. 
Guatemala: Tarihi Aydınlatma Komisyonu
Anti-komünist hükümet güçleri ile solcu direnişçi Guatemala Ulusal Devrim Birimi (Unidad Revolucionaria Nacional Guatemalteca, URNG) arasındaki iç savaş 36 yıl sürdü; 2 yüz bin ölüm ve kayıp ile sonuçlandı. Guatemala hükümeti ve URNG arasında yapılan barış müzakereleri sırasında, Haziran 1994’te Tarihi Aydınlatma Komisyonları’nın kurulmasına karar verildi. Ancak, komisyon göreve başlayabilmek için üç yıl daha nihai barış anlaşmasının imzalanması için beklendi.
Guatemala’da hakikat komisyonuna daha başlangıcında getirilen en önemli kısıtlama faillerin ismini vermekten alıkonması koşuluydu. Bundan dolayı da komisyonun nihai raporu sunulurken faillerin isimlerine yer verilmedi. Tarihi Aydınlatma Komisyonları’nın diğer ülkelerdeki hakikat komisyonu deyimlerinden ayıran başlıca yönüyse BM Genel Sekreteri tarafından atanan başkanının Guatemala vatandaşı olmamasıydı. Zaten toplam üç kişiden oluşan komisyonun diğer üyesi ise iki tarafın da onayıyla başkan tarafından seçilmişti.
Tarihi Aydınlatma Komisyonları pek çok aşamada, zaman zaman 200’e kadar çıkan (14 bölge bürosu), analiz, soruşturma ve rapor yazma döneminde ise 100’ün altına inen personel sayısı ile çalıştı. Personel, hem Guatemala vatandaşı olan hem de olmayan kişilerden oluşturuldu. Toplam bütçesi yaklaşık 11 milyon dolardı. Bu bütçenin 1 milyon dolardan daha az bir kısmı Guatemala hükümeti tarafından verilmiş; geri kalan kısım ise barış görüşmelerinde de etkili olan ABD, Norveç, Hollanda, İsveç, Danimarka ve Japon hükümetleri tarafından sağlanmıştı. Komisyonun görevi, 1960 ile 1996 yılları arasında yaşanan silahlı çatışmalarla bağlantılı olarak meydana gelmiş insan hakları ihlallerini ve şiddet olaylarını aydınlatmaktı. 
Tarihi Aydınlatma Komisyonları nihai raporunu kamuoyuyla, 1999 yılının Şubat ayında paylaştı. Kayıtlardaki ihlallerin yüzde doksan üçü ordu ya da devlet destekli paramiliter güçlere atfedilirken, yüzde üçü URNG’ YE atfedilmiştir. Belki de Tarihi Aydınlatma Komisyonları’nın ulaştığı en etkili sonuç, devletin 1981-1983 yılları arasında bazı bölgelerde Maya topluluklarına soykırım uyguladığıdır. Her ne kadar Tarihi Aydınlatma Komisyonları sorumluların adını vermekten alıkonulmuş olsa da, yine de insan hakları ihlallerinin çoğunun “devletin yüksek kademedeki yöneticilerinin bilgisi ya da emri dâhilinde olduğunu” bildirmiştir. 

Nihat Kaya

Hawking: Tanrıya gerek kalmadı

İngiliz fizikçi Stephen Hawking, "Modern fizik evrenin oluşumunda Tanrı'ya yer bırakmamıştır" dedi.
İngiltere’nin en tanınmış bilim insanı Hawking, "Nasıl ki Darwinizm biyolojideki yaratıcı ihtiyacını sona erdirdi, yeni fizik teorileri de evrenin oluşumu konusunda yaratıcının rolünü gereksiz kılmıştır" dedi.

İngiliz Times gazetesinin eki Eureka dergisi Hawking’in yayınlanmak üzere olan son kitabından alıntılar yaptı. Kitapta "Evrenin bir yaratıcıya ihtiyacı var mı?" sorusunu soran Hawking "Yerçekimi gibi bir kuvvet olduğu için evren kendi kendini hiçten yaratabilir ve yaratacaktır" dedi. Kitap Sör Isaac Newton’ı
n teorisinin yapı sökümünü hedefliyor.

Hawking’in bu kitabı daha önceki çalışmalarındaki dinle ilgili görüşlerinden çok farklı. Hawking Zamanın Kısa Tarihi’nde Tanrı’nın bilimin evrene yaklaşımıyla uyumsuz bir fikir olmadığını yazmıştı. 1988 tarihli çoksatan kitabında Hawking, "Eğer tam bir teori kurabilirsek bu insan mantığının zaferi olur, böylece Tanrı’nın aklını da anlayabiliriz" demişti.

Hawking’in kitabı The Grand Design, İngiltere’de 9 Eylül’de raflarla buluşacak. Kitabın çıkışından bir hafta sonra Papa İngiltere’ye gidecek.

Ölücanlar


Dersimli Murat Özçelik'in hikayesi, lise son sınıf öğrencisiyken Ankara'da katıldığı bir eylemde gözaltına alınmasıyla başlıyor. TMK mağduru çocuklar gibi, o da yaşından büyük cezalara çarptırılıp, çeşitli işkencelere maruz kalarak 8 yılını hapishanede geçiriyor. 17 yaşında hapishanede tanık oldukları, ömrü boyunca taşıyacağı izler bırakıyor genç adamın omuzlarına ve elbette yüreğine... Tarihte yer alan utanç sayfalarından biridir Ulucanlar Cezaevi'nde yaşanan katliam... Bu katliamdan yaralı olarak kurtulan Murat Özçelik, 10 arkadaşının acısını yüreğine gömerek tahliye oluyor. Eğitimini Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde tamamlayarak mezuniyet projesi olarak 'Ölücanlar'ı yapmaya karar veriyor ancak koşullar gereği yapamıyor. Ulucanlar Cezaevi kapatılıp halka açıldıktan sonra orada gönüllü rehberlik yaparak, herkese anlatıyor yaşanan vahşeti... İşte 'Ölücanlar' bu anlatımlarda kendiliğinden şekillenmeye başlıyor. Murat Özçelik, bu belgeselle, yaşananları anımsatarak 'bir daha yaşanmasınlar 'diyor.

'Ölücanlar' belgeselini çekerken neler yaşadın?

Açıklamaya gücüm yetecek mi bilmiyorum. Çünkü sinema adına üretilen her çalışmadan sonra ne acıdır ki zorluklardan ve bütçe eksikliğinden bahsediliyor. Bu bir kısmıyla doğru belki ama büyük bir kesimin ise bunu ticarete dönüştürdüğünü düşünüyorum. Ben bu kesimin çoğu ile ortaklaşmak istemem. Bu yüzden aynı cümleleri kurmak istemiyorum ama kasetleri temin edecek maddi altyapıyı bile sağlayamadık biz. Tabii ki tek zorluk bunlar olmadı. Ulucanlar'da çekim yaparken, demokrat bir kurum olduğunu iddia eden mimarlar odasının saldırısına uğradık. Çekim yapmamıza izin vermediler, dövmeye kalkacak kadar ileri gittiler. Daha sonra Ulucanlar'da çekim yapabilmek için bir buçuk sene beklemek zorunda kaldım. Çok önem verdiğim bazı çekimleri ise teknik yetersizliklerden yapamadım. Aslında beni yaralayan bunun gibi benzer başka çirkin saldırılar da oldu diyebilirim. Hem de belgeselin galasının yapıldığı dönemlerde. Kurum ahlakına sahip olamayanlar, üzerindeki 'devrimci' elbiseyi kaldırdığında anlamlı bir cümle kuramayacak olanlar, sanatı ve yapılan belgeseli algılama gücü taşıyamayacak olanlar beni tarikatvari başka platformlara çekme çabası içindeler. Ne acıdır ki tüm bunlar bana değil, aslında bir yerde bu belgeselin ruhuna ve içeriğine dönük saldırılardır. Sanırım bu belgesel süreci içinde beni en çok yaralayan bunlar oldu. Bunlara bir de bu ülkede kendini güvende hissetmeme psikolojisi eklenince tabii benim için oldukça zor bir süreç oldu.

'Ölücanlar' belgeseli senin öykün üzerinden şekilleniyor...?

Ölücanlar, benim kendi öykümdür. Esas olarak Ulucanlar Cezaevi'ni, genel olarak bir dönemin ceza infaz mantığını ve bunun sonucu olarak yaşanan ölümleri ve işkenceleri anlatmaya çalıştım. Daha özel olarak ise 1999'da yapılan operasyonda yaşamını yitiren ve işkence gören arkadaşlarımın öyküsüdür. Belgeselde kapatılan Ulucanlar Cezaevi'nde annemle kendi yaşanmışlıklarımıza doğru bir yolculuk yapıyoruz. Bir olayı, bir durumu, bir gerçeği anlatmaktan öte, annemle ortaklaşan öykümüz üzerinden bir süreci anlatmaya çalıştım.

'Ölücanlar'ı annene adadın ve galasını da kendi köyünde yaptın. Nasıl bir duygu yaşadın?

İçerdeki sürecim annem için de oldukça ağır ve yıpratıcı oldu. Saldırılar yaşadı, gözaltına alındı, açlık grevlerinde bulundu. Hep yanımda oldu. Belgeseli ona atfederken, onun yaşadığı acıların küçük bir karşılığı olmasını istedim. Bugüne kadar ona hiçbir şey veremedim, bu belgesel dışında. Fakat bir hediye mi oldu, ona acılarını yeniden yaşatmak mı oldu bilemiyorum. Çünkü hem Ulucanlar'daki çekimlerde, hem de filmin galasında, o sarsıcı süreçleri yeniden yaşadı. Galasını köyde yapmak isteyişimin nedeni bu filmi anneme adamış olmam ve belki de en önce onun izlemesini istememdendi. Doğduğum köyde filmin galasını yapmanın da benim için ayrı ve duygulandırıcı bir anlamı oldu tabi.

Annen belgeseli izlediğinde ne hissetti, sana neler söyledi?

Annem için kötü oldu. Özellikle yakınında oturmak istemedim galada. Film boyunca hıçkırıkları kulağıma geliyordu. Sonuçta orda hayatını kaybedenlerin önemli bir kısmını tanıyordu. Her görüşe geldiğinde sohbet ettiği insanlardı. Bunun etkisi de vardı. Sonrasında filmle ilgili hiç konuşmadık.

Gala gösteriminde konuşmanı yaparken neler hissettin?

Bazı şeyleri konuşamıyorsunuz. Sözcüklere döküldüğü zaman anlamını, derinliğini yitirecek şeyler bunlar. Bazen her şeyin en iyisini yapmaya çalışırsınız ama karşınızda her zaman kötü anlamda örgütlenmiş bir güç bulursunuz. Bu kimi zaman devletin kendisi oluyor. Kimi zaman solcu olduğunu iddia eden kesimler oluyor. Kimi zaman en yakınındakiler oluyor. Sanırım her şeyi bu eksende yaşadım. Kendimi ifade edeceğim bir şeyler üretmek için bu çarkın bir parçası olmayı istemedim. Sinema sektörünün yarattığı ahlakın ya da Beyoğlu'nda, Kızılay'da barlarda toplumu aydınlatanların içinde olmak istemedim. Sinema, büyüsü olan bir sanattır, güzeldir ama arkasında yarattığı, bıraktığı kültür aynı güzellikte değildir. Ben bu kirli arka plandan beslenip çok güzel bir film yapmak istemedim. Sinema benim için her zaman mütevazi bir uğraş olarak kalacaktır.

Çocuk yaşta hapishaneyle tanıştın. TMK mağduru çocukların yaşadıklarına baktığında ne hissediyorsun, yaşlarından büyük cezalar alan bugünkü çocuklar ve senin o dönemin...?

Zaman geçtikçe bir şeylerin değiştiğine inanmak istiyorsunuz ama aslında temel mantık değişmiyor. Bizim yaşadıklarımızdan çok farklı değil tabii ki. Benim yargılandığım dosyada yaşı 18'den küçük 4 arkadaş vardı. Hepsi lisede okuyordu ve hiçbir şiddet eylemine karışmamışlardı. Bir arkadaş 14 yaşındaydı. Süreci ağır bir şekilde yaşadı ve yaşadıklarını belgeselde anlatıyor. Benim gözaltına alınmamın üzerinden 16 yıl geçti ama aynı şeyler bugün devam ediyor. Öldürme, yok etme, inkar etme temel politik yaklaşım olduğu sürece devam edecektir.

Barışa inanıyor musun, Bölge ile ilgili, Bölge gençleriyle ilgili ne düşünüyorsun?

Barış Kürt halkının çok onurlu bir talebi. Farklı kimliklere, farklı dillere, farklı inançlara saygı duyabilme anlayışının köklü olarak oluşması gerekir. Bu birilerinin birilerine isteğe göre lütufta bulunabileceği bir alan değil çünkü. Ben nesnelliğe fazlasıyla inanan biriyim. Toplumun aşağıdan ve nesnel dönüşümü üzerinden başarılabilecek bir mesele olarak görüyorum barışı. Kürtler bu dönüşümü yaşadılar ve önemli şeyler başardılar. Bunu sadece mücadele olarak söylemiyorum. Kendi dillerini, kültürlerini, sanatını baskı altında geliştirdiler. Ve daha da önemlisi kabul ettirdiler. Barışı da bu sürecin bir devamı olarak algılamak lazım. Kültürü, sanatı geliştirmek bazen yüzyıllık bir fiili savaştan daha etkilidir. Ben Kürt gençleri açısından işin bu noktasının şu aşamada daha önemli olması gerektiğine inanıyorum. Çünkü sanat toplumu değiştirmek, toplumsal önyargıları kırmak açısından önemli bir araçtır. Ben 'Ölücanlar' belgeselini izleyen insanlarda çok somut olarak gözlemledim bunu. Farklı kesimlerden insanlar izledi ve çok ortak tepkiler aldım. Sanat doğru ve samimi kullanıldığı zaman bence toplumsal barışa da büyük bir katkı sağlayacaktır. Sonbahar filminin; bir 'solcu'nun öyküsünü anlatmak isteseniz duymak bile istemeyecek insanlar üzerinde çok önemli etkiler yarattığına tanık oldum mesela. Kürt gençleri artık bunun gibi birçok araca sahip. Bir Kürt olarak böyle bir faaliyetin içinde olmaya çalışıyorum zaten. Biz birçok arkadaşla beraber, Kürt illerinden Ankara'ya göç etmiş ve sokaklarda kağıt toplayarak geçimlerini sağlayan gençlere, çocuklara bir gecekonduda sanat dersleri veriyoruz. Ben ve yönetmen Medet Dilek sinema dersleri veriyoruz. Onlarla beraber 'ÇÖP' isimli bir kısa film çektik.

Teşekkür ediyoruz...

Not: (Erdoğan Zamur'a katkılarından dolayı teşekkür ediyorum... Nesrin Aksu)

Nesrin AKSU
nesaksu@gmail.com

Kendi vicdanınızı sorgulayın!


Referandum savaşı iyiden iyiye şirazesinden çıkmış, Başbakan'ın kimyası hepten bozulmuş durumda. Nedeni de açık: Bu bir anayasa oylaması değil! Bu AKP iktidarının geleceğini belirleme savaşı. AKP son kullanma tarihini uzatma derdinde. Muhalefet cephesinde ise MHP dayandığı duvardan, çoktan yırtıcılığını kaybetmiş hırçın pençelerle ayakta kalmaya çabalıyor. Görünen o ki; en şaşırtıcı hamleler CHP'den gelecek. Bir 'kaset'le başlayan yeniden yapılandırma süreci; kuşkusuz genel başkan değişimiyle sınırlı değil. Devletin bir bölümü 'dipten gelen dalgalara' direnmekte ısrarlı olsa da, ağırlıklı kesiminin gerek dışarıda gerek içerdeki güçlü 'değişim' talebine direnemeyeceklerini anladıklarını düşünüyorum. Dolayısıyla Erdoğan'ın yeniden 'soğuk savaş' söyleminden medet umması, 'sol'dan saydığı CHP'yi 'komünist'likle suçlaması eski dil alışkanlığından değil, kendisinin iktidara hazırlanma sürecini bugünlerde sık sık hatırlamak zorunda kalmasındandır, muhtemelen!

Üstelik 'komünist'i küfür olarak kullanan yalnız kendisi de değil. Hükümetin başka üyeleri, hükümeti destekleyen medya organları da 'solcu' olmayı bir aşağılama aracı olarak sık sık kullanırlar. Şimdi de solun 'vicdanını' sorgulamaya kalkıyorlar.

Bu kesimden daha tek bir vicdanlı yazar çıkıp, 'Ayıp Başbakan, hani sen düşünce ve ifade özgürlüğünden yanaydın? Hani demokrattın? Komünist olmak suç mu? Bunu bir küfür olarak kullanırken nasıl daha demokratik bir anayasa yaptığına inandıracaksın?' diye sormadı.

'Sana şeriatçı, ılımlı İslamın mimarı derlerken göğsümüzü siper ettik, şimdi sen de orada dur bakalım' demedi.

Neyse, bunu geçelim. Asıl önemlisi; ta 2009'dan beri tekrarladığı sivilleşme ve demokratikleşme vaadini her seçim döneminde tekrarlayıp, sonra yan çizen iktidara bir kez daha 'Evet' diyen solcular, 'demokratlar' yarın Kürt halkının yüzüne nasıl bakacaklar?

Elleri bile sıkılmayan, hiçbir önerileri dinlenmeyen, kadınları, çocukları h‰l‰ cezaevinde tutulan; her tür manipülasyon ve dezenformasyonla 'boykot' kararından caydırılmaya çalışılan Kürt halkı yok sayılırken nasıl 'Evet' diyecek?

Şimdi yalnız bıraktıkları Kürt halkını, yarın nasıl samimiyetlerine inandıracaklar?

Sola düşen; boykot etmek ve boykot edilmesi için çalışmak olmalıydı.

Psikolojik savaşta Kürtlere karşı bir kez daha orantısız güç kullanan iktidarın, 8 yıldır tekrarladığı, muhtemelen de 'Başkan Erdoğan' olana kadar tekrarlayacağı vaatlerinin peşine takılmak değil.

Vaatler değil 'olgular' gösterge olmalıdır.

Hrant'ın arkadaşları, Ogün Samast'ın yakalanmasından bu yana bir arpa boyu yol alamayan dava için harekete geçtiler. Bilgi edinme hakkını kullanarak, onca yıl geçmesine rağmen yanıt alınamayan soruları bu kez de Cumhurbaşkanı'na soruyorlar: '16 Ağustos 2010 tarihinde Azerbaycan'a giderken 'Hrant Dink maalesef gerekli tedbirler alınmadığı için hayatını kaybetti' demiştiniz. Hrant Dink'in hayatını kaybetmemesi için alınması gereken tedbirler nelerdi? Bu tedbirleri kimlerin alması gerekiyordu? Bu tedbirleri almayanlar hakkında herhangi bir işlem yapıldı mı, yapılması için herhangi bir talimat verdiniz mi? Hrant Dink'in hayatını kaybetmesinin nedeninin alınmayan tedbirler olduğuna dair bilginizin kaynağı nedir? Devlet Denetleme Kurulu'nu Hrant Dink için harekete geçirmeyi düşünüyor musunuz?'

Bir de onu dinleyin!

Kendi ifadesiyle 'Israrlı bir barış gönüllüsü, savaş karşıtı feminist bir aktivist' olan Hülya Tarman'ın başına gelen de bir 'olgu' olarak, kuşkusuz önemli bir gösterge. Şimdi AİHM'e başvuran Hülya da son bir kez Cumhurbaşkanı'na seslenmeye karar vermiş:

'2007 Mayısı'nda Diyarbakır'da 'aklıevvel' hayalgüçleri çok farklı çalışan iki kişi ile 'sorunum' oldu. Önemsemedim. Bir nevi 'iş kazası' diye baktım. Ta ki onlar işi sokak ortasında ölüm tehdidine, dahası dönemin valisine suikast yapma ve yaptırma ile itham ettirmeye vardırıncaya dek.

İşte o an burası Türkiye, burası Diyarbakır gerçeği ile yüzleştim. Dehşete kapıldım. Komplolar da bir gerçeğimiz. Ya üzerimden komplo kurulduysa kaygısı, korkusu ile savcılığa suç duyurusunda bulundum.

İlerleyen saatlerde müşteki 'şüpheli' konuma terfi ederek şikayetçi olduğum iki kişi ile birlikte Diyarbakır Emniyeti'nin 2,5 gün 'misafiri' oldum.

Can güvenliğim kalmamıştı artık. Kimdiler, ne idiler bilmiyordum. Döndüm, evime geldim. On gün geçmişti ya da geçmemişti, bu kez gerçekten hedefe konulan olmuştum. Takvim ve Star gazeteleri 22 Haziran 2007'de yaptıkları haberde; suç duyurusunda bulunduğum iki kişi ve hayatımda hiç görmediğim bir şahısla birlikte beni 'canlı bomba' diye işaretlemişti. Oysa bir araştırmacı olarak, çantamda ve aklımda, ses kayıt cihazım, fotoğraf makinem, son derece sivil sorularım ve insan sevgim vardı.'

Ve muhatap alınmayan kayıp yakınları

Başbakan'ın 'Ne idüğü belirsiz' dediği Cumartesi Anneleri'nin en son kaybı: 'Gözaltında kaybedilen 13 yaşındaki oğlu Seyhan'ı aramaya ömrü yetmeyen 76 yaşındaki Ramazan Doğan'ı kaybettik. Günbegün kayıp yakınlarının sevdiklerinin akıbetini öğrenemeden aramızdan ayrılışlarını izliyoruz. 30-40 yıldır kayıp yakınlarının adalet arayışına kulak veren tek bir yetkili mercii bulamadık. Bunun için, acımız bir kat daha artıyor. Kırgınız, yaralıyız, öfkeliyiz.'

İşte 'yetmeyen' kısım, yani hükümetin demokrasi karnesi budur. Buna 'Evet' demekse; İbrahim Tatlıses'in patolojik gözyaşlarından etkilenmekle eşdeğerdir.

incihekimoglu@gmail.com

Kürtler neden 'Boykot' diyor?


Militarist milliyetçilik ile siyasal İslam arasındaki erk kavgası damgasını vuracak önümüzdeki referanduma. Aslında demokratik bir anayasa için önemli bir şans doğmuştu. Aynı 2007 yılında olduğu gibi, bu kez de bu şans kaçırılıyor. Bay Erdoğan itiraf etmeli ki, bu işi eline yüzüne bulaştırdı. Daha Meclis oylamasında, asıl önemsediği, siyasal partilerin kapatılmasına ilişkin maddeyi Meclis'ten geçiremedi. Daha sonra defanstaki militarist milliyetçiliğin tuzağına düşerek, referandumu kendine destek oylamasına çevirdi. Aslında Kürtler en baştan, kendisine önemli şanslar tanıdı. Ama onun Kürtlerden istediği ise, kendisine biat edilmesinden başka bir şey olmadı ne yazık ki. Kürtler cephesinde en küçük güven yaratıcı adım atmaktan kaçındı. Kendisine açık çek verildiği halde. Sonunda da Kürtler, ben bu oyunda yokum diyerek, kenara çekilip, iki kesimin gerçek gücünün ortaya çıkması için bir şans yarattı.

Erdoğan hükümeti bütün iktidarlar gibi, 10. yılına doğru yıpranma aşamasında. Seçmenler bir süre sonra yeni yüzler görmek ister, hep aynı suratları görmekten bıkar. Zaten CHP içindeki sivil darbe de bunun için yapıldı. HAYIR cephesinin başına çeken CHP de buna, yani iktidar bıkkınlığına oynuyor. Öte yandan geleneksel olarak siyasal İslam'ın güçlenmesinden korkan kesim ve cemaatler de hayır eğilimi gösteriyor. Militarizmin zayıflaması elbette iyi... Ama buna karşılık bir polis devletinin yükselmesini de kimse istemiyor.

Böylece referandumda yapılan kısmi iyileştirmelerin içeriğini tartışmaktan, bunları değerlendirmekten çok, var olan iktidara bir ömür biçilecek.

Uluslararası planda ise, ABD'nin Irak'tan çekildiği ve olası İran savaşının taşlarının döşendiği şu günlerde, bazı güçlerin de yeni bir iktidar üstüne hesap yapmaları doğal.

Referandumda Kürtlerin tavrını, kendi aydınları ile tartışmak gerek diyerek, 'KCK Dosyası' kitabı nedeniyle birlikte yargılandığımız genç yazar N. Mehmet Güler'in fikrini sordum, KÜRTLER NEDEN 'BOYKOT' diyor? sorusunu yönelterek. O da bana şu yanıtı verdi:

'Bu sorunun yanıtı o kadar açık ki, izahına girişmek bile rahatsız edici. Sistem, temelde Kürtlerin yok sayılması ve yok edilmeye çalışılması üzerine bina edilmiş. İnkar politikası esnetilerek, Kürtlerin otuz yıllık direnişi sonucu çuvala sığmaz hale gelen mızrak, zorla çuvala yerleştirilmeye çalışılarak sürdürülüyor.'

Başbakan'ın, hep de bağırarak tekrarlamaktan hoşlandığı, 'tek millet, tek bayrak, tek dil...' nakaratı, inkarın, imhanın en yalın ifadesi olmuyor mu?.. Demek ki, tek millet dediğinde Başbakan, bir milleti yok sayıyor ve başka bir milletin içinde eritmek ya da ona zorla tabi kılmak istiyor. Tek bayrak söylemi hakeza aynı sonuca çıkıyor. Kürtlerin tarihte kullandıkları, kendi bayrakları var ve eğer bir toplumun sembolü olarak kabul ediliyorsa, ne hakla yok sayıyorsunuz. Daha da ileri giderek, 'çaput parçası, terör renkleri' diyerek hakaret ediyorsunuz?

Kadim bir dil, 'Mem ž Zin' gibi dört asırlık destan dili, Kürtlerin anadili yok edilmeden, 'tek dil' sloganınız nasıl gerçeğe dönüşecek? Bunu çok açık itiraf edenler de var; AKP içindeki uç milliyetçilerden, her dönemin Bakanı C. Çiçek, Kürtlere Türkçe öğretemediğine, yani dillerini unutturamadığına hayıflanıyor. Soykırımın, sadece fiziki yok etme ile sınırlanamayacağı, daha tehlikeli olanın, kültürel asimilasyon, kırım olduğu bilinen bir doğrudur. O halde anlayış olarak AKP'nin cunta iktidarından, Çiller-Güreş özel harp hükümetinden ne farkı var?.. Örneğin, hiçbir sekiz yıllık kesitte, Kürt çocukları AKP iktidarında olduğu kadar vurulmadı, gözaltına alınmadı, hapsedilmedi... AKP hükümeti, bir projedir. Kürtlere karşı savaşımda tüm araç ve yöntemleri tüketen sisteme, yeni yollar, türlü özel yöntemler üreten bir hükümettir. Dolayısıyla Kürtler için Evren'den, CHP ya da MHP'den farkı yoktur...

Kürtler için anayasalar hep aynı kaldı, AKP'nin yapmaya çalıştığı sadece bir rötuş. 12 Eylül Anayasası dahil, tüm anayasalar onları yok saydı... Kürtlerden, AKP'nin, hukuk kılıcını daha etkin kontrol etme ve kullanma oyununa alet olmasını nasıl isteyebilirsiniz! ...

Kürtler, en yalın ifadeyle, Türklerle her konuda eşit haklara sahip olmak istiyorlar. Yani kendi kaderlerini kendileri belirlemek istiyorlar. Sosyal, kültürel, politik her alanda kendilerini idare etmek istiyorlar. Yöneticilerini kendileri seçmek istiyor ve keyfi olarak temsiline iradesine müdahale edemeyeceğiniz güvenceler istiyorlar. Kültürel varlıklarını, öncelikle de dillerini, hiçbir engelleme ile karşılaşmadan eğitim, iletişim, bilim, siyaset alanında kullanmak, kurumsallaştırmak, geliştirmek istiyorlar. Aslında artık istemiyor da. 'Böyle yapacağız' diyorlar. Kürtler azınlık muamelesi görmek de istemiyorlar. Adına 'demokratik özerklik' dedikleri sistemde içinde, Kürtler de Türkiye'de yaşayan her halk kadar özerk olacaktır, daha fazla ya da az değil.

Kürtler, BOYKOT diyerek 'kendi kaderini belirlemenin' en önemli adımlarından biri atacak. Görmek için, çok da öngörüye ihtiyaç olmadığı açıktır.'

BDP Siyaset Akademisi


Yeni_Özgür_Politika Mersin’de şehir merkezinde gezerken BDP Siyaset Akedemisi’nin büyük levhasını görmek, gerçekten de insanda büyük bir heyecan yaratıyor. Bu heyecan Kürtlerin eğitim alanında da, tümden kendi imkanlarıyla, kendi kurumlarını yaratmasındandır.
Mersin’de açılan BDP Siyaset Akademisi’ni ilk gördüğümde büyük bir heyecan yaşadım. Siyaset Akademisi’nin giriş kapısındaki ‘’Kendini Bil’’ yazısı da oldukça dikkat çekici. Kürtler açısından bu söylemin ne anlam ifade ettiğini akademinin müdürü Nevzat Çevik, ‘’kendini bil’’in gerçek anlamının, kişinin kendi özünü, kimliğini, kişiliğini bilmesi olarak tanımladı. Bu kavramın, kişinin sosyalist bir kimlikte olması gerektiği anlamına da geldiğini ifade eden Çevik, ‘’teori ve pratiğin bütünleştirilmesini de ifade eden bu söz, özgürlük mücadelesinde verilen bedellere sahip çıkılması anlamına da geliyor’’ dedi.

14 Temmuz 2010 tarihinde açılan ve 19 Temmuz’ da 20 kişiyle eğitime başlayan akademinin öğrencileri, emekçi kesimlerden oluşuyor. Demokratik kitle örgütlerinde çalışanların, yönetici vasfına sahip kişilerin öncelikli olarak eğitim gördüğü akademinde haftada 6 gün (saat 9:00-17:00 arası) dersler veriliyor. Bir aylık eğitim devreleri şeklindeki kurslarda başarılı olan öğrenciler, 3 aylık bir eğitim için Amed’deki Siyaset Akademisi’ne gönderiliyor. Bununla kursa katılanların daha da yetkinleşmesi, daha fazla siyasi birikim sağlaması amaçlanıyor. Yaşları 22 ile 61 arasında değişen öğrenciler arasında ilkokul mezunları olduğu gibi üniversite eğitimi alanlar da bulunuyor. Her eğitim devresi 30 kişiden oluşması ve özellikle de kadın ve gençlerin etkin katılımının sağlanması amaçlanıyor. Eğitimin tümden ücretsiz olduğu akademide öğrencilere bedava yemek ve içecek de veriliyor.

Siyasi bir örgütlülüğün önünü açmak için çok yönlü düşünebilen, etkin kadrolar ve politikacılar yetiştirme amacı taşınan akademide; Ekonomi Politik, Felsefe, Toplumlar Tarihi, Kürdistan Tarihi, Türkiye Siyaset Tarihi, Sanat ve Siyaset, Ortadoğu, Demokratik Konfederalizm, Kadının Kurtuluşu ve Ekoloji vb. dersler veriliyor. Çevik, derslerin kendi alanlarında uzman kişiler tarafından verildiğini belirterek, akademide güncel konuların da özgür bir ortamda tartışıldığını ve böylece öğrencilerin kendi düşüncelerini özgürce ifade etmelerine olanak sağlandığını söyledi.

‘Kadroların yetiştirilmesi geriyor’
Akademinin halkta büyük bir heyecan yarattığını söyleyen Mersin Siyaset Akademisi Müdürü Nevzat Çevik, akademinin amaçlarını şöyle açıkladı: “Kürt halkının klasik siyasetten ziyade demokratik bir siyaset oluşturmasını yani demokratik konfederalizm düşüncesini hayata geçirecek arkadaşlara ihtiyacımız vardır. Uzun süreli eğitimimizde, halkımızın partileşmeden bile haklarını nasıl elde edebilecekleri konusunda akademi büyük bir öneme sahiptir. Akademinin özünde insanların artık belli bir projeyi hayata geçireceği, o politik duruşu sergileyeceği bir eğitime ihtiyaç vardır. Var olan örgütlülüğün devamı için etkin kadroların yetiştirilmesi gerekiyor. Burjuva eğitim sistemini kıstas almıyoruz. Bizim bir gerçekliğimiz var. Bu bakımdan eğitimimiz bizim gerçekliğimizle bağdaşmalı. Eğitimlerimizde teori ve pratiği bütünleştiriyoruz. Sadece öğrenmek için değil, öğrenilenlerin pratikte uygulanması gerekiyor. Demokratik Özerklik meselesi için daha bilinçli, daha etkin kadrolar, politikacılar üretiyoruz. Siyasi bir örgütlülüğün önünü açmaya çalışıyoruz. Bugün bu aşamaya gelinmiştir. Siyasetle elde edilecek haklar da farklıdır araçları da farklıdır. Bunun içinde siyasi kadrolara ihtiyaç var. Tek tip insan yerine çok yönlü düşünebilen, farklılıkları kendi farklılıkları olarak görebilen insanlar yetiştirmek de amaçlarımız arasında yer alıyor.”

BDP Mersin Siyaset Akademesi Müdürü Nevzat Çevik, akademinin halkta büyük bir heyecan yarattığını da sözlerine ekleyerek, kurslara katılmak isteyenlerin sayısının her geçen gün daha da arttığını söyledi.

Demokratik siyasetin kurumsallaştırılması ve bunun için yetkin kadroların yetiştirilmesi için Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) şu ana kadar İstanbul, İzmir, Ankara, Amed (Diyarbakır), Mersin, Riha (Urfa), Mêrdîn, Wan ve Êlîh’te (Batman) BDP Siyaset Akademisi açtı. Ancak bu akademilerin sayısının arttırılacağı da, parti yetkilileri tarafından ifade edildi.

MUSTAFA KILINÇ/MERSİN

Erdogan'in Diyarbakir Faciasi ve Yalanci Medya

Sonunda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan boykotun direnişçi yüzüyle Amed'de karşılaştı. Amedliler itibar etmeyince çevre illerden aparılan AKP'lilerle İstasyon Meydanı'na giren Erdoğan, şehrin alışık olduğu yüz binlerin katıldığı mitingler yerine bir başbakanın, "tevazusuna uygun mütevazi" bir kalabalığa seslenmekle yetinmek zorunda kaldı. Başından, içeriksiz konuşmasının farkında olmalı ki, Erdoğan bundan önceki referandum mitinglerinin aksine çok sayıda bakan ve milletvekili ile çıktı kürsüye. Kırk beş dakikalık kifayetsiz konuşmasının ardından sahneden inmeden önce de Galatasaraylı eski futbolcuları davet etti sahneye.

Başbakan'ın özellikle GS'li sporcuları tercih etmesi dikkat çekici. Sanırım, aklı evvel danışmanları Erdoğan'a Amed halkının GS'ye olan sempatisinden söz etmiş olmalılar. Ancak belli ki, bu sempatinin kaynağından hiç bahsetmemişler. Hani 90'larda GS için açılan ve şehre damgasını vuran, "Seni seviyoruz seni seveni de" pankartına kaynaklık eden ruhtan bi haber Başbakan.

CHP ve MHP liderlerini Amed'e gidememekle eleştiren Erdoğan da ancak beş yılda bir gelebiliyor bu şehre. Bundan önce 2005'te Amed'e gelen Erdoğan o dönem için kitlelerde umut yaratan, "Kürt sorunun kendi sorunu olduğunu söylemiş, geçmişe ilişkin hatalarından dolayı özür dilemenin büyük devlet olmanın gereği olduğunu" sözleriyle resmi söylemin dışına çıkacağı izlenimi yaratmıştı. Çok geçmeden, Dolmabahçe mutabakatı ile Kürt sorunun kendi sorunu olduğundan vaz geçip, yalana dayalı kendi Kürdü'nü yaratma eğilimine girdi. Yüzde on barajı ve sistemin derin sığ tüm güçlerinin desteği ile Kürdistan'da, Kürt legal siyasetinin karşısında tek parti haline getirilen AKP, bir süre sonra bu şişirme gücün gerçek olduğu vehmine kapıldı. Bu vehimle elde ettiği milletvekilliklerini Kürt halkının temsilciliği için yeterli olduğuna inanan Başbakan Erdoğan, 2007 seçimlerinin ardından geliştirdiği, "AKP benim Kürt kökenli vatandaşlarımın gerçek temsilcisidir" söylemi ile Kürt sorununun momentini kaydırabileceğini sandı.

Oysa, İstasyon Meydanı'nda bir kez daha gördük ki, AKP Kürdistan'da da sadece bir çıkar kliğinin temsilcisi olmanın ötesinde değildir. Günler öncesinden, Başbakan'ın Amed mitingine yersizce bir çok anlam atfetmenin altında yatan neden de bu kirli çıkar ilişkisini gizleme çabasıdır. Başbakan bu ziyaretinde de kendisini destekleyenlere verilecek kredileri pay ettirdikten sonra şehirden ayrıldı. Kitleleri satın alamayan AKP, çözümü kıymetleri kendinden menkul, "sivil toplum temsilcilerine" teşvik ve kredi aktarımında bulmuştur.

Öte yandan, AKP'nin referandum oyununu bozan Boykot kararı da AKP'nin Kürdistan'daki siyasal iflasının başlangıcıdır. Başbakan'ın mitingine olan ilgisizlik de gösterdi ki başta Amed olmak üzere Kürdistan'ın bir çok ilinde boykot yüzde 60ların üzerinde seyredecek. AKP'nin yanaşma basınının referanduma ilişkin olarak neden bu denli yalana bulandığını Erdoğan'ın Diyarbakır konuşmasını dinleyince daha iyi anladık. Referandumu Başbakanla kurtaramayacaklarını önceden anlamış olmalılar ki yalana dayalı kampanya dur dinlensiz sürüyor.

Hatta bu yalan kampanyası öylesine hayasızlaşabiliyor ki AKP milletvekilleri, "Evet oyu verirseniz Apo'ya af çıkacak" yalanıyla Abdullah Öcalan'a sırtından siyaset yapmaya çalışıyor. 20 Ağustos günü Yüksekovagüncel adlı haber sitesinde yer alan ve hala yalanlanmayan habere göre, BDP Yüksekova İlçe Başkan vekili Metin Yaşar bir basın toplantısı düzenleyerek, "AKP Hakkari milletvekilleri ve yandaşları referandum çalışmaları kapsamında 'evet' denilmesi durumunda başta PKK lideri Abdullah Öcalan olmak üzere siyasi tutsakların serbest bırakılacağı sözünü vermekteler" dedi. Kimseden sen yok.

BDP Batman İl teşkilatı şehirde bazı kişilerin cami önlerinde Ahmet Türk’ün resimlerinin yer aldığı "Referanduma evet" broşürleri dağıttığını, aynı broşürlerin evlere de kapı altlarından atıldığını açıklıyor.

İçinde bulunduğu aracın mayına çarpması sonucu üç arkadaşı ile birlikte yaşamını yitiren, eski Batman Baro Başkanı Sedat Özevin'in eşi Hülya Özevin, AKP yanaşması basının nasıl kendisini referandum için istismar ettiğini Milliyet Gazetesi'nde Mehveş Evine şöyle anlatıyor:

“Telefonla taziye için arayan birine, ‘referandumda evet-hayır’ konusunda bir şey der miyim? Demem! İnsan insanın acısını alır diye, Sedat hakkında eksik bir şey bırakmayayım diye konuştum. Sonra acılı eş “evet dedi” diye yazıyorlar. Böyle bir eş, böyle bir kadın olur mu? Acaba bilincimi mi yitirdim diye düşündüm. Şoke oldum”. Maneviyatçılığı öne çıkaran bir siyası akımın ve yandaşlarının insanların acılarını dahi istismar noktasında olmaları yalan bulanan bu siyasette sonun başlangıcı anlamına gelir.

Kürt boykotunun yarattığı korku, Türk basının "karşıtlarını" da iş birliğinde bir araya getirdi. Her dönemin Genelkurmayı ile iyi ilişki içinde olmasıyla matuf Hürriyet Gazetesi'nden Fatih Çekirge 30 Ağustos "zaferine" yakışır bir 'büyük habere' imza attı. Çekirge, Van'a yaptığı uçak yolculuğunda, karşılaştığı CHP Şırnak İl Başkanı Çınar Öktem ile CHP Gençlik Kolları Başkanı Umut Tunç'un, Van ve Hakkari'de, “Sandığa giden cezalandırılacak” bildirileri dağıtıldığını anlattıklarını yazdı. Ancak ne Çekirge'nin haber "kaynaklarında" ne de kendisinde bu bildiri yok. Çekirge, kendisine ve "kaynaklarına" inanmamızı istiyor.

Çekirge'den bir gün sonra Taraf Gazetesi'nden Yasemin Çongar da aynı konuyu kaleme aldı. "Gecename" başlıklı yazısında Çongar da sözkonusu bildiriden bahsediyor. Hatta yazının girişinde bir süre önce gittiği Afganistan'da gecename adı verilen tehdit bildirilerinin evlerin kapılarından atıldığını ancak insanların bunları komşularına dahi söylemekten korktuklarını anlatarak, yazısının ilerleyen satırlarında yazacağı yalanlara bir kanıt yaratıyor Çongar. Zira Çongar da olmayan bir belge üzerinden yalan yazıyor.

Çongar, gazetesinden bir başka yazarının da Van'da bu bildiriyi duyduğunu ama tüm çabasına karşın böyle bir bildiri bulmadığını söylüyor. Ardından, şöyle devam ediyor 'yazar', "Arkadaşlarımız, CHP Şırnak İl Başkanı’nı da arayıp “Sizdeki bildiri örneğini görebilir miyiz” dediler ama sonuç alamadılar."

Burada ki, "sonuç alamadılar" ifadesine dikkat çekmek gerek. Zira burada, "haberi doğrulatamadık" yani bu söylentiler yalan-eğer kendileri uydurmuyorsa elbette- demesi gerekirken Çongar, destekleyici olduğu yalana bu kılıfı bulmayı tercih ediyor.

Amed'de İstasyon Meydanı'nda bir kez daha gördük ki, ne kifayetsiz Başbakan ne de yanaşma yalancı medyası birbirini kurtaramayacak.

canerdem2126@gmail.com