14 Eylül 2011 Çarşamba

Ve Zorla Göç Ettirme Başladı

 

Askerlerin operasyon yaptığı Şemdinli İlçesi'ne bağlı Yiğitler (Nêkule) Mezrası'nda yaşayan halk göç etmeye başladı. Gülyazı Muhtarı A. Haluk Aslan, askerlerin köyden çıkmalarını istediğini belirtirken, günlerdir köylerinin çevresinin bombalandığını söyledi.

Hakkari'nin Şemdinli İlçesi'ne bağlı Gülyazı (Qelaşkê) Köyü'nün Yiğitler (Nékula) Mezrası ve Ortayiğitler (Bira) ve Aşağıyiğitler (Sori) mahallelerine bugün giden askeri birlikler, köylülerden evlerini boşaltmalarını istedi. Askerlerin baskısı üzerine Yiğitler Mezrası'ndaki köylüler evlerini boşalttı. Araç bulan köylüler, eşyalarını araçlara bindirirken, kimi köylülerde yanlarında taşıyabilecekleri kadar eşyaları torbalara doldurup göç etmeye başladı. Köylülerin, Bağlar (Nehri) Köyü'nün Çem Mezrası'na geldikleri öğrenildi. Mezradan göç eden 15 hanedeki 110 kişinin ağaçlık alanda konumlanarak beklediği öğrenilirken, köylülerin bir kısmı da Şemd
inli'ye BDP yönetimi ile görüştüğü belirtildi.

Köyün boşaltılmasının askeriye tarafından istendiğini belirten Gülyazı Muhtarı A. Haluk Aslan, günlerdir köylerinin çevresinin bombalandığını kaydetti. Aslan, "Köy içinde top parçaları ve çok sayıda patlayıcı madde bulunmaktadır. Köyden 110 kişi çıkmış durumdadır. Köylüler balık çiftliğinde beklemekte. Köylülerin bir kısmı Şemdinli'ye geçerek BDP Eşbaşkan Yardımcısı Hamit Geylani, İHD, MAZLUMDER ve Baro ile görüşmeler yaptılar. Köye geri dönülmesi ve köy yerinde inceleme yapılması istenmektedir, ancak köye dönülmesi halinde köylülerin can güvenliğinin olmadığı ortadadır" dedi.

İHD Hakkari yöneticilerinden Bedirhan Alkan köylülerin can güvenliği olmadığını belirterek, "Köylülerle yaptığımız görüşmede köye geri dönmelerini istedik. Ancak köylüler can güvenliklerinin olmadığını söylüyorlar. Konuyla ilgili devlet yetkilileri de herhangi bir açıklamada bulunmadılar. Köylüler ile heyetler arasındaki görüşmeler devam ediyor" dedi. Alkan, incelemeler yapmak üzere mezraya gideceklerini söyledi.

Alınan bilgilere göre askeri yoğunluğun devam ettiği bölgede, top atışlarının yapıldığı belirtildi.

AKP Ortadoğu'da ABD Çıkarlarını Temsil Ediyor


ONUR EREM/BİRGÜN
Türkiye’nin Ortadoğu’da üstlenmeye başladığı yeni heveskar rol ve İsrail ile yaşanan çatışma birçok tartışmayı beraberinde getirdi. Yaşananlar yeni bir dış politik konseptin habercisi olarak algılanıyor. Bu yeni konseptin içinde İran'a yönelik uluslararası ablukaya katılmak ve Suriye'ye olası bir saldırıyı örgütlemek de dahil birçok problemli açmaz bulunuyor. İstanbul Üniversitesi’nden Profesör Dr. Kıvanç Ulusoy, bölge nezdinde yaşanan değişimleri ve AKP'nin bu değişimdeki rolünü değerlendirdi.


AKP’nin komşularla 'sıfır sorun' politikasının bugün geldiğimiz noktada çöktüğü görülüyor. Bu çöküşü nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP dış politikayla iç politikayı son derece entegre olarak götüren bir parti. AKP, Suriye ve Irak’la ilişkileri arttırmanın, Türkiye’deki Kürt sorununun çözümüne yardımcı olabileceğini düşündü. Bu politika AB’nin Türkiye’den beklentileriyle de örtüşüyordu. Ancak bu politika çok hızlı bir şekilde boşluğa düştü ve izlenemez hale geldi. Bunun başlıca nedeni Suriye’ydi. İkinci bir neden de İsrail'di.


Çöküş karşısındaki manevrası ne oldu?


AKP sıfır sorun politikasının sınırları olduğunu fark etti. AKP’nin dış politikası giderek geleneksel yaklaşıma geri dönmeye başladı. AKP kendince bir takım siyasi enstrümanları kullandı. Mesela Ermenistan ile protokol yaptı, ama bir süre sonra bunları kolayca çözemeyeceğini kendisi de gördü. Kıbrıs sorunu için de aynısını diyebiliriz.

Fark edince ne değişti? Yaşanan “u” dönüşünde bu farkındalık ne tür bir rol oynadı?

Bunun ardından geleneksel Türkiye dış politikasına yeniden sarılıyorlar – fakat buna yeni bir şey daha ekleyerek: Milli meseleler. Türkiye dış politikasının en büyük ayırt edici özelliği milli meselelerdir. AKP, Kıbrıs milli meselesinin yanına bir de Gazze milli meselesi ekledi. Gazze milli meselemiz haline geldi. Oysa AKP’yi iktidara getiren dış politika, sorunları çözmek isteyen revizyonist, gelenekselden uzak bir dış politikaydı. Sorunları birer milli mesele olarak değil komşuluk ilişkileri olarak görüyordu. Bunu açıklayarak hem içeride medya aracılığıyla bir kamuoyu yaratmıştı, hem de uluslararası destek görmüştü. Ancak şu an tamamen başa dönmüş durumdayız.


Başa dönünce ne oldu?


Milliyetçi bir dış politika ile yeni Osmanlıcılığı bile bir tür milliyetçilik olarak gösteriyorlar. AKP artık bu söylem çerçevesinde Çeçenistan’ı, Kosova’yı birer milli mesele olarak önümüze koyabilir. AKP Ortadoğu’da ulaşabileceği alanı gördü ama hâlâ yeni alanlara ulaşmak istiyor. Komşularla sıfır sorun politikası Türkiye’yi istediği yere ulaştırmadığı için yeni politikalar üretmeye devam edecek.

Bu değişimin Ortadoğu ve bölgeye yansımasını nasıl okumak gerekiyor?

Türkiye’nin dış politikası son dönemde Ortadoğu’da büyük bir paradigmatik kırılmayı da beraberinde getirdi. Türkiye’nin artan dış politik manevra alanı, Avrupa ve Amerika’nın politikalarına da paralel gidiyordu. Ortadoğuluların gözüyle Amerikan yanlısı bir Türkiye güvenilmezdi. Türkiye bugün bölgede daha bağımsız, ABD’nin kuyruğunu takip etmeyen bir ülke olarak algılanıyor. Böylece Batı ülkelerinin politikasını Türkiye bölgede uygulayabiliyor.

AKP'ye biçilen rol de herhangi bir değişiklik söz konusu mu?


Başbakan Erdoğan ve AKP kurmayları, Türkiye’nin demokratik karakterinin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki en büyük politik enstrümanı olduğunu ifade ediyorlar. Batı ülkeleri de bunu böyle görüyor. Hatta Bush dönemi ile Obama döneminde değişmeyen ender şeylerden birinin Türkiye’ye biçtikleri rol olduğunu görüyoruz. Ayrıca Türkiye’yi, siyasal İslam’ın seküler bir sistemin içerisinde nasıl absorbe edileceği hakkında güzel bir örnek olarak görüyorlar.

Türkiye’ye ne kadarlık bir manevra alanı sağlanabilir? ABD ve Batılı ülkeler İsrail ile olan ilişkilerin gerilmesine daha ne kadar müsaade edebilir?


Türkiye’nin genişleyen manevra alanının en önemli öğelerinden birisidir İsrail ile çatışma. Türkiye, Ortadoğu halklarını İsrail ile iyi geçinerek hiç bir zaman ikna edemezdi, iletilmek istenen demokrasi mesajını da iletemezdi. Bu yüzden İsrail ile Türkiye arasındaki gerginlik hem Türkiye dış politikası açısından, hem de geniş perspektifte baktığımızda ABD çıkarlarının Ortadoğu’da temsili açısından kaçınılmazdı. Bir noktaya kadar tolere edilebilirdi. Ancak şu an geldiği nokta o tolere edilebilme sınırının son noktası.

Dip noktasını gördüğüne göre bundan sonra neler olabilir?


Hükümet de bu sınırın son noktasında olduğunun farkında, ancak bir avantajı var: ABD, Netanyahu hükümetinden hiç memnun değil. Onları, kendilerine iç politikada rakip olarak gördükleri neo-conlara yakın buluyorlar. ABD’nin barışçıl olarak izlemek istediği bir çok politikanın önünde engel olduklarını düşünüyorlar. Bunun için İsrail’in bir çok alanda geri adım atması lazım, ancak geri adım atmadıkları gibi ciddi sorunlar da çıkartıyor. Netanyahu hükümeti bölgesinde Türkiye gibi bir ülkeyi karşısına alarak çok yıprandı. Mısır’daki İsrail Elçiliği’ne saldırı düzenlendi, elçi ülkeyi terk etti. İsrail’in de Ortadoğu’da manevra alanı gittikçe daralıyor. İsrail’de yeni, barış yanlısı bir hükümet kurulması hem ABD çıkarlarına uygun olacaktır, hem de AKP’nin bir zaferi olarak algılanacaktır.

İkiz Kule saldırılarının üzerinden 10 yıl geçti. Bu süreç Türkiye’nin dış politikasını nasıl etkiledi?


11 Eylül ile beraber ABD, hem içerde hem dışarıda güvenlik politikalarına sarıldı. Diğer ülkelerden de bunu uygulamasını istedi. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) de böylece ortaya çıktı. Türkiye’de BOP’un bir parçası olacaktı. Hatta başbakan Erdoğan da kendisini projenin eşbaşkanı olarak konumlandırdı. Bu noktaya kadar Türkiye ABD’nin isteğini yerine getirdi.

BOP ilk ortaya çıktığında çok ses getiren bir projeydi, ancak artık günümüzde hiç bahsedilmiyor. Ne değişti?

BOP bir Bush projesiydi. Bush’un agresif politikalarıyla şekillendi. Obama ise kendini Bush’un bu politikalarından farklılaştırmak istedi. Bu yüzden Obama’nın ağzından Büyük Ortadoğu Projesi lafını pek duymuyoruz. Obama ve Dışişleri Bakanı Clinton, çok taraflı bir siyaset izleme gereği duydu. Mısır, Suriye, İran ve Avrupa ülkeleriyle daha farklı ilişkiler kurdu. Bush’un politikaları ise Avrupa halkları tarafından desteklenmemiş, sadece İtalya ve İngiltere hükümetleri tarafından desteklenmişti. Ayrıca Obama, ülkesinin iç krizinin de etkisiyle Ortadoğu’da kendini çok gösteren bir lider olmadı. Çok aktif değildi. Oysa Bush’un kurmaylarından Paul Wolfowitz sürekli bölgede temaslarda bulunurdu.

'Arap Baharı' da bu sürecin bir ürünü mü?

ABD, Ortadoğu konusunda Avrupa’yı işin içine çekmeye başladı. Arap Baharı boyunca bu ülkelerde Avrupa’da ilişkileri olan sivil toplum örgütleri ve bireyler çok aktifti. ABD bu bölgede Avrupa’nın yumuşak gücünü kendine entegre etti ve politikasını Avrupa’nın uzun yıllardır Ortadoğu ile var olan bağları sayesinde uyguladı. Düşünce kuruluşları ve medya çok etkin çalıştı. Mısır, Suriye, Libya buna en net örneklerdir. Batı dünyası “biz hep diktatörlüklerle ilişki kuruyoruz, bu ilişkilerle de bir yere gelemiyoruz” demeye başlamıştı.

Enerji ve petrol gibi başka etkenler yok mu?


Ayrıca Avrupa’nın ciddi enerji kaygıları da var. Rusya’ya olan bağımlılıkları kendileri için büyük bir sorun, son 10 yıldır bunu çözmek için yöntemler arıyorlar. Bu sorunu Kuzey Afrika’nın zengin enerji kaynaklarından faydalanarak aşmak istiyorlar. Avrupa’nın sürdürmekte olduğu Barselona Süreci, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı Avrupa ile yakınlaştırma düşüncesinin temelini oluşturdu.

Avrupa Birliği unutuldu mu?


Türkiye’nin uluslararası ilişkileri uzun yıllar boyunca Avrupa Birliği’ne odaklanmıştı. Lâkin son yıllarda Türkiye Ortadoğu’ya o kadar odaklandı ki, adeta AB’yi unuttu. AB ile ilişkiler bu ortamda ne yöne doğru gidecek?

Güzel bir soru, çünkü ben de bundan kaygı duyuyorum açıkçası. Bir yandan son dönemde Türkiye dış politikası yeni milli meselesi olan Filistin’e takılmış durumda. Diğer yandan eski Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, yeni Avrupa Birliği Bakanlığı hâlâ bir atalet içinde. Bu bakanlık Dışişleri Bakanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı ve Ekonomi Bakanlığı arasında sıkışmış kalmış durumda. Bu konuda yeterince çaba harcanmıyor.


Dahası AB’ye karşı gittikçe agresifleşen bir kullanılıyor. Bu dil niye kullanılıyor, bundan nasıl bir sonuç bekleniyor anlamış değilim. AB’ye sürekli saldırmak doğru bir davranış değil. Tamam alıngan olabiliriz, ayrıca başbakanın genel tavrı bu, ancak diğer hükümet görevlilerinin, AB Bakanı’nın da böyle bir dil kullanmasının nedeni nedir? Başbakana yaranmak mı? Bu yüzden toplumda da milliyetçi bir AB karşıtlığı yayılmakta.

 AB, Türkiye açısından önemli bir dış politika meselesidir. Avrupa ile bütünleşmenin bir önemi vardır. Çünkü burada bahsettiğimiz bütün diğer meselelerde Avrupa da var. Biz de AB’nin aday ülkesiyiz.

Burada ciddi bir sıkıntı var. Biz bu konuda çaba harcamıyoruz. Sadece havada kalan bir söylem var.


Müzakerelere başlarken AB’nin Türkiye’ye belirli bir takvim vermemesi de bunda etkili oldu mu?

Tabi ki. O dönemki AB liderleri - özellikle de Almanya ve Fransa - iç siyasetleri adına “Türkiye’nin uzun vadeli bir proje” olduğunu söyleyerek ucu açık bir müzakere başlattılar. Bu da bizim motivasyonumuzu düşürdü. Fakat bugün Merkel ve Sarkozy’nin koltuğu sallanıyor. Konjonktür çok hızlı bir şekilde değişebilir. Peki biz buna ne kadar hazırız?


Ortadoğu’daki değişimlerle beraber Avrupa’da da büyük değişimler olmakta ve olmaya devam edecek. Bu yüzden Türkiye’nin üyeliği Avrupa için en az geçmişteki kadar önemli. AB Türkiye’yi hiç bir zaman doğrudan kaybetmek istemez.


Ayrıca bizim de AB dışında ne Balkanlar’da, ne Kafkasya’da, ne Ortadoğu’da ne de Orta Asya’da içinde bulunabileceğimiz başka bir kurumsal yapı var. Dış politika açısından mesafe aldığımız tek alandır Avrupa alanı. Bunu engelleyen şeyse Kıbrıs’tır. Türkiye imzaladığı AB protokollerini Kıbrıs için uygulamadıkça da çözülmeyecek.


Avrupalı liderlere göre top Türkiye’nin sahasında. Türkiye bu protokolü imzalamalı. Türkiye’ye göre ise Türk tarafı çözüm için her şeyi yaptı, Annan Planı’na evet dedi, ancak Rumlar hiç bir adım atmadı. Bu yüzden top onların sahasında. Bu yaklaşımı sürdürmek artık mümkün değil. Bence bu çok hassas bir konu ve diğer meselelerin ağırlığı yüzünden nefes alamayan Türk dış politikasının da nefes alabileceği bir konu. Bu nedenle AB müzakerelerinin gündemden düşürülmesinden rahatsızım.

Demirtaş MİT ve PKK Barışçıl Çözüm Görüşmelerinin Ses Kaydını Değerlendirdi: ''Demek ki Kıyamet Kopmuyormuş''



Diyarbakır'da toplanan BDP Grubu'nda konuşan Eşbaşkan Selahattin Demirtaş, PKK ile devlet arasındaki müzakerelerin sürdürülmesi gerektiğini söyleyerek, “Şimdi tam da açık müzakerelere başlama zamanıdır” dedi.

Cegerxwin Kültür Merkezi'nde yapılan BDP Grup toplantısında konuşan Demirtaş, dün internete düşen ve MİT ile PKK arasındaki görüşmelerin olduğu belirtilen kaset olayına değinerek, kayıtların taraflarca doğrulanmadığı sürece yorum yapamayacağını söyledi.

PKK ile devlet arasında müzakerelerin önemli olduğunu belirten Demirtaş, "Demek ki arzu edilirse onurlu, kalıcı bir barış için, PKK'yle de Öcalan'la da müzakere yürütülebilirmiş. Türkiye toplumu müzakereye hazırdır. Kiminle savaşıyorsan onunla barışacaksın. 'Teröristle masaya oturulmaz' afra-tafralarının gereği yoktur. Şimdi tam da açık müzakerelere başlama zamanıdır" diye konuştu.

BİR HEYET İMRALI’YA GİTMELİ

Hükümetin bu saatten sonra müzakereden kaçamayacağını kaydeden Demirtaş "Bütün samimiyetimizle hükümeti muhataplarla açık görüşmelere davet ediyoruz. Hükümet Kandil'e gidecekse, müzakere heyetiyle gitmelidir. Bir heyeti de İmralı'ya göndermelidir" dedi.

BDP olarak önerdikleri yöntemin tek bir insanın burnunun kanamadan sorunu çözmek olduğunu belirten Demirtaş, hükümetten Türkiye'yi bölmesini, parçalamasını istemediklerini ifade etti.

AKP'yi PKK ile diyalog kurduğu için kimsenin yıpratmayacağını kaydeden Demirtaş, son bir savaş yaşanmadan da Kürt sorununun diyalogla çözülebileceğini söyledi.

PKK lideri Öcalan ile 50 gündür görüşmenin engellendiğini belirten Demirtaş şunları söyledi:

"50 gündür dünyanın en büyük donanmasına sahip bir devlet kendi adasına gidemiyor. Şiddetli rüzgâr var, koster bozuk diye... Hükümet kendini küçük düşürmek isteyebilir. Bu kadar ucuz, yalan konuşabilir. Kimse buna inanmıyor. Koskoca devletsiniz. Çıkıp açıkça 'Siyaseten şantaj yapıyoruz' deyin. Bu daha haysiyetli bir tutumdur. Bir halkın önderine tecrit uygularsanız bunu kabul etmeyiz. Bu siyasi rehine muamelesi, bu hukuksuzluk devam ettikçe, Kürt sorununu çözmek istediğinize bizi inandıramazsınız. Bu saatten sonra İmralı'ya heyet gönderin demiyoruz. Sayın Öcalan'ın serbest bırakılmasını istiyoruz. Çözüm yolu budur. Açık müzakereleri yürüteceksiniz. Kıvırmaya gerek yok, yöntem budur. "

MİT ve PKK'nin Barışçıl Çözüm Görüşmeleri SES KAYDI


Diyarbakır'da toplanan BDP Grubu'nda konuşan Eşbaşkan Selahattin Demirtaş, PKK ile devlet arasındaki müzakerelerin sürdürülmesi gerektiğini söyleyerek, “Şimdi tam da açık müzakerelere başlama zamanıdır” dedi.

Cegerxwin Kültür Merkezi'nde yapılan BDP Grup toplantısında konuşan Demirtaş, dün internete düşen ve MİT ile PKK arasındaki görüşmelerin olduğu belirtilen kaset olayına değinerek, kayıtların taraflarca doğrulanmadığı sürece yorum yapamayacağını söyledi.

PKK ile devlet arasında müzakerelerin önemli olduğunu belirten Demirtaş, "Demek ki arzu edilirse onurlu, kalıcı bir barış için, PKK'yle de Öcalan'la da müzakere yürütülebilirmiş. Türkiye toplumu müzakereye hazırdır. Kiminle savaşıyorsan onunla barışacaksın. 'Teröristle masaya oturulmaz' afra-tafralarının gereği yoktur. Şimdi tam da açık müzakerelere başlama zamanıdır" diye konuştu.

BİR HEYET İMRALI’YA GİTMELİ

Hükümetin bu saatten sonra müzakereden kaçamayacağını kaydeden Demirtaş "Bütün samimiyetimizle hükümeti muhataplarla açık görüşmelere davet ediyoruz. Hükümet Kandil'e gidecekse, müzakere heyetiyle gitmelidir. Bir heyeti de İmralı'ya göndermelidir" dedi.

BDP olarak önerdikleri yöntemin tek bir insanın burnunun kanamadan sorunu çözmek olduğunu belirten Demirtaş, hükümetten Türkiye'yi bölmesini, parçalamasını istemediklerini ifade etti.

AKP'yi PKK ile diyalog kurduğu için kimsenin yıpratmayacağını kaydeden Demirtaş, son bir savaş yaşanmadan da Kürt sorununun diyalogla çözülebileceğini söyledi.

PKK lideri Öcalan ile 50 gündür görüşmenin engellendiğini belirten Demirtaş şunları söyledi:

"50 gündür dünyanın en büyük donanmasına sahip bir devlet kendi adasına gidemiyor. Şiddetli rüzgâr var, koster bozuk diye... Hükümet kendini küçük düşürmek isteyebilir. Bu kadar ucuz, yalan konuşabilir. Kimse buna inanmıyor. Koskoca devletsiniz. Çıkıp açıkça 'Siyaseten şantaj yapıyoruz' deyin. Bu daha haysiyetli bir tutumdur. Bir halkın önderine tecrit uygularsanız bunu kabul etmeyiz. Bu siyasi rehine muamelesi, bu hukuksuzluk devam ettikçe, Kürt sorununu çözmek istediğinize bizi inandıramazsınız. Bu saatten sonra İmralı'ya heyet gönderin demiyoruz. Sayın Öcalan'ın serbest bırakılmasını istiyoruz. Çözüm yolu budur. Açık müzakereleri yürüteceksiniz. Kıvırmaya gerek yok, yöntem budur. "

Ayaklanma mı, Ayaklandırma mı?

Sadık ASLAN / Kürkçüler F Tipi Cezaevi

Suriye’de halkın isyanına karşı devlet güvenlik güçlerinin yapmakta olduğu katliamlar trajedi düzeyine vardı. Gerek Suriye gerekse de diğer ülkelerdeki isyanlar bağlamında bölgedeki siyasi dengeler ve hesaplar üzerine birçok analiz yapılıyor. Bu noktada meseleye isyanların öznesi olan halkların cephesinden bakabilmek gözden kaçırılmaması gereken temel nokta olarak önümüzde duruyor.

Suriye’deki gösteriler, güney uçta, Sünni olan Dera kentinde başladı. Hama katliamının kanlı anıları halen halkın belleğinde tazeyken gösterilerin böyle yaygınlaşabileceğini Baas rejimi de herhalde hesaplamıyordu. İlk yorumlar da rejimin bu zannını destekler nitelikteydi.


Bu yorumlara göre, halk hareketlerince devrilen Tunus ve Mısır diktatörlüklerine nazaran Esad daha örgütlüydü. Diğer yerlere göre belli bir refah düzeyi de sağlamış olduğundan Suriye halkının yaygınca ayağa kalkıp Esad’a “git!” demesi için ciddi bir sebebi yoktu. Esad’a dominonun son taşlarından biri olarak bakıldı. Ama Cezayir, Fas, Bahreyn, Ürdün halk hareketleri şimdilik kontrol altına alınıp Yemen’deki durum tıkanmışken, Suriye’de ayaklanmalar tüm ülkeyi sardı.


Ayaklanmaların Humus, Hama, Deir Zor ve İdlib’ten sonra Lazkiye ve Banyas kentlerine sıçraması Esad’ın paçalarının tutuşmasına neden oldu. Çünkü bu kentler Arap-Alevi kimlikli rejimin kitle tabanının en yaygın olduğu kentler. Ekonomik varlığın ciddi kısmı da buralara yığdırılmış durumda. En doğuda, Kürt bölgesi Cezayir’den çıkarılan petrol, en batıda, Akdeniz sahilindeki bu kentlere borularla taşınıyor örneğin.


Sözde birkaç reform yutturmacasına kimse kanmayınca rejim, iyi bildiği katliam dilini konuşturmaya başladı. Ama bu sefer önünde 1982’deki gibi bir Hama değil en az 6-7 Hama vardı. 1980’lerdeki İhvan-ı Müslümin Hareketi gibi ortada silahla bir direniş de yok. Bazı silahlı küçük grupların yaptıkları halkça benimsenmiyor, önceleri toplu cuma namazlarının verdiği sinerjiyle haftada bir gün yapılan büyük gösteriler şimdi haftanın birkaç günü yapılıyor. İlk gösterilerde 5-10 kişi öldürülürken şimdi hedef gözetilerek öldürülenlerin sayısı günde 30-40, bazen de 100’e ulaşıyor.


Her gösteride 50-100 arası kişinin öleceği biline biline halkın sokakları terk etmemesinin sebebi ne? Örgütlü denilen Esad diktatörlüğünün hükmü altında milyonlarca insan dizginleri bırakılmışçasına meydanlara nasıl çıkabiliyor?


On yıllarca korkutarak, ezerek, sindirerek biat ettirme siyaseti yürüten sisteme tanık olanlara bu soruların tek bir cevabı var: Bir defa ayağa kalktıktan sonra halk sokaktan eve çekilirse, önceleri zar zor da olsa evde yiyebildiği bir parça ekmek bu sefer kursağına dizilecektir... Esad’ın bilinen zalimane intikamcılığı düşünülünce, geri dönüşün beter bir cehennem azabı olacağı tahmin edilebiliniyor.


41 senedir Esad Ailesi’nce yürütülen sistemin olağanüstü hal şartları altında yaşayan halk artık korku duvarlarını parçalıyor. Baas rejimi, halk için koca bir korku imparatorluğuydu. En ufak bir çatlak ses, kaybetmeyle, senelerce sürebilen işkenceli sorgularla karşılık buldu. Şam’da “Firiğ Filistin” denilen Askeri İstihbarat Merkezi, Tedmür’ün yeraltı zindanları, yıllarca yüreklere korku salan işkence mekanlarının sembolü oldular. Oluşturulan ajan-istihbarat ağıyla insanlar evlerinde bile “ters” bir şey söylemekten çekindi. Şehirlerde mobeseler yok ama “Büyük Biraderler” yani Baba-Oğul Esad’ın gözleri adım başı herkesin üzerinde olur. Şehirlere girişte Baba Esad’ın heykeli karşılar sizi. Şehir içinde Oğul Esad’ın vitrinlerde, tabelalarda, duvarlarda, araba camlarında, yaka rozetlerinde bulunan portreleri eşlik eder size. Şehir çıkışında da üzerinize Kutsal Ruh (Baas!) sinmiş vaziyette ayrılırsınız oradan.


Önce birkaç övgü sıfatı dizmeden Esadların ismini zikretmek insanın başını rahatlıkla belaya sokabilir. Her yerde olduğu varsayılan Muhaberat’tan (Suriye İstihbaratı) dolayı toplum için esinmiş koyu korku havasına bakıldığında, bu havanın asırlarca kalkamayacağı hissine kapılabilir insan.


Sosyal, siyasal, ekonomik yaşam tam bir cendere hali, refah düzeyi denilen şey, açlıktan öldürmeyecek düzeyde yaşatma politikası. Devlet, en çok yetiştirilen veya ekilen buğday, pamuk, zeytin gibi ürünlere çok düşük bir taban fiyat biçilerek onları satın alıp dış devletlere 5-10 kat fiyatla ihraç eder. Yoksul insanlar ancak yaptığı masrafları karşılayabilir. Halktan satın alınarak stok edilen, stok halinde çürüyen buğdayın pahasıyla ülke nüfusunun yarısı yaşayabilir. Suriye’nin “Ortadoğu’da zenginliğine rağmen halkı en yoksul olan devlet” olarak nitelenmesi bu yüzden.


Özel girişimlere izin verilmez, ekonominin büyük kısmı ordu generallerinin elinde, sıcak ekmek için bile sabahları devlet fırınları önünde uzun kuyruklara girmek gerekir. Özel TV’ler yoktur. Bir zamanların TRT-1, TRT-2’si gibi devletin var olan iki TV kanalı, sabah tank geçişi görüntüleriyle açılır, gece uçak sortileri görüntüleriyle kapanır. Bu durumda zaten özel gazeteler de çıkmaz. Devlet bildirileri ve Esad övgüleriyle dolu iki devlet gazetesi halk için yeterli görülür.


Bunlar gibi birçok örnek, Suriye’deki ayaklanmaların nedeni için bize fikir verebilir. Diğer ülkelerin ayaklanmalarında da aynı gerçeklikten bahsetmek mümkün. Ortadoğu halklarının sıkıştırıldığı bu cendere hali görülmeden “Ortadoğu Halklarının Baharı”nı anlamak zor olur. Bu nedenle bizim cenahta da rastlanılabilen “Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek için egemenlerce halkların ayaklandırılmış olması” mealindeki değerlendirmeler sorunlu bir yaklaşıma tekabül ediyor. Bu yaklaşım, halkların özgürlük tutkularına karşı da haksızlık olur.


İsyanların rotası, öncülük sorunları, varolan öncülerin niteliği, isyanlara yön verilme, onların egemenlerce yedekleme çabaları tek tek üzerinde durulabilecek konular. Yalnız moral, moralsizlik, gülme gibi cesaret de bulaşıcı ve Ortadoğu halkları birbirinden cesaret alarak özgürlük tutkularını ortaya koyuyor. Korku duvarları yıkılarak zor olan başarılıyor. İstenen hedefe ulaşılamasa bile, zulme karşı direnen insanlığın yüzü şimdi daha aydınlık...

'Erdoğan Arapların Liderliğine Hevesli'


Mısır’a yaptığı ziyaretin ikinci gününde Mısırlı yetkilerle görüşen Erdoğan, ardından Arap Birliği Dışişleri Bakanları Konsey toplantısında konuşma yaptı. Erdoğan’ın sık sık İsrail’e yüklenip, Filistin’i överek, Arap halklarının sempatisini toplamaya çalışması dikkat çekti. Erdoğan’ın söylemi dünyü basınında “Arapların liderliğine hevesleniyor diye yorumlandı. Erdoğan konuşmasının satır başları şöyle: “Bizler aynı bedenin parçalarıyız. Gazze’de ağlayan bir çocuk Ankara’daki annenin yüreğini sızlatır. Türk ve Arap halkları olarak gün ışığı kadar da olsa ayrılığın aramızdan geçmesine izin vermemeliyiz. Önümüzdeki süreç meşakatli ve zordur.  Türk halkı olarak Ortadoğu’daki gelişmelere kayıtsız kalmamız düşünülemez. İsrail bir yandan meşruiyetini sağlamaya çalışırken bir yandan da kendi meşruiyetini tehlikeye atmaya devam etmektedir. İsrail hükümet politikalarının saldırganlığı İsrail halkının geleceğini tehdit etmektedir. İsrail halkı kendi hükümeti tarafından abluka altına alınmıştır. Hazırlanan rapor bizim için bir şey ifade etmemektedir. Gazze ablukasını meşru sayan hiçbir cümleyi kabul etmiyoruz. Raporun hazırlanmadan önce basına sızdırılmasının ardından İsrail’le ilgili tedbirleri hemen hayata koyduk. Türkiye gerekli gördüğü her türlü önlemi alacaktır. Türkiye İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukayı tanımamaktadır. Hiçbir ülke uluslararası hukukun üstünde değildir.”

Öte yandan, Erdoğan, Mısır temasları çerçevesinde, eski diktatör Mübarek yakın çalışma arkadaşı ve Savunma Bakanı şimdiki Yüksek Askeri Konsey Başkanı Mareşal Hüseyin Tantavi ile görüştü. Mısır Savunma Bakanlığı’nda gerçekleşen görüşmede, iki ülke arasındaki ilişkiler başta olmak üzere bölgesel konuların ele alındığı bildirildi. Bir saat kadar süren görüşmede, iki ülke arasındaki askeri işbirliğinin yanı sıra ekonomik, ticari ve sanayi alanlarındaki işbirliğinin de konuşulduğu öğrenildi.


Başrol ihtirası


Başbakan Erdoğan’ın Mısır’dan başlayan gezisi için İtalyan La Stampa gazetesi, “Erdoğan Arap Baharını fethetmeye gidiyor” başlığını attı. Başbakan Erdoğan’ın önceki gün başlayan Mısır, Libya ve Tunus gezisi, İtalyan basınında yer bulmaya devam ediyor. “Erdoğan Arap Baharını fethetmeye gidiyor” başlığıyla okuyucularına Erdoğan’ın gezisini duyuran İtalyan La Stampa, “Erdoğan’ın bu ziyaretiyle bölgede son 8 ayda yaşanan karışıklıktan sonra Türkiye’nin bölgedeki yeni düzene yapacağı katkılarla baş rolde yer almak istediği” belirtildi. Gazetedeki haberde, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, Türkiye’nin Mısır ile gizli askeri ittifak yapmasından korktuğu da yazıldı.


‘Etkisini arttırmak istiyor’


Erdoğan’ın Mısır ziyareti İngiliz basınında da geniş yer aldı. Times gazetesi, Erdoğan’ın Mısır ve ardından yapacağı Tunus ile Libya ziyaretleriyle, Türkiye’nin bu bölgedeki etkisini arttırmayı amaçladığını yazdı. Erdoğan’ın Mısır ziyaretini İsrail’in yakından izlediğini kaydeden Times, “Erdoğan’ın Gazze’ye yapacağı olası ziyaretin Mısır’ın askeri hükümetini rahatsız etmemek için iptal edildiği” diye yazdı.


‘Gücü arttı’ iddiası


Guardian gazetesinde, Michigan State Üniversitesi uluslararası ilişkiler profesörü Muhammed Eyüb’ün kaleme aldığı makalede ise “Türkiye’nin bölgesinde artan gücünü ABD’nin anlaması gerektiği, Ortadoğu’nun eskisi gibi olmayacağı” ileri sürüldü.


Lider olmak heveslisi


Independent gazetesi yazarı Patrick Cockburn de Erdoğan’ın yaptığı ziyaretle Arap dünyasının lideri olmayı hedeflediğini belirtti. Cockburn haberinde, Türkiye’nin Erdoğan’ın ziyaret programında bulunan Mısır, Tunus ve Libya için “model” teşkil ettiğini ileri sürerek, şu ifadelere yer verdi: “Erdoğan’ın İsrail’e negatif yaklaşımı, Arapların gözündeki cazibesini arttırıyor. Sonuç olarak İsrail’in yalnızlığı, Arap dünyasındaki ayaklanmalar, Arap ülkelerinin zayıflığı ve ABD’nin gücünün azalması Türkiye’ye yaradı. Türkiye’nin bölgede ağırlığı artıyor, ama bölgeye yön vermesi için önünde uzun bir yol var.”


‘Ahmedinejad’a rakip’


Daily Telegraph gazetesi de Erdoğan’ın İsrail karşıtlığında İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’a rakip olduğunu kaydetti. Gazete, Erdoğan’ın Avrupa Birliği üyeliği girişimlerinden sonuç alamayınca Araplar arasındaki en duygusal konu olan Filistin davasının savunuculuğuna soyunarak bölgede gücünü arttırmak istediğini yazdı.

Şizofreni, Ama Kimin Şizofrenisi!

Ayşe BATUMLU
 
Yasemin Çongar’ın iktidar goygoyculuğu yaptığı yazıyı okuyunca yazı konum değişti.

Çongar, “mağduriyete karşı olmakla” “mağdurdan yana olmak” kavramlarını, zıt iki kutba çevirmeye çalışarak, “mağdurun tercihi mağduriyeti ortadan kaldıracak koşulları yaratmıyorsa, mağdur yandaşı olmak sorunludur” demiş. Bu, “Kürt için en iyisini biz biliriz” egemen yaklaşımının yansıması. Mağduriyetin giderilmesi uğruna, buna razı olsak bile politikalarını eleştirmekten kaçındığı iktidar, mağduriyeti ortadan kaldıracak somut adım atmıyor oysa.


Çarpıtmalar da var. Kürt siyaseti ve yandaşlarının “şiddeti” tercih ettiğini ya da “PKK şiddetine karşı çıkmadığını” yazmış. Bu iddialarını somut delillerle beslemiyor, öyleymiş gibi sunmaktan çekinmiyor. Silvan’da da benzerlerinde de Kürt siyasetçiler üzüntülerini açıkça dile getirmiş, BDP, kongresinde bu konuda çağrı bile yapmışken, Çongar’ın kastettiği kim? Ya da hiç “benim evladımı öldürenden intikam alın” diyen Kürt annesi görmüş mü? Kendisinin Kandil’de röportaj yaptığı PKK liderleri açıkça “bu savaşta kazanan olmaz, artık siyasi çözüm zamanı” dememiş miydi?


Yazısı kendisini yalanlıyor. Bugün PKK şiddetinin bir “tercih” değil de “zorunluluk” olduğunu söyleyenlerin buna kendilerinin de inandıklarından emin değilmiş. “Öyle olsa Kürt siyasetçileri genel seçimlere girmez, ikide bir kongre toplamaz, Irak Cumhurbaşkanı Talabani’yle görüşmeye gitmez, gazetelere yazılar yazmazlar”mış!


Asıl sözünü ettiğiniz kişiler şiddeti tercih etselerdi, bu saydıklarınızın hiçbirini yapmazlardı. Bu, şiddetsiz çözüm arayışının en bariz kanıtı değil mi? Yoksa silahsız çözüm istemek devletin baskıcı, inkarcı politikalarını, kuzuların sessizliğinde dinlemek mi demektir?


Devlet diliyle konuşmuyorsanız, silahsız çözüm istemek ateş pahasıdır. İsteyenin maruz kaldığı baskılar ortada. Hapishaneler bu iktidar döneminde doldu taştı. Birincilik “ödülü” bile var. KCK adıyla açılan davada, tutukluların hangisinin evinde bir çakı bulunmuştur? Hangisi şiddet planı yapmıştır? Hiçbiri. Peki, demokratik, sivil, siyasi çözümü isteyenlerin önemli bir kısmı içeride, diğerleri de yargı kıskacındaysa, şiddeti isteyen onları rehin alan irade değil midir?


Çongar’a göre: “PKK, devlet-Öcalan görüşmeleri ile savaşın sonunun getirilmesi, bir yandan da anayasa ile Kürtler adına kazanımlar sağlanabilmesinin somut bir ihtimal olarak belirmesinden” paniklemiş! Öyleyse iktidar neden Öcalan-devlet görüşmelerini noktalamış, hatta avukatları ile görüşmesini dahi engellemiş? Aslında bu görüşmelerin çözümü kaçınılmaz kılacağından “kaygılanan”ın iktidar olduğu açık.


Bir de “Anayasada Kürtler adına somut kazanımlar sağlanabilmesinin somut ihtimal olarak belirdiği” iddiası var. Nasıl belirmiş? Bunu neden o ihtimal için yıllardır mücadele eden kimse bilmiyor? AKP, Kürtlerin ve tüm halkların eşit vatandaşlık ve anadil güvencelerinin anayasada tereddütsüz sağlanacağını, özyönetim hakkının engellenmeyeceğini deklare mi etti? Sayın Öcalan’ın ve BDP’nin “bu konuda somut bir cümle kurun” çağrısına yanıt mı verdi? Hayır.


Devamında, BDP’lilerin “Öcalan’la devletin tekrar görüşmeye başlaması” çağrısını, BDP cephesinin, İmralı görüşmelerinin oyalama taktiği olduğu tespitiyle zıt buluyor. Öyle değil Yasemin Hanım; BDP de sizin yazınızda bahsettiğiniz gibi bu görüşmelerin savaşın sonunu getireceğini düşünüyor. Yani şiddet değil, çözüm istiyor. Yine BDP, görüşmelerin tam sonuç alınacak zamanda (hangi bahaneyle olursa olsun) kesilmesinin, oyalama taktiği olduğu şüphesini yarattığını ifade ediyor. “Oyalama taktiği değilse, sürdürün” diyor.


Sonuçta, “Kürtlerin birinci sınıf vatandaş olması için eşitliğin anayasal çerçevesinin çizilmesi gerek. Etnik vurgu içermeyen bir vatandaşlık tanımı da eşitliğin olmazsa olmaz parçası, anadilde eğitim hakkı da, ayrıca gerillanın dağdan inmesi ve dilerse siyaset yaması için hukuki zemin sağlamalıyız. Bu ikinci bağlamda devletin Öcalanla görüşmeyi sürdürmesi elzem” diyorsunuz. Kürt siyasetçiler de hatta PKK de bunu diyor zaten. Buna yanaşmayan AKP. Bu yüzden dağı taşı bombalıyor, tutuklama kıyımını sürdürüyor, Sayın Öcalan avukatlarıyla hatta ailesiyle bile görüştürülmüyor.


Hasılı hiç görmek istemeseniz de, kamuflaj yazıları da yazsanız, gerçek şu ki; AKP çözüm için olgunlaşmadığından bu çatışmayla beraber yaşamak zorunda kalıyoruz.


Şimdi soralım mı: şizofreni, ama kimin şizofrenisi?

Ortadoğu Toplumunun Ahlak Politika ve Demokrasi Sorunu

5000 yılı aşan merkezi uygarlık sürecini ahlak, politika ve demokrasi kavramları temelinde çözümlemek çok öğretici olacaktır. Ahlak ve politika olmadan toplum olmaz. Olsa dahi amorf (şekilsiz) bir yığın olmaktan öteye anlam ifade etmez. Böyle toplumlar olsa bile ancak başka toplumlar için malzeme nesneleri durumundadır. Ahlak, toplumun ilk inşası sırasında takındığı tutumların bütünlüğü olarak tanımlanabilir. Bu da ilkel toplumun beslenme, üreme ve korunma için aldığı tedbirler, yaptığı iş ve eylemler bütünlüğüdür. Bu bütünlükler gelenekselleştiği ölçüde ahlak oluşmuş sayılmaktadır. Üremesiz, korunmasız ve beslenmesiz toplum sürdürülemeyeceğine göre o halde ahlaksız toplum da olmaz diyorum. Politika biraz daha değişik bir kavram olmakla birlikte ahlakla yakından bağlantılıdır. Ahlaktan farkı güncel bir eylem olmasıdır. Ahlak gelenek olarak standart kalıplar halinde iş görür, rol yaparken; politika günlük olarak toplumun önüne çıkan sorunlar konusunda alınan kararlar bütünlüğü demektir. Bu kararlar bütünlüğü gelenekselleştiği ölçüde ahlaki geleneklerle bütünleşip, bizzat ahlak kuralları haline gelirler. İkisinin birbirini beslemesi söz konusudur. Ahlak geleneksel olarak politikaya çerçeve sunarken, politika yeni iş görücü kararlarıyla bu çerçeveyi sürekli genişletmekte ve derinleştirmektedir. O halde iki kavram ve olguyu birbirinden tamamen ayırmak mümkün olmamaktadır. Demokrasi üçüncü önemli olgu ve kavram olarak ilk iki olgu ve kavrama eklenmek durumundadır. Bu anlamda demokrasisiz toplum da düşünülemez. Düşünülse bile kendini ifade edemeyen toplumsal malzeme nesnesi konumundadır. Başka toplumların kullanım araçlar toplamı olarak iş görmekten kurtulamaz. Bu durumda demokrasinin işlevi politika yapılırken, kararlar alınırken ilgili tüm toplumun ifade gücü, örgütlenme gücü olarak sürece katılımını ifade eder. Politika özünde bu anlamda demokratiktir. Gerçek politika demokratik olandır. Demokratik olmayan politika çok sonraları gelişen hiyerarşik iktidar ve devlet güçlerinin tek taraflı idare kararlarıdır. Bu güçlerin “idare kararlarına” politika denmez idare kuralları denilir.
Gerçek politika mutlaka demos’un (kabile, aile, aşiret, kavim, ulus toplumunun tüm organlarının bütünlüğü) katılımı ve tartışmasıyla gerçekleştirilenidir. Politika halksız, toplumsuz, katılımsız oluşacak bir olgu ve kavram değildir. Dolayısıyla politika demokratik olmak zorunda olduğuna göre ahlaki de olmak zorundadır. Demokrasinin olmadığı toplum politik, politikanın olmadığı toplum ahlaki olamaz. Bu üçlü olgu ve kavramsal ifade olmazsa olmaz kabilinden birbirlerini gerekli kılarlar.

Ortadoğu’da demokrasi, ahlak ve politika potansiyeli daha güçlü

Merkezi uygarlık sisteminin dışında kalan tüm toplumsallıklarda kategorik olarak ahlak, politika ve demokrasi olgusunun daha güçlü olduğuna hükmetmek gerekir. Bu çerçevede direnen, dağ ve çöllere çekilen tüm kabile, aşiret, mezhep tipi yarı-göçebe ve işsiz topluluklarla kırsal alandaki çiftçi, çoban topluluklarını direnişçi, özgürlük ve eşitliğe daha yakın güçler olarak değerlendirmek gerçekçidir. Derinliğine köleleştirilmiş unsurlar ikinci sırada ve objektif olarak bu projede değerlendirilebilir. Özgürlük için, eşitlik için; dolayısıyla ahlak, politika ve demokrasi sorunları için önemli olan objektif kölelik değil ne kadar teslim olmamış, ne kadar direniyor, ne kadar konar-göçerdir, ne kadar inançlarının savaşını veriyor sorularının cevabı önemlidir. Ortadoğu toplumlarında elbette ciddi ahlaki, politik ve demokratik sorunlar vardır. Uygarlık süreci gereği bu sorunlar çok kapsamlıdır da. Ama Avrupa uygarlığının hukuk, politika ve demokrasisinin fazlasıyla burjuvaca olduğu, evrensel tarih-toplumun ahlak, politika ve demokrasi olgusunu temsil etmediğini, yansıtmadığını bilmek önemlidir. Burjuvanınki demokrasi değil devlet idaresidir. Demokrasi adına yapılanlar tümüyle genelleştirilmezse de devlet idaresini gizleyen, “ayıbı örten asma yaprağı” rolünü oynadığını belirtmek daha doğru bir yaklaşımdır. Aynı kıstaslar insan hakları için de geçerlidir. 


Özellikle hukukun tümüyle ahlakın yerine geçtiği bir gerçektir. Hukuk, devlet ve iktidara ilişkin bir sözleşmeler yığını olup hiçbir zaman canlı ahlakın yerini tutamaz. Devlet idaresi iç ve dış işleri için yapılan işlere karar ve uygulamalara ise politika denemeyeceğini anlamak gerekir. Belki devlet politikası denebilir ama toplum politikası denemez. Demokrasi adına yapılanlar, toplumun çok dışında, temsil sahneleri olmaktan öte pek işlevleri yoktur. Bu kısa eleştiri temelinde Ortadoğu toplumunda demokrasi, ahlak ve politika potansiyelinin güçlü olduğu rahatlıkla belirtilebilir. Ciddi ahlaki, politik ve demokratik sorunların olması potansiyelinin gücünü gösterir. Halen devlet ve iktidarcılık eğilimlerinin güçlü olması diğer yüzünde güçlü ahlaki politik ve demokratik sorunları, ihtiyacı ve hatta varlığı akla getirir. Aralarındaki diyalektik çelişki gereği gerçeklik ancak bu biçimde ifade edilebilir.

Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü  kitabından alınmıştır.

Erdoğan'ın Derdi Pay Kapma

Mısır’da temaslarda bulunan Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Ortadoğu’da oluşan yeni dengelerde kendisine pay çıkarmayı planladığı belirtildi.

Arap halk ayaklanmasının yaşandığı ülkelere yapacağı ziyaret öncesi İsrail ile ilişkileri gerginleştirerek Arap halkının nezdinde ‘kahraman’ olmak isteyen Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, ilk durağı olan Mısır’da yine İsrail’e yüklendi. Daha önce İsrail ablukasındaki Gazze’ye gideceğini açıklayan ancak bu fikrinden hiçbir sebep göstermeden vazgeçen Erdoğan, Ortadoğu’daki barışın önündeki engelin İsrail olduğunu ileri sürdü.

Arap dünyasında yaşanan halk ayaklanmasında önce diktatörlerden yana saf tutan ancak daha sonra uluslararası güçlerin telkiniyle muhaliflere yanaşan Türkiye, siyasi haritanın yeniden çizildiği Arap dünyasında pay kapma derdinde. Birleşmiş Milletler’in Mavi Marmara baskınıyla ilgili raporunun basına sızmasından sonra İsrail ile köprüleri atan Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, böylece Mısır, Libya ve Tunus’u kapsayacak ziyaret turu öncesi Arap halkının ‘kalplerini fetetti’. Önceki gün organize edilmiş bir grup tarafından Kahire Havaalanı’nda tekbirlerle karşılanan Erdoğan’ın yüzü gülüyordu.

İsrail’e yüklendi
Erdoğan dün ise, Mısır’da bulunan ‘Türk Şehitliği’ ve Meçhul Asker Anıtı’nı ziyaret ettikten sonra bir dizi görüşmelerin ardından Arap Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda bir konuşma yaptı. Konuşmasının hedefine yine İsrail’i koyan Erdoğan böylelikle bir kez daha Arap halkı nezdinde itibar kazanmaya çalıştı. “İsrail hükümet politikalarının saldırganlığı, İsrail halkının geleceğini tehdit etmektedir. Barışın önündeki engel, İsrail hükümetinin zihniyetidir, yönetiminin zihniyetidir. İsrail hükümeti tarafından aslında İsrail halkı ablukaya alınmıştır” diyen Erdoğan, konuşmasında Arap-Türk halklarının kardeşliğinden dem vurdu. Osmanlı İmparatorluğu’nun katliamcı politikalarını unutan Erdoğan, “Türk ve Arap halkları olarak, ebedi kardeşliğimizden aldığımız güçle aramızdan gün ışığının geçmesine izin vermeyecek kadar saflarımızı sıkı tutmalıyız. Farklı dillerle aynı anlam coğrafyasını ve kaderi paylaşan bizler için yeniden ortak geleceğe sahip çıkma zamanı gelmiştir” dedi. Erdoğan, Türk- Arap ilişkilerinde ortak paydanın, İslam olduğunu sözlerine ekledi.

Ortadoğu’da düzenlenen yeni siyasi haritada yer almak isteyen ve yeni yönetimlerle milyarlarca Dolarlık anlaşma yapmak için çıktığı turun amacını unutan Erdoğan “Bazıları gibi çıkar hesaplarıyla değil, sadece ve sadece kardeşlerimin onurlu bir geleceğe sahip olması için Arap halklarının bu değişimi gerçekleştirmesini diliyorum. Bazılarının Libya’nın yeraltı zenginlikleri üzerinde yaptığı veya yapacağı hesaplara bakarak değil, sadece Libyalı kardeşlerimi sevdiğim için bunları ifade ediyorum” dedi. Erdoğan Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda Ortadoğu’da değişim rüzgarının devam etmesini de istedi.

Konuşmasının büyük çoğunluğunu İsrail’e karşıtlığı üzerine kuran Erdoğan, daha birkaç gün önce yaptığı “Gazze’ye gideceğim” açıklamasına yer vermedi. Erdoğan, Mısır’a gitmeden önce yaptığı açıklamada “Gazze’yle ilgili ziyaretim söz konusu değil” demişti.

Erdoğan’ın asıl amacı!
Öte yandan Erdoğan’ın Arap ülkelerine yaptığı ziyaret, başta İsrail olmak üzere ABD’de ve Avrupa’da çok yakından takip ediliyor. Arap halk ayaklanmasına destek veren ve bölgede ‘ılımlı İslam’ rejiminin kurulmasını isteyen ABD, Fransa ve İngiltere geziye oldukça olumlu bakıyor. Dün bu ülkelerin medyasında Erdoğan, bir kahraman olarak lanse edildi ve ‘Arap Baharı’ndan sonra bölgeye giden ilk lider olduğu altı çizildi.

Ancak birçok gazede, Erdoğan’ın ziyaretteki gerçek amacını da yazdı. Bu gazetelerden bir tanesi olan Almanya’da yayın hayatını sürdüren Rheinische Post oldu. Gazete’de dün yer alan bir yorumda “Erdoğan dün başlayan ziyaretleriyle kendine Arap kitlelerinin kahramanlığı rolünü biçmiş oldu. İsrail büyükelçisini kapı dışarı ettiği ve Gazze ablukasının kaldırılmasını istediği için kitleler onu bağrına basacaktır. Erdoğan’ın hesabı basit; Arap ülkelerinde ve Türkiye’de popüler olan İsrail karşıtlığını Türkiye’yi bölgesel güce dönüştürmede kullanmak” ifadeleri kullanıldı.

Yine Deutschlandfunk’a konuşan Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne yakınlığı ile tanınan Friedrich-Ebert Vakfı’nın İstanbul’daki temsilciliğinin yöneticisi Michael Meier de benzer düşünceleri dile getirdi. Meier, Türkiye’nin son dönemde İsrail ile arasına mesafe koymasının ve HAMAS ile iyi ilişkilere geçmesinin nasıl yorumlanabileceğine dair soruya “Ankara, kısa bir süre önce başlayan Arap Baharı’ndan kendisine pay çıkartmayı ümit ediyor. Türkiye büyük bir ekonomik güç; Ankara’nın bölgede tarihten gelen bağlantıları var ve bölgesel güç olmak üzere kendini yeterince güçlü hissediyor” cevabını verdi.

DeutscheWelle radyosu’nun web sitesinde yer alan haberde “Batılı siyasi gözlemciler, Türkiye’nin Ortadoğu’daki yeni girişimlerinin bölgede güçler dengesinin yerinden oynamasına, bu durumda İsrail’in de daha ziyade savunma pozisyonuna düşeceğine dikkat çekiyorlar. Ancak güçler dengesinin ilk elde Türkiye’nin girişimleri ile değil, Arap Baharı’nın katkılarıyla değiştiği de ileri sürülüyor” yorumu yapıldı.

Erdoğan'ın Kozları

Erdoğan’ın kozları tükeniyor!    Kozlar’ı kategorileştiriyorum.

Her koz dünyasının başına tipolojileri temsilen bir “şahsiyet“  koyuyorum.

Bir de Erdoğan’ın “koz“ zannettikleri var; onlar uluslararası camiadan.
Onlardan başlamak istiyorum.
Erdoğan’ın önemli uluslararası kozlarından birinin İsrail olduğu zannedilirdi.
Türkiye-İsrail’in kaderinin “aynı“ deryaya aktığı bilinirdi.
İkinci uluslararası koz “Barzani“ zannedilirdi.
Ancak Barzani veya Güney Kürdistan’ın kaderi daha fazla İsrail’le benzeşme (!) gösterdi.
Ve eğer İsrail (Amerika) olmasaydı, Güney Kürdistan’da bir Hükümet’in kurulması imkansız (?) olurdu. Bu Hükümet’in devletleşmesine engel Türkiye/İran önderliğindeki Ortadoğu “koalisyonu“ oldu.
Ama Barzani’nin Türkiye’ye hayati muhtaçlığı, Erdoğan’ın hayali olmasına rağmen, İsrail ve Amerika, Güney Kürdistan’daki konumlarıyla, Türkiye’nin o bölgede “küçük kardeş“ kalmasını sağladılar.
Türkiye buna dayanamadı.
İsrail Büyükelçisi kovuldu… Ne olacaği hala bilinmiyor.
Amerika, Kandil’i kuşatmak (!) için harekete geçti; bununla da Türkiye ve İran güçlerine seyir rolü verildi…
Diğer kozlara gelince…
Aşağılık duygusuna mahkum tip:
Bu tipi önde temsil eden Mehmet Metiner oldu.
Son kişilik kırılmasıyla birlikte, terfi etti ve dost/düşman piyasasındaki borsa değeri 0’ın altına düştü.
Erdoğan’ın birincisinde arka kapıdan, ikincisinde ön kapıdan kovduğu Metiner’in açacağı bir kapısı olduğunu söyleyecek birilerinin olduğunu zannetmiyorum artık.
İkinci tipleme, bir zamanlar Kürdistan’a nostaljik duruşuyla Mir Dengir Fırat oldu.
Erdoğan’a ağır geldi.
Büyüklerinin ordu çizmelerince çiğnenen anısı onun yakasını bırakmadı ve sonunda:
“Anadilde eğitim meselesine gelince, bu da temel bir sorun. Başbakan “ret, asimilasyon ve inkarı kaldırdık” dedi ama bence ret ve inkar bir yere kadar kaldırıldı ama asimilasyon hâlâ devam ediyor…Asimilasyon ancak dil üzerindeki yasakların kaldırılmasıyla ortadan kalkar“ dedi. Bu sözler Erdoğan’ın bu “kozu“nun, onun kozu olmadığına işaret etti.
Bir başka tip, şaşkındır ve bu tiplemeyi ön saflarde Şivan temsil etti.
Bülent Arınç’la görüştü olmadı.
Türk Kültür Bakanı Günay‘la Berlin’de Türkiye Marşı okunurken mahcuben ayağan kalkması da onun azledilmesi için yeterli olmadı.
Sinirlendi.
Kaldıramayacağı sözler söyledi.
İnternet yoluyla parmaklarıyla çıkaracak göz arayan saldırgan pozlar takındı ve aradığını bir türlü bulamadı.
Bir aralar muhatapsız kaldı.
Şimdilerde gideceği güzergahı aradığını sanıyorum; o da nafile…
Tarihten ders çıkaracağını içten diliyorum.
Son tiplemeye önder adam “gönüllü rehine” Kemal Burkay‘dır.
Erdoğan’ın pençesine düştü.
“Akıllı” adam, bir savaşın arifesinde, barış için gtti. Sesi Türk ordusunun bombardımanında kıstırıldı.
Türkiye’deki en kıdemli “rehin Kürt” siyasetçisidir.
AKP politikası değişmeyecektir ve böyle kalırsa Burkay değişmek mecburiyetinde bırakılacaktır.
Ya Kürt kıyım politikasına karşı duracak ve önemlisi, bir Kürt politikacısı gibi konuşacaktır; böyle olursa Erdoğan’ın “misafiri“ ünvanı sona erecektir.
Böylesi onu kurtaracak son manevra olabilir.
Eğer gelişmeler şimdiki tablo dışına taşmazsa; bu da bir kader; Türk kolonyal siyasetinin çiğneyip geçtiği o kadar “vakur resim” var ki!..
Ama şimdi de yukarıdan aşağıya çizdiğimiz tabloya bakın…
Erdoğan’ın kozları tet tek yitip gidiyor.
Geriye ne kaldı ki?..

Okur ve Savaş

Kürt okuru özgürlük mücadelesi sayesinde son derece politize olduğundan Kürt yazarından çok, Kürt siyasetçisine kulak veriyor. Kaderini belirleyenin siyasetçi olduğuna inandığı için onun sözüne daha çok ilgi gösteriyor.

Siyasetin her şeye egemen olduğu Kürt dünyasında buna rağmen okur, bazı Kürt yazarlarını sevgi ve güvene dayalı bir bağlılık ve vefa duygusuyla takip de ediyor.

Okurun vefa duygusuyla izlediği Kürt yazarlarının ortak noktasını ise hayata, insana ve haklı kavgaya dair taşıdıkları  ‘endişe’ oluşturuyor.  Okur, popülizme ve hamasete sığınmayan, tekrara kaçmayan, bunun yerine aydınlatmaya çalışan ve yararlı olma endişesi taşıyan yazarı ciddiye alıyor.
Kendine ona daha yakın hissediyor.

Tabii, siyasetçiyle yazarın düşüncesi her zaman örtüşmüyor. Bazen farklı yaklaşımların gündeme geldiği de oluyor. Kürt okuru siyasetin egemen rolünün özümsemiş olsa da, böylesi bir durumda yazara daha duyarlı ve toleranslı davranıyor.

Onun koruyucu tepkisi demokratik bilincin gelişmesine hizmet ediyor. Ezberin yerini eleştirisel düşünce, hamasetin yerini düşünsel üretim, empoze edilmiş yaklaşımların yerini sorgulama bilinci alıyor. Böylece toplumsal gelişme ivme kazanıyor.

Bu da ‘endişe’ taşıyan Kürt yazarını önemsenmesi gereken bir güç haline getiriyor.

Kürt yazarının toplumsal-ruhsal şekillenmeye anlam katan ve  gelişmeye ivme kazandıran güç haline geliyor olması Kürt siyasetini de etkiliyor.
Gerçi Kürt siyaseti içinden geçmekte olduğumuz çalkantılı bu süreçte bunun gerektirdiği adımları atacak fırsatı bulamıyor ancak, Kürt yazarının toplumsal dinamikleri geliştirici rolünü kabul etmiş  görünüyor.

Elbette bu önemli bir kazanım anlamına geliyor. Özgürlük kavgasının silahtan siyasete doğru evriliyor olması ve çözümün olasılığının artması da bunu tetikliyor. Böylece yarım kalmış ‘Kürt aydınlanması’ ivme kazanıyor.

Önümüzdeki dönemde hayatın her alanında yeni bir aydınlanmanın yaşanacağı bu günden belli oluyor.
Buna başka bir yazıda değineceğim ama, şimdi konuyu fazla dağıtmadan derdimi anlatayım istiyorum.

Biliyorsunuz; on binlerce insanın katıldığı festivaller başta olmak üzere diasporada düzenlenen kitlesel etkinlikler okur-yazar buluşmasına olanak da sağlıyor. Kürt yazarı katıldığı her etkinlikte karşısında eylemci kadar okur buluyor.

Okur ileri derecede politize olduğu için de yazarı tuttu mu bırakmıyor. Her şeyi didik didik ediyor. Her ayrıntıya dikkat çekiyor. Hiçbir şeyi kaçırmıyor ve unutmuyor. Dolayısıyla okurun düşüncelerine, eleştiri ve önerilerine kulak vermek gerekiyor.

 Bu yüzden bu hafta yazımı, ‘herkes savaş çıkacak derken, sen savaşın biteceğinden, barışın geleceğinden söz ediyordu ’ diyerek hatırlatan ve ‘hani savaş bitecekti, hani barış gelecekti?’ diye soran ve  gidişattan kaygı duyan okurlar için yazdım.

Açık söylemem gerekirse savaşın bittiğine inanıyorum. Ortalığın kan gölüne döndüğü bu günlerde bunun mantıklı gelmeyeceğini biliyorum ancak, nesnel sürece baktığım her defasında bunu görüyorum.

Yaşanan çatışmalarınsa Türkiye’nin kaderinde söz sahibi olmak amacıyla cereyan eden siyasi muharebelerden kaynaklandığını düşünüyorum.
Bu savaş aslında Kürt siyaseti sorunu Türkiye’nin bütünlüğü içinde çözmeye karar verdiği ve dağı, ovası, zindanıyla bu yönde irade beyan ettiği gün bitti! Özerkliğin çözüm modeli olacağının, PKK ve lideri Öcalan’ın muhatap alınacağının işaretleri de zaten bundan sonra verildi.

Buna rağmen savaş sürüyorsa, bunun nedenlerini başka yerde aramak gerekiyor. Savaşın nedenini Türkiye’nin iradesinin parçalanmış, devlet içindeki çatışma ve çelişkinin yaygınlaşmış olmasında aramak gerekiyor.

Şöyle ki; Türkiye kamplara ayrılmış bulunuyor. Bir yanda Kemalistler, bir yanda İslamcılar, bir yanda Kürtler duruyor. Kemalistlerle İslamcılar arasındaki iktidar kavgası sürüyor. Kemalist kesim gibi, İslamcı kesim de durmadan cephe tahkimi yapıyor.

 AKP ve Cemaat devlete egemen olsa da herşey bitmiş değil.  Bunlar güçlerin ötesinde mevziler elde ettiler ve onları korumaları zor gözüküyor.
Ordu itibar kaybettiği için cepheye CHP’yi süren Kemalist kesim bocalıyor ancak, vazgeçecek gibi de görünmüyor. Bu kesim geri çekilmiş gibi görünse de mücadelesini sürdürüyor. Yakında yeni güç dengelerin ortaya çıkacağı anlaşılıyor.

Kürt hareketinin önemi de burada ortaya çıkıyor. Zira, iki taraf da Kürt meselesini iktidar hedefi doğrultusunda değerlendirmek istiyor ancak, bu durum aynı zamanda da yükselen ve bir denge unsuru halinen gelen Kürt hareketine de bu çelişkilerden yararlanma fırsatı veriyor.
O da haliyle kendi çıkarlarına uygun pozisyon alıyor.

Özcesi; Yeni bir Türkiye kuruluyor ve herkes kendi yerini sağlama almaya çalışıyor. Siyasi muharebeler bu yüzden bazen çatışmaya dönüşüyor.
Fakat yolun sonu görünüyor. Kürt hareketinin AKP despotizmini frenlemesi sayesinde barışa ve demokrasiye giden yolun açılacağı anlaşılıyor.
GÜNAY ASLAN

Spyer: ''Lieberman'ın Sözleri Hükümet Görüşü Değil ''

Jerusalem Post ve İngiliz The Guardian Gazetesi yazarı, Ortadoğu uzmanı ve İsrail hükümeti eski dış politika danışmanlarından Jonathan Spyer, ”Türkiye'nin İsrail ile girdiği bu krizle Arap sokaklarında etkisini artırdığını ancak krizin uluslararası arenada Türkiye’ye bir kazanç sağlamayacağını” söyledi. ANF’nin İsrail Türkiye krizi ve İsrail Dışişleri Bakanı Avidgor Lieberman’ın son çıkışı ile ilgili sorularını yanıtlayan Spyer, Türkiye'nin uluslararası arenada da aradığı desteği bulamayacağını söylüyor.

Geçtiğimiz yıl Kandil'de KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan‘la görüşen ilk İsrailli gazetecilerden biri olan Spyer’e göre, Lieberman’ın PKK ile ilgili sarf ettiği sözler hükümetin görüşünü yansıtmıyor. ‘’Lieberman açıklamasında kendi görüşünü belirtmiştir” diyen Spyer, ”Lieberman, Türkiye İsrail'e karşı bu tavrını sürdürürse olması muhtemel olan şeyleri dile getirdi” diyor.

AKP hükümetinin İsrail'e karşı sergilediği sert tutumun altında yatan ana nedenin, AKP’nin ”İslamist bir parti olması ve yöneticilerinin İsrail'e karşı derin bir kin ve nefret duymasıyla alakalı” diyen Spyer, BM Adalet Divanı'na gitmeyi planlayan Türkiye’nin bir şey elde edemeyeceğini söyledi.

* Türkiye’nin Mavi Marmara olayı ile ilgili BM Palmer Raporu'nu açıklanmasından sonra İsrail'e karşı sergilediği tutumu nasıl değerlendiriyorsun?

- Türk hükümetinin BM Palmer raporuna verdiği cevap sadece uzun bir sürecin son halkası olarak görülmeli. Türkiye bu rapora dayanarak İsrail'e olan saldırganlığını artırmıştır. Bu Türk hükümetinin tasarladığı İslam dünyasındaki stratejisinin bir parçası. Türkiye Mavi Marmara olayından sonra İsrail'den talep ettiklerinde samimi, çünkü AKP bir İslamist parti ve liderlerinin İsrail'e karşı derin bir kin ve nefreti var. Ben bu saldırganlığın altında bu duyguların yattığına inanıyorum. Kin ve nefrettir onları böyle saldırganlaştıran. Türkiye'nin yeni stratejiden algıladığı ve gitmek istediği yön Erdoğan hükümetini böyle şeyleri söyletmeye teşvik ediyor“.

‘GEMİLER SAVAŞ SEBEBİ OLUR’

* Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu, rapordan sonraki açıklamalarında bundan böyle Türk savaş gemilerinin Doğu Akdeniz'de daha fazla görüneceğini ve Gaze'ye yardım götürecek gemilere eşlik edeceğini söyledi. Artı İsrail'i tek taraflı olarak Doğu Akdeniz'deki doğal kaynakları ele geçirmeye çalışmakla eleştirdiler. Sizce Türkiye böyle bir girişimde buluna bilir mi?

- Erdoğan ve Davutoğlu'nun raporun açıklanmasından sonra verdiği demeçlerde, Türk savaş gemilerinin Doğu Akdeniz'de güvenliği sağlayacaklarını ve Gazze'ye gidecek yardım gemilerine eşlik edeceği seklindeki tehditlerinin daha sonra hükümet kaynakları tarafından yalanlandı. Türkiye bir NATO üyesi eğer bu üyeliğin devam etmesini istiyorsa uluslararası normlara ve anlaşmalara bağlı kalmak zorunda. Türkiye istiyor diye Doğu Akdeniz'e askeri gemilerini gönderemez.

Ancak farkında olmamız gereken başka bir gerçek de şudur, Türkiye, Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz'de gaz arama çalışmalarından rahatsız ve bunu kabul etmiyor. Yani Doğu Akdeniz'de varlığımızı artıracağız demelerinin altından yatan ana nedenlerden biri de budur. Kıbrıs’ın bu çalışmalarını engellemek istiyor ve Kuzey Kıbrıs'taki Türklerin haklarını güya savunuyor gibi bir pozisyon almak istiyor. Ancak ilk provokatif açıklamalarının yanlış anlaşıldığını hem Erdoğan hem de Davutoğlu söyledi. Zaten söyledikleri de fazla bir şey ifade etmiyordu sonunda. Yardım gemilerinin Kıbrıs’a ulaşmaları için İsrail'in kara sularından geçmesi gerekiyor. Bu durumda İsrail onları durdurma hakkına sahiptir. Gemilerin izinsiz İsrail kara sularına girmesi uluslararası anlaşmalara göre savaş sebebidir. Ancak ben Türk hükümetinin böyle bir tehlikeyi göze alacağını sanmıyorum.

* Erdoğan, AL Jazeera Televizyonu'na verdiği demeçte İsrail'e ticari ahlak açısından eleştiriyor. Türk basınında çıkan haberlere göre, bakım için İsrail'e gönderilen Heronlar zamanı olduğu halde geri gönderilmedi...

- Ben olayın detayları hakkında bilgi sahibi değilim ancak, Erdoğan'ın eleştirileri yeni değil. Ancak bildiğim kadarıyla askeri teknolojinin satışıyla ilgili Türklerin hep eleştirileri oldu. Ancak bu eleştirilerin daha çok İsrail'in yaklaşımlarından kaynaklandığını söyleyebilirim. Çünkü Türkiye'deki bazı güvenli kaynaklardan aldığım bilgilere göre Türk ordusunda İsrail yanlısı tutum sergileyenlerin bile bu konuda İsrail'e karşı tutum sergilediği söyleniyor.

‘ADALET DİVANI İSRAİL’E BİR ŞEY YAPMAYA ZORLAYAMAZ’

* Türk hükümeti Mavi Marmara olayını Uluslararası Adalet Divanı'na götürme planları yapıyor. Palmer Raporu'na baktığımızda, Gazze ablukasının yasal olduğu belirtiliyor. Siz Adalet Divanı'nın bu konuda bir şey yapabileceğine inanıyor musunuz? Birincisi Gazze Türkiye’nin toprağı olmadığı için Türkiye bu konuda bir taraf değil. İkincisi Adalet Divanı yalnızca iki taraf arasındaki anlaşmazlıklarla ilgili davaları kabul ediyor. Bu konuda iki tarafın da Adalet Divanı'na gitmek için anlaşmaları gerekiyor. İsrail ise gitmeyeceğini söyledi...


- Olayı Uluslararası Adalet Divanı'na götüreceğini söyleyen Erdoğan hükümetinin bir sonuç elde edeceğini sanmıyorum. Adalet Divani İsrail'i bir şey yapmaya zorlayamaz. Öte yandan, Türkiye bile bu konuda bir şey elde edebileceğinden emin değil.

* Son gelen haberlere göre Türkiye’ye giden İsrail vatandaşlarının havaalanlarında hakarete uğradığı ve keyfi uygulamalara maruz kaldığı söyleniyor. Bu bir planın parçası mı sizce?


- İsrail vatandaşlarının Türkiye’deki havaalanlarında hakarete uğradığı haberleri doğru. Havaalanlarındaki olaylar sadece güvenlik görevlileriyle izah edilecek bir şey değil. Yaşananların tepeden gelen emirlerle yerine getirildiğine inanıyorum. Bu hakaretvari yaklaşımlar turist olarak Türkiye’ye giden İsrail vatandaşlarının sayısını büyük ölçüde düşüreceğini söyleyebilirim.

Siz bu krizin bir kazananı olacağına inanıyor musunuz?


Son gelişmelerin ışığında baktığımızda İsrail’le yaşanan bu son kriz belki Erdoğan'a Arap sokaklarında büyük bir popülarite kazandırıyor. Ancak bunun gerçek anlamda uluslararası arenada Türkiye’ye bir faydası ve kazancı olmaz. Dahası Erdoğan’ın Arap ülkelerindeki krizlere yaklaşımı da çok farklı. Bahreyin’e farklı, Libya’ya farklı Suriye’ye farklı bakıyor. Buna karşı İsrail bölgedeki değişimleri etkilemeyeceğini biliyor. Onun için Türkiye ve Mısır'la ilişkilerini iyi tutmaya çalışıyor. Onlar İsrail'in haklarına saygı gösterdiği sürece.

”LİEBERMAN’IN SÖZLERİ LİEBERMAN’A...”

* Peki Yedioth Gazetesi'nde İsrail Dışişleri Bakanı Avidgor Lieberman’ın ait olduğu iddia edilen sözlerine ne diyorsunuz?


- Lieberman’ın Yedioth Gazetesi'nde çıkan ve Türkiye’yi Ermeni Lobisi ve PKK ile tehdit eden sözlerinin hükümetin görüşünü yansıttığını sanmıyorum. Onlar sadece Dışişleri Bakanı Lieberman’ın sözleri olarak algılanmalı ve okunmalı. Lieberman’nın söyledikleri Türkiye’ye karşı yapılması gereken muhtemel etkili şeylerdir. Eğer Türkiye bu tutumunu İsrail'e karşı sürdürürse…

Savaşı Kim, Hangi Çıkarlar Yüzünden Tırmandırıyor?

Muhittin CEMİL - Ender KARADENİZ 
 

Önce haberi okuyalım:

“Türk şirketi Genel Energy, İngiliz Vallares International ile birleşiyor. Bu birleşme, 4 milyar dolarlık bir dünya devi doğuracak. Genel Energy CEO’su Sepil, ‘Devler arasına girmek için tarihi bir adım attık. Yeni satın almalar gündemde’ dedi.


Bölgenin en büyük enerji şirketi olan Genel Energy, Kuzey Irak petrollerini dünyaya açıyor... Genel Energy’nin sözcüsü Orhan Duran, şirketin faaliyetleriyle ilgili daha önce yaptığı açıklamalarda ‘Henüz kuyu kazmadığımız bölgeler var. 2011 yılında buraları programımıza aldık’ dedi. Şirket, başka coğrafyalardaki yatırımlarına da hız vermeyi planlıyor. Duran, ‘Batı ve Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Hazar Bölgesi’nde de çalışmalar yapıyoruz’ ifadelerini kulllanmıştı.”


Sanırız anlaşıldı. Karamehmet grubundan söz ediliyor. Kuzey Irak dedikleri de, malum Kürdistan Federe Bölgesi. Kürt petrolü Türk’ün ve İngiliz’in elinde.


Bunlar ne yapıyor? “Kuzey Irak petrollerini dünyaya açıyor”...


Şimdi anlaşıldı mı, neden “Kuzey Irak” dağları bombalanıyor? Neden Öcalan’la müzakereler durduruluyor ve kırk günü aşkındır İmralı’ya tecrit uygulanıyor? Neden BDP’liler tutuklanıyor? Neden bütün medya ağzı sulanarak ve de petrollenerek Türk kamuoyuna “Akdenize inelim, kışa varmadan Irak’a girelim” diye şövenist ve yayılmacı bir lağım akıtıyor?


Bölge pazarları paylaşılırken, Türk bölgesel emperyalist sermayesi, Kürdistan pazarına büyük devletlerle ortaklık kurarak el koymaya çalışıyor.


Bugün barış ilan edilse ve çözüm gerçekleşse, Türk sermayesi, bu pazarlara el koymak için, Güney Kürtlerini silahla tehdit etme imkanından mahrum olurdu. Bu da, başka ülkelerle Kürt pazarını yağmalama savaşında, Türk tarafının NATO, ordu, silah, savaş tehdidi ve savaş araçlarını kullanarak üstün gelme imkanını ortadan kaldırırdı. Türk emperyalist sermayesi petrole ihtiyaç duyuyor, o nedenle savaşı tırmandırıyor.



Dikkat: Trafik canavarı var!


Zaman’ın başındaki Ekrem Dumanlı, uzaktan ne dediğine bakıldığında “aklı başında, hurafeden arınmış” bir izlenim bırakabilir sizde.


Ama bu gazeteci, gerçekte, bir tür “İslam Kemalizmine” ya da geçmişte “alıntıcı” solculuğa özgü iş yapan bir Fethullah Gülen “dogmatiği”dir.


Geçtiğimiz günlerde yazdığı bir yazıda trafik sorununu ele aldı. Yazı akıllı uslu giderken birden bire değişikliği şaşkınlıkla izliyorsunuz. Dumanlı, trafik kuralları gibi, dinle, imanla ilgisi olmayan bir konuda bir koşu Atlantik ötesine zıplıyor ve “fetvayı” kaptığı gibi yazısının sonuna ekliyor. Bakınız:


“Fethullah Gülen Hocaefendi’den trafikle ilgili şu hayati satırları sizlerle paylaşıyorum; çok önemli: ‘Trafik kurallarına uymak bir vatandaş olarak, ondan önce de bir Müslüman olarak bizim görevlerimizdendir. Hatta meseleye fıkhî açıdan yaklaşacak olursak, trafik kurallarına uymanın vacip olduğunu bile söylemek mümkündür. (...) Hız limiti aşılıp, bunun sonucunda ölümlü bir kaza meydana gelmişse bu kaza, cinayet hükmünde değerlendirilebilir. İslâm fıkhında buna şibh-i amd/kasta benzeyen öldürme denir..”


Görüldüğü gibi, her normal insan için uyulması doğal olan trafik kurallarına, bu Dumanlı’nın “cemaati”nin uyması için mutlaka Hoca Efendi’nin “uyulması vaciptir” demesi gerekiyor.


Maazallah, bu Hoca Efendi ansızın “ralliciliğe” merak sarsa ve bir de “hızlanın” fetvası verse, cemaat toptan “trafik canavarı” olup çıkıverecek...



‘Terörist’ nasıl gerilla haline gelebilir?


Ruhat Mengi, Vatan gazetesinde yazıyor. Bu “Ruhat” adı, Kürtlerin kulağında yakın bir tını uyandırır. Nitekim, günlerden bir gün, Kürtlere ağzı bozuk saldırılarda bulunan bu yazara, BDP vekillerinden Sırrı Sakık, “senin adın aslında Kürtçe” demiş. Neyse... Biz bu gazetecinin müthiş yazılarından birine dikkat çekmek istiyoruz. Ruhat Mengi, aşırı “ilmi” bir tartışma başlatmış: Kime gerilla denir? Okuyalım:

“PKK; bir ‘TERÖR ÖRGÜTÜ’dür, bunları yapan bir örgüte başka hiçbir ad verilemez. Gerilla da denemez. Eğer PKK’nın veya onlarla ortak çalıştığını her fırsatta öne çıkaran BDP’nin ‘Güneydoğu ve Doğu Anadolu’nun tamamını istiyoruz’ dedikleri bölgelerde yaşayan herkesin, ‘tüm Kürt vatandaşların da temsilcisi’ olduğunu kanıtlayan bir durum olsaydı... Ve ortada bu bölgede yaşayan insanlara, Kürt vatandaşlara da ‘zulüm eden bir devlet’ olsaydı, ancak o zaman o devletin askerine, vatandaşına saldıran gruba ‘gerilla’ denebilirdi.”


Gülmeyelim, ciddiye almaya gayret edelim.


Bir örgütün “terör” örgütü olmaktan çıkması ve “gerilla” örgütü olması için Ruhat Mengi iki temel “ölçü” koymuş. Boşverin bilimselliğini. Çok ilginç ölçüler bunlar.


Birincisi, eğer PKK “tüm Kürt vatandaşların temsilcisi olduğunu kanıtlarsa; ikincisi, “bu bölgede yaşayan insanlara, Kürt vatandaşlara zulüm eden bir devlet varsa...”


Önce ikinci ölçütten başlayalım: Kürt vatandaşlara zulüm eden bir devlet yok mu? Her hükümet bu konuda kendinden önceki hükümetlerin Kürt vatandaşlara zulüm ettiğini söylemiş, “ben zulüm yapmıyorum” demiştir. Örneğin AKP de böyle konuşmuştur. “Geçmişte zorla asimilasyon yapıldı, inkar edildi, göç ettirildi” diye itiraf etmiştir. Şimdi de, gösteri yapanı “göğsünden vurup öldüren” de, dördü çocuk yedi sivili öldüren de bu devlet...


Demek ki, “gerilla olmanın” ölçütlerinden biri tastamam ve eksiksiz var...


Öteki ölçüte gelince: Ruhat Mengi, “tüm” Kürtleri temsil şartı getirmiş. Tümünü değil de yüzde doksanını temsil etsen de bir türlü “gerilla” olunamazmış. Gerilla dediğin “yüzde yüzü” temsil etmeliymiş.


Biz hemen PKK’li olduğunu sandığımız bir “kaynağımıza” sorduk: “Ruhat sizin gerilla olmanız için Kürtlerin yüzde yüzünü temsil etmenizi” istiyor, ne dersiniz?


“Doğrudur deriz, biz şimdi Kürt halkının yüzde yetmişini temsil ediyoruz, eksiğimiz var, henüz tam gerilla sayılmıyoruz, yüzde otuzluk bir eksiğimiz var, inşallah yakın zamanda onu da tamamlarız, yüzde otuzluk terörizmden kurtulur, yüzde yüz gerilla oluruz...”


Biz bu arkadaş ciddi mi konuşuyor diye şüpheye düşüryorduk ki, o devam etti: “Gerilla bir siyasi temsiliyet terimi değil, bir savaş yöntemi... Düzenli ordular cephe savaşı yaparlar, düzenli ordu olmayan silahlı güçler ‘gerillacılık’ yaparlar. ‘Gerilla’ terimi kendi başına ne olumlu, ne de olumsuz bir anlama sahip değildir. Örneğin devletlerin de ‘gerillası’ vardır, bunun adına da ‘kontr gerilla’ denir. Bu çok berbat bir ‘gerilladır.’


Ruhat Mengi’nin bu “ilmi” çalışmasını devam ettirmesini diliyor, kendisini hürmetle selamlıyoruz...”(Gülüşmeler...)



Özkök’ten tarih dersleri


Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök “ultra milliyetçi” bir yazı yazmış. Gemileri Akdeniz’e indirmekten tutun da, Dicle ve Fırat’ın denize döküldüğü eski Osmanlı topraklarını “kaybetmenin” içinde yarattığı “özlemlere” kadar içinde ne kadar “Türkçülük” hesapları varsa, sayıp, döktürmüş. Ve hayalindeki “güçlü Türkiye”yi de şöyle müthiş bir edebi yaratıcılıkla (!) tasvir etmiş: “Çocukluğumuzdan beri hepimiz böyle bir Türkiye hayal etmedik mi Fetret devrindeki Osmanlı kadar güçlü bir devlet...”


Siz bu işten ne anladınız? “Fetret devrindeki Osmanlı kadar güçlü bir devlet” nasıl bir şeydir? İsterseniz bu “Fetret devri” hakkında çok uzağa gitmeden Vikipedi’den bir şeyler öğrenelim. “Fetret Devri, Bunalım Devri veya Fasıla-i Saltanat, Osmanlı hükümdarı Yıldırım Bayezid’in beş oğlundan dördü arasındaki taht kavgaları nedeniyle 1402’den 1413’e kadar süren kargaşa dönemi. Bu süreç Yıldırım Bayezid’in 1402’de Ankara Savaşı’nda, Timur İmparatorluğu’nun kurucusu Timur’a yenilip esir düşmesi sonucu ortaya çıktı. Fetret Devri’nde birbirleriyle taht mücadelesine giren Yıldırım Bayezid’in oğulları Emir Süleyman, İsa Çelebi, Musa Çelebi ve Çelebi Mehmet’tir.”


Sizce Ertuğrul Özkök bu yazısında “tarih bilgisi” hakkında bir trapez oyunu mu yapıyor; yoksa, çaktırmadan “Türkiye Fetret devrine girdi, ha bölündü, bölünecek mi” demek istiyor? Ya cahil, ya da çok dalgacı bir yazar bu Özkök...

11 Eylül Olayı ve Tarih Yapıcılar


11 Eylül olayının ardından ABD Başkanı George W. Bush yönetimi “teröre karşı” küresel savaş dönemini başlattı. Birçok kişiye göre bu “terör saldırıları”na karşı yanlış bir tepkiydi. Fakat on yıllık süre bitmeden, ABD güçleri iki ülkeyi işgal etti ve bir yandan Libya’daki hava savaşı devam ederken şu anda Yemen, Somali ve Pakistan’da gölge savaşı yürütüyor. Pentagon komutaları tüm gezegeni kapsıyor ve ABD askeri yardımı programları hemen hemen her ülkede aktif durumda.

Savaşlar siyaset ve değerleri yeniden düzenliyor. Neyin doğru ve gerçek olarak algılanması gerektiğini söylüyor. Dünyayı daha önce nasıl olduğu ve balonun ne zaman patladığı açılarından tanınamayacak duruma getiriyor. Dünya tarih devirlerinin bu kadar sık bir şekilde savaş tarihleriyle belirlenmesinin nedeni bu. 11 Eylül dönemini nasıl anlamalıyız? Hangi tarih çizelgesine ait?


10 Eylül 2001 tarihinde doğru olarak görülen bazı şeyleri hatırlayarak başlamak iyi olur. ABD “tek kutuplu anın” sorgulanmayan küresel üstünlüğünün tadını çıkarıyordu. Liberal demokrasi ve serbest pazarların her yerde ve her zaman barış ve refah sözü verdiği “tarihin sonu” işaret ediliyordu. Batı ve onun uluslararası organizasyonları dünyayı en nihayetinde genelin iyiliği için yönetiyordu. Küreselleşme süreci halkları daha da yakınlaştırıyordu. Bugün, bu yalanların her birinin doğruluğu iflas etmiş durumda. 1990’ları ve Soğuk Savaş’ın sona erişinin önemini anlamadaki başarısızlık bizleri 11 Eylül olayı döneminde yaşanları anlamayacak hale getirdi.


Yenilenen küresel askeri taahhütler ABD’nin kaçınılmaz düşüşünü hızlandırdı. Finans kapitalin kontrol edilmeyen gücü tüm Batı dünyasındaki ekonomileri ve toplumları yıkıyor. Her konuda ciddi bir liderlik yaklaşımı sorunu olan, kemer sıkma politikaları, ırkçı, göçmen karşıtı popülizm ile başı belada olan Avrupa baş aşağı durumda. Uluslararası büyük organizasyonlar dünyayı sallayan krizlere karışmadan öylece oturuyor.


Dünya siyasetinin doğası ile ilgili genel geçer bilgi neden bu kadar yanlış oluyor? Neyi görmeden başarısız olduk ve neden? Bizleri basiretsiz kılan büyük görüş güçlünün tarihi istediği gibi yaptığı fikridir. Uluslararası politikayı düşündüğümüzde bu görüşe özellikle yatkınız. Dünyayı köşe yazarları, düşünce kuruluşları gurularının yardımıyla büyük güçlerin içerisinde yer alan karar vericilerin perspektifinden görme eğilimindeyiz. Libya ile ilgili olarak Batı ne yapmalı? Yemen’deki olaylar ve İran bombalarıyla ilgili ABD nasıl tepki vermeli? Borç krizi ile ilgili G-20 ne yapmalı?


‘Rodeo’daki kovboylar gibi’


Kendi ülkemizin iç politikalarıyla ilgili olarak, bizim açımızdan politikacıları doğal bir olay onları ayak altında ezmeden önce sıkıca tutunan rodeo’daki kovboylar gibi görmek kolay. Onları düşüren “boğa” uzatmalı bir toplum kriz, konjonktürün çöküşü veya kimsenin kontrol etmediği bir dizi olaylar olabilir. Politikacının becerisini sıkıca ne kadar tutabileceği belirliyor fakat gerçek gücün nerede olduğu konusunda şüphelerimiz var.


Temel yapılar, tarihi miraslar ve kaderimizi belirleyen ekonomik ilişkilerin karşısına çıkmaya mecbur bırakılıyoruz. İnsan unsurunun söyleyeceği şeyler var fakat bunlar yalnızca meselenin büyük liderlerinin söyleyeceği şeyler değil. Sıradan insanlar, toplumsal ve politik hareketler sürükleyici olaylar yaratabilir ve “politika yapıcılarını” buna yanıt vermeye mecbur bırakabilir. Fakat kader genellikle insan amaçlarına karşı işliyor. Güçlü olan veya ona direnenler tam olarak niyet ettiklere şeyi nadiren başarıyor.


“Reagan Soğuk Savaşı kazandı” fikri uluslararası politika hakkında düşünürken dağarcığımızın sınırlanmış olmasına yönelik güzel bir örnek. Modern devlet olan büyük aygıt yöneticisine - “Thatcher”, “Gorbaçov”- indirgenir. Olayları şekillendirecek güce sahip olan insan unsuru küresel Kuzey’de yer alan bu liderin elinde kesin bir şekilde duruyor. Neredeyse küresel Güney’in tamamında gerçekleşen bir dizi şiddet mücadeleleri ortada bir savaş olduğunu dahi tümden inkar eden tek bir terim altında toplanıyor. Çoğunluğu 1989 açısından, söylemeye dahi gerek olmayan şekilde, “iyi çocukların” kazandığı hayal edilen temiz bir son.


1989 veya 11 Eylül gibi tarih devirlerini belirleyen zamanlar birçok hayal edilen tarih ve coğrafya başlatır. Fakat dünya siyasetini düzene koyduğumuz tarihler çoğunlukla garip bir biçimde Avrupa-merkezli oluyor. 1492, 1789, 1815, 1914 ve 1939 gibi içinde yer aldığımız kürenin tarihsel anlarının sınırlarını çizen tarihler sırasıyla Avrupa’nın keşfi, Fransız devrimi, Viyana’da bir Kongre ve Alman işgalleridir.


Dolayısıyla 11 Eylül olaylarını yaşatan küresel tarihler ve toplumsal ilişkileri garip bir biçimde yakalayamaz durumdayız. Modern dünyanın siyasetini yönlendiren küresel Kuzey ve Güney arasındaki devasa sosyal, politik ve ekonomik mücadeleleri uluslararası ilişkilerin geleneksel analizi çerçevesinde anlamak neredeyse imkansız. Avrupa emperyalizminin ve dünya kapitalist sistemine daha fazla halk ve yerin ve hatta daha fazla yaşam alanının dahil edilmesine yönelik büyük çabalar bu global tarihlerin kökenlerinde yatıyor.


Emperyalizm, kapitalizm ve modern dünyanın hep birlikte basit bir şekilde Avrupa’da ortaya çıkmadığının vurgulanması hayati öneme sahip. Eşitsiz güçler ilişkisine rağmen bu kavramlar Avrupa-dışındaki dünya ile elde edilen ortak ürün. Kapitalizm iş gücüne ihtiyaç duyarken emperyalizm işbirlikçiler istiyor. Afrika köleleriyle şeker üreten ilk fabrikalar İngiltere’de değil Karayipler’de kuruldu.


Avrupa emperyalizmini hayalkırıklığına uğratan ve küresel Güney’in tamamında bağımsızlık mücadelesine neden olan Dünya Savaşları neredeyse her yerde anti-emperyalist solcular tarafından yürütüldü. Devrimler ve isyanlar, ölüm mangaları ve askerleri kırk yıldan uzun bir süre ölümcül bir savaş içerisine girdi.


Solun çöküşü


1989’un küresel ehemmiyeti, genel anlamda söylersek, kapitaldeki büyük enerjiyi insan değerlerine uygun olarak değiştirmeyi, içermeyi yani yeniden yönlendirmeyi amaçlayan siyasi hareketler yani siyasi solun hem Kuzey’de hem de Güney’de çöküşüydü.


Batılı güçler Soğuk Savaş süresince komünizm çekici olmaya başlamasın diye kendi ülkelerinde toplumsal refah sistemlerini sürdürmek zorunda kaldı. Bu arada Sovyetler kendilerinin de çamaşır makinesi, buzdolabı ve diğer tüketim malları üretebildiğini göstermeye çabaladı ve başarısız oldu. SSCB’nin çökmesiyle neo-liberalizm serbest kaldı ve Batı’daki refah devletlerini ortadan kaldırmak için ciddi ciddi çalışmaya başlayabildi. Küresel Güney’deki birçok ekonomiyi kontrol etmek için borç krizi kullanılırken eski Sovyet bloğu ülkelerine “Şok terapisi” uygulandı. Batı artık Üçüncü Dünya müttefikleri ile ilişkisini büyük yardımlarla güvence altına almak zorunda değildi.


Solun çöküşü tarih yapımı bakımından son yirmi yılı tanımlayan ve önümüzdeki yirmi yılı tanımlamaya devam edecek iki önemli sonuç üretti.


Soğuk Savaş’ın sona ermesi kontrolsüz kapitalizmin çok kötü toplumsal sonuçlarının sonu anlamına gelmedi. Sıkıntılar, adaletsizlik, açlık, öfke, insan olan her şeyin sürekli alt çizgiye yani alınabilir veya satılabilir bir şeye indirgenmesi hepsi devam etti ve yoğunlaştı. Fakat bu limonlarda siyasi limonata yapacak olan sol değil sağdı; komünistler değil-hem Hıristiyan hem de İslam-aşırı tutucu dincilerdi. Kontrolsüz kapitalizm tarafından yıkıma uğratılan kişilerin yanlış yönlendirilen öfkesi beslenen Çay Partisi’nin ait olduğu yer burası.


1989’un ikinci sonucu kapitalin siyasi gücündeki büyük yükseliştir. Batı dünyasının tamamında fakat özellikle ABD’de temel olarak medya şirketleri siyasi tartışmaları şekillendirirken, siyasetçiler ‘Büyük Para’ya rehin olmuş durumda.


Dar dünya görüşü


Karl Marks’ın bize söyleyeceği gibi bununla ilgili problem şu; kapitalistlerin kendi işlerinin çıkarına olan şeyi bilmelerine karşın, bir bütün olarak sistemin iyiliği için işbirliği yapamaz durumdadır. Herkesin yaşamak isteyeceği kapitalist bir toplum türünü kalıcılaştırmak devasa kamu ve altyapı yatırımları; tarafsız, profesyonel ve aktif bir devlet hizmeti; ve etkin, sağlam, hukuku düzenleme çerçevesi gerektirir.


Tüm bunlar için vergi ödemek isteyen veya faaliyet yürüttükleri endüstrilerin önemli düzenlemelere tabi olmasını kabul eden birkaç kapitalisttir. Bir sınıf olarak kapitalistlere çok fazla güç verin; yönetimi özel çıkarları, lobicileri ve yakın politikacılarla zayıf düşüreceklerini göreceksiniz. Sonuç şu anda sergilenen dramadır: Batı’nın kendisinin ve ekonomilerin yıkımı. Batı toplumlarının modernleşme, yatırım ve de büyüme ve istihdam stratejilerine ihtiyaç duyduğu çok açık. Fakat bunlar için mücadele edebilecek siyasi güçler uzun zaman önce yenildi. Paul Krugman gibi acılı uzmanlara Batı siyaset sistemlerinin bundan sakınmak için kasten hiçbir şey yapmadığı kötü haberini önceden doğru olarak bildirmek kalıyor.


Şu anda üzerinde çalışılan “teröre karşı” küresel savaşın zamanlamasının azalmasını yöneten bu kendi kendine olan krizlerdir. Neticede, ülke içindeki veya dışındaki ulus-inşası vergi gerektirir. “Teröre karşı” yürütülecek savaş, Bush’un Irak işgalini tanımladığı şekliyle “özgürlük stratejisinde ilerlemek” ülkeleri işgal etmekten ziyade Batılı liberallerin esasen 2001 yılında istedikleri gibi polis, casusluk ve özel savaş operasyonlarına dönüşecek.


Soğuş savaş dönemlerini, 1990’lar ve devamında 11 Eylül, 1945’teki formel imparatorluğun çökmesinin ardından küresel Güney’de yaşanan politika, ekonomi ve halkları kontrol etme çabalarını yeniden canlandırdı. Savaşların devasa çılgınlığı ve insan bedelleri diğerlerinin yanı sıra Kore, Vietnam, Cezayir, Mozambik ve tüm Orta ve Latin Amerika’da bu dönemin tamamını belirledi. Bush’un Irak ve Afganistan’daki adaletsizlikleri bu seriye tarihsel bir kapanış getirecek gibi. Libya’ya belirsiz yaklaşım Batı’nın global Güney’deki arzularının gelecekte azalacak versiyonuna bir geçiş.


Batı’nın Global güneyi kontrol etmek için kapsamlı ve etkin siyasi ve askeri çabalarından -16. yüzyılda başlayan bir tarih- geri çekilmesi Batılı dünya güçlerinin ölüm çanlarını çalıyor. 11 Eylül dönemi bu tarihin sondan bir önceki bölümü.


Tarık Barkawi *

* Cambridge Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Merkezi Savaş Araştırmaları kıdemli öğretim üyesi.

El Cezire İngilizce internet sitesinden alınmıştır.
Çeviren: Serhat Bozova

12 Eylül ve 'KANLA İKTİDAR'

Eren KESKİN

Bir kez daha “12 Eylül Askeri Darbesi”nin yıldönümündeyiz.

Yine partiler, aydınlar, askeri darbelerin “toplumu nasıl da geriye götürdüğünü” anlatacaklar.


Nasıl “darbe karşıtı” olduklarını söyleyecekler.


Ve bu “bu içi boş” söylemlere, gelecek 12 Eylül’ü bekleyeceğiz.


Ben birçok kez dile getirdiğim gibi, “12 Eylül’ün “MİLAT” olmadığını düşünmekteyim.


1915 soykırımı suçlusu, İttihat Terakki zihniyetini fikren ve fiilen devir alarak kurulmuştur TC Devleti!


Ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, “askeri bir cumhuriyet” olarak kuruluşu bir “darbe” niteliği taşımaktadır aslında.


“Yalan bir resmi tarihi” temel almış, “Türk ve Sünni Müslüman” kimlik dışında, tüm etnik, dinsel, cinsel kimlikleri yok saymış ya da yok etmeye çalışmış olan TC Devleti, bu anlayışına uygun eğitim sistemi ile aslında en büyük darbeyi bu coğrafyada yetişen tüm “beyinlere” vurmuştur.


Beyni yalanlarla beslenen milyonlar, devletin “totaliter kimliğinin” giderek güçlenmesine neden olmuşlardır.


Bugün coğrafyamızda 12 Eylül’ü destekleyen kişi ya da kurum artık neredeyse kalmamıştır.


Ancak bu tavrın “içi boştur”!


Aynı kalabalıklar, Ermeni soykırımını, Dersim soykırımını, Kürdistan’ın bombalanmasını, kontrgerilla cinayetlerini dile getirmemektedirler.


Oysa 12 Eylül’ü gerçekleştirilenlerin zihniyeti ile Ermeni ulusuna soykırımı uygulayanların zihniyeti farklı değildir.


Diyarbakır Cezaevi’nde katliam gerçekleştirilenler ile bugün Kürdistan’ı bombalayan zihniyet sahipleri arasında fark yoktur!


Evet kendilerinin de söylediği gibi, “Devlette devamlılık esastır.”


Ve onlar bu anlayışlarına son derece sadık kalmışlardır her zaman.


Yönetime gelen her hükümet militarizmle kendi doğrultusunda uzlaşarak, “şu veya bu şekilde” varlığını devam ettirmiştir.


Başbakan birkaç gün önce, Suriye’ye yönelik eleştirilerini yaparken, “kanla iktidar olunmaz” şeklinde bir cümle sarfetti.


Ancak ne yazık ki kanla iktidar olmuyor!


Aynı coğrafyamızda olduğu gibi!