15 Kasım 2011 Salı

Türk Gazetelerinden Yalan Taarruzu

Cahit Mervan

Türk basını bugün attığı manşetler ve yaptığı haberlerle anılacak. Bugün Gülen cemaatinin yayın organları başta olmak üzere Türk basını Kürt hareketine karşı adeta taarruza geçmiş durumda. Bütün yalanlarını, iftiralarını cepheye sürmüş.

Kürt ve demokrasi düşmanlığı sözde laik Hürriyet’ten sözde Müslüman Akit’e kadar adeta zirve yapmış. Türk gazeteleri bugün özel olduğu kadar kirli psikolojik savaş konusunda ne kadar marifetli olduklarını ispatlamak için yarışmış. Gazetelerin sayfaları MİT ve AKP karargahların da üretilen yalan ve iftira haberlerle dolup taşmış.

İşte o yalan olduğu kadar, bayağı, kara propaganda olduğu kadar gerçeği perdelemek için üretilen manşet ve haberlerden bazıları.

Haber-Türk gazetesi Hükümetin başı Tayyip Erdoğan’ın bizzat talimatıyla PKK lideri Abdullah Öcalan’a karşı uygulanan tecritti perdelemek için bugün sözde özel bir fotoğrafla işi kotarmaya çalışmış. Öcalan’ın 12 yıl önce Roma’dan Moskova’ya giderken çekilmiş ve defalarca MEDYA TV ve ROJ TV’de yayınlanmış bir fotoğrafını sanki yeni ele geçirmiş gibi Öcalan’ın 12 yıl gizli kalan fotoğrafı’ başlığıyla vermiş.

Haber-Türk gibi hem istihbaratın bir şubesi gibi yayın yapan, hem de işi gücü tetikçilik olan Akit gazetesi de sadece Öcalan düşmanlığı yapmammış. Bugün attığı manşetle tam bir kara propaganda ve ırkçılık sergileyerek İmralı’daki ağır tecrit koşullarını perdelemeye çalışmış. Gazete kılıklık bu özel savaş elamanı gazete ‘Apo’yu Yahudi firma koruyacak’ manşetiyle gerçeği karartacağını düşünmüş. Erdoğan’ın talimatıyla uygulanan tecritti gizlemeye çalışmış. İmralı adasının güvenlik kamaralarının bir Yahudi firma tarafından yapılacağını iddia etmiş. Akit tipik bir psikolojik savaş metoduyla hem Kürt, hem Öcalan düşmanlığı yapmış, hem de sanki Yahudiler Öcalan’ı koruyormuş izlenimi yaratarak Yahudi düşmanlığı yapmış.

Özel savaş haberi dendiği zaman Hürriyet gazetesini atlamayacaksınız. Hürriyet nede olsa psikolojik savaş metotları konusunda şimdiki Günlen Cemaatin karargahında hazırlanan gazeteleri çeşmeye susuz götürür, susuz getirir. Hakkını teslim etmek gerekirse geçmişte olduğu gibi Hürriyet bugünde kirli propaganda konusunda ustalığını göstermiş. Bu ırkçı gazete Adana’da göz altınına alınan Kürtleri bir çırpıda 2010 yılında İskenderun ve Hatay’da askeri üste ve polis otosuna yapılan saldırıların failleri olarak lanse etmiş. Tümüyle istihbaratın servis ettiği ve her tarafı yalan kokan bu haberle Hürriyet ‘seferberlik gazeteciliğini’ kimselere kaptırmama niyetinin olmadığını göstermek istemiş.

Kirli haber yapmakta Hürriyet kadar tecrübeli olmasa da ‘seferberlik gazeteciliğinin’ son örneklerinden olan Bugün gazetesi Kürt Özgürlük hareketine düşmanlıkta öyle bir haber yapmış ki insan ne diyeceğini şaşırıyor. Bugün gazetesi PKK ve Kürtlerle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan bir dolandırıcılık haberine ‘Aşk-ı Memnun’un yıldızına PKK tuzağı’ başlığını kullanarak Kürt hareketini kötülemeye çalışmış. Garip bir şekilde haberin içinde PKK geçmemesine rağmen, ne alakaysa ‘PKK’ haberin başlığında yer almış. Yani anlayacağınız ‘çamur at izi kalsın’ cinsinde adi mi adi bir haber.

‘Seferberlik gazeteciliğinin’ son dönemlerde yükselen yıldızı ve yalan haber sıkıntısı çektiği zaman işin kolayına kaçıp, arşivlere dadanan Sabah gazetesi de bugün hükmü birkaç saatlik olan bir yalan manşetle çıkmış. Sabah yalanını ‘özel haber’ olarak sunmuş. Ve yalan haberine Irak devlet başkanı ve YNK lideri Celal Talabani’yi de alet ederek ‘demokrasinin değerini bilin’ manşetini kullanmış. Bu habere göre güya Talabani’ kendisi ile görüşen BDP ve DTK eş başkanlarına nasihatte bulunarak Türkiye’deki demokrasinin kıymetini bilin demiş. Aklınca Sabah gazetesi bu yalan haberle Kürtler arası ilişkilere gölge düşürerek çomak sokmak istemiş.

Gizli ödenekten beslendiği artık ayyuka çıkan ve bunun için tetikçilikte sınır tanımayan Star gazetesi dün ki kirli ve ölüye saygısızlık işine bugünde devam etmiş. Star gerilla yakınlarının kendi evlatlarına sahip çıkmasını içine sindiremediğinden olsa gerek Kartepe deniz otobüsünde infaz edilen Mensur Güzel’in ailesini ve Kürt milletvekili Sebahat Tuncel’i hedef göstermiş. ‘Taziyeden önce Kandil refakati’ manşetini kullanan gazete BDP İstanbul milletvekili Sebahat Tuncel’in infaz edilen Mensur Güzel’in ablasını Kandile kaçırmak istediğini yazmış. Sabah Türk polisinin Güzel’in ailesine yönelik şiddet politikasına kalitesiz, beş kuruş etmez bir yalanla kılıf aramış.

Ve Gülen Cemaatinin ‘amiral gemisi Zaman gazetesi ise AKP hükümetinin Kürt halkına karşı nasıl bir düşmanlık içinde olduğunu ele veren bir manşetle çıkmış. Zaman ‘Sınırdan geçen teröristleri kamaralı taşlar gözetleyecek’ başlığını kullandığı haberinde Türk devletinin barış için değil, Van’da kara kışta ölüme yatan insanların hayatlarını kurtarmak için değil ama savaş için milyarlarca dolar harcayacağını övünerek aktarmış. Zaman istemeyerekte olsa baltayı taşa vurmuş. AKP hükümetinin kirli ve gerçek yüzünün deşifre olmasını sağlamış.

Her Dönemin Adamı Fetullah Gülen Kimin Ajanlığını Yapıyor?



Fetullah Gülen’in yazarları bize diyor ki “Hocaefendinin söyledikleri öyle değil. Hoca öyle demek istememiş.” Yani diyorlar ki “Kürtlerin kökünü kazımak, 500 değil, 5 bin değil 50 bin de olsa öldürün!” dememiş. İnsan Allahtan korkar, biz mi Fetullah Gülen’in kılığına girip de başımıza takke takıp o sözleri ettik. Kendi sitenizde yayınladınız.

“Polis, öğretmen, sağlıkçı, savcı gitsin onların alyuvarlarına-akyvarlarına girsin! Kuşatsın çembere alsın altını üstüne getirsin” diyen Fetullah Gülen değil mi? Etrafında “amin amin!” diye sesler çıkaran da sizler değil misiniz? Yok Efendim Fetullah Gülen’in konuşmasının tamamında öyle demiyor muş? Ne deniyormuş peki “NATO, istihbaratlar, ordular, polisler valiler birlikte hareket etsin ve bu şakilerin kökünü kazısın” denmiyor mu? Hem söylüyorsunuz hem de söylediğinizi inkar ediyorsunuz! Yakışır mı dini bütünlere! Sanki biz her söyleneni yazıyoruz? Öyle her söyleneni yazsaydık,“Fetullah Gülen’in uyuşturucu kullandığı için gözaltı torbacıklarının büzüldüğünü” yazardık. Ya da “Fetullah Gülen’in ABD’deki o çiftlikte harem kurduğunu” yazardık.

Ama bu tür spekülasyonlar yerine Fetullah Gülen’in neler söylediğini bizzat kendi ağzından verdik. Konuşmasının özeti de Kürt soykırımı ve Kürtler üzerinde yeni bir katliam fetvası içeriyordu. Bunun için hiç kıvırmayın. Ya Kürtlerden özür dileyeceksiniz ve bu yanlıştan vazgeçeceksiniz ya da yapılan eleştirileri olgunlukla kabul edeceksiniz. Çünkü sadece Kürdistan’da değil, Türkiye ve Avrupa’da da Fetullah Gülen’e yönelik büyük bir tepki var. Kürtlere mikrofonu uzatın bakın bakalım Fetullah Gülen ve şürekası için ne düşünüyorlar? Biz her gün onlarca halk görüşü yayınlıyoruz. Fetullah Gülen’i “Bel’amlık, münafıklık, ırkçılık, neonazi, faşist vb” sıfatlarla tanımlıyorlar. Ne yapabiliriz ki!

FETULLAH GÜLEN ZAMANCILARI FIRÇALADI MI?

Bunun için hiç boşuna Fetullah Gülen’i yüzyılın insanı olarak göstermeye çalışmayın. O testi kırıldığında kirli çamaşırlar ortaya kötü saçılacak. O’nu bir “alim, entelektüel ve din alimi” olarak göstermeye çalışanlar da var. Gülen’in “yeni demokratik Türkiye inşa ettiğine” inanmamızı isteyenler de var. Hatta Gülen’in askeri vesayet rejimine karşı olduğunu savunanlar da az değil. Zaman gazetesinden Ekrem Dumanlı, Bülent Korucu, Abdulhamit Bilici, Hüseyin Gülerce ve dahası yazıyor, savunuyor Fetullah Gülen’i ama nafile!.. Ya bunlar geçmişlerini bilmiyor Fetullah Gülen’in ya da maddi çıkarları fazla olduğu için gerçekleri yazmıyorlar. Ya da son dönemde çizilen karizması için Fetullah Gülen’den ağır bir fırça yediler!

GECE BARDA GÜNDÜZ CEMAATTE!

Bir kere Gülen’in örgütleme ve çalışma alanlarındaki yaşam tarzlarına bakın, “ağabeyler” “hocalar” ve bazı evlerde gestapoların kamplarındaki totaliter yaşamın izlerini görürsünüz. Farklı düşünce, başka gazeteler ya da televizyon kanallarının izlenmesi yasaktır. Değişik fikirler içeren kitapların okunmasına izin verilmez. Tek dil, tek din, tek bayrak ve tek millet asal eksenlerini oluşturuyor bunların. Yurtdışındaki öğrencilere ve çalışanlara danışmanlık yapıp onlara konaklama vb. alanda maddi yardımda bulundukları için istedikleri her şeyi yaptırmayı kendilerine hak buluyorlar. Yani insani bir yardım değil, karşılığını alacakları bir çıkar ilişkisi var. Türkiye ve Kürdistan’dan çok fazla bilgi geliyor. Teyidi yapıldığında daha açık yazılabilir. Ancak Gülen Cemaatinin örgütlenme şeması ve yaşam tarzındaki faşizm sadece tek adam tek düşünce ile değil, başkalarına karşı değişik baskılar uygulanarak yürütülüyor. Yurtdışındaki örgütlenmeleri için de benzer şeyler söyleyebiliriz. Örneğin New York’tan bu yapılanmayı çok yakından tanıyan bir arkadaşım bunların örgütlenme araçlarına dikkat çekerken havaalanında ve üniversite koridorlarında adeta insan avına çıktığını söylüyor. Ve diyor ki ABD’de konaklama, iş ve bürokratik sorunları giderdikleri için –ki Fethullah Gülen’in ABD ile sıkı ilişkileri sayesinde- insanlar cemaate dahilmiş gibi görünüyorlar. Hatta daha somut örnek verip akşamları bar-cafe yaşamlarını devam ettirip içkisini de içiyor, alemini de yapıyor. Bu türden olan ve cemaatten görünenlerin sayısının bir hayli fazla olduğunu söylüyor. Fetullah Gülen ve yakın çevresinin Alevilere karşı da özel bir düşmanlık yürüttüğünü söylüyor. Ayrıca cemaatin İstanbul Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere birçok alanda çalışanları “Alevi-Kürt-Solcu” şeklinde fişlediklerini de söyledi. Tabii bu konuların daha detaylı araştırılması gerekiyor.

GÜLEN ASKERİ DARBENİN AJANLIĞINI KABUL ETTİ Mİ?

Ancak Gülen ve şürekasının insanlık için en tehlikeli özelliğini bunlar oluşturmuyor. Cemaat askeri vesayete, Ergenekon’a, JİTEM’e karşı olduğunu söylüyor. Oysa tarih bize bunun tam tersini belgeleriyle gösteriyor.

Fethullah Gülen 12 Eylül Askeri Faşist darbesini destekleyen isimler arasında yer alıyor. Gülen başyazarı olduğu Sızıntı dergisindeki “Son Karakol” (http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/son-karakol.html) yazısında darbeyi çok açıktan savunuyor ve hatta yalakalığını yapar. Daha da ileri gider. O dönemlerde 12 Eylül Darbesinden sonra Yeni Asya gazetesinin sahibine gider ve dinci hareketlerin içine ajan olarak girilmesi istenir. Ama o cemaat kabul etmez. Ama Fethullah Gülen bu öneriyi kabul eder ve 12 Eylül darbesi ile işbirliği yapar. İşte Gülen Cemaati böylece palazlanır. Zaten Gülen Cemaati’nin iktidarlarla pek bir sorunu olmaz.

GÜLEN: İKTİDAR İÇİN HER TELDE OYNALABİLEN BİR CAMBAZ

İlkesiz karakteri gereği farklı ideolojik ve politik uçlardaki her iktidar ve akımla flört eder. Morisson Süleyman Demirel’i de, liberal Turgut Özal’ı da, Sosyal demokrat Ecevit’i de, JİTEM’in anası Tansu Çiller’i de, Milli Görüş dönmesi Tayyip Erdoğan’ı da destekler. Ama Kemalist elit ile bir çelişki de yaşar. 28 Şubat darbesinden sonra korku ile ABD’ye yerleşir. Milyon dolarlarla çiftlik satın alır. Çiftliğin parası cemaatin örtülü ödeneğinden “Kutsal Hoca” parası ile alınır. Fetullah Gülen ABD’de neden kaldığını ve orayı neden tercih ettiğini ise Nevval Sevindi’nin "Fetulllah Gülen ile New York sohbeti"nde şu cümleler ile anlatır: "Amerika şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir. Amerika hala bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır." (s.6)

"Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkışmamalıdır." (s.7)

"Amerikalılar istemezlerse kimseye dünyanın değişik yerlerinden hiçbir is yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz." (s.8)

"Amerika ile iyi geçinmezseniz işinizi bozarlar. Amerika’nın bize yarım arpa kadar bile, sadece bizim menfaatimize olacak bir desteği yoktur. Buna rağmen şurada bulunmamıza izin veriyorsa, bu bizim için bir avantajsa, bu avantajı sağlıyor demektir." (s.9)

Dolayısıyla Gülenciler bir gerçeği iyi görmek durumunda. Hoca dilinin altındaki baklayı çıkardı. Türkçü olduğunu ve Kürt düşmanlığı yaptığını ilan etti. Kürt Özgürlük Mücadelesine karşı son hamlesini gerçekleştirdi. Kürtlere karşı savaş ilanında bulundu. Gerisi cemaatin kendisine kalmış. Ekrem Dumanlı gazetesinde her gün Kürtlerin onuru ve haysiyetiyle oynarken bunların başına geleceğini bilmiyordu. Bilmediği kavramları yan yana dizerek yazı yazdığını sanıyordu.

Totaliterizm tanımının en güzel karşılığı Fethullah Gülen’in yaşam tarzında görülür. Bütün totaliterlerin tipik özelliğidir. Etrafındakileri başarısız ve yanlış görüp kendisini doğru ve başarılı görmek ve göstermek. Bunu konuşurken takkesi düştü "Hoca Efendi”nin.

Son bir not; bilmediğiniz konularda yazmayın. Önce araştırın sonra akıl ve vicdan muhakemesinden geçirin. Ya da bu konu hakkında girin biraz arşiv taraması yapın, o dönemleri bilen insanlarla konuşun, yani biraz soru sorup eleştirel olduğunuzda durumun hiç de öyle olmadığını rahatlıkla göreceksiniz. Çünkü insanı bir bütün olarak insan yapan özellikleri geçmişidir. Geçmişine doğru sahip çıkarsa, geçmişindeki hatalarıyla yüzleşirse, doğru bir özeleştiri yaparsa ve bunu samimi olarak ortaya koyarsa saygınlık kazanır. Ama geçmişte yaptığını unutturarak, gizleyerek siyaset sahnesinde hem de insanların samimi inançlarını sömürerek “yeni Türkiye” inşa edilemez.

Askeri vesayetten, JİTEM’den, MİT’den arınmak için o gerçeklerle yüzleşmeniz, payınıza düşen sorumluluğu açıklamanız ve hesap vermeniz gerekmektedir. Yani yalanla kimseyi imana çekemezsiniz. Yalanla kimseye haber veremez ve gazeteci olamazsınız.

Baki GÜL

Van 'Bildiğiniz Gibi' Değil



 
Depremin merkezi ve yoksulluğun ortasındaki Van’da Eğitim-Sen üyesi ve İHD yöneticisi Onur Sulu ve Van Eğitim-Sen yöneticisi Murat Atabay ile Afet Koordinasyon Merkezi’ndeki çalışmalarını, Van’daki son durumu, ihtiyaçları konuştuk. Van’da durum ne anaakım medyanın aktardığı ne tahmin edildiği gibi...


İlk gün belediyede bulunan Afet Koordinasyon Merkezi’nde gönüllü olarak göreve başlayan Eğitim-Sen üyesi ve İHD yöneticisi Onur Sulu buradaki çalışmalarını Sendika.Org’a anlattı. Sulu, afetin ilk gününden bu yana yaşananları, koordinasyonun merkezinde olan bir göz olarak bizlerle paylaştı


Afetin ilk gününden bu yana belediyede kurulan afet kordinasyon merkezinde görev alanlardan birisiniz Onur bey. Öncelikle koordinasyon merkezinde yaşadıklarınızı kısaca bizlerle paylaşabilir misiniz?



İlk gün yaşadığımız temel problemlerden biri herkesin kendi ailelerine doğru yönelmeye başlaması oldu. Şehirde büyük bir karışıklık ve düzensizlik vardı. Biz de demokratik kitle örgütünün temsilcileri olarak belediye kriz masasında ortak bir çalışma yürüttük.

Belediye kriz masasında kimler vardı?


Halkevleri’nden bir arkadaşımız vardı. Yine TMMOB’den bir arkadaşımız vardı. Yine KESK bünyesinde, İHD bünyesinde birçok arkadaşımız görev aldı. Belediye çalışanlarının yanında birçok demokratik kitle örgütü, sendika ve oda çalışanı kriz merkezinde görev aldı. Kriz masasının gücünü dışarıdan gelen demokratik kitle örgütü temsilcileri vermiş oldu. Çünkü dışarıdan gelen insanlar iç kargaşayı düzeltebilme konusunda daha deneyimliydi. Özellikle Halkevi’nin bu konuda daha deneyimli olduğunu söyleye biliriz.


Depremden sonra belediyede bir kriz masası oluşturuldu ve hızlı bir şekilde de bir telefon açıldı. Kriz masasındaki oluşum tamamlandıktan sonra 01.00 gibi şehre girmeye başlayan araçlar karşılanmaya başlandı. İlk başlarda kişi sayısı azdı çünkü belediye çalışanları dahil herkes kendi aileleriyle ilgileniyordu. Kamyonların gelmeye başlamasıyla beraber mahallelere ilk yardımlar gönderilmeye başlandı. Bunun ardından bizlerde merkez köyleri gözlemlemeye gittik. Mesela gittiğimiz Canik (Gülbulak) köyünün yarısından fazlası yıkılmıştı. Köye ilk ulaşanlar bizlerdik. Köye ilk ulaştığımızda köyün okulu yerle bir olmuş. Zaten televizyonlarda gösterilen okul da o.


İlk iş olarak 300 kişilik çadır kurduk. Çadırın ardında da gıda yardımı yaptık. Bunlardan daha sonra ise aş evi kuruldu. Yani köyün temel ihtiyaçları karşılandı. Bir grup yaklaşık 16 köyü gezdi ve bu şekilde gruplarla neredeyse bütün köylere ulaşmaya çalıştık. Kriz masasında bir de veri tabanı oluşturduk. Bu veri tabanında gidilen köyler, gidilmeyen köyler, yapılan yardımlar, hayatını kaybedenler, gidilen mahalleler, hasar tespiti yapılan evler vb. gibi geniş bir sistem oluşturduk. Şu an yaptığımız çalışmalar da bu sistem üzerinden gidiyor. Buradan yola çıkarak baktığımızda ise yaşadığımız en büyük sıkıntının çadır bulamamamız olduğunu görüyoruz. Özellikle Van merkez ve köyleri için söyleyebileceklerim şunlar: Merkez köylerin de merkezin de çadıra ihtiyacı var. Şu an şehrin yarısı şehri terk etmiş durumda. Bunlar şehre geri döndüklerinde burada barınma sorunu çekecekler. Bunlar için kış ayını da dikkate aldığımızda hem çadır kent hem de konteynırlara yani kısacası barınmaya ihtiyaçları olduğu çok açık. Barınmadan sonra ancak yeni gıda stokları oluşabilir. Şu an için çalışma sistemimiz bu şekilde yürüyor. Erciş koordinasyonu bizden ayrı şekilde çalışıyor. Erciş’te yaşananların buradan kat be kat daha fazla olduğunu düşünüyoruz. Sadece 55 apartman yıkıldığını düşündüğümüzde oradaki koordinasyonun da ciddi sıkıntılar yaşadığı belli oluyor.


Dışarıdan gelen yardım malzemelerinin düzenli, organize ve örgütlü bir şekilde gönderilmesi bizim için çok önemli. Çünkü şu an iş yoğunluğu burada çok fazla. Gönüllü arkadaşlarımız ne kadar yardımcı olsa da yine de yetersiz kalıyoruz. Gelen eşyaların ayrılmamış oluşu buradaki iş yoğunluğumuzu ikiye hatta üçe katlıyor.


Burada yalnızca depremle ilgili bir sorun yok burada yoksullukla ilgili de bir sorun var. Yani insanlar burada ekonomik ve sosyal olarak zaten bunalmış bunun üzerine birde deprem eklenmiş oldu. Deprem maduriyetinin üstüne insanlar kapitalizmin sarmaladığı yoksullaştırma ve yoksunlaştırma politikasıyla karşı karşıyayız. Buna karşı çözüm önerileri de kısa vade de olamayacak. Bu yolda tüm duyarlı, özellikle devrimci, demokrat kesimlere olan çağrımız kesinlikle hem gönüllülük anlamında hem de örgütlülük anlamında bize ne kadar katkı sağlarsa bu kriz masasında yaşadığımız temel sıkıntılardan tutun halkın yaşadığı temel sıkıntıları çözebiliriz.


Kriz masası ileri vade için projeler oluşturabildi mi?


Van merkez için şunu söyleyebilirim; ileri vadede daha fazla sorunlarla karşı karşıya kalacağız. Şu an planımızı şu şekilde söyleyebilirim; belediyenin yardım hesaplarına el konulması gibi bir şey olmaz ise ya çadır kentler gibi ya da konteynırlar yapacağız. Gıdanın daha sağlıklı bir şekilde stoklanması için çeşitli depolar oluşturulmaya çalışılıyor. Bu depolar üzerinden de oluşturulacak olan çadır kentlere ya da konteynırlara gıdanın sağlıklı bir şekilde ulaşmasını sağlayacağız. Temel amaç bu. İleri vadede şu an oluşturulan kriz masansın yanı sıra koordinasyon masası, afet yardım masası, tespit masası gibi daha farklı kolların oluşmasını sağlayacağız. Şu an bunların pratik olarak planlanması yapılıyor. Bu konularla ilgili kampanyalar başlatılacak. Kampanyalar dahilinde örneğin şu an yaptığımız çalışmalardan bir tanesi bize gelen Tokat’tan olsun, Bursa’dan olsun vs. farklı kentlerde “barınma ihtiyacı olan 20 aileye bakabilirim”, “bir aileye iş yardımında buluna bilirim hem de ev katkısı yapabilirim” gibi teklifler var. Yıkım mağduru insanlarla eşleşmesini sağlayacağız. Özellikle bunun kampanyanın planlandığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bu tarz bir planlama uzun vadede yapılacak görülüyor.


Burada kaldığımız süre içerisinde AKP’nin BDP’yi sıkıştırmak adına depremi de siyasi bir rant sağlayacak şekilde kullandığını gördük. Adeta Valilik ve Sivil Savunma işlevsizleştirilmiş durumda. Kriz masasında olan biri olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?


Objektif olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki sadece devletin değil birçok kurumun da depreme hazır olmadığını gördük. Toplum olarak depreme hazır olmadığımız çok açık. Çünkü yönlendirme konusunda çok zayıf olduğumuz gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Elbette gözle görünen durum bu söylediğinizi de doğruluyor. Ama şunu iyi bilmek gerekiyor ki depreme karşı mücadele siyaset üstü bir mücadeledir. Siyaset üstü bir olayı hangi taraf politik olarak kullanırsa kullansın şu açıklıkla söyleyebilirim ki deprem siyasal bir araç olamaz. Kim ki bu durumu siyasal bir araç olarak kullanırsa bu durum bir silah gibi geri teper. Çünkü mağduriyetler siyasal politikaların veya kişisel siyasal patlamalara sebe olurlar. Verilen sözlerin yerine getirilmesi mümkün olmamıştır. Bu tür politikalara alet olmanın hiç kimseye faydası olmaz. Belediyenin kötülenmesi hiç kimseye kazanç sağlamayacaktır. Kayıpları düşündüğümüzde yapılan sözler ve cümleler bunların yanında küçük bir şeyden öteye getmeyecektir. Hiçbir şekilde hiçbir siyasal partinin siyasal bir araç haline dönüştürmemesi. Depremle mücüdele siyaset üstü macadeledir.


Medyada şöyle bir şey var: Gerçek veriler gitmiyor. Mesela televizyonları açtığımz zaman diyorlar ki: “Van’da şu kadar çadır kent var” Bir veri vermeye çalışsak, kaç köye ulaşıldı, ne kadar çadırkent var, insanların tepkileri nedir, kaç insan öldü, yaralandı. Bunların merkezindeydiniz ve bunların verileri var mı?


Merkezden başlarsak, merkez köylerde ölü sayısı, 66. Yani 66 vatandaşımızımın hayatını kaybettiğini çok rahat bir şekilde söyleyebiliriz. Genel anlamda ölü sayısı 595 erciş dahil olmak üzere. Bu völü sayısı artacak. Bir çok apartman hala kaldırılmadı. Göçük altında insanlar var. Gün geçtikte bunların çıkartılması da zorlaşıyor. Van merkeze bağlı köy sayısı 92 mezralarla birlikte bu sayı 120. Kriz masası olarak köy sayısı 105 kalan köyler de az hasar olan köyler. Özellikle kayıpların olduğu yerlere ulaşmaya çalıştık. Erciş koordinatörlüğü ayrı bir yönlendirme yaptı. Çadırkentler konusunda şunu söyleyim. Çok büyük sayılardan bahsediliyor ama öyle değil. İlk günden beri inanılmaz çadır sayısının köylere ulaştığı söyleniyor. İlk gün gezdim köyleri, hiçbir şey ulaşmamıştı, pazartesi sabah gittiğimizde hiçbir köye giriş yapılmamıştı, biz köylere girdiğimizde, cenazelerini gömen insanlarla karşılaştık. Sadece kepçelerimizle birçok şeyle ulaşmıştık. Çadırkent konusuna girince, 2-3 yerde çadırkent kurulduğu söyelniyor


Van merkezde insanların barınma sorunlarını giderecekleri çadır kent görmedim. Vanın yarısı dışarıda, çok katlı binalar var, insanların barınabilecekleri yerlere ihtiyaçları var, siz ne kdara insanlara evlerin gücvenli olduğunu söyleseniz de insanların oraya tekrar girmesini sağlamanız kolay değil. onları rehabilite etmek gerekir, bunun için de bir çadırkente ihtiyaç var. Şu an çocukların yaşadıkları sıkıntıları düşündüğümüzde bunlar büyük bir travma. İnsanlar sonuçta yüzde 100 bütün sorunlarını çözmüş değil, insanlar zaten yoksul, burada depremle yaşanan sorunları gidermek ve bir rehabilite çalışması yapmak gerekiyor. Bu anlamda çadırkentin büyük bir sorun olduğunu söylemek gerekir.

Peki çok zamanınızı aldık son olarak bizi takip edenlere söylemek istediniğiz bir şey var mı? 

Dışarıdan gelen tüm gönüllülere, tüm demokratik kitle örgütlere, nereden gelirse gelsin bütün belediye yardımlarına, çalışan bütün arkadaşların emeğinin önünde büyük bir saygı duyduğumuzu söyleyebilirim. Arkadaşların bundan sonraki ricamız örgütlü ve sistemli, özellikle de devrimci ve demokratik örgütlere yönelik söyleyeceğimiz şeyler, daha çok ihtiyaca dönük yardımları koordine edebilirler, gönüllüler kendi barınmalarını sağlayacak ekipmanlarıyla gelir ve yardımlara katılır.

Gerçekten de devrimci ruhun örneğini burada gördük, örneğin KESK’ten Halkevlerinden Halkların Demoktarik Kongresi’nden gelen, TKP’den gelen arkadaşların emekleri var burada, bu emek bizi daha güzel yerlere taşıyacaktır.


Teşekkür ederim.

EN BÜYÜK İHTİYAÇ ÇADIR

Depremin ardından kurdukları kriz merkeziyle ve çadırla depremin yaralarının sarılmasında ciddi bir çalışma gerçekleştirilen Van’daki KESK’liler çalışmalarını Sendika.Org ile paylaştılar. İlk günden beri kurdukları çadırda neredeyse Van’a gelen bütün gönüllüleri misafir eden KESK’liler kurdukları kriz merkeziyle de yardıma ihtiyacı olanlara yardım ulaştırmaya çalışıyor.

Sorularımızı cevaplayan Van Eğitim-Sen yöneticisi Murat Atabay Van’ın şu anki en büyük ihtiyacının çadır olduğunu söylüyor.

Depremin ardından KESK olarak Van’da neler yapıyorsunuz?


Depremin ardından ilk işimiz bu çadırı kurmaktı. Amacımız depremin ardından arkadaşlara organizasyonda yardımcı olabilmekti. Belediyeylede iletişime girerek koordinasyonu sağlamaya çalıştık. Diğer şubelerden gelen yardımlarıda buradan yönlendiriyoruz. Arkadaşlarımız yardıma ihtiyacı olanları tespit edip yardımların evlere ulaşmasını sağlıyorlar. Ayrıca buraya boşalttığımız bazı kamyonlar var. Onlarında tasnifini yapıp merkezde ihtiyaçları olan evlere ulaştırmaya çalışıyoruz.


Yapılan çalışmayı nasıl organize ediyorsunuz. Paketlerin hazırlanmasından tutundan, evlerin tespitine kadar bu çalışmayı nasıl sürdürüyorsunuz?


Neredeyse 81 ilin KESK Şubeler Platformu’ndan, TMMOB’den, DİSK’ten yardım geliyor. Belediye ile de iletişime geçerek gidilmeyen köylere bu kamyonların ulaşmasını sağlıyoruz. Yani belediyeyle ortak bir koordinasyon sağlıyoruz. Valilikle ise bu konuda bir ilişkimiz yok çünkü valiliğin bu konuda eksik kaldığını düşünüyoruz. Gelen kamyonları -burada depomuz var- önce oraya alıyoruz ve daha sonrada bu yardımları tasnifliyoruz. Ardından da ihtiyaca göre poşetleyip evlere ulaştırıyoruz.


Peki burada yıkılan okullar var mı? Bir eğitimci olarak neler düşünüyorsunuz?


Civar köylerde Canik ve Şahgeldi köylerinin okullarının yıkıldığını biliyoruz ama öyle özel bir tespit yapma imkanımız olmadı. Gelen bilgilere göre buradaki okullarda zarar görmüş ama. Bu hafta içi hasarlı okulların tespiti konusunda bir çalışma gerçekleştireceğiz.


Sendikanızın önüne kocaman bir çadır kurmuşsunuz ve Van’a gelen herkesi neredeyse siz misafir ettiniz. Bu konuyla ilgili ne düşünüyorsunuz?


Depremin hemen ardından bu çadırı kurduk. Öncelikle kendi üyelerimiz için yaptık bunu. İlk günlerde kendi üyelerimiz yoğunlukla şekilde burada kaldı. Tabi ikinci günün ardından burası dışarıdan genel gönüllü arkadaşların barınacağı bir yere dönüştü. Burası yetmeyince yanında da bir çadır açtık. İlk günden beri düzenli yemekte çıkartıyoruz burada. Kahvaltı ve akşam yemeği olmak üzere burada insanların beslenme ihtiyacını da karşılıyoruz.


Peki bizi takip edenlere buradan bir şey söylemek isterminiz?


Şu an yoğunluklu ihtiyaç çadır görünüyor. Gıdadır, battaniyedir vb. şeyleri biraz bekletirlerse şu anlık daha iyi olur. Belki birkaç hafta sonra gönderebilirler ama şu anlık çadır gönderirlerse daha iyi olur.


Sendika.Org

Van Depreminin Ardından Bir Kez Daha: Muhafazakarlığın Dili

Dile getirilen yorumların sıradan, rutin veya aynı anlama gelmek üzere normalleşme emareleri göstermesi esas olarak ne ile ilişkilidir? Devletin “milletin öz evlatları” tarafından dönüştürülerek kendi “milletine yabancı unsurlardan” arındırılmış olması ile devlete hakim olan bu “öz evlatların” kültürel kodlarının toplumsal yaşamda hakim olan ana unsur olması arasında sıkı bir ilişki yok mudur?

İnsan vicdanının ve adalet duygusunun bu ülkede adeta test edildiği her uğrakta aynı hayal kırıklığını yaşamak, benzer bir öfkeyi dile getirmek ve bu ülkenin nasıl olup da bu hale getirildiğini sorgulamaktan kendimizi kurtaramıyoruz. Gündelik yaşamda adeta olağanlaşan kadın cinayetlerinden tecavüz vakalarının artışına ilişkin yorumlara ve oruç tutmadığı için gerçekleştirilen şiddet vakalarına göz attığımızda çok daha karamsar olmakta ve söz konusu durumun içinden nasıl çıkılacağı meselesi içinden çıkılamaz bir boyut kazanmakta. Söz konusu örneklere Van’da yaşanan depremle ilgili yorumları eklediğimizde ise, akıl ve vicdan sahibi insanların öfkelenmemesi, yaşatılan kokuşmuşluğa bilenmemesi mümkün görünmüyor.


Nurcuların Yeni Asya’sında depremin gerçekleştiği Kürt coğrafyasına atıf yapılarak söz konusu durumun ilahi adaletin tecellisi biçiminde yorumlanmasının ardından, Müge Anlı gibi cehalet üreten bir şahsiyetin “Herkes haddini bilecek. Yeri geldiğinde taş atacaksınız, kuş avlar gibi avlayacaksın sonra yardım isteyeceksin. O polisler hemen yardımına koştu oradakilerin. O taş atanların eli kırılsın” şeklinde tezahür eden ifadeleri ile adeta tüy dikmesi, aslında son birkaç yıl içinde kendisini frenlemek konusunda hiçbir engel tanımayan İslamcı muhafazakar ve şovenist kültürün gemi azıya alması olarak yorumlanabilir.


Yargıdaki iş yükünü hafifleteceği gerekçesiyle “tecavüze uğrayan kadınların tecavüzcüleri ile evlendirilmelerini” dile getirmekten herhangi bir beis duymayan hâkim ve savcıların varlığını, eşine dayak atan kocayı engellemeye çalışan duyarlı insanlara ceza yağdıran mahkemeleri, hukuka bağlı kalması gereken cumhurbaşkanının “intikamımız misliyle alınacaktır” sözlerinin dile geldiği bir ülkede meseleye nereden başlanacağı da yanıtlanması oldukça zor bir soru.


Ancak burada bir başlangıç noktası olarak sorulması gereken soru şu olabilir. Dile getirilen yorumların sıradan, rutin veya aynı anlama gelmek üzere normalleşme emareleri göstermesi esas olarak ne ile ilişkilidir? Belki de kritik nokta normalleşme kavramında yatmaktadır. 2. Cumhuriyet kurucularının tepeden inmecilik, vesayet ve bilcümle Amerikan sosyolojisinden bozma kavramlarla Türkiye’ye yönelik analizlerinde dile getirilen “siyasal normalleşmenin” toplumsal karşılığı gerçekten de bu mudur? Bir başka deyişle, devletin “milletin öz evlatları” tarafından dönüştürülerek kendi “milletine yabancı unsurlardan” arındırılmış olması ile devlete hakim olan bu “öz evlatların” kültürel kodlarının toplumsal yaşamda hakim olan ana unsur olması arasında sıkı bir ilişki yok mudur?


Kısacası 12 Eylül’ün liberal-muhafazakâr toplumsal projesini kendi mantıksal sonucuna vardıran AKP’nin bir devlet partisi olarak kendi otoriter rejimini inşa etmesi ve bu eksende devleti eski rejimin unsurlarından arındırması ile devletin yeni sahipleri olarak kendi asli kültürel ve ideolojik kodlarına yaşam alanı tanıması, bunun dışında kalan unsurları toplumsal bir baskı ile dışlaması arasında hiç mi ilişki bulunmamaktadır?

* * *


Türkiye toplumunda bugün yaşanan yozlaşmanın ve gericileşmenin çok büyük ölçüde devletin 2. Cumhuriyet projesi ekseninde dönüştürülmesi çabaları ile paralel geliştiğini vurgulamak gerekiyor. Ve elbette ki burada alınacak milat 12 Eylül olarak karşımızda duruyor. Ancak buna değinmeden önce çok kısa olarak 80’lere kadar olan süreçte dünyadaki genel yönelime vurgu yapmak gerekiyor.


Sosyalizmin, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya coğrafyasında büyüyerek çıkmasının ardından geliştirilen anti-komünist strateji hedefine aynı zamanda onun da üzerinde yürüdüğü modernleşme zeminini alır. Sosyalizmin otoriter bir rejim ürettiği, demokratik olmadığı ve devletin ekonomideki varlığı üzerinden bireyin özgürlüğünü sınırladığı biçiminde beliren argümanlar, söz konusu sosyalizm eleştirisini rasyonalizme dayalı toplum oluşumlarından hareketle toplum sözleşmesine kadar vardırılır.


Kendisini en özlü haliyle Hayek’in yorumlarında göreceğimiz bu okuma biçimi 1789’dan 1917’ye kadar bir hat çizerek hem felsefi hem de ideolojik olarak bunun karşıtında yer alan bir konumlanış olarak gelişir. Bu süreçte sosyalizme yönelik eleştirilere akıl, rasyonalite ve bilime yönelik ideolojik eleştiriler eşlik eder. Bunun bir diğer ayağını ise kapitalizmin 70’lerde yaşadığı ekonomik krize karşı üretilen neoliberal cevap oluşturur. Keynesyen modelin, arz yönlü iktisat modeli ile ikame edilmesi, sermayenin emek aleyhine büyümesinin bütün kazanılmış hakları geri alacağı bir sürece işaret eder. Anti-komünist ve modernleşme karşıtı ideolojik inşa süreci bu anlamıyla neoliberalizmin insana yönelik yaklaşımı ile bütünleşir. Söz konusu yaklaşımın kendisini gösterdiği nokta ise, yurttaşlık yaklaşımının yaşadığı dönüşümde billurlaşır. Bu sürecin politik yürütücüsü olan Reagan ve Thatcher’da simgeleşen yeni sağın meseleyi nasıl algıladığını Tom Bottomore şöyle tanımlamaktadır:


Yeni Sağ ideolojisi, zamanla, sosyal hakları yurttaşlık kurumunun bir uzantısı olarak görmemeye başlamış, kamu hizmetleri yerine özel hizmetlerin oluşumunu desteklemiş (özel sağlık hizmetleri, eğitim, özel belediye hizmetleri, kamu hizmetlerinin ticarileşmesi vb.) ve yoksulları özel yardıma muhtaç zavallı ikinci sınıf yurttaşlar olarak değerlendirmiştir. Bu durumda tahribata uğrayan sadece yoksulların sosyal hakları değildir, medeni haklar da bu tahribattan nasibini almıştır.” ( T.H.Marshall-Tom Bottomore, Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006, s.74 )

80’lere gelindiğinde anti-komünizmi, akılcılığı ve yurttaşlık yaklaşımını hedef alan yaklaşımın toplumsal yaşamdaki belki de en önemli karşılığı yoğun bir dinselleşme olarak belirir. ABD’de başta evanjelizm olmak üzere dinselliğin çok daha açık bir biçimde kendisini ifade etmeye başlaması dünyanın diğer bölgelerinde de görülür. Brzezinsky’nin dost ülkelerde ılımlı İslam’ın -Türkiye’de Gülen hareketi- düşman ülkelerde ise radikal İslam’ın -Sovyetlerin hakim olduğu Afganistan’da Taliban örneği- desteklenmesine yönelik ifadelerinin ABD stratejisi olarak resmileşmesi, söz konusu dinselleşmenin emperyalist merkezlerce teşvik edildiğini gösterir.


Dünyadaki akıl ve aydınlanma karşıtı ideolojik ve politik yönelimlerin Türkiye uzanımı da benzer bir görünüm sergiler. 80 öncesi Soğuk Savaş konseptinde aynı zamanda güçlü bir kültürel form haline gelen anti-komünist hat, komünizmin bir tehdit konsepti olarak etkisini kaybetmeye başladığı süreçte onun üzerinde hareket ettiği modernleşme zeminini ve bu anlamda 1923 paradigmasını hedef alır. Lakin söz konusu projenin kadrolarının toplumsal yaşamdaki karşılığına göz attığımızda ise, bu ülke ilericilerinin hiç de yabancısı olmadığı bir fotoğrafın karşımızda durduğunu görürüz. ABD’nin Soğuk Savaş konseptinden geçmiş anti-komünizmi bu ülkenin ilericilerine yönelik kontrgerilla faaliyetlerinin içinde, sanatın içine tükürenleri Ankara’daki Hitit heykelini yıkmaya çalışan Milli Türk Talebe Birliği’nde ve aydınlanma düşmanlarını orta çağı aratmayacak Sivas katliamı ve 90’lar boyunca süren aydın kırımının içinde buluruz.


80’lerde ise Türkiye siyaset alanında akademideki üretim (merkez-çevre ekseninde gelişen Türkiye modernleşme sürecine yönelik okuma), Birikim ve Türkiye Günlüğü gibi dergilerin yayınları ve toplumsal yaşamda Gülen cemaatinin aktivasyonları ile bu eksende belli bir konsolidasyon sağlanır. Bu o derecededir ki, Ahmet İnsel’in Birikim’in daha ilk sayılarında kaleme aldığı yazıların laiklik meselesi olduğu, laikliğin demokrasi ile ilişkilendirilmesi gerektiği ve bu anlamda ittifak yapılacak en güçlü unsurun radikalleşmemiş İslam yorumuna sahip hareketler olduğu biçimindeki değerlendirmeleri, ilişkinin çok daha sistemli bir biçimde üretilmeye çalışıldığını gösterir.


Bu odağın 2. Cumhuriyet projesi kapsamında ilk elden tartışmaya açtığı başlıkların laiklik olması bu anlamda önem taşır. Fakat bu öncelik yalnızca siyasal anlamda değil aynı zamanda ima ettiği toplumsal algı açısından da önemsenir. Zira laisizme yönelik mücadelenin yoğunlaştığı AKP yıllarında yaşanan tartışmalara göz attığımızda, söz konusu karşıtlığın çok büyük ölçüde kültürel formlar üzerinden yürüdüğü görülür. Bu tartışmalarda laikliğin Türkiye’de yorumlanış biçiminin yanlış olduğu, bunun din karşıtlığına indirgendiği ve inanç hürriyetinin önünde engel oluşturduğu argümanları ağırlık kazanır. Taha Akyol, 3 Kasım 2006’daki “Türkiye Laik Kalacak” başlıklı yazısında şöyle söyler:


Tartışma şeriat ile laiklik arasında değil, laikliğin kalıplaşmış resmi yorumuyla gelişen liberal yorumu arasındadır.
Türkiye laik kalacak ama laiklik donup kalmayacak! Laiklik liberalleşecektir; Türkiye modern, demokratik bir ülke olacaksa!


Tartışma laikliğin liberalize edilmesi anlamına gelecekse yürütülecektir. Peki, laiklik liberalize edildiğinde ortaya nasıl bir tablo çıkacaktır?


Söz konusu eleştirilerin çoğulcu toplum ve kültürel formlar üzerinden inanç özgürlüğüne indirgenmesi, aslında muhafazakarlığın kendisini toplumsal yaşamda ifade edecek bir özgürlüğe kavuşması anlamına gelir. Akyol’un şu cümleleri bunun bir belirtisi olarak değerlendirilebilir:


Bizde laiklik varlıklı kesimlerin yaşayabileceği belli bir tek hayat tarzıyla özdeşleştirilerek topluma sunuldu, üstelik 'resmi itikat' haline getirildi… Sosyolojik dinamiklerle çoğulculaşan bu toplumda laiklik elden gitmiyor, aksine modernleşme gelişiyor, tabana yayılıyor. Muhafazakâr kadının sosyalleşmesi bunun en iyi kanıtıdır… Şehirleşen, dışa açılan, okuyan, ekmeğini piyasadan kazanan Türkiye'de kaçınılmaz olarak inanış ve yaşayış biçimleri çoğulcu hale geliyor.

Evet, aslında Akyol, liberalleşen muhafazakârların kendi kültürel formlarının toplumsal yaşamda alan bulması gerektiğini ve bunun önündeki engelin kendi ifadesi ile itikatleşmiş laiklik olduğunu belirtir. Bu yaklaşımın meşruiyetini ise, toplumun değişim gösterdiği ve muhafazakârların liberalleşmesi anlamında çoğulcu bir nitelik geliştirdiği yaklaşımında bulur. Liberalizm bu anlamda muhafazakârlığın toplumsal yaşamda kendisini ifade etmesinin bir aracı olarak anlam kazanır.


AKP’nin kapatılma davası sürecinde laiklik üzerinden yürüyen tartışmaları, bu sürecin ardından hız kazanan Ergenekon operasyonları aracılığıyla Kemalizmin tasfiye sürecinin hızlanması ile birlikte düşündüğümüzde ise, devleti dönüştürme projesinin yalnızca siyasi boyut üzerinden yürümediği görülür. Devlet “laisist” kadrolardan arındırılırken ve yukarıda tariflenen gelenek ile organik ilişki içindeki kadrolarla ikame edilirken aynı zamanda toplumsal yaşamda da devletteki dönüşüme paralel olarak muhafazakârlığın ayrıcalık ve daha da ötesinde hâkimiyet talebi geliştirdiği görülür. Söz konusu sürecin AKP lehine sonuçlanması ise Türkiye’de laisizmin kaybettiği, toplumsal ve siyasal iddialarını yitirmiş bir pozisyona sabitlendiği anlamına gelir.


Burada önemli olan bir diğer nokta ise, lasisizmin yenilgisinin ardından devletteki dönüşümün ve muhafazakârlığın kendisini toplumsal yaşamda dile getirmesinin nasıl bir görünüm kazandığıdır. Aslına bakılacak olursa bu sürecin toplumsal karşılığı da siyasal alanda yaşanan gelişmelerden pek de farklı işlememektedir. AB süreci ile liberallerin desteğini alarak demokrasi-darbecilik eksenine yerleştirilen siyasal alanda eski rejimin tüm unsurlarını tasfiye eden AKP’nin, 12 Eylül referandumunun ardından adeta Leviathan’a dönüşerek neoliberalizmi ve muhafazakarlığı kendi bünyesinde konsolide etmesi ve bu bağlamda muhalefetin hiçbir türüne tahammül üretememesinde cisimleşen kontrolsüzlük halinin toplumsal karşılığının da benzer bir biçimde geliştiği görülür.


Laisizmin halen daha kendisini üretebildiği, en azından gericileşmenin toplumsal yaşamda kendisini dile getirmesinin önünde psikolojik bir engel olarak durduğu süreç AKP’li yıllarda rejimin dönüştürülmesi ve 2. Cumhuriyetin inşası süreci ile paralel olarak aşılmıştır. Nasıl ki AKP’nin otoriterleşmesine engel olacak bir muhalefet bırakılmadıysa aynı şekilde laisizm barajının gerisinde biriken gerici kültürel yığınağın kendisini ifade etmekten alıkoyacak, onun meşruluğunu sorgulatacak engel de artık söz konusu değildir. Televizyonlarda ve gazetelerde dile getirilen dinsel referanslı milliyetçi söylemlerin bu kadar rahatça dolaşıma girmesi, muhafazakar düşünüş tarzının yansıdığı kadına yönelik şiddetin bu derecede artması, Çankaya, Kadıköy vb. laik hassasiyetlerin güçlü olduğu yerlerde içki satışı yapılan mekanlara yönelik baskılar, oruç tutmayan insanlara yönelik şiddet girişimi ve buna benzer bir dizi gelişmenin gündelik yaşamın “doğal” ve ayrılmaz bir parçası haline gelmesi çok büyük ölçüde laisizmin yenilgisi ve Akyol’un çoğulcu kültürün bir parçası olarak tanımladığı ama zaten daha doğuş halinde Fransız Devrimi karşıtlığını ve otoriter niteliği kendi kimliğinin en asli unsuru olarak kazanmış ve bu anlamda çoğulculuğun karşısında gelişim pratiği göstermiş muhafazakarlığın, bu alanda hakim hale gelmesi ile ilişkilidir.


Söz konusu kültürel formların laisizmin geriletildiği alanda hegemonik olabilmesi ise kendi karşıtını etkisizleştirmekle ve karşıtının kendi kültürünü üretemeyeceği biçimde yaşam alanının sınırlandırılması ile mümkün olabilir. Bu ise her şeyden evvel politik bir gücü gerektirir. Kendisine yönelik bütün muhalefet odaklarını tasfiye eden bir öznenin kendi kültürü dışındaki aktörlere tahammül edebileceğini düşünmek ise en hafif bir ifadeyle saflık olur. Peki, bu ne oranda başarılabilir? Bu durum, Türkiye’nin iyi kötü sahip olduğu aydınlanmacı geleneğin ve buna ilişkin kültür formlarının ne ölçüde köklü olduğu ile ilişkilidir. Ve elbette bu ülkedeki laisist birikime önemli bir katkı koyan solun kendi ideolojisini ve kültürünü ne ölçüde toplumsallaştırabileceği ile. 

Taylan Karslı

Din Milliyetçiliği!

Duyan da Türk oğlu Türk olarak anasından Müslüman doğmuş sanacak. Kürtler Müslüman olmadan önce Zerdüştlük dinine inanıyordu da Türkler neye inanıyordu? Birisi kalkıp sana Şaman halinle Müslümanların hakkını savunmaya kalkıyorsun, haddini bil dese, ne diyeceksin?

Kuşkusuz mesele din meselesi değil, milliyetçilik meselesi. Tayyip efendi Kürtlerin (AKP’ye de oy verse BDP’ye de fark etmez) büyük çoğunluğunun İslam dinine katı bir disiplinle bağlı olduğunu bilir. Bugüne kadar İslamcı yazarların Kürt hareketini eleştirirken en çok vurgu yaptıkları konu “PKK’nın laikliği” olgusu olmuştur. 1990 başlarına kadar “komünist” olan PKK, 1990 sonrası “laik” olmuştur. Her iki sosyal olgu da Türkiye muhafazakârlığının “dinsel eleştiri” alanına girmektedir.


Başbakan Kürtlerin geleneğindeki Zerdüştlüğü aşağılayıcı bir unsur olarak ifade ederken aslında yapmak istediği Kürtleri dışlamaktır. O sırada kendisine oy veren milyonlarca dindar Kürt vatandaşımızın bundan kırılıp incineceğinin hiçbir kıymeti yoktur onun için. Çünkü o yeni bir “egemen ulus” yaratma peşindedir. Eskinin egemen “laik Türk milleti” yerine “dinci Türk milleti”ni koymaya çalışmaktadır. Onun dinci-milliyetçi misyonu seçim öncesinde kendisini çok açık ortaya çıkartmıştı. Anadolu ve batının milliyetçi oylarını almak için açıktan Kürt sorunundaki gerilimi tırmandırmış ve milliyetçi oylara talip olduğunu göstermişti.


Kemal Kılıçdaroğlu nezdinde Alevi vatandaşlarımızı aşağılarken de aynı pervasızlığı görmüştük. Şimdi de kendi elindeki “türban” kozunu zayıflatmak isteyen BDP nezdinde Kürtlere bir benzerini yapıyor. Üstelik “BDP Kürtlerin temsilcisi değildir” diye yırtınan kendileri değilmiş gibi.


Din, AKP için zorda kaldığı her anda çıkartıp ateşleyeceği bir silah gibidir. Ancak bunun, basitçe halkın dini hassasiyetlerini siyasete tahvil etmekle sınırlı bir durum olmadığını görüyoruz. AKP, dini ihtiyaç duyduğunda son derece faşizan bir “dışlayıcılık” silahı olarak kullanabiliyor. Bir taraftan İslam dışı dinlerle barış kardeşlik lafazanlığı yaparken diğer taraftan kendi resmi Sünni ve Türk kimliğine tehdit olarak gördüğü vatandaşlarını dışlamak için İslam dinini kullanıyor.


Dışlayıcılık faşist ideolojinin en güçlü motiflerinden birisidir. Bugüne kadar egemen sınıfların yürüttüğü milliyetçilik merkezinde gördüğümüz “dışlayıcılık” olgusunun AKP ile din merkezli hale gelmeye başladığı görülüyor.


AKP’nin iktidarını Türkiye’nin siyasal coğrafyasının en güçlü damarı üzerine inşa etmeye çalışmasını anlamak zor değil. AKP on yıldır “demokrasi-liberalizm-yoksulların hamisi-dindarlığın iade-i itibarı” temelinde sürdürdüğü iktidarını daha gerçekçi bir zemine taşımak isteyecektir.


Ancak bu yönelim yani AKP’nin kendisini Türkiye’deki Türk ve Sünni çoğunluğun iktidarı olarak tarif etmeye kalkışması onu büyük bir hızla 1980 öncesi Milliyetçi Cephe iktidarlarına benzetecektir. Bu ise bir taraftan AKP’nin toplumun geniş kesimleri üzerindeki büyüsünün (hegemonya) bozulmasına neden olabilecek diğer taraftan da zaten aşamadığı Kürtlerin ve Alevilerin direnişini daha da netleştirecektir.


Yeni Anayasa hazırlık süreci biraz da AKP’nin kendisini taşımak istediği zemine ne kadar sağlam oturtacağını da gösterecek. Bir başka deyişle Anayasa tartışmaları AKP’nin dinci-milliyetçi hatlarını daha netleştirme çabasıyla başta Kürtler olmak üzere Alevilerin kimlik ve haklarının tanınması arasındaki gerilimle geçecek gibi görünüyor.


* Tufan Sertlek
Dev Sağlık-İş Yönetim Kurulu Üyesi

Cumhuriyet Devrimi ve İleri Demokrasinin “Teröristleri”(!) Üzerine…

Cumhuriyet kavramını kuramsal olarak ele aldığımızda niteliksel olarak, mevcut dönemin nesnel şartlarının özgüllüğü doğrultusunda, toplumsal devinimin veya devrim aşamasına gelen bir sürecin "ilerici mi" yoksa "gerici mi" olduğunu daha rasyonel bir şekilde tahlil edebiliriz. Anadolu topraklarında gerçekleşen ‘Cumhuriyet Devrimi’ni de bu metod dahilinde ele almak zorundayız.

Muhafazakar modernleşme projesi dahilinde, küresel sermayenin bölgesel stratejileri ve planları doğrultusunda yeni bir iktidarı bloku olarak yeşeren “dinci-liberal ittifakın” somut hali konumunda olan AKP-Cemaat bileşiminin; mevcut rejimi, Ortadoğu’da, emperyalizm tarafından oluşturulan yeni konjonktüre göre radikal bir şekilde biçimlendirdiği bir zaman diliminde, 1923 paradigmasının konumu önemli bir yerde duruyor.


Cumhuriyet Devrimini daha iyi bir şekilde analiz edebilmek için, Osmanlı'nın son dönemlerine Tanzimat ile başlayan sürece, o süreçten itibaren, evrensel çapta dünyadaki üretim tarzının ve ilişkilerinin değişen yapısının ve 19.y.y. ile birlikte sermaye birikim rejiminin geçirdiği evrimi ve bunun Anadolu topraklarına olan yansıması ile birlikte değerlendirip ve kendi halkımızın tarihsel momentteki belirli aşamalarda kendine özgün yapısının yani örgütlenme-organizasyon-bölüşüm ilişkilerinin özgül ilişki ve çelişkilerini net bir şekilde ortaya koyduğumuzda, sadece “Cumhuriyet” değil, “1908 II.Meşruiyet Devrimi” ve yakın tarihteki birçok olayın, hangi toplumsal ve siyasi koşullar dahilinde geliştiğini, altyapısını oluşan “ekonomik-tarihsel determinizmin” hangi yasaları kapsadığını ve buna göre “ilerici” ve “aksak” yanlarını daha saydam bir şekilde görebiliriz.


Kemalizm kavramının yapay konumu, yani Kemalizm'in, o dönemdeki egemen sınıfların ideolojik hegemonyasının bir aracı haline getirdiği bir düşünce sistematiği olduğu apaçıktır. Fakat, o dönemin egemenlerini tek bir kutup dahilinde ele alamayız.Asker-Sivil Bürokrasi ile Finans-Kapital zümresi arasında gidip gelen yani Devletçilik (Kapitalizm Fideliği) ile Komprador Burjuvazi’den Finans-Kapital'e evrilen İş Bankası zümresinin arasında geçen iktidar mücadelesinin ve kadim saltanatını antika çağlardan beri sürdüren Tefeci-Bezirgan sermayenin, ana aktör olduğu bu denge oyununda, egemenlerin kendi siyasi meşruiyetini sağlamada Mustafa Kemal'i, “Atatürk” sıfatı içerisine hapsedip, onu birer koçbaşı olarak kullandığı bir dönemden bahsediyoruz. Aslında “Tarihcil Devrimcilerin” yaşadığı, trajik bir sondur, Mustafa Kemal'in de yaşadığı.


‘Cumhuriyet Devrimi’nin, 1925 yılına kadar gerçekten ilerici bir nosyonu vardı, fakat, sosyal sınıf ilişkilerinin (işçi sınıfının politik bilinci) niceliksel olarak var olsa da, niteliksel olarak güçlü olmadığı bir dönemde, Mustafa Kemal gibi sosyal sınıf pusulasına sahip olmayan, bu yüzden “Sosyal Devrimler” çağında, yenilmeye mahkum olan tarihcil devrimcilerin iyi niyetli girişimleri, maalesef o dönemin egemen sınıfları tarafından kolayca alt edilip, kendi yörüngelerine çekildiği için, bugün yaşadığımız tartışma da bu eksende devam ediyor.


Yanlış olan “Cumhuriyet Devrimi” değildi, ‘Fransız Devrimi'ne baktığımızda da, o devrime hayat veren ve gerçekten tarihin çarklarını ileriye doğru döndüren uygulamalara hayat veren insanların (Robespierre, Danton, Marat, Saint Just vb..) çok uzun süre iktidarda kalmadıklarını hatta 4 yıl gibi bir sürede birçok şeyi gerçekleştirdiğini, daha sonra trajik bir son ile giyotine gönderildiklerini ve Fransız Devrimi’nin kısa zamanda ‘restorasyon’ dönemine girdiğini ve karşıdevrim sürecinin başladığını görmekteyiz. Ama, sonuçları bakımından ele aldığımızda bugün Fransız Devrimi ve onun yaydığı, dönemine göre en ileri konumdaki fikirlerin, insanlık tarihinde yarattığı etki ortadadır. Fakat, özellikle Emperyalizm çağındaki ‘Burjuva Devrimleri’nin ilerici karakterleri, Kapitalizm’in dönemsel koşullarından ve üretim ilişkilerinin geldiği noktadan dolayı, çok kısa bir dönemde geçerli olduğu gibi, politik zümrelerin ve sınıf ilişkilerinin niteliğine göre, zamanla evrildiği aşama “gerici” bir karaktere bürünebiliyor. 1923'ü de bu noktada ele alarak değerlendirmeliyiz ve onu, tarihin çarklarında nasıl ileri bir noktaya yani “Sosyalist Cumhuriyet’e” taşıyabiliriz, bunun kavgasını ve tartışmasını vermeliyiz...


* * *


Son KCK operasyonları sonrası, akademisyen ve BDP PM üyesi Prof. Dr. Büşra Ersanlı ile yayımcı ve yazar Ragıp Zarakolu başta olmak üzere, gözaltına alınan 44 kişiden 23’ünün, çıkarıldıkları nöbetçi mahkeme tarafından tutuklanması, AKP-Cemaat aracılığıyla dönüştürülen rejimin hukuk ve adalet anlayışının niteliğini gözler önüne seriyor.


Emperyalizmin bölgesel planları dahilinde, klasik bir burjuva partisinin ötesinde, bir misyon partisi konumunda olan AKP’nin, mevcut sistemin sacayaklarını, konjonktürel yeni ortama göre dizayn ederek, kendi ideolojik hegemonyasını faşizan yöntemlerle kurduğu mevcut düzlemde, kendisine muhalif olan her cephede açtığı gedikleri, sözde hukuk sistemini kullanarak genişletmeye çalışmasının bir sonucu olarak; -Ergenekon’dan Devrimci Karargah’a, Devrimci Karargah’tan KCK’ye-, bugün birçok kişinin, evrensel hukuk ilkelerine aykırı bir şekilde, saçma sapan deliller eşliğinde tutuklandığı bir Türkiye’de yaşıyoruz.


Özellikle, referandumla birlikte tamamen eline geçirdiği yargı gücünü, özel yetkili mahkemeler başta olmak üzere, yandaş savcı ve yargıçlar aracılığıyla, sınırsız bir şekilde kullanan iktidarın, çarpık adalet anlayışı, Deniz Fener e.V. sanıklarına uğrarken, yukarıda bahsettiğim diğer davalardan tutuklu bulunan ve akıbetleri hala belirsiz olan sanıklara bir türlü uğramamaktadır.


Adaleti, gerici-piyasacı dünya görüşleri dahilinde kendi yandaşlarını, -hacıağa, bezirgan takımını- koruyup kollamak; kalkınmayı da, Finans-Kapital’in ve yerli taşeronlarının, neoliberal ekonomi politikalarının bir düsturu olarak, ülke içinde rahat bir şekilde at koşturması olarak algılayan, kurgulayan ve pratiğe aktaran AKP’nin halk düşmanı politikalarının karşısında duran binlerce kişi, yürürlükteki mevcut TMK yasasının bir sonucu olarak, “terör örgütü üyesi” olmakla suçlanarak yargılanıyor.


Olmayan örgütlerin üyesi olmanın ironisi bir yana, Kültür Bakanlığı'nın onayladığı eserlerin suç unsuru teşkil edilerek delil olarak kullanılması, buna benzer şeylerle insanların haksız bir şekilde tutuklanması ama Deniz Feneri gibi yolsuzluğun dibine vurulduğu bir derneğin süren davasının sanıklarının, delillerin toplanması sebep gösterilerek salıverilmesi, özellikle “Yetmez ama Evetçi” sözde demokratların vicdanlarının neresine oturuyor bilinmez ama süregelen davaların, toplumun vicdanında açtığı yaralar, kolay kolay kapanacağa benzemiyor… 

İbrahim Utku Nar

Kürtlere de Deniz Feneri

Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’nu da içine alan son “KCK operasyonu”, “PKK’nin Türkiye örgütlenmesi”ni hedef alan bir özel örgüt operasyonu olmaktan çıkıp, Kürt hareketinin açık-yasal tüm unsurlarını tasfiye etmeyi hedefleyen “Ergenekon benzeri” bir “Çatı Operasyonu”na dönüştüğünün açık ilanı oldu. Aylardır sürdürülen tutuklamalar, gözaltılar, baskılar, iktidarın Kürt hareketinin silahlı gücü dışındaki bütün siyasi cephelerini imha etmeyi politika haline getirmiş olduğunu gösteriyor.

Hükümetin, 12 Haziran seçimleriyle birlikte yürürlüğe koyduğu stratejinin, Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi ile muhatabiyet ilişkisini PKK’yle sınırlamak olduğu belirginleşti. Kürt hareketine tek açık kapı olarak kendisini silahla ifade etme yolu bırakılıyor ve PKK hareketin tek ve “yalnız” temsilcisi haline getiriliyor. Dolayısıyla da hükümetin Kürt hareketiyle “diyalogu” askeri bir ilişkiye indirgeniyor. Kürt hareketi “savaşan bir güç”le tanımlanıp sınırlanınca da bir “güvenlik sorunu”na dönüştürülmüş oluyor.


Bugüne kadar Kürt hareketi ile PKK’yi birbirinden ayırmaya çalışan, Kürt hareketinin açık – yasal yapılarını PKK ile ilişkisini kesmeye davet eden iktidarın Kürt hareketinin bütününü “PKK’lileştirmeye” girişmesi bir yenilginin kabulü anlamına geliyor:


PKK dışı bir “Devlet Kürdü” yaratıp Kürtlerin “kukla temsilcileri” aracılığıyla Kürt sorununa “kozmetik” bir çözüm bulma hayali, devletin yıllardır kurduğu bir hayaldi. Bu hayal, 12 Haziran seçimleriyle ağır bir yara aldı.


Her “Kukla Kürt Partisi” girişiminde adı geçirilen Şerafettin Elçi’nin, PKK-dışı Kürt milliyetçiliğinin odakları HAKPAR ve KADEP’in, “İslamcı-liberal” Kürt aydını olarak vitrine edilen Altan Tan’ın 12 Haziran seçimlerinde “Demokratik Ulus Bloku” politikası çerçevesi içinde “Blok” içinde yer almaları bu hayale vurulan ağır bir darbe oldu. Bu, Kürt halkı içinde öylesine güçlü bir rüzgardı ki, PKK’nin “yeminli düşmanı” Kemal Burkay’a dahi Kürt sorununun çözümünde AKP ile işbirliği yapma hayallerini hızla bir kenara bıraktırdı.


Kürt milliyetçiliği hareketinin bütün unsurlarının Kürt Ulusal Özgürlük Hareketinin yörüngesine girmesi, AKP hükümetinin Kürt siyasetini temelinden etkiledi. AKP Kürt hareketini “PKK’lileştirerek”, Kürt sorununun Kürtlerle müzakere yoluyla çözümüne kapıyı tamamen kapatıyor, “Kürt sorunu çözülecekse onu da biz yaparız” zihniyetine kapılanıyor.


AKP bu amacına varmak için Kürt hareketini bir “güvenlik sorunu” haline getirerek Kürt sorununu Kürtlerin silahsızlanması sorununa indirgemek istiyor. Devletle Kürt hareketi arasındaki ilişki bu alana hapsedilince AKP’nin elinin Kürt sorununda rahatlayabileceği varsayılıyor. “Cemaat marifetiyle” pompalanacak ve Kürt halkına gerçek bir ilerleme olarak asla yansımayacak olan “kozmetik iyileştirmeler”le “Kürt sorununa Kürtsüz çözüm” bulunmuş olacak!


Irkçılıkla mayalanmış Türkiye gericiliği, Kürt sorununa “kozmetik çözüm”de “Kürt işbirlikçi” bulamayınca “kozmetik çözüm” için başka bir “kolaylaştırıcı” bulması gerekiyor.


Cemaat basınında Cemal Uşşak’ın “Müslümanların Kürtlerin acısını hissetmediği” yollu özeleştirisiyle sökün eden ağlaşmalar da işte bu noktada anlam kazanıyor: Kürtleri kimlik dilencisi haline getirmeyi hedefleyen bir Kürt Deniz Feneri kumpanyası… 
 
Ferda Koç

Beyaz Türk Faşizmi

PKK’nin Çukurca saldırısından sonra internet ortamında dolanan ırkçı söylemler Van depreminde insanı insanlığından utandıran bütün kepazeliğiyle ortalığa döküldü. Doğrudan PKK’yi atlayıp Kürtleri hedef alan bir söylemin bu kadar yaygınlaştığına ilk kez tanık oluyoruz. Kuşkusuz Türkiye halklarının şimdiye kadarki sağduyusu, uzun binyıllardır birlikte, iç içe yaşamış olmanın verdiği duygusal (dini-kültürel) paylaşım bu tür ırkçı saldırgan söylemlere (şimdilik) çok yüz vermiyor.

Ancak yine de Türkiye gibi kaygan bir zeminde bulunan bir ülkede uç veren bu yeni ırkçı-faşizmi görmezden gelmemek gerek diye düşünüyorum. Zira bu yeni dinamik, bizim şimdiye kadar bildiğimiz MHP’nin Anadolu milliyetçiliği temelindeki faşizmine benzemiyor. MHP milliyetçi faşizmi esas olarak Kürtlerin varlığını inkar eder ve bu nedenle aslında Türk-Kürt ayrımı yapmazdı! Onlara göre Kürtler zaten Türk’tü… Onlar açısından sorun bölücülüktü… Oysa bu yeni tür faşizm Kürtlerin varlığını kabul ediyor ve fakat onu dışlıyor. Kürtleri bu ülkenin fazlalığı, kaşık düşmanı olarak görüyor. “Biz vergilerimizle Kürtleri besliyoruz, onlar askerlerimizi öldürüyor” diye düşünüyor. Bu toprakların bugüne kadar görmediği bir “ırkçı” söylemi açıktan kullanıyor. MHP’de “gizli” olan ırkçılık bu yeni akımla “meşru bir açıklıkla” ilan ediliyor.


İşin beni daha çok ürküten tarafı bu yeni ırkçı faşizmin Türkiye’nin sol-sosyal demokrat damarından besleniyor olması. 1990’ların başlarında Ecevit’in icat ettiği “ulusal sol” söylemini ilk duyduğumuzda Türkiye’de milliyetçi “ucube” bir sol filizlendirilmeye çalışılıyor, diye tartıştığımızı hatırlıyorum. Her ne kadar Marksist literatürde “sosyal şövenizm” kavramına tanıdık olsak da bunun burnumuzun dibinde bitmeye başlamasını kabullenmek zordu bizim için…


Bu “ucube sol”, AKP iktidarına kadar gelişme zemini bulamamışken tam da kendisine yakışır bir şekilde AKP eliyle devletin geleneksel mekanizmalarından dışlanan “laik-üniter” kadroların çaresiz çırpınışları karşısında kendisini korumak için solun temel değerleri olan özgürlük-demokrasi-eşitlik esasına dayalı bir siyasete yöneleceğine ‘derin’ devlet mekanizmalarından dışlanan geleneksel resmi faşist yapılanmaların artığı bir siyasal düşünceye yöneldi. “Ulusalcılık” adı altında formüle edilmeye çalışılan bu faşizan düşünce yapısının halen ilk elden ulaşmaya çalıştığı sosyal demokrat kitleleri etkisi altına alabildiğini söylemek mümkün değil.


Ancak eğitimli-orta sınıflardan geldiği belli olan bu yeni faşist dalganın kendisini günlük gazetesinden yaygın internet ağına kadar ifade etmesi onun ciddiye alınması gerektiğini gösteriyor. Henüz ciddiye alınabilir bir siyasal organizasyonu olmayan bu hareketin CHP’den tasfiye edilen Baykal-Sav kliğiyle birlikte önemli bir zemin kaybına uğradığı çok açık. Bu nedenle şimdilik somut siyasal bir güç olarak tehdit olarak görülmese bile “damarlarındaki asil kan” uygun bir siyasal zemin oluştuğunda kendisine akacak bir yol bulacaktır.


Bütünüyle Kürt sorunun gidişatına bağlı olarak akıbeti belli olacak olan bu yeni akımın önünün kesilmesi Türkiye solu açısından da son derece önemlidir. Zira Türkiye sosyalist solu bir taraftan yoksul emekçi halk kitlelerinin taleplerini devrimci bir siyasetle dile getirmeye ve toplumsal mücadeleye dönüştürmeye çalışırken büyük çoğunluğu orta sınıf özelliği gösteren sosyal demokrat kitlelerle ilişkilenmeyi ihmal etmemelidir. Bu hem yoksulların “sol” mücadelesinin hegemonyasının güçlendirilmesi için pratik bir ihtiyaç hem de sosyal demokrat kitlelerin (gericilik) endişelerinin giderilmesi için gereklidir.


Sosyalistler olarak bu çarpılmanın sorumluları arasında olduğumuzu unutmayalım. Sosyalist sol, solun tüm kalıcı ve geçerli değerlerini temsil eden bir ideolojik-ahlaki yeniden yapılanmanın tohumlarını Türkiye toprağına ekmeyi başarabildiği oranda kendisini “sol” olarak tarif eden kitlelerin, bireylerin bu “ucube” hallerine çözüm olabilecektir. 

Tufan Sertlek