Karadeniz: Toprak, Su, Hava ve Emek

Abdullah AYSU
 
Özellikle 1980 sonrası alınan her kredinin karşılığında dönemin hükümetleri ödünler verdiğinden, bu krediler, tarımı serbest piyasa ekonomisi içine itekleyen faktörler oldu. Söz konusu krediler, Türkiye’yi gelişmiş ülkelerin tarım, gıda ve ecza şirketlerinin açık pazarı haline getirdi
Tarımda aslında ne oldu?
Uzun süredir tamamen yasadışı yöntemlerle önü kesilmek istenen çiftçi sendikaları, bu yılın başında nihayet Yargıtay kararıyla tanındı. Neoliberal tarım politikalarına karşı çiftçi muhalefetini (ve bütün toplumsal muhalefeti) tehlikeli bulan hükümetin bundan sonra da başka adımlar atması mümkün olsa da artık çiftçi örgütlenmesinin önü açık. Bu aşamada, tam da 17 Nisan Uluslararası Çiftçi Mücadelesi Günü yaklaşırken, yazarımız Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Başkanı Abdullah Aysu tarafından hazırlanan bir dosyayı sunmayı önemli buluyoruz. Kapsamlı bir tarım ve ekoloji raporu olan dosya, çeşitli çiftçi sendikalarının görüşlerini de kapsayacak.

Bir zamanlar işler daha basit görünüyordu. II. Dünya Savaşı’ndan 1980’lere değin dünyada zımni denilebilecek bir iş bölümü vardı. Bu zımni anlaşmaya göre azgelişmiş ülkeler yiyecek üretir, sanayiye hammadde sağlar, gelişmiş ülkeler ile gelişmemiş ülkelerin ürettiği tarımsal ürünleri sanayi kesimi işler, ticaret sektörü de işlenmiş ürünleri gelişmiş ve azgelişmiş ülke insanlarına ulaştırır (satar) idi. Dünya ölçeğinde sömürü denilince de akla sanayi ürünleri fiyatının hızlı, tarım ürünlerinin fiyatlarının yavaş artırılması gelirdi.

Kapitalist merkezlerdeki sermaye birikiminin sonucunda oluşan dev ulusal şirketler II. Dünya Savaşı’ndan itibaren boyutlarını daha da büyüterek dünya çapında faaliyet gösteren “çokuluslu” şirketlere dönüştüler. Bu şirketlerin baskısıyla 1970’in ortalarında ABD ve AB bu zımni iş bölümünden de vazgeçtiler. Tarımda (bitkisel üretim ve hayvan yetiştiriciliği), köylü-çiftçiliği tasfiye edecek, şirketleri egemen kılacak politikalara yöneldiler. Başka bir deyişle küresel büyük tarım, gıda ve ecza şirketleri sadece üretim girdilerini sattıktan sonra parasını alıp aradan çekilmekle yetinmeyip üretimden pazarlamaya zincirin tüm halkalarına da egemen olmak için atağa kalktı.

Tarım ve piyasa
Bunun için 1948 tarihli uluslararası Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması’nda (GATT) etkili bir manivela buldular. GATT müzakerelerinin Tokyo Turu olarak anılacak 7. Turu şirket egemenliği açısından bir dönüm noktası oldu. 1973’te başlayan bu toplantı 6 yıl sürdü. Toplantının birçok konu başlığı vardı, ama en önemli konu başlığı tarımdı. Çünkü tarımı serbest piyasa içine alma konusu tartışmaya açılmıştı. Tarım konusu bu turda çok tartışıldı. Altı yıl süren Tokyo Turu 1979’da tüm katılımcı ülkelerin kararıyla tarım serbest piyasa içine alınmadan dağıldı. Türkiye de bu toplantıya katılmış ve tarımın serbest piyasa içine alınmaması doğrultusunda görüş belirtmişti. Ama önemli olan şirketlerin taleplerini (talimatlarını) devletlere deklare etmiş olmasıydı. Bunlar peyderpey uygulamaya sokulacaktı.
GATT’ın 1886-94 arasında yapılan Uruguay Raundunda tarımın serbest piyasa içine alınmasını (yani ulus-devletleri kendi tarımlarını ve çiftçilerini korumak için müdahale haklarından tedricen vazgeçmeye zorlamayı) başardıktan sonra 1995 yılında GATT’ın yerine kurulan Dünya Ticaret Örgütü  (DTÖ) ile  de dünya ticaretinin “anayasasını” oluşturdular. İhracatın önündeki engelleri hazırladıkları anayasa ile kaldırdılar. Dünya Bankası (DB) ve IMF aracılığıyla ihracata yönelik üretim tarzını yoksul ve gelişmekte olan ülkelere dayattılar. Güçlü, zengin ülkelerin damping politikalarıyla büyük tekellerin ürünleri bütün dünyayı engelsiz fethetti.

Yeni bir dünya düzeni
Ayrıca gelişmiş ve azgelişmiş ülke hükümetleri üzerinde etkin olan büyük tarım, gıda ve ecza şirketleri tarım ve tarımcıyı destekleme adı altında bütçeden ayrılan paranın akış yönünü değiştirttiler. Destekleme adı altında bütçeden ayrılan paranın yönü çiftçilerden çok, üretim girdisi üreten ile ham veya işlenmiş tarımsal ürünlerini pazarlayan küresel şirketlere çevrildi.

Küresel tarım, gıda ve ecza şirketlerinin bu yeni atağında Bretton Woods kurumlarının iş tanımları da yeniden tarif edildi. DB, genellikle 1980’lere kadar proje kredileri veren bir kalkınma örgütü kimliği ile çalışmışken, sonrasında “yapısal uyarlama programları” adı altında “yapısal uyum kredileri” üreten bir konuma geçti.

Şirketleri korumak...
Dünyanın yeniden düzenlendiği bu süreçte, DB uygulamaya koyduğu yapısal uyum programları ve söz konusu programlara uyma koşullu verdiği kredilerle, Azgelişmiş Ülkeler (AGÜ) sınırlarını, kamu olanaklarını ve varlıklarını küresel şirketlere açmaya koşullandırılmıştı.

Böylece ekolojiyi tarumar edecek, ekolojik toplumun yeşermesini sağlayacak umut kırıntılarını ortadan kaldıracak politikalar düzenlenen hükümet politikalarıyla amacı sadece kâr olan şirketlere doğa açıldı. Devletlerin toplumun çıkarını koruma görevi şirketlerin çıkarını korumayla yer değiştirdi. Toplum sağlığını, ekolojik döngüsünü buna bağlı olarak ekolojik toplum umudunu yitirecek hamleleri ardı ardına gerçekleştirecek ekonomik, politik kararları engelsiz uygulayacak yasalar, kararnameler, yönetmelikler ardı ardına çıkarıldı ve uygulamaya konuldu.

Türkiye’ye nizam veriliyor
Türkiye’yi 12 Eylül cuntasına götüren sürecin temel taşları da 1973-1979 arasında süren GATT Tokyo Turu sırasında döşendi. Küresel şirketlerin tarımın serbest piyasaya açılması talimatını ilk uygulamaya koyan ülkelerden biri bunu Tokyo turunda reddetmiş olan Türkiye oldu. Demirel, 1980 yılı başında, 24 Ocak Kararları diye bilinen kararları çıkardı. Fakat toplumsal muhalefet güçleri çok güçlüydü, alınan kararları uygulamak mümkün değildi. Aynı yıl, 12 Eylül’de askeri darbe yapıldı.

12 Eylül cuntasının oluşturduğu iklim ve atmosferi arkasına alan Turgut Özal, neoliberal politikaları uygulayabilmek için IMF ve DB ile işe başladı. Böylece Tokyo turunda reddedilen tarımın serbest piyasa içine alınması 24 Ocak Kararları ile fiilen uygulamaya konulmuş oldu. Bu kararların uygulamaya konulmasıyla, sadece çiftçiler değil işçiler, memurlar ve gençler için hayatı cehenneme çevirecek yeni bir süreç başladı. 24 Ocak Kararları ile Türkiye ekonomisinin dümeni IMF ve Dünya Bankası’na (DB), tarım sektörümüz de, serbest piyasa çarkına teslim edildi.

Böylece çiftçiliğin ortadan kaldırılacağı, kırların ıssızlaştırılacağı, tarım ve gıdaya şirketlerin egemen kılınacağı bir ekonomik-politik süreç işletilmeye başlandı. Bu amaçla 1980 yılından 2013 yılında yaşadığımız şu ana dek hükümet veya hükümet ortağı olan partilerin tümü küresel şirketlerin IMF, Dünya Bankası vb. vasıtasıyla dayattığı reçeteleri harfiyen uyguladı, diyebiliriz.

Adım adım çözülme
24 Ocak Kararları’nın uygulamaya konmasıyla Türkiye ekonomisinin ve tarımının da Dünya Bankası’nın nezaretinde yeniden yapılandırılması başladı. Bu yeniden yapılandırma, Türkiye tarımını tahrip etti. Çiftçiliği ortadan kaldıracak, yerine şirket tarımcılığını ikame edecek noktaya adım adım taşıdı.

Süreç, 1980 yılında yapısal uyarlama kredisi adıyla DB tarafından verilen 5 genel uyarlama kredisiyle başladı. İlk adımda 1984’te tohum dış alımı serbest bırakıldı.

Alanın böylece hazırlanmasıyla, tarım sektörünü kapsamlı bir biçimde küresel piyasaya açan ilk adım olarak Tarım Sektörü Yapısal Uyarlama Kredisi (Tarım SECAL) için koşullar hazırlandı. Tarım SECAL, tarım sektörünün ürün planlamasından kredi sistemine, girdi sağlama sisteminden sektöre dönük kamu örgütlenmesine kadar sektörün yönetimini yeniden yapılandırdı.1 DB’nin Türkiye ekonomisini topyekün yeniden yapılandırmak (yani özelleştirmeler dönemini başlatmak) üzere kredi politikalarını sektörel düzeyde derinleştirme stratejisinin başlangıcı olan Tarım SECAL’i diğer sektörleri dönüştürmeye hizmet eden benzer kredi anlaşmaları izledi.2 Bu dönem anlaşmaları Türkiye Zirai Donatım Kurumu (TZDK) ile Tarımsal İşletmeler Genel Müdürlüklerini (TİGEM) içine aldı, her iki kurum kapsamlı denetim ve yapılanmaya tabi tutuldu, TZDK’nin kapatma yolu ile tasfiyesine gidildi, şimdilerde TİGEM’ler de parça parça özel sektöre kiralama adı altında kamudan özele devredilmektedir.

Dünya Bankası devrede
Tarımdaki araştırma faaliyetleri, DB’nin 1984’teki Tarımsal Yayım ve Uygulamalı Araştırma Kredisi ve 1992 yılındaki Tarımsal Araştırma Projesi Kredisi ile halledildi.3 Bu kredilerle tarım ve ormancılık alanlarında araştırmaların kapsamını genişletmek ve güçlendirmek adı altında, Tarım Bakanlığı’nın bütçe ve planlama sistemine müdahale edildi. Bu müdahaleyle araştırma alanındaki kamu güvencesi ortadan kaldırılıp araştırma kuruluşları işlevsizleştirildi.

DB kredilerinin bir başka şartı da tarımsal kredi faizlerinin serbest bırakılmasıydı. Bu yolla devletin tarımda sübvansiyon (destekleme) imkanları önemli ölçüde budandı. 1983 ve 1989’daki iki kredi anlaşmasıyla Ziraat Bankası’nın Tarım Kredi Kooperatiflerindeki (TKK) rolü azaltıldı ve sonunda banka önemli ölçüde tarım sisteminin dışına çıkarıldı.4

T.C. devletinin Türkiye tarımındaki egemenlik ve etkisini sistemli bir şekilde kırmayı amaçlayan Tarım SECAL anlaşmasının en yaygın teşkilatlara sahip iki kamu kurumu olan Devlet Su İşleri (DSİ) ve Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün (KHGM) boş geçmesi elbette düşünülemezdi. Sulama ve Drenaj alanlarıyla ilgili kredilerle bunların defterinin dürülmesine de başlandı.5 Bu kredilerle kamu tarafından yapılan ve yürütülen sulama yönetimle ‘Sulama Birliklerine’ devredilmeye başlandı. Tarımsal sulama, ticari esaslara göre yürütülen ve yönlendirilen bir dönüşüme uğratıldı. Özellikle 1997 tarihli  Sulama Yönetimi ve Yatırımlarında Katılımcı Özelleştirme Projesi, Dünya Bankası’nın bütün dünyada uygulatmaya çalıştığı suyun özelleştirilmesinin altyapısını hazırladı.

1980-85 yılları arasında yapılan, 5 tarımsal kredi ile başlayan 1985 yılında Tarım SECAL kredi anlaşmalarıyla devam eden yeni süreç, 2000 yılında imzalanan tarım sektörü ile birlikte mali sektör, sayısal güvenlik sektörü, telekomünikasyon ve enerji sektörlerini de kapsayan Ekonomik Reform Kredi Anlaşması ile yeni bir aşamaya geçti.6 Bu anlaşmanın uygulama ilkelerini belirleyen Tarımsal Reform Uygulamaları Kredisi, 2001 yılında imzalandı.7 600 milyon dolarlık hacme sahipti. Ne yazık ki, anlaşmanın Türkiye ayağındaki yetkilisi Tarım Bakanlığı değil, IMF ve Dünya Bankası’nın yönlendirmesi altında olan Hazine Müsteşarlığı’ydı.

Kredi yoluyla teslim alma
Kısacası, 1980’lerde 10 kredi, 1990’larda 7 kredi olmak üzere 1980 ve 1990’da toplam 17 kredi anlaşması daha imzalanmış oldu. Özellikle 1980 sonrası yapılan her kredinin karşılığında dönemin hükümetleri tarafından bazı ödünler verildiğinden, bu krediler, tarım (bitkisel üretim ve hayvan yetiştiriciliği) sektörümüzü serbest piyasa ekonomisi içine itekleyen krediler oldu. Söz konusu krediler, Türkiye’yi gelişmiş ülkelerin tarım, gıda ve ecza şirketlerinin açık pazarı kıldı.

Toprağı suyu düşünen, ekolojik zincirin halkalarına aldıran kısacası kamu çıkarını gözetecek bir hükümet gelmedi. Gelen her hükümet doğayı paraya dönüştürmek, doğanın bekçileri olan küçük köylü üretimini ortadan kaldıracak politikaları uyguladı.

Zamana yayarak uygulandı
Bu kredilerin ayrıntılı bir analizi, ayrı bir çalışma gerektirir. Bu yazının kapsamı içinde bunların Türkiye tarımında küçük üreticinin yararlandığı son mevzileri de dağıtan bir topçu ateşi işlevi gördüğünü hatırlatmakla yetinelim. Çünkü bu krediler şu şartlara bağlı olarak verilmişti:

  • Desteklemelere tümüyle son verilmesi,
  • Doğrudan Gelir Desteği’ne geçilmesi,
  • Devletin, tarımsal üretim ve tarımsal sanayi alanında hiçbir etkinlik göstermemesi,
  • TZDK, ÇAY-KUR, TEKEL, Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş’den (TŞFAŞ) geriye kalanların özelleştirilmesi ya da tasfiye edilmesi,
  • Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’nin (TSKB) Dünya Bankası’nın uygun bulacağı bir biçimde yeniden düzenlenmesi.

Böylece bir yandan ülkenin ürün deseni değişirken bir yandan devletin (ve Tarım Bakanlığı’nın) ülke tarımındaki kör topal da olsa uygulanan öncülük, koruyuculuk, düzenleyicilik rolü ortadan kalktı. Türkiye tarımı ülke ihtiyaçlarının karşılanmasına değil küresel şirketlerinin kârlılığına öncelik veren bir mecraya sokuldu.

Kredi desteği almamız için yapmamız istenilen düzenlemeler, bir nevi organlarımızın parça parça feda edilmesiydi. Bir kredi karşılığında bir kolumuz, diğer kredi karşılığında diğer kolumuz, başka bir krediyle ise bir gözümüz, bir başkasıyla kulağımız istendi; hükümetlerimiz de istenenleri ver(ebil)di. En nihayetinde ürün ürettiğimiz toprak, içtiğimiz su, soluduğumuz hava, beslendiğimiz gıda zehirlendi. Bütün bu olup bitenler elbette uyuduğumuz bir gecenin uyandığımız sabahında karşımıza çıkmadı. Adım adım, gün be gün yol aldı.


Dipnotlar
(1) Bkz. Resmi Gazete, 13 Temmuz 1985, sayı 18810..
(2) Örneğin bkz. Resmi Gazete, 13 Haziran 1986, sayı 19133, (Mali Sektör İntibak Kredisi); 1 Temmuz 1987, sayı 19504 (Enerji Sektörü Uyum İkrazı).
(3) Bkz. Resmi Gazete, 5 Ağustos 1984, sayı 18480 ve 9 Eylül 1992, sayı 21340.
(4) Bkz. Resmi Gazete, 20 Ekim 1983, sayı 18197 ve 2 Ağustos 1989,sayı 20240
(5) Bkz. Resmi Gazete, 25 Mayıs 1986, sayı 19117, Sulama ve Tarla içi Geliştirme Projesi;  27 Şubat 1998, sayı 23271 Sulama Yönetimi ve Yatırımlarında Katılımcı Özelleştirme Projesi.
(6) Bkz. Resmi Gazete, 14 Haziran 2000, sayı 24079.
(7) Bkz. Resmi Gazete, 13 Temmuz 2001, sayı 24461.


Tarımdaki darbe, aslında 12 Eylül cuntasının yarattığı ortamın doğrudan bir sonucuydu. Özellikle Özal sonrasında başlatılan politikalar, bütün yerleşik sistemleri sarstı ve tarıma ilişkin neredeyse tüm kurumlar kapatıldı. Böylece büyük bir talanın yolu açılmış oluyordu

Aslında hükümetler değiştikçe hiçbir şey değişmedi tarımda. Şekerpancarı bunun tipik örneğiydi. Birbiri ardına gelen her hükümet, üreticileri yoksullaştırdı, fabrika işçilerini işinden etti, besiciliği geriletti, ekolojik dengeyi bozdu. Şirket tarımcıları, çiftçileri mat etme yolunda hamle üstünlüğü kazandı.


Darbenin doğrudan ürünü: Tarımın çökertilmesi
Türkiye, tarımda (ekonominin geneliyle birlikte) IMF, Dünya Bankası, DTÖ ve AB Ortak Tarım Politikası (OTP) patentiyle 1980’den itibaren uygulanan politikaları, özellikle I ve II. Dünya Savaşı sırasında oluşturmuştur. Ve bu politikalar esas olarak büyük toprak sahipleri ile ticaret burjuvazisinin çıkarlarını gözeterek, köylüye bir ölçüde koruma ve güvence sağlayan kurumların da bir bir tasfiyesini gerektiriyordu.

Türkiye’de 1980 ile başlayan “serbest piyasacılık” dönemine dek, tarımda her ne kadar (toprak ağaları-tefeci tüccar sermayesi ittifakı eliyle) ta başından uğradığı müdahale ve sabotajlarla çarpık ve eksik kurulmuş da olsa az çok “genel çıkarı” ya da “ortak iyiyi” hedefleyen bir kamu-çiftçi-tüketiciler zincirinden söz edilebilirdi. 1 söz konusu zincirde kamunun rolü, üretici ve tüketicisini koruma amaçlıydı. Bu zincirin büyük tarım, gıda ve ecza şirketlerine geçmesi için küresel ölçekte çalışmalar başladı, tarımın tahribatına böyle geçilebildi.

Tarımın serbest piyasa içine çekilebilmesi için öncelikle devlet ile çiftçinin bağının kopartılması gerekmekteydi. IMF ve Dünya Bankası bu amaçla a) tarımsal girdilere uygulanan sübvansiyonların tedricen kaldırılması, b) tarımsal kredi faizlerinin yükseltilmesi, c) tarımsal Kamu İktisadi Teşekküllerinin özelleştirilmesi, d) destekleme alımları yapan kuruluşların özelleştirilmesi ya da işlevsizleştirilmesi “buyruğunu” verdi.

Toprağı piyasaya açmak
Kapitalist merkezlerce dayatılan Türkiye ekonomisinin yeniden yapılandırılması görevi belirttiğimiz gibi 12 Eylül darbecilerinin “ortalığı temizlemesiyle” 1983 yılında iktidara gelen Anavatan Partisi (ANAP) iktidarında başladı. Bu Partinin 1991 yılına sürecek iktidarının ilk 6 yılında Başbakanlık görevini 24 Ocak Kararları’nın mimarlarından Turgut Özal yürüttü.

KİT’lerin özelleştirilmesini engelleyen yasaları değiştirmekle işe başlayan Özal, çiftçi ile devletin bağını koparmak için ayrıca;

Üç yanı denizle çevrili ülkenin akarsu ve göllerindeki ürünlerden doğru ve iyi yararlanılmasında önemli görevler üstlenen ve daha geliştirilmesi gerekirken Su Ürünleri Genel Müdürlüğü’nü,

gıdaların kalitesini, sağlıklılığını, hem test hem de, kontrolünü gerçekleştiren Gıda Kalite ve Kontrol Genel Müdürlüğü’nü,

Hayvanların sağlıklı yetiştirilmesi ve tüketicilerin sağlıklı hayvansal gıda tüketmesinde yararlı görev gören Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü’nü,

Üretici köylüyü yeniliklerle buluşturan Ziraat İşleri Genel Müdürlüğü’nü,

Bitki sağlığı ve zararlılarla mücadelede etkili teknik ve bilgi desteği sunan Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü’nü,

Tarım topraklarının amaç dışı kullanımını engelleyen Toprak - Su Genel Müdürlüğü’nü kapattı.

Özal’lı ANAP hükümetinin kapattığı bu genel müdürlüklerden boşalan yerlere özel sektör girdi; tarım toprakları kâr amaçlı olarak konuta ve sanayiye açıldı. İlaç ve gübre kullanımı yakın zamana kadar özel sektörün “ne kadar çok satarsa o kadar çok pirim alacak olan” gezgin satıcılarının eline terk edildi. Doğa kâr hırsına teslim edildi.

Aile çiftçiliğinin sonu
Özal hükümeti ayrıca, DB ve temsil ettiği küresel şirketlerin talepleri uyarınca tarımdaki devlet tekellerinin kaldırılması işlemlerini başlatarak, Türkiye kırsalındaki toplumsal dokuyu kökten değiştirecek tasfiye sürecinin önünü açtı. İşe çayla başlandı, tütün ve şekerdeki devlet tekellerinin tasfiyesi Özal’ın ANAP’ına ve ekonomi politikalarına “muhalefet eden” başka siyasal partilerin hükümetlerine nasip olacaktı.

Çayın tadı nasıl kaçtı?
Çay tarımı genellikle, küçük aile işletmeciliğine dayandığından bölge için ekonomik, sosyal ve politik önemi vardı. Bölge insanının çay tarımı ile yoğun bir şekilde uğraşmaları ve çay sanayinde görev almaları nedeni ile bilgi beceri ve kültürlerinde farklılaşma ve gelişme görülmüş, çay üretimi ve sanayisi bölge halkı için önemli istihdam kaynağı olmuştu.

Gıda üretiminin önemli alt sektörü olan ve küçük aile tarımı şeklinde yapılan çay tarımı ve sanayindeki kamuya ait çay tekeli 04.12.1984 Tarih ve 3092 sayılı Kanunla kaldırıldı. Böylece 3788 Sayılı Kanunla çaya getirilen devlet tekeli 44 yıl sonra 3092 Sayılı Kanunla çay tarımı, işlenmesi ve satışı serbest bırakıldı, işleme ve paketleme fabrikaları kurup işletme hakkı tanındı.
Bu arada, tarımdaki devlet tekellerinin ANAP hükümetlerinin başladığı işi tamamlamak 28 Mayıs 1999 - 18 Kasım 2002 yılları arasındaki DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetine nasip oldu. Bu hükümet, IMF ve Dünya Bankası’nın isteğiyle; 4634 sayılı Şeker Yasası’nı 04/04/2001 tarihinde çıkardı.

Pancarı yok et, NBŞ gelsin
Özal döneminde, çay ile başlayan ürün bazlı aile çiftçiliği ortadan kaldırma yerine şirketleri ikame etme politikaları, DSP-MHP-ANAP koalisyonunca çıkarılan Şeker Kanunu ile şekerpancarında devam etti. Oysa şekerpancarı, çiftçilerin çiftçilik yapabilmeleri için bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapılabilmesine olanak sunan önemli bir endüstri bitkisidir. Şekerpancarının tüm yan ürünleri, baş ve yaprakları, küspesi melası en ucuz kaba yem olarak değerlendirilir. Bir dekar şeker pancarı yan ürünlerinin içerdiği hayvansal besin değeri 500 kg arpaya eşdeğerdir. Başka bir deyişle; bir dönüm şekerpancarı yetiştirirken, aynı anda hayvanlar için yaklaşık iki dönüm de arpa yetiştirmiş gibi ek değer üretilir. Kendisinden sonra ekilen hububatta ise yüzde 20 verim artışı sağlayan, baş ve yapraklarının toprakta bırakılması halinde dekara 5kg. saf fosfor ve 15 kg. potasyuma eş değer bitki besin maddesi temin eden bu eşsiz katkısıyla yılda 450 bin aile tarafından 65 ilde, 7 bin 200 yerleşim biriminde ziraatı yapılmaktaydı. Yurt sathına böylesi dağılımı, çıktılarının bitkisel üretim ve hayvan yetiştiriciliğinde değerlendiriliyor olabilmesi tarımın şirketleşmesinin önünde engeldi, küçük aile çiftçiliğinin yaşayabilmesini sağlamaktaydı. Çünkü çiftçi, 1 dekar şekerpancarından elde ettiği geliri 4-5 dekar buğday ekerek elde edebilmekteydi. Şekerpancarı, tarıma oluşturduğu bu dayanaklar sayesinde, hayvan yetiştiriciliği ile bitkisel üretimin birlikte yapıldığı işin adı olan tarımın, doğal yollarla yaşayabilmesine olanak sağlamakta, küçük aile çiftçiliğin sürmesine destek olmaktaydı.

Şekerpancarının bir başka önemli özelliği istihdam yaratmasıydı. Ekim sahalarında yüzde 40 oranında işgücü değerlendirilmekteydi. Fabrikalarında 35 bin kişi çalışmaktadır. Şekerpancarı tarımı buğdaya göre 18 kat, ayçiçeğine göre 4.4 daha fazla istihdam yaratmakta, yan ürünleri ile de süt ve et hayvancılığını teşvik etmektedir.2

Şirketlerin keyfi oldu
Sadece şekerpancarı üretimine getirilen yüzde 10’luk kota bu kadar yoksulluğa ve işsizliğe neden oldu. Yasayla Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) kotalarının yüzde 50 artışı veya eksiltme yetkisi Bakanlar Kurulu’na verildi. Bakanlar Kurulu bu yetkiye sahip olduğundan bu yana NBŞ kotasını hep yüzde 50 artırdı, eksiltmedi. NBŞ kotasının yüzde arttırılmasıyla 4 NBŞ üretimi 117 bin ton arttı, pancar şekeri üretimi 117 bin ton düştü.

Kg başına 12 TL katma değer yaratan pancar şekeri yerine NBŞ kullanıldığında, 50 kuruşluk kâr için 11,5 TL katma değer kaybedildi. Her yıl, 1 milyon 345,5 TL’lik katma değer kaybı yaşandı.

Pancar üretiminde 850 bin ile 1 milyon ton kayıp yaşandı. 60 bin çiftçi ailesi pancar üretimi yapmaktan alıkonuldu. 400 bin dönüm arpaya eşdeğer yem üretiminden ve nakliye sektöründe 2 milyon ton iş hacmi kaybına neden olundu. NBŞ kotası yüzde 50 arttırılmasa 5 adet NBŞ üreticisi şirket 150 milyon TL kârdan olacaktı. Türkiye binlerce çiftçisiyle birlikte 250 milyon ilave katma değerini kaybetti.

Yasa, şekerpancarı üreticilerini yoksullaştırdı. Fabrika işçilerini işinden etti. Besiciliği geriletti. Ekolojik dengenin bozulmasına neden oldu. Küçük aile çiftçiliği yapan köylüler, şekerpancarına konulan kota oranında üretim manivelalarından yoksun kaldı. Şirket tarımcıları, çiftçileri mat etme yolunda hamle üstünlüğü kazandı.


 

Şeker yasası neleri değiştirdi?
  • Pancar üreticileri yaklaşık olarak 2 milyon dekar arazide artık pancar ekemiyor.
  • 175 bin üretici üretim dışına çıkarıldı, artık pancar üretemiyor.
  • 200 bin büyükbaş hayvanın yaş küspe ihtiyacı karşılanamıyor.
  • Şeker fabrikalarında çalışan işçiler işlerinden ve aşından oluyor.
  • 18 milyon ton olan şekerpancarı üretimi geriledi.
  • Ülkemizin, dolayısıyla dünyamızın ekolojik dengesi, azalan şekerpancarı üretimi oranında bozuldu. Çünkü, 1 dekar şekerpancarının sağladığı oksijen,3 dekar çam ormanına eşittir.


 
DİPNOTLAR
(1) Halkın tamamına yakınının çıkarına gibi görünen bu zincirin eksiklik barındırdığı zaman zaman toplumsal muhalefet güçleri tarafından dile getirildi. Aslında doğru olan,bu zincirin kamu -çiftçi örgütlülüğü (üretimden pazarlamaya kadar zincire egemenliğiyle)- tüketiciler şeklinde olmasıydı. Türkiye’de bu doğru zincirin oluşması için kamu cephesinden hiçbir çaba olmadı ama engel hep vardı.
(2)  Abdullah Aysu, Tarladan Sofraya Tarım, (Su Yayınları, İstanbul, 2002), s. 149-152-153.
(3) Pankobirlik Dergisi; Sayı:101, Yıl 2011, s.42


Tohum, bitkisel üretimin ve gıda zincirinin ilk halkasıdır. Tohum olmazsa tarım ve gıda olmaz. Toprağa gübre (organik-kimyasal) saçmazsanız, bir miktar ürün alabilirsiniz. Ama toprağa tohum saçmazsanız ürün elde edemezsiniz. Bu nedenle tohum yaşamla eş anlamlıdır

Bitkisel üretimle hayvan yetiştiriciliğini bir arada yapan küçük aile çiftçileri, ürettikleri bitkilerle hayvanlarını beslerken, hayvan gübrelerini de toprağa saçarak ekolojik bozulmayı bir ölçüde önlüyor ve şirket tarımcılığına karşı bir ölçüde kendilerini savunabiliyordu. Oysa yeni düzen bunu da bitirdi

 

Sigaramın dumanına sarsam...

Tarımın çökertilmesindeki adımlardan biri de tütünle ilgiliydi. Tütün, küçük aile çiftçileri tarafından yapılan bir faaliyettir: Tütüncü aile 14 aya yayılan zaman diliminde toprağı 3-4 kez işler. Fidesini hazırlar. Tütünü diker çapalar, gene çapalar, dip sıyırır, 1 el, 2. el, 3 el, 4 el olmak üzere yaprakları toplar, kurutur, balyalar. Yoğun ve incelik isteyen bir emek sonucu ekonomik değeri yüksek ürün elde eder. Tütünü tütün makinesi ve traktörü olmayan yoksul çiftçiler de ekebilir ve ailesi ile birlikte bir arada çalışabilir.
Kanun çıkarıldığı sırada Türkiye’de sigara tüketimi 168 bin tondu. Bu da, 8.4 milyar paket sigara demekti. Yasanın çıkarıldığı dönemde bir paket sigaranın ortalama fiyatını 1 milyon kabul edersek, sigara pazarının değeri 8.4 katrilyon liraydı. Bunun yaklaşık 6 katrilyonu vergidir. Bu hacimdeki büyük pazar küresel tütün ve sigara şirketlerinin iştahını kabartıyordu. Türkiye’de 2000 yılı itibariyle 200-220 bin ton tütün üretilmekteydi. Tüketim ise 170 bin tondu. 110 bin ton da ihracat yaptığımız hesaba katıldığında, Türkiye’nin ihtiyacı 280 bin tondu.1

‘Şark tütünü’ bitirildi
TEKEL’in özelleştirilmesi için, 1990 yılından itibaren muhalefetteyken özelleştirme karşıtı politika yürütenler, iktidar olduklarında “ülkemizde tütün yakılmaktadır” ifadesini dillerine pelesenk edip özelleştirme için kamuoyu oluşturma, yanılsama, yaratma çabasına girdiler.

Pazar hacmi, devlet kasasına sağladığı gelir yanındaki yararlılığının yanı sıra, şark tütünü daha az verimli ve meyilli arazilerde yetişiyor. Onun yetiştiği yerde çiftçinin başka ürün ikame etmesi mümkün değil. Bu arazilerde ekim yapılamayacağından yağmur ve rüzgar erozyonu ile toprak tabakası kaybolacak, verimli topraklar akacak, verimsiz kaya tabakaları kalacak. Toprak üretim dışı kalacak, doğa tahrip olacak bunların hepsinin bilinmesine karşın dış güdümlü politikacılar buna aldırmadılar.

Yasanın çıkarıldığı dönemde Türkiye’de 5001 köyde tütün ekimi yapılmakta, tütün üreticisi aile sayısı ise 575.796 idi2 çoğunluğu tütün üretmeyerek kentlere göç etmek zorunda kaldı. Çiftçiler üretemez duruma geldikten sonra Jose Marti’nin deyimiyle3 “elleriyle çalışan entelektüeller ki onlar: akademik derecelerini atölyelerden alan, hem düşüncenin hem ekmeğin tezgahında çalışan tütün fabrikasının işçileri” de, işsiz kalacaktı.

Yabancı sigara üreticilerinin, nikotinin bağımlılık yapıcı etkisini artıran ve insan sağlığına zararlı, ölümcül hastalıklara yol açan katkı maddelerinin kullanıldığı kendilerince de ikrar etmiş olan ürünlerin piyasaya hakim olacağı bilindiği halde buna da aldırmadılar.

Kısacası, ülke ekonomisin, toprak ve doğanın, çiftçilerin, işçilerin ve insan sağlığının bu yasayla zarar göreceğini, küresel sigara şirketlerinin kazanacağını bilerek çıkardılar bu yasayı.

Çiftçi örgütleri hedefte
Uygulanan bu politikalarla, üreticilerin, köylülerin, devletle bağının koparılması başarıldıktan sonra sıra, çiftçilerin örgütleriyle bağını koparmaya gelmişti.

DSP-MHP ANAP koalisyonu, IMF ve Dünya Bankası’nın isteğiyle; 4572 Sayılı Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri Yasası’nı (TSKB) çıkardı4. Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri ürün bazında kurulmuş kooperatiflerdi, bu yasa ürün bazında şirketlerin egemenliğini sağlamak için çıkarıldı.

Çıkarılan yasa ile;
  • Yeniden Yapılandırma Kurulları (YYK) oluşturuldu. Kurullar, Birlik yönetimlerin üzerinde üst bir yetkiyle donatıldı. Kooperatif arsalarının satılması, işçilerin işine son verilmesi, entegre tesislerinin şirketlere dönüştürülmesinde YYK belirleyici hale getirildi.
  • Kooperatiflere ait fabrikaların üç yıl içerisinde şirketlere dönüştürülmesi öngörüldü. Böylece, Birlik fabrikalarının özelleştirilmesinin önü açıldı. Şirketlere alternatif olarak ürün bazında kurulmuş olan kooperatiflerin, entegre tesislerinin şirketleştirilmesiyle bu ürünler de şirketlerin belirleyiciliğine girmiş oldu.
  • Birliklerin, devlet veya diğer kamu finans kurum ve kuruluşlarından herhangi bir mali destek almasına ve devlet bankalarından kredi sağlamasına engel konuldu.
  • Birliklere banka kurma yasağı getirildi.

Sonuçta, üreticilerin birlikleriyle-örgütleriyle bağının koparılması bu yasa ile başarıldı. Bu kez sıra; çiftçileri çiftçilikten çıkarma aşamasına gelmişti.

Çiftçiliği bitirmek
Bilindiği üzere tohum, bitkisel üretimin ve gıda zincirinin ilk halkasıdır. Tarım tohumun bulunmasıyla başlamıştır. Tohum olmazsa tarım ve gıda olmaz. Toprağa gübre (organik-kimyasal) saçmazsanız, bitkiye ve böceğe ilaç atmazsanız az da olsa bir miktar ürün alabilirsiniz. Ama toprağa tohum saçmazsanız ürün elde edemezsiniz. Bu nedenle üretici köylüler ve tüketiciler için tohum yaşamla eş anlamlıdır.

Şirketlerin en büyük hayali de, çiftçiyi/köylüyü kendine bağımlı kılmak için tohumu ele geçirmektir. AKP hükümetinin 2006 yılında çıkardığı 5553 Sayılı Tohumculuk Yasası5 ile kamuya tohum alanından el çektirilmesi ve çiftçilerin ürettiği tohumlarına sadece değiş tokuş hakkı tanınması, satışlarının engellenmesiyle meydan tohum şirketlerine bırakılmış oldu. Tohumculuk Kanunu’nun çıkarılmasında IMF, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği’nin etkisi büyüktür.

Tohum biterse çiftçilik biter
Yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verildi. Çiftçilerin ürettiği tohumları satmalarına engel getirildi. Sadece ürettikleri tohumların kendi aralarında parasız değiş tokuşuna izin verildi.
Devlet-kamu tohum üretim alanının dışına çıkarıldı. Kamu, tohumun sertifikalandırma, ticaret ve denetimini şirketlere bıraktı. CHP Tohumculuk Yasası’nın bazı maddelerinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Anayasa Mahkemesi sadece denetim yetkisinin tüzel kişilere yani şirketlere devrini iptal etti.

Şirketlerle çiftçiler arasında çıkacak olan anlaşmazlıklara da devleti değil, tohum şirketlerinin oluşturduğu Tohumcular Birliği’ni yetkili kıldı.

Yasa; çiftçilerin tohum ihtiyaçlarını sağlamaları için tek adres olarak tohum şirketlerini gösteriyor. Çiftçileri ihtiyacı olan tohumu şirketlerden karşılamaya mecbur bırakılıyor.

Tekeller kazandı
Oysa kendi ürettiği ürününden tohumunu ayırabilene çiftçi denir. Tohumculuk Kanunu ile de çiftçilerin çiftçilikle olan bağı koparılmış oldu!

Türkiye’nin tarımında uygulanan IMF-Dünya Bankası yaptırımları, DTÖ normlarının yanı sıra 3 Ekim 2003’ten itibaren AB’ye kesin aday üye olması nedeniyle, AB Ortak Tarım Politikası (OTP) müzakereleri de eklendi. AB’nin Maastris kriterlerinin birinci maddesi IMF-DB’nin dediklerini yapın, sonra gelin koşulu, çiftçi oranını yüzde 5-8’e düşürün direktifleri, Türkiyeli çiftçilerin ensesinde boza pişirmektedir. Bu yaptırımlar gıda egemenliğini, üretici olan çiftçiler ile tüketicilerden almakta, küresel tarım ve gıda şirketlerine devretmektedir.

 


Tütün yasasının marifetleri
  • Küresel sigara şirketlerinin rejinin kaldırılmasından bu yana tütün ve sigara işini tekrar ele geçirme emelleri hep vardı. Bu kanunla emellerine kavuşmuş oldular.
  • TEKEL devre dışı bırakıldı. Tekel tütünde destekleme fiyatı ve alımı yapmaktan çıkarıldı. TEKEL’e bağlı suma fabrikaları, üzüm üreticisinin üzümlerini artık almıyor.
  • Yaklaşık 583 bin olan tütün üreticisi sayısı 2010’larda 50.685’e geriledi.6
  • 2000 yılında 234 bin hektar alanda tütün üretiliyordu. 2011 yılında tütün üretim alanları 40-50 bin hektara kadar geriledi. 7
  • 2000 yılında 208 bin ton tütün üretiliyordu. 2010 yılında 53.018 ton tütün elde edildi.8
  • TEKEL alımda olsaydı şu an tütünün bir kilo fiyatı 40 TL’den aşağı belirlenmiyor olacaktı. Şu anda tütünün kilosu ortalamada 10,5 TL’ye bile ulaşamıyor.9


(1) Abdullah Aysu; “Tarladan Sofraya Tarım” Su Yayınları, İstanbul
(2) Abdullah Aysu; “Tarladan Sofraya Tarım” Su Yayınları, İstanbul
(3) Detlef Bkuhm, Colombus’tan Davidoff’a “ Tütün ve Kültür” Dost Yayınevi Eylül 2001, Ankara, Türkçesi: Zehra Aksu Yılmazer
(4) Resmi Gazete, 16 Haziran 2000, sayı 24081
(5) Bkz. Resmi Gazete, 8 Kasım 2006, sayı 26340.
(6) Mustafa Seydioğulları; Sunum: “Tütün Piyasaları ve Talep Politikaları”, 16 ekim 2012, Çeşme-İzmir. Kaynak: TEKEL ve TAPDK kayıtları.
(7) Mustafa Seydioğulları; Sunum: “Tütün Piyasaları ve Talep Politikaları”, 16 ekim 2012, Çeşme-İzmir. Kaynak: TEKEL ve TAPDK kayıtları.
(8)  Mustafa Seydioğulları; Sunum: “Tütün Piyasaları ve Talep Politikaları”, 16 ekim 2012, Çeşme-İzmir. Kaynak: TEKEL ve TAPDK kayıtları.
(9) Kaynak: Tütün Üreticileri Sendikası (Tütün-SEN) verileri-2012




Şirketler ve onların emrindeki hükümetler, elbette pratik değişikliklerle yetinmediler. Sonradan gelenler tarafından ‘bozulacak’ geçici sistemler yerine yasalarla tarımın elini kolunu bağlayarak çiftçiliği tükettiler

 Adı, sanı ve politik eğilimi fark etmez. Son yirmi-otuz yılda hangi hükümet gelirse gelsin, önceliği tarımın piyasalaştırılması ve çiftçilerin güvencelerinin yok edilmesi oldu. Elbette, bütün bu operasyonun arkasında uluslararası gıda şirketleri vardı


Talan yasaları böyle çıkarıldı
Şimdiye kadar anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi hükümetlerin şirket yanlısı dış güdümlü politikalarıyla, çiftçilerin tasfiyesinde belli bir aşamaya gelindi. Bu politikalar her yıl en güçsüz çiftçileri mesleğinden etmek üzere işlemekteydi. Sonunda sıra, şirketleri tarım ve gıdada tam egemen kılmaya gelmişti. Bu amaçla hükümet(ler) yaptırımlarını sürdürmekte; kanunlar, kararnameler, yönetmelikler çıkarmaktadır.

Birlikleri kırıp geçirdiler
Tarımsal Üretici Birlikleri Yasası1 bu yasalardan biriydi.

Şirketlerin karşısında örgütsüz bırakılan çiftçiler örgütlensin diye yasa çıkarıyoruz yanılsaması yaratmak için çıkarılan Tarımsal Üretici Birlikleri Yasası ile esasında çiftçilerin birlikte davranmalarını engellemektedir.  Çünkü çıkarılan yasa;

  • Birlik üyelerinin kolektif üretim yapmasını engelliyor,
  • Tüm üyelerin Birliklere ortak olmasını ancak Birliklerin üyelerinin ürettiği ürünleri işleyebilecek sanayi tesisleri kurmasını önlüyor,
  • Birliklerin üreticilerin kullandıkları girdilerin (ilaç, gübre vb) iç veya dış piyasadan toptan alıp üreticilere dağıtmasını engelliyor,
  • Üretici - tüketici ilişkisini kurup aracıları ortadan kaldırmayı sağlayamıyor,
  • Çiftçiler adına tek tek olmak kaydıyla sözleşme imzalayabilmesini, ancak tüm üyeleri adına sözleşme imzalamasını yasaklıyor.
  • Birliklerin gelirlerinden üyelerine pay dağıtılmasını engelliyor,
  • Birliklere, tarımla ilgili olan ve onaylanmış uluslararası sözleşmeleri aynen kabul etme ve gereğini yapma zorunluluğu getiriyor.

Tarımsal Üretici Birlikleri Yasası; üreticilerin birliğini tesis edici değil, dağıtma maksatlı çıkarılmış bir yasa olarak orta yerde durmaktadır.

ABD’den alınma yasalar
Tarım Ürünleri Lisanslı Depoculuk Yasası2 da bir başkasıydı...

Lisanslı Depoculuk Yasası ABD’den örnek alınmış bir yasadır.3 Kaldı ki, ABD’de küçük çiftçiliğin pek kalmadığı, tarımın neredeyse şirketleştiği (şirketlerin eline geçtiği), gerçeği orta yerde dururken, söz konusu  yasanın oradan kopyalanması Türkiye tarımı ve tarımcısının ihtiyaçlarıyla doğrudan çelişmektedir. Bir başka gerçek de, yasanın doğru bile kopyalanmamış olmasıdır. Lisanslı Depoculuk Yasası’nın, ABD’de uygulanması ile Türkiye’de çıkarılan yasa farklıdır.

Şöyle ki;

ABD’de Lisanslı Depoculuk Kurumu: Çiftçinin/tarım şirketlerinin sorununu çözmeye ve çiftçiye kazandırmaya kurguludur. Çünkü sıfır faize yakın kredi destekli, depo kirası yok.

AKP hükümetinin çıkardığı Lisanslı Depoculuk Yasası: Çiftçinin sorununu çözmeye değil, şirketlere kazandırmaya kurguludur. Çünkü ürüne karşılık çiftçiye ucuz kredi desteği yok. Depo kirası var. Bu yasa, depolarda ürünlerini bekletme gücüne sahip toprak ağaları ile şirketlere yararlı. Küçük ve orta ölçekli çiftçilerin zararına bir yasa.4

Peşpeşe gelen yasalar
  • Organik Tarım Yasası5 Organik tarım sertifikası nasıl ürünlerin organik olduğuna dair belge ise, Organik Tarım Yasası da tarımın şirketlere devir edilmesinin belgesidir. Şöyle ki; yasa, organik tarım sertifikasını verme yetkisini devlet kuruluşlarına değil, çiftçilere para karşılığında hizmet verecek olan şirketlere vermiştir. Oysa Tarım Bakanlığı, 81 ilde İl Tarım Müdürlüğü ve bütün ilçelerde İlçe Tarım Müdürlüğü adı altında örgütlenmiş yaygın bir yapıya sahip, onbinin üzerinde eleman çalıştırmaktayken organik tarım sertifikası vermekte Tarım Bakanlığı değil, şirketler yetkili kılınmıştır.
  • Tarım Sigortası Yasası6 Tarım Sigortası Yasası çıkartılmış; mevzuatı çiftçileri değil, sigorta şirketlerini gözetecek, daha da zenginleştirecek şekilde düzenlemiştir. Yasayla çiftçilerin ödeyeceği sigorta priminin yüzde 50’sinin devlet tarafından karşılanması öngörülmüş, fakat yasa bu öngörüyle çıktıktan sonra sigorta şirketleri prim oranlarını devletin çiftçilere vereceği teşvik oranında yükseltmiştir.
  • Tarım Kanunu7 Çiftçilere Gayri Safi Milli Hasıla’nın yüzde 1’in altında destekleme yapılmayacağını kanun maddesi haline getirmiş. Daha ilk yılda kendi çıkarttığı kanunu uygulamamış, çiftçilere verilen destekler her yıl yüzde 1’in altında kalmıştır. Tarım Kanunu’nun çıktığı yıldan bu yana hiçbir yıl kanuna uygun bir destekleme gerçekleştirilmemiştir. Tarım Kanunu’na göre ödenmesi gereken 65.576 Milyon TL, ödenen destekler 35.804 Milyon TL, çiftçiye eksik ödenen miktar, 27. 919 Milyon TL.8

Odayı susturmak için
  • Ziraat Odaları Kanunu9 Ziraat Odaları’na üyelik aidatlarını arttırma yetkisi gibi “ufak tefek”, “ağza bir parmak bal” misali denilecek kazanımlar sağladı. AKP hükümetinin çiftçiler aleyhine, şirketlerin lehine çıkardığı yasaların yapılması sürecinde odanın sessiz kalmasını çiftçiler bu yasa ile odaya sağlanan “bir parmak bala” yormaktadır. Ziraat Odaları Kanunu, çiftçiler ile Ziraat odasının zaten sıcak olmayan ilişkilerinin daha fazla soğumasına neden olmuştur.
  • Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu10 Birinci sınıf tarım arazisi üzerine izinsiz kurulmuş olan sanayicilere af getirmenin ötesinde bir işlevi olmamıştır.

Tüccarı kollayan yasa
  • Hal Yasası da11 bir başka sorun. Eski hal yasası da yeni hal yasası da çiftçilerin ve tüketicilerin ihtiyacı olan üretimden pazara kadar uzanan sürece egemen kılmayacak, şirketleri sahip kılacak. Çiftçilerin bin bir güçlükle yetiştirdiği ürünlerine hallerde bir tür yok pahasına el konuluyor. Çiftçilerin katma değerden yararlanmaları hal yasası ile engellenmektedir. Harcadıkları emeğin karşılığını alamadan, ürünlerini alan tüccarlar, aynı ürünleri 4-5 bazen altı katı fiyatla tüketicilere satabilmektedir. Yani düzenlemeler çiftçilerin ürettiği ürünlerin katma değerini artırmıyor. Aracılara kazandırıyor.

Yeni yasa ile belediyelere halleri devretme yetkisi de verildi. Yani belediyeler isterlerse halleri özelleştirilebilecek. Hallerin özelleştirilmesi halinde şirketler, ürünün fiyatını, malını satmaya getiren üretici/çiftçi değil, satın alacak olan halin sahibi şirket belirleyecek. Hem de tek başına! Belediyelere haftada bir gün sadece üretici köylülerin ürünlerini getirip satabilecekleri pazar yeri sağlamasını öngörüyor. Buna da belediyeler zorunlu tutulmuyor.
Bundan sonra bildik aracılardan çok büyük tarım ve gıda şirketleri daha da egemen olacak. Pazarlarda köylülere yüzde 20 tezgah yeri verecek. Yani köylülere, istedikleri gibi ürünlerini özgür bir biçimde tüketiciyle buluşturma hakkı kısıtlı olarak tanınıyor. Uygulama adil değil. Bağımlılığı daha da pekiştiren, üretici köylünün sırtından sömürüyü katmerleştiren bir yasal düzenlemedir.

GDO nasıl engellenecek?
Şirketlerin isteği ile Ulusal Biyogüvenlik Yasası12 çıkarıldı. Oysa Ulusal Biyogüvenlik Yasası doğa için anayasa niteliğinde olan bir yasadır. Ondan önce çıkarılan Tohumculuk Kanunu ise doğanın anayasasına uygun bir kanun olarak çıkarılması gereken bir kanundu. Yani tohumculuk şirketlerinin bastırmasıyla Türkiye’de önce Tohumculuk Kanunu çıkarıldı ardından Ulusal Biyogüvenlik Yasası çıkartıldı.

Çıkarılan Ulusal Biyogüvenlik Yasası ile hayvan besleme amaçlı GDO’lu yem ithalatına izin verildi. Oysa, tarım hayvan yetiştiriciliğiyle bitkisel üretimin birlikte yapıldığı işin adı olduğu için GDO tarımsal üretimde kullanılmıyor değil kullanılıyor demektir.

Hayvan yemi olarak kullanılacak olan taneli yemlerin, örneğin GDO’lu mısırın çiftçiler tarafından tohum olarak kullanılmasını engellemek zordur. Hayvanların yeminde kullanılan GDO’lu tohumların hepsini çiğneyemeyeceği için bir kısmının gübrelerle birlikte toprakla buluşma riski vardır. Ayrıca çocuk maması hariç GDO’lu ürünlerle gıda üretmek serbest bırakıldı.
 

Köyleri ortadan kaldırdılar
Hükümet, 13 yeni büyükşehir kurulmasına ilişkin13 kanun çıkarttı. Kanuna göre, 16 bin 200 köy mahalleye dönüşüyor. Kapatılacak belde sayısı 1591 oluyor. Beldeler, sosyal, ekonomik ve kültürel yapısıyla aslında köydür. Kapatılacak beldeler de mahalleye dönüştürülecek köylere eklendiğinde yaklaşık 20 bine yakın köy tasfiye edilecek. Toplam köy sayısı 34.500’dür.
Bir başka ifadeyle köylerin yüzde 47’si halka sorulmadan ortadan kaldırılıyor. Kanunla nüfusun yüzde 75’i (56 milyon kişi) şehirli yapılıyor.

Kanunun gerekçesinde “etkin, etkili, vatandaş odaklı, katılımcı, saydam ve olabildiğince yerel bir yönetim anlayışı” vurgusu var. Gerçekler öyle değil. Gerçekler, AB’nin kırsal nüfusu yüzde 8-10 civarına indirin talebinin yerine getirilmesinin yanında kırsalın rantçılara açılması ve sermayenin yeni birikim alanı olarak görülmesidir. Kırsal alanda yapılacak olan HES’ler, Termik Santraller, (Rüzgar Enerji Santralleri-RES’ler ve Güneş Enerji Santralleri- GES’ler için yetkiyi merkezde toplamak ve böylece hukuka çalım atarak, muhalefeti devre dışı bırakmak, ofsayta düşürmektir.

Türkiye’deki köylerin yarısı köylülükten çıkaracak olan bu yasa ile köylülerin, ekonomik, sosyal, siyasal ve en önemlisi de kültürel hakları ile birlikte üretme hakları ellerinden alınmış olacak.

Kanuna göre;
Tarım ve hayvancılıkla uğraşan, suyu bedava kullanan, vergi muafiyetine sahip köyler; belediye sınırlarına alındıktan sonra bu haklarını kaybedecek, köylü için hayat daha pahalı hale gelecektir. Bu yeni alanlarda yasalar gereği hayvancılık yapılamayacaktır. Köyde yaşayan insanların iktisadi faaliyeti kısıtlanacak, kültürel yaşamları erozyona uğrayacak.
Tarıma ve gıdaya şirketlerin egemen olması için küçük ve orta ölçeğe sahip çiftçilerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Kanunla toplam köy sayımızın yaklaşık yarısı mahalleye dönüşmüş olacak. Yani üretici köylü olan çiftçiler tasfiye edilmiş olacaktır. Böylece küçük ve orta ölçekli çiftçilere değil küresel tarım ve gıda şirketlerinin taleplerine yanıt verilmiş olacaktır.
Kanun ile kente dahil edilecek olan köy arazileri kıymetlenecek ancak bu ranttan köylü herhangi bir pay alamayacaktır. Üstelik başka yer gösterilerek veya kamulaştırma yoluyla köylerinden sürülebilecek; yaşam alanı üzerindeki haklarını kaybedebileceklerdir.
Beldelerde ve köylerde yaşayan halka sormadan bu yönetim birimlerinin tüzel kişiliklerini kaldırmak demokratik değildir. AK Parti’nin Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Menderes Türel: “Avrupa Konseyi’nde (AK) 1989 senesinde imza attığımız yerel yönetim özerklik şartnamesi gereğince yapılması gerekenleri daha yeni yapabiliyoruz” diyor. Evet, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na imza atan ilk ülkelerden biri Türkiye’dir. Ancak bu şart, hizmetin halka en yakın yönetim birimlerince verilmesi ilkesi üzerine oturur. Köyler ve belde belediyeleri, halkın yönetime ulaşması ve katılması bakımından en uygun yönetimlerdir. Belde belediyelerinin dolayısıyla yerel halkın yönetim/yönetme yetkisini ortadan kaldırmak yanlıştır, yapılması gereken idari ve mali açıdan güçlendirmektir. Ayrıca yerleşim yeri sınırları içinde yaşayanların ortak sorunlarının nasıl çözüleceğine, o sınırlar içinde yaşayanların karar vermesi en doğru ve demokratik olan yöntemdir.
Toplumsal açıdan değerlendirildiğinde bu Kanun köylü ve özellikle küçük üreticiler için yıkıcı sonuçlar doğuracaktır.
Siyasi bakımdan değerlendirildiğinde bu Kanun, köylü, işçi, memur ve küçük üreticiyi, küçük esnafı katılımcı demokrasiden tamamen uzaklaştıracak; bunun karşısında küresel ve ulusal büyük sermaye ile rantiyecileri güçlendirecektir.

Özetle kanun, demokratik değil, kâra odaklı bir yönetim modelidir. Çiftçiliği ortadan kaldıracak, tarım ve gıdaya şirketleri egemen kılacak anti demokratik bir toplum tahayyülüdür.
 

 
(1) Bkz. Resmi Gazete, 6 Temmuz 2004, sayı 25514.
(2) Bkz. Resmi Gazete, 17 Şubat 2005, sayı 25730.
(3) Tarım Ürünleri Lisanslı Depoculuk Kanunu Tasarısı’na İlişkin Ziraat Mühendisleri Odası’nın Görüşleri - 11.06.2004
(4) Kaynak: “Her 50 Saniyede Bir Çiftçi İflas Ediyor” Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Broşürü, 2007
(5) Bkz. Resmi Gazete, 13 Aralık 2004, sayı 25659.
(6) Bkz. Resmi Gazete, 21 Haziran 2005, sayı 25852.
(7) 25.4.2006 tarih ve 26149 sayılı Resmi Gazete
(8) Kaynak: TKB ve BÜMKO
(9) R.Gazete : Tarih : 23/5/1957,† Sayı : 9614
(10) Resmi Gazete, 21 Temmuz  2005, sayı 25880.
(11) 26 .3.2010 tarih ve 27533 sayılı Resmi Gazete
(12) 26.3.2010 tarih ve 27533 sayılı Resmi Gazete
(13) 6 Aralık 2012 tarih, 6360 Sayılı Kanun, 11.12.2012 tarih 28489 Sayılı Resmi Gazete



Hayvancılık alanındaki özelleştirmeler, küçük aile çiftçiliği uğraşı içinde olan köylülerin üretim girdisi üreten ve pazarlayan şirketlere karşı direncini önemli ölçüde kırdı. Bu arada, kimyasala dayalı üretilen ürünler besin değeri bakımından fakirleşti.

Büyük tarım, gıda ve ecza şirketleri ekonomiyi olduğu kadar politikayı da kontrol edebilecek güçte. Sahip oldukları bu güçle tarım ve doğal varlıklara saldırıyorlar. Bu, toprağın, biyoçeşitliliğin, suyun, tohumun üretiminin ve ticaretinin özelleştirilmiş soygun halidir.

 

Hayvancılık ve doğanın sonu

Türkiye’de Sosyalist sol ve Kürt hareketi dışında her siyasal hareket ve hükümetin ekonomik yıkım politikalarında pay sahibi olduğunu görmüştük. Hayvancılığın halledilmesi de Doğru Yol Partisi ile Sosyal Demokrat Halkçı Parti (sonradan Cumhuriyet Halk Partisi) koalisyonuna havale edilmişti.
Önce Süleyman Demirel, onun Cumhurbaşkanlığına geçmesiyle de Tansu Çiller başbakanlığındaki DYP-SHP Hükümetleri (Mayıs 1991- Ekim 1995) hayvancılığı düzenleyen kurumların tasfiyesini üstlendi. Bu doğrultuda Et ve Balık Kurumu (EBK), Yem Sanayi (YEMSAN) ve Süt Endüstrisi Kurumu’nu (SEK) özelleştirdi. Bu kurumları alan patronlar, ilk iş olarak yem fiyatlarını artırdılar. SEK’i alan şirketler de sütün fiyatını düşürdüler. Hayvan yetiştiricisi çiftçiler de, çoluk çocuklarının katığını sağladıkları, fazlasını satarak aile bütçesine katkı yaptığı hayvanlarını ellerinden çıkarmak zorunda kaldı.

Canlı hayvan canlı para
Köylüler için hayvan canlı paradır,1 karagün dostudur. İhtiyaçları halinde bir danasını veya koyununu pazara götürüp satarak ihtiyacını giderir. Dolayısıyla kimseye borçlanmaz, namerde muhtaç olmaz; borcundan ötürü minnet borcu duymaz, aldığı borcuna karşılık faiz ödemez, “bir tas aşım, tasasız başım” bir yaşam sürdürürdü.

Canlı paraları olan hayvanlarından yoksun bırakılan çiftçinin hayatına bu kez dağıttıkları kredi kartlarıyla bildik sömürücü bankalar girdi. Çiftçilerin kara günler için satacakları danaları, koyunları kalmayınca kredi kartlarına yüklendiler. Kullanmak zorunda kaldıkları kredi kartlarını, düzenli kazançları olmadığı için gününde ödeyemediler, bindirilen faizler nedeniyle kartopu gibi büyüyen borçlarını ödeyemez oldular. Borçlarının karşılığında önce traktörleri haciz edildi, sonra da hayvanlarının ardından geçim kaynakları olan topraklarını kaybetmeye başladılar. Tarımda tahribat, hayvancılık sektöründeki özelleştirmelerle hız kazandı, tespih taneleri gibi dağıldılar.

Kimyasalların girişi
DYP-SHP; EBK, SEK ve YEM SANAYİ’ni özelleştirmeden önce, 1980 yılında 87 milyona ulaşan2 hayvan sayısı 2009’da 37.7 milyona geriledi.3 Türkiye, hayvansal ürünlerde ihracatçı konumdan ithalatçı konuma getirildi, ülke ekonomisi zarara uğratıldı. En önemlisi de, bitkisel üretimle hayvan yetiştiriciliğini bir arada yapan küçük aile çiftçileri, ürettikleri bitkilerle hayvanlarını beslerken, hayvan gübrelerini de toprağa saçarak ekolojik bozulmayı bir ölçüde önlüyor ve şirket tarımcılığına karşı bir ölçüde kendilerini savunabiliyordu. Hayvancılık alanındaki bu özelleştirmeler, küçük aile çiftçiliği uğraşı içinde olan köylülerin üretim girdisi üreten ve pazarlayan şirketlere karşı direncini önemli ölçüde kırdı. Kimyasala dayalı üretilen ürünler besin değeri bakımından fakirleşti. İlaç kalıntısı nedeniyle sağlık için risk oluşturmaya başladı.
Türkiye, hayvansal ürünlerde ihracatçı konumdan ithalatçı konuma getirildi, ülke ekonomisi zarara uğratıldı. Hayvan yetiştiricisi yoksullaştı.

Sadullah Usumi4 şöyle diyordu: “Piyasalarda rekabet ortamı yaratan SEK, devletin elinden çıkınca, süt alım fiyatlarını sanayiciler tespit etmeye başladı. SEK satılmadan önce üreticilerin 18 bin liraya satabildiği sütlerin fiyatları üç beş ay içinde 12 bin liraya düşürüldü. Et piyasalarında denetim kalmadı. Üreticilerden ucuz fiyatlarla alınan et ve süt ürünleri tüketiciye yüksek fiyatlarla satıldı. Süt alım fiyatları sürekli düşürülürken, peynir, tereyağı, yoğurt gibi ürünler zamlandı. 1995 yılında süt fiyatları 12 bin lira iken, kilo başına destek 3 bin liraydı. Süt bedellerinin dörtte biri. 1998 yılında süt alım fiyatları 85 liraya çıktı. Buna karşılık devlet desteği 3 bin liradan sadece 5 bin liraya çıktı. Süt bedelinin 16’da biri... Bu arada yem fiyatları bir yıl içinde 60 bin liraya tırmandı... Böylece süt üreticilerinin gelirleri azalırken, giderlerinden büyük artış oldu...”

Böylece sistem, bir hesabı daha kapatmış, bağımsız hayvancılığın sonunu hazırlamıştı.
 
Doğanın yağmalanması
Daha sonra sıra doğanın tahribine geldi; şirket kârları uğruna ekolojik döngü engellenebilecek, akarsuları ve çevresindeki toprakları şirketlere verecek çalışmalara geçildi. Acil Kamulaştırma Yasası ile köylülerin ortak malları kişiler ve şirketlerin yağmasına açıldı.

Türkiye’de yapımı tamamlanmış 172 adet hidroelektrik santral (HES) var. 148 HES’in inşaatı devam ediyor. Yapılacak 2380 HES var. Bunların dışında 4000’nün üzerinde mikro HES yapılacak. Mikro HES’erle bu sayı 6000’leri aşacak. Bu rakamlar, yaklaşmakta olan büyük felaketin habercisi.

Enerji yalanları
Ülkenin enerjiye ihtiyacı var diye bu santraller kuruluyor. Bu gerekçe gerçek değil. Çünkü kurulacak 2700’ün üzerindeki HES, Türkiye elektriğinin ancak yüzde 2.5’unu karşılayabilecek. Esas itibarıyla şirketler, bu projelerle suya sahip olacak, çiftçilere ve herkese satacaklar. Eğer isterlerse, çevresindeki toprakları devlet, şirketler için istimlak edecek. Yani sudan sonra çevresindeki topraklara da şirketler sahip kılınacak!

Enerji elde etmek için sular, borular ve tünellerin içerisine alınınca toprak ve su ile verimliliğin artmasını sağlayan börtü böcek ve yaban hayatın suyla olan ilişkisi kesilecek. Suya erişemeyen yaban hayat göç edeceğinden, tarımın yaban hayatla ilişkili doğal bağı koparılmış olacak.

Ovada yılda iki ürün alan çiftçi, su boruya hapsedilince iki yılda bir ürün alacak. Düşen yağmur miktarı azalacak, verimlilik azalacak. Ekolojik denge bozulacak. Doğa ve köylüler yoksullaşacak!

Büyük tarım, gıda ve ecza şirketleri ekonomi üzerinde olduğu kadar politikayı kontrol edebilecek güçte. Sahip oldukları bu güçle tarım ve doğal varlıklara saldırıyorlar. Bu, köylüler ve doğaya karşı başlatılmış bir talan ve özelleştirme savaşından başka bir şey değil. Toprağın, biyoçeşitliliğin, suyun, tohumun, üretimin ve ticaretinin özelleştirilmiş soygun halidir.

Madenciler ve kıyım
Soygun ve talanı sadece endüstriyel tarım şirketleri yürütmüyor. Maden şirketleri, büyük barajlar, dağıtım piyasalarını kontrol edenler, kirletici sanayiciler, toprağı ve suyu üzerine geçirmeye çalışan toprak gaspçısı ve su korsanı şirketler de yapıyor. Şirketler, soygun ve talanlarını ancak hükümetlerin ön açıcılığıyla gerçekleştirebilirlerdi. Hükümetler bu konuda acil kamulaştırmalarla şahıs arazileri ile taşınmazlar ve, meralara şirketleri sahip kılmak için kanuni düzenlemelerle yasal kılıflar hazırladılar. “Acele Kamulaştırma” adı altında; 2942 Sayılı Kanunun 27. Maddesi ve 3634 Sayılı Kanunun 1. Maddesine göre  şahıs arazilerine ve taşınmazlara şirketler el  konmaya başladı. Böylece şirketler, HES, Termik Santral, Nükleer Santral yapmayı, Maden Çıkarma ve İşleme Tesisi kurmayı ve Enerji Nakil Hatlarını geçirmeyi sağlayabildiler. Kamulaştırma Kanunu’nda istisnai olarak yer alan acele kamulaştırma yöntemi ile EPDK5; şahıslara ait yaşam ve geçim alanlarına el koydu. Tarım, gıda, enerji ve ecza şirketlerinin çiftçiyi sömürmeyle birlikte ekolojiyi altüst edecek, yaşamı riske sokacak olan doğa ve yaşam alanlarına saldırısı tepkiyi doğurdu. Köylüler ile birlikte hukukçular, bilim insanları, çevreci, ekolojist gruplar yaşamı savunmak için şirketler ve hükümete karşı mücadele için bir araya geldiler. Türkiye kırsalı saygıdeğer yeni bir mücadeleye tanık oluyor.


 
DİPNOTLAR
(1) “Hayvan canlı paradır” sözü, Koray Çalışkan’a aittir.
(2) Sadullah Usumi; “75 Yılda Köylerden Şehirlere” 75 Yılda Hayvancılık: Gelişmeden Çöküşe s.42 Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, Şubat 199, İstanbul
(3) Doç.Dr. Ertuğrul AKSOY; “Müjde Şimdi de Ot ve Saman İthal Edeceğiz”, Tarım ve Mühendislik Dergisi, s.21, sayı: 99-100/2012
(4) Sadullah Usumi; age, s.42
(5) 14.9.2004’te,  “...elektrik, doğalgaz ve petrol piyasalarının faaliyetlerinin gerektirdiği ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurulunca yapılacak kamulaştırma  işlemlerinde  2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 27. Maddesinin uygulanacağı” yönünde tanınan yetki ile el koymaktadır.


Kanun yetmezse KHK, o da yetmezse yönetmelik... Yaklaşık 30 yıldır devlet böyle çalışıyor. Tam bir ‘al gülüm ver gülüm’ tarzıyla tarımda şirketlerin önünü açacak her türlü düzenlemeyi, önce şirketler pişiriyor, sonra da hükümetler onaylıyor.

‘Yönetmelikte değişiklik yapacak yönetmelik’ gibi laflar saçma görünüyor belki ama işler böyle yürüyor. Örneğin zeytinciliğin kimyasaldan uzak tutulması yasada bağlanmışsa eğer, küçük bir oyunla zeytinliklerin yarıdan fazlasını kapsam dışı yapabilirsiniz. Bir tür sihirbazlık!


Zeytinin karası altının sarısı
Biz kiracıysak eğer bu dünyada, zeytin bizim ev sahibimiz sayılır. En eskilerden biri odur ve kendi başına tam besleyicilik özelliği olan bitkilerdendir. Zeytin ve zeytinden elde edilen gıdalar yararlıdır. Çevreye zararlı hiçbir atık bırakmaz. Zeytinlikler her dem yeşildir. Bu özellikleriyle önemli bir karbondioksit yutak ve oksijen üretim alanıdır. Barışın ve sağlığın simgesi olan zeytin ağaçları, neoliberal saldırılarla karşı karşıyadır.
Madencilerin hedefinde
Yerüstü madenleri olarak da bilinen zeytinlikler, ortadan kaldırılarak maden aramalarına açılmak isteniyor. Fakat 3573 sayılı yasa buna engel. Ancak yönetmelik çıkarılarak arkasına dolanılmak isteniyor. Önce 3573 sayılı yasaya bakalım. Yasa; “Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerin Aşılattırılması”na dair yasanın 20. maddesi şöyledir: “Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az 3 kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası hariç zeytinliklerin vegatatif ve generatif gelişmesine mani olacak kimyevi atık bırakan, toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz ve işletilemez. Bu alanlarda yapılacak zeytin fabrikaları ile küçük ölçekli tarımsal sanayi işletmeleri yapımı ve işletmesi Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın iznine bağlıdır. Zeytincilik sahaları daraltılamaz...” diyor. Şimdi de, çıkarılan yönetmeliğe bakalım.

Yasanın ruhuna aykırı olarak çıkarılan, “Zeytinciliğin Islahı, Yabanilerin Aşılattırılmasına Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”le1 zeytinlikler kirletici şirketlerin talanına açılıyor. Yönetmeliğin 1. maddesi şöyle değiştiriliyor: “Orman sınırları dışında bulunan ve devletin hüküm ve tasarrufunda olan yabani zeytinlik, antepfıstığı ve harnuplıklar ve her nevi sakız çeşitleri veya şahıs arazisi olan tapuda bu şekilde kayıtlı sahalar ve ırman sınırları dışında olup da 17.10.1983 tarihli ve 2924 sayılı Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi hakkında Kanun kapsamında bulunmayan zeytin yetiştirmeye elverişli makilik ve fundalıklardan oluşan en 25 dekarlık alan,” olarak tanımlanmıştır. Kısacası 1 ile 25 dekarın altındaki sahalar bu yönetmelikle zeytinlik olmaktan çıkarılmıştır.

Hokkabazlık yapılıyor
Türkiye’deki zeytinliklerin ortalama büyüklüğü 12 dekardır. Bu yönetmelikle zeytinliklerin yüzde 70’i yok sayılıyor. Başka bir deyişle bu alanlarda enerji, maden, gaz ve petrol şirketleri dileğince gezinecek ve talan edebilecek.
Değiştirilen 23. Madde: “Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az üç kilometre mesafede zeytin ağaçlarının bitkisel gelişimini ve çoğalmalarını engelleyecek kimyevi atık, toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz ve işletilemez. Bu alanlarda yapılacak zeytinyağı fabrikaları ile küçük ölçekli tarımsal işletmelerin yapımı ve işletilmesi Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın iznine bağlıdır. Ancak; alternatif alan bulunmaması ve Çevresel Etki Değerlendirme Raporu’na (ÇED) uygun olması, bitkilerin vegetatif ve generatif gelişimine zarar vermeyeceği Bakanlık araştırma enstitüleri veya üniversiteler tarafından belirlenmesi durumunda;

a) Jeotermal kaynaklı teknolojik sera yatırımları, b) Bakanlıklarca kamu kararı alınmış plan ve yatırımlar, c) Yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı elektrik üretim tesisleri, d) İlgili Bakanlıkça kamu kararı alınmış madencilik faaliyetleri petrol ve doğalgaz arama ve işletme faaliyetleri, e) Savunmaya yönelik stratejik ihtiyaçlar,
için  yukarıda belirtilen faaliyetlerde bulunmak isteyenler, ilgili bakanlıkların onaylı belgeleriyle mahallin en büyük mülki amirine başvurur...”

Kısacası, yasayı değiştir(e)meyenler yönetmelikle hukukun arkasından dolanmaya çalışıyor, bir tür hülle yapıyor. Hiçbir zararlı atık bırakmayan yer üstü madeni dediğimiz zeytinlikler, kirlilik yaratacak olan maden, kirli enerji ve gaz aramaları yapan şirketlerin kâr hırsına değiştirilen yönetmelikle feda ediliyor.

İnce bir iş: KHK
Yasalar ve yönetmeliklerden sonra köylülerin tepkisine neden olabilecek konular şirketler lehine çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile TBMM ve kamuoyunda tartıştırılmadan bir tür “kaçırarak” uygulamaya konuldu.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığının,2 Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın3 ve Tarım ve Gıda Hayvancılık Bakanlığı’nın4 yetkileri çıkarılan KHK (Kanun Hükmünde Kararname) yeniden belirlendi ve yapılan yasa değişiklikleri ile tüm canlılara ait olan doğal alanlar her türlü kullanım hakkı ile sermayeye devredildi.

Meslek odaları ve sivil toplum örgütlerinin hukuki mücadeleler ile büyük başarılar elde ettikleri kültür ve tabiat varlıklarının korunmasına yönelik konular, söz konusu KHK’ler ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın görevleri arasında sayıldı. Böylece kamuoyunda büyük tartışmalar yaratan bu konularla ilgili işlemlerin kapalı kapılar ardında yürütülmesine olanak tanındı. Üstelik Bakanlığın görevlerinin kamu yararına mı, yoksa sermaye gruplarının çıkarına mı kullanacağı netlik kazanmamakta.5

‘Küçük’ değişiklikler
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı isminden “Köyişleri” çıkarıldı. Çıkarılan bu yasa ile de Köy İşleri ifadesi bakanlık isminden çıkarıldı, yerine “Gıda” ve “Hayvancılık” kelimeleri konuldu.6

Bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapıldığı işin adı olan tarımdan hayvancılık kelimesini ayıklayanak, bakanlık kelimesine eklenmesi, tarımın şirketleştirilmesinin alenileştirilmesinden başka bir şey değil. Çünkü bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapılabilmesi, çıktılarının birbirine kullanılabilmesini sağlayacağından, çiftçileri üretim girdilerinde şirketlere bağımlıktan kurtarıyordu. Bitkisel üretim ile hayvancılığın birbirinden ayrılması şirketleri temin edici olarak devreye soktu. Çiftçi ile doğa birlikte, şirketler tarafından acımasız bir sömürüye tabi tutuldu. Gıdanın besin değeri düştü, ayrıca sağlıksız üretim girdileriyle elde edilen gıdalar sağlıksız olduğundan İnsan sağlığı risk altına girdi.

Bir başka olumsuzluk da şudur: Mevcut bakanlığın görev ve yetki alanında olan fakat uzun yıllardan bu yana zaten fiili olarak yapılmayan; -daha doğrusu IMF ve Dünya Bankası tarafından kendisine yaptırılmayan- tarımsal yayım, eğiticilik, öğreticilik ve öncülük ile üretim ve denetim gibi alanlar bu yasayla özelleştirilebilecek.

Bakanlık sadece gıda konusunda şirketlerin ithalat ve ihracat işlerini yürütmede/denetlemede ve kolaylaştırmada görevlendirilmiş oldu.

Bunlara karşı mücadele edenleri ise suçlu göstermek için medyayı kullanma, tutuklama, asker ve polis ile baskı ve şiddet uygulama yoluyla yıldırmaya çalışılmaktadır.

Meralarda talan
KHK’ler ile tarım arazileri ve hayvan yetiştiricileri için bedava yem ve sağlıklı hayvansal ürün elde etme kaynağı meralar, sermayenin talanına açıldı. Bu konuda Ziraat Mühendisleri Odası’nın eleştirel katkısı şöyle:“Öte yandan 17.8.2011 tarih ve 648 sayılı KHK ile 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 27. maddesi değiştirilerek, “Köy yerleşik alan sınırı içerisinde 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu hükümleri uygulanmaz” hükmü getirildi. Köylerde yapılacak yapılarla ilgili olarak daha önce sadece köy nüfusuna kayıtlı ve köyde sürekli oturanlar için sağlanan istisnaların yapılan değişiklikle herkese tanınması, tarım arazilerinin hızlı bir şekilde tahribine yol açacak uygulamaların başlangıcını oluşturacaktır. Özellikle kıyı şeridindeki köy yerleşim alanları ve çevreleri tarım arazilerinin özellikleri dikkate alınmaksızın tümüyle ranta açılacak; nitelikli tarım arazilerinin üzerine serbestçe lüks konutlar ve turistik tesisler, mera, yaylak ve kışlaklar hayvancılık amacı dışında kiralanıp yapılaşmaya açılacak ve beton yığınlarına dönüşeceklerdir. Bedava yem kaynağı meralarını amacı dışında kullanarak beton yığınına çeviren Türkiye, ucuz et için yurt dışından canlı hayvan ve et ithalatına devam edecek.” 7

 

Şirketlerin önünü açmak için
Kanunların yetişmediği yerlerde yönetmeliklerle şirketlere ön açıcılık yapılıyor. Toprak Mahsulleri Ofisi Hububat Alım Satış Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği bu konuda en çarpıcı örnektir.

Örneğin Toprak Mahsulleri Ofisi Hububat Alım Satış Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği8 böyledir.

AKP hükümeti, küçük çiftçilerin ürünlerini TMO’ya satmalarına çıkardığı yönetmeliklerle engel oluyor. Ürünlerini piyasada satmaya zorluyor. Hububat Alım Satış Alım Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği’ne göre ekmeklik buğday, arpa, çavdar, tritikale, yulaf ve mısır için asgari alım miktarı, 2009’dan başlayıp 2018 yılına kadar kademelendiriliyor.

2010 yılında 3 ton, 2011 yılında 5 ton, 2012 yılında 10 ton, 2013 yılında 15 ton, 2014 yılında 25 ton, 2015 yılında 40 ton, 2016 yılında 60 ton, 2017-2018 yılında 80 tondan daha az ekmeklik buğday, arpa, çavdar, tritikale, yulaf ve mısır üreten üretici ürününü TMO’ya satamayacaktır.

Makarnalık buğdayda asgari miktar;
2009 - 2011 için 3 ton, 2012 için 5 ton, 2013 ve sonrası için 10 ton’dan aşağı üreten üreticinin makarnalık buğdayı TMO tarafından alınmayacaktır.

Toprak Mahsulleri Ofisi Çeltik Alım ve Çeltik/Pirinç Satış Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği de, Hububat Yönetmeliği’nin benzeridir.

Çeltik Alım ve Çeltik/Pirinç Satış Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği’ne göre, kooperatif ve üretici birliklerinin TMO’ya satabilecekleri asgari çeltik miktarı: 2009 - 20012 dönemi için 3 ton, 2012 - 2014 dönemi için 5 ton, 2014 - 2016 döneminde 10 ton, 2016 - 2017 döneminde 15 ton, 2017 sonrası dönem için 20 tondan aşağı çeltik üreten çiftçinin çeltiğini TMO satın almayacaktır. Bu yönetmeliğe göre, daha az miktarlarda çeltik üretebilen üretici TMO’ya ürününü satamayacaktır.

 
DİPNOTLAR
(1) 3 Nisan 2012 gün ve 28253 sayılı Resmi Gazete
(2) Resmi Gazete: 17 Ağustos 2011 tarih 28028 sayı
(3) Resmi Gazete: 4 Temmuz 2011 tarih 27984 Sayı (mükerrer)
(4) Resmi Gazete: 27 Ağustos 2011 tarih, 28038 sayılı
(5) AKP’nin “Hülle” KHK’si, Meralar ve Tarım Arazilerini Yok Edecek! Tarım ve Mühendislik Dergisi,Sayı 96/2011, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Yayın Organı
(6) 3.6.2011 tarih ve 639 sayılı KHK’ile Tarım Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı kuruldu.
(7) AKP’nin “Hülle” KHK’si, Meralar ve Tarım Arazilerini Yok Edecek! Tarım ve Mühendislik Dergisi,Sayı 96/2011, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Yayın Organı
(8) Hububat Alım ve Satış Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği. Kabul Tarihi: TMO Genel Müdürlüğü, 24.1.2008 ve 2/16-6 sayılı Yönetim Kurulu Kararı, Yürürlük Tarihi: 1.6.2009. Erişim Tarihi: 14.02.2010. http://www.tmo.gov.tr/tr/images/stories/dokuman/hububatalimesas.pdf


Bu kadar alavere dalavereden sonra çiftçilerin tepkilerinin ve örgütlenmesinin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Bütün bu yoksullaştırma ve yoksunlaştırma sürecinde ürün bazında bir araya gelen çiftçiler, hak mücadelesi vermek için sendikalar kurarak örgütlenmeye başladı.

Hava döndü çiftçiden esiyor yel
2000’li yıllarda IMF’nin buyruğuyla TBMM Tütün Yasası çıkarmaya hazırlanmaktaydı. Tam da bu sırada Türkiye siyasi arenasına sol koldan Özgürlük ve Dayanışma Partisi girmişti. Parti, IMF karşıtıydı. Trakya’da birinci sınıf arazilerin üzerine plansız, programsız sanayilerin kurulmasıyla Trakya’yı bir uçtan diğer uca aşan, hayat veren Ergene Nehri kirletilmiş, zift gibi akmaya başlamıştı. Ergene Nehri ile sulanan tarım toprakları da kirletilmişti ve köylü çaresiz kalmıştı.

ÖDP Trakya’da, “Toprağına Suyuna Sahip Çık!” şiarıyla iki gün sürecek bir köylü yürüyüşü başlattı. 20 Temmuz 2001’de Saray’da başlayan yürüyüş, 21 Temmuz 2001’de Uzunköprü’de sonlandırıldı. Yürüyüş son durak olan Uzunköprü’de adeta mitinge dönüştü. ÖDP Genel Başkanı’nın kalabalığa yaptığı konuşma ile yürüyüş kamuoyuna mal oldu.
ÖDP, köylü yürüyüşünün ardından tarımdaki tahribata dikkat çekmek için ürün bazında bir dizi kurultay düzenlemeye girişti. IMF ve hükümet politikaları karşısında çiftçilerin sorunları ve çözüm arayışlarını birlikte belirleyebilmek için düzenlenen ürün bazındaki kurultaylarda, önemli ve farklı kararlar alınmıştı. Kurultaylara siyasiler ve mülki erkan davet edilecek fakat kendilerine mikrofon ve kürsü hakkı tanınmayacağı iletilecekti. Yani kurultayların temel özelliği kürsüyü ve mikrofonu sadece üretici çiftçilerin kullanacak olmasıydı.

Üretici kurultayları
İlk üretici kurultayı, 15 Eylül 2001’de Akhisar’da “Tütün Üreticileri Kurultayı” ismi ile hayata geçti. Tütün Üreticileri Kurultayı’nı 25 Mart 2002 tarihinde Burhaniye’de Zeytin Üreticileri Kurultayı; 2 Nisan 2002 Alaşehir’de Üzüm Üreticileri Kurultayı; 23 Mayıs 2002 Babaeski’de Ayçiçeği, Buğday ve Hayvan Yetiştiricileri Kurultayı; 14 Ekim 2003 Zile’de Pancar Üreticileri Kurultayı; 25 Haziran 2003 Ordu’da Fındık Üreticileri Kurultayı ve 23 Ağustos 2003 Rize’de Çay Üreticileri Kurultayı takip etti.

Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin Tarım Komisyonu tarafından düzenlenen bu kurultaylar için komisyon üyeleri ile bölgedeki partililer köyleri gezdi, köy kahvelerinde konuşmalar yaptı, üreticileri kurultaylara davet etti. Bu ziyaretlerde her ürün bazında bilgi verilerek tarımda yaratılacak olan tahribata dikkat çekildi. Her kurultayın sonunda kurultay katılımcıları tarafından belirlenen sorunlardan ve çözüm önerilerinden derlenen birer bildirge oluşturuldu ve yayımlandı. Ayrıca belirlenen sorunların çözümünde kkatılımcılarından oluşan ve gönüllülük temelinde çalışacak heyetler belirlendi.

Türkiye Çiftçi Kurultayı
Oluşturulan gönüllü heyetlerin katılımıyla 13 Aralık 2003 tarihinde Ankara’da Türkiye Çiftçi Kurultayı düzenlendi. Çiftçi Kurultayı katılımcıları, kendi aralarında gün boyu tartıştı, sorunları masaya yatırdı, birlikte çözümler aradı. Örgütlenmenin gerekliliği üzerine odaklanıldı ve ürün bazında sendika kurma kararı alındı. Bu karar ile örgütlerinin ‘bağımsız’ olması gerektiği de belirlendi. Kurulacak sendikalar hiçbir partinin veya oluşumun arka bahçesi olmayacaktı. Bağımsız olacaktı. Ancak ortak mücadelelere destek verilecekti. Köylüden, emekçilerden ve ekolojiden yana ortak tavra sahip kurum ve örgütlerle eşit koşullarda ittifaklar oluşturabilecekti.

Köylüler aldıkları bu kararların arkasında durdu. Köyleri tekrar dolaştı. Sendika kurma düşüncelerini köylülerle tartıştı ve hep birlikte uygulamaya koydu. Ürün bazında ilk kurulan sendika Alaşehir’de 8 Mart 2004 tarihinde Üzüm Üreticileri Sendikası (ÜZÜM-SEN) oldu. Hemen ardından tütün üreticileri de İzmir’de 15 Nisan 2004 günü Tütün Üreticileri Sendikası’nı (TÜTÜN-SEN) kurdular. Bu sendikaları sırasıyla 1 Eylül 2004’de Ordu’da Fındık Üreticileri Sendikası (FINDIK-SEN);  2 Nisan 2005’te Lüleburgaz’da Hayvan Yetiştiricileri Sendikası (HAY-YET-SEN); 8 Nisan 2005’te Keşan’da Ayçiçeği Üreticileri Sendikası (AYÇİÇEK-SEN); 8 Nisan 2005’te Keşan’da Hububat Üreticileri Sendikası (HUBUBAT-SEN); 25 Eylül 2007’de Pazar’da Çay Üreticileri Sendikası (ÇAY-SEN); 28 Ekim 2007’de Orhangazi’de Zeytin Üreticileri Sendikası’nın (ZEYTİN-SEN) kuruluşu takip etti.
Birçok sendika için Valiliklerce, çiftçiler sendika kuramazlar savıyla davalar açıldı. Yerel mahkemelerin kapatma kararı verdiği sendikalara Yargıtay, çiftçiler sendika kurabilir kararlarını vererek sendikaların yasal olarak önü açıldı. Çiftçiler de böylece Türkiye’de ilk kez hak arama örgütlerine sahip oldu.

Kurulan sendikalar, hak arama amaçlı bir dizi miting de gerçekleştirdi.

Üretici sendika mitingleri
Ürün fiyatları IMF’nin buyruğuyla dampingli dünya fiyatlarına endeksleniyor ve çiftçi maliyetleri gözardı ediliyordu. Fiyatlara insanca yaşam payı eklenmiyordu. Çiftçilerin kazanıp kazanmamalarına aldırılmıyordu. Ürün bazında kurulan sendikalar, ürünlerin hasat dönemlerinden önce referans fiyat açıklamaya ve açıklanan bu fiyatların gerçekleşmesi için mücadele etmeye başladılar.

Üzüm-SEN 2004 ve 2006 sezonunda hasat zamanı fiyat açıklamayan TARİŞ’e karşı 19 Ekim 2004 ve 15 Ağustos 2006 tarihlerinde Alaşehir’de birer Üzüm Mitingi düzenledi. Tütün fiyatlarının olması gereken fiyatın beşte birine kadar gerilemesi sonucunda Tütün-SEN, İzmir Ziraat Mühendisleri Odası, Kırkağaç Tütün Satış Kooperatifiyle birlikte, 23 Mart 2006 tarihinde Kırkağaç’ta Tütün Mitingi düzenledi.

Geçmişte fındık mücadelelerinin yoğun olarak verildiği Karadeniz’de fındık fiyatları iyice düşmüş, ÖDP ve Fındık-SEN düşen fiyata dikkat çekmek amacıyla miting düzenleme kararı almıştı. Mitingler öncesinde çeşitli kararlar alındı. Parti bayrakları/flamaları taşınmayacaktı ve kürsüyü siyasiler değil üreticiler kullanacaktı. Bu ilkeler doğrultusunda 24 Temmuz 2007’de Fatsa’da Fındıkta Sömürüye Son Mitingi düzenlendi 1. Fındık-SEN 8 Eylül 2008’de Bulancak’ta hemen ardından da 29 Eylül’de Trabzon- Ankara Fındık Yürüyüşü’ne katılım sağladı. 2

Buğdayına sahip çık
Buğdayda hasat zamanı gelmeden hükümet, üreticileri kaygılandıracak ve üzüntüye gark edecek açıklamalarda bulunuyordu. Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) fiyat açıklamıyor, yıl içerisinde TMO olarak buğday alımı yapmayacaklarını ve üreticilerin başlarının çaresine bakmaları gerektiğini söylüyordu. Buğday üreticisi şaşkın ve çaresizdi. Çünkü ne ürününü bekletecek gücü ne koyacak deposu vardı. Bunun üzerine Hububat-SEN köyleri dolaşarak bilgilendirmeler yaptı ve 9 Temmuz 2005’de Keşan’da ‘buğdayına, emeğine, alınterine sahip çık mitingi’ düzenledi.

Sermayenin kendisini yeniden üretme alanı olarak doğayı seçmesi, ekolojik dengeye aldırmayan saldırganlığı aynı zamanda çiftçilerin dünyasına, yaşamına, kültürüne ve rızkına bir saldırıydı. Suyun kirletilmesinin yanı sıra şirketler tarafından ele geçirilme girişimleri çiftçileri çileden çıkarmıştı. Zeytin bölgesi Orhangazi’de İznik gölünün kenarında birinci sınıf tarım arazilerinin üzerine kurulan fabrikalara karşı Zeytin-SEN 28 Ekim 2007 tarihinde Orhangazi’de ‘önce toprak, tohum, su mitingi’ni düzenledi.

Şirketler ve hükümetler çaydaki oyunlarına 1984’de çayın tekelliğini kaldıran yasa ile başladılar. Sıra çayın işlendiği ÇAY-KUR’a bağlı fabrikaların özelleştirilmesine gelmişti. Hükümet bu doğrultuda girişimler başlatmıştı. Çayın yetiştiği Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki tüm derelerin Hidro Elektrik Santral (HES) aracılığıyla boru ve tünellerin içine alınması karşısında bölgedeki çiftçiler harekete geçmişti. Çay-SEN 17 Nisan 2010’da Of’ta ‘çayına suyuna sahip çık mitingi’ düzenledi.

Ordu fındık üreticileri mitingi
Fındık fiyatları maliyetlerin altında, tüccarın lehine belirleniyordu. Çiftçiler zarar ederken, fındık tüccarları kârlarına kâr katıyordu. Bu durum çiftçileri isyan noktasına getirmişti. 30 Temmuz 2007 tarihinde Ordu’da Ziraat Odaları’nın organize ettiği mitinge, yaklaşık 80 bin kişi katılmıştı. Mitinge katılım yoğunluğu izleyenlere köylerin şehre aktığı izlenimini vermişti. Fındık-SEN bayrak ve pankartlarıyla mitinge katıldı. Öğle saatlerinden akşam saatlerine kadar karayolu çiftçiler tarafından trafiğe kapatıldı. Birkaç genç gözaltına alındı, sonrasında ise İl Emniyet Müdürü görevden alındı.

Ziraat Odası yöneticileri konuşmalarında, “Canik Dağları aşılmaz değildir”, “Ankara’ya daha güçlü geliriz” dediler. Ancak sözlerinde durmadılar. Eylemin devamını getirmediler. AK Parti hükümetinin politikalarına karşı protesto düzenleyenler, FİSKOBİRLİK yönetiminde ortak yönetim oluşturdular. Fındık üreticilerinin yaşamı bu ortak yönetimin FİSKOBİRLİK’te uyguladığı politikalar sonrasında daha da kötüleşti. Sömürü ve yoksulluk arttı.

 

Mücadelenin küreselleşmesi
Türkiyeli çiftçilerin yanı sıra dünyanın çeşitli ülkelerindeki çiftçiler de dünya genelinde uygulamaya konmuş olan neoliberal tarım politikalarından endişe duymaktaydı. Ülkelerin çoğunluğu IMF ve Dünya Bankası’nın çokuluslu şirketler çıkarına dayattığı “yapısal reformlardan” geçmekteydi. Dünyadaki küçük çiftçiler, yapısal reform politikalarının bir felaket olduğuna ve küçük/aile çiftçiliğini yeryüzünden sileceği konusunda hemfikir olmuşlardı.

Dünyadaki çiftçiler uluslararası bir örgütün kurulması gerekliliğini önce Nikaragua’da tartıştı. İlk resmi toplantı 46 çiftçi örgütünün katılımıyla Belçika’da yapıldı. Belçika’da yapılan bu toplantıda küçük çiftçilerin, kadın ve yerli üreticilerin rolünün insanlık yararına olduğu dile getirildi. Bu saptama bağlamında da çiftçilerin hakkını savunmak için harekete geçmeye karar verildi. Böylece La Via Campesina (Çiftçinin Yolu) 16 Mayıs 1993’te kuruldu. La Via Campesina (LVC) her dört yılda bir uluslararası kongre düzenlemektedir. Örgütsel ve politika kararlarını bu kongrelerde almaktadır.

LVC 4. Kongresi hazırlandığında Türkiye’de henüz sadece Üzüm-SEN ve Tütün-SEN kurulmuştu. Bu iki sendika LVC’nin 4. Kongresi’ne üye olmak için başvuruda bulunmuştu. Türkiye’deki her iki sendika adına bir kadın, bir erkek çiftçi delege olarak katıldı. 2004 yılında Brezilya’nın Sao Paulo kentinde yapılan bu kongrede, Türkiyeli çiftçiler LVC’ya üye oldu. Çiftçi Sendikaları da artık yerel örgütlenecek, küresel düşünecekti.

Kurulmuş sendikalar bir yandan konfederasyonlaşma çalışmaları sürdürdü. Bu amaçla önce Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu kuruldu ve 24 Mayıs 2008’de Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (ÇİFTÇİ-SEN) adını alarak konfederasyonlaştı. Bağlı sendikalarında olduğu gibi Konfederasyon için de Ankara Valiliği’nce dava açıldı. Dava gerekçesi çiftçiler işçi de değil, işveren de değil şeklindeydi. Yargıtay çiftçiler sendika kurabilir, şeklinde karar verdi. Konfederasyonun da önü yasal olarak açıldı. Fakat işlevini tam olarak yapabilmesi için Meclis’te iç hukuk düzenlemesinin yapılması gerekmektedir.


 
DİPNOTLAR
(1) Bu mitingi ÖDP ile Fındık-SEN birlikte düzenlemiş fakat kürsüyü yalnızca çiftçiler kullanmıştır.
(2) Trabzon-Ankara Fındık Yürüyüşü’nü ÖDP organize etmiştir, Fındık-SEN ise katılım sağlamıştır.


Abdullah AYSU / Hububat Üreticileri Sendikası Genel Başkanı

‘Garip ama gerçek’ diye bir laf vardı eskiden; sahiden de öyle. Türkiye buğday ithal eden bir ülke oldu ve bu toprağın verimsizliğinden değil, bilinçli politikalardan kaynaklanıyor. Üretim pahalı, ürün ucuz, tüccar sırtlan gibi... Sonuçta olan yine çiftçiye oluyor
 

Kaygı eker keder biçeriz biz
Hububat, buğday, arpa, çavdar, tritikale, yulaf, mısır, haşhaş, nohut, mercimek, fasulye ürünlerini kapsar. Fakat bu hububat ürünlerini üreten üreticiler mağdur. Her hasad dönemi öncesinde kaygı ekiyor, keder biçiyor.

Hububat üreticisi çiftçileri, dolu, sel ve yangın gibi doğal afetlerin meydana gelme olasılığı, yağış rejimindeki oynamalar tedirgin eder. Toprak Mahsulleri Ofisi’nin (TMO) fiyatı geç açıklaması, ne kadar alım yapacağının belli olmaması gibi belirsizlikler kaygılandırır.

Çiftçilerin yarısına yakını hububat üreticisidir. Hububat üreticisi çiftçilerin ürettiği ürünleri Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), tüccarlar ve sanayiciler satın alır.  TMO’nun özellikle son on yılda hububat için açıkladıkları fiyat, belirlediği alım miktarları, tüccar ve sanayicinin lehine, üretici çiftçinin aleyhine seyrediyor.

Üretim girdileri olan mazot, ilaç, gübre, tohumluk, su, suyun çekilmesi için kullanılmak zorunda oldukları elektriğin fiyatı sürekli artarken, alın teri ve  kaygı ekerek keder biçtikleri aylarda elde ettikleri ürünlerin fiyatı maliyetlerin altında belirleniyor.

Tüccarın insafına kalmak...
Ayrıca IMF, TMO’ya stok amaçlı alım yaptırmadığı için TMO piyasayı üretici ve tüketici lehine düzenleyecek miktarda alım yapmıyor. Meydan tüccar ve sanayiciye kalıyor. Çiftçinin alın teriyle ürettiği ürününe bu nedenle sanayici ve tüccar yok pahasına el koyar.

TMO’nun bu fiyat ve alım politikaları; küçük ve orta ölçekli çiftçileri tasfiye ediyor. Çiftçi karşıtı, şirket yanlısı fiyat ve alım politikaları uygulanıyor.

Hükümet, küçük ve orta ölçekte hububat üreten çiftçilerin ürünlerini TMO’ya doğrudan satmalarını engellemek için hükümet çeşitli yönetmelik ve tebliğler çıkarıyor. Çıkarılan yönetmelik nedeniyle ürünlerini TMO’ya satamayacak olan bu çiftçiler, ürünlerini şirketlere düşük fiyattan satacak. Şirketler, düşük fiyata aldıkları ürünleri yüksek fiyattan TMO’ya satacak.

Şirketlere kapı açılıyor
Bunun için TMO Genel Müdürlüğü’nün çıkardığı hububat alım satım esaslarına ilişkin yönetmelik, çiftçilere TMO kapılarını kapatırken, çiftçinin alın teri ürününe yok pahasına el koyacak olan şirketlere kapıyı sonuna kadar açıyor. Toprak Mahsulleri Ofisi Hububat Alım Satım Esasları’na İlişkin Uygulama Yönetmeliği’ne göre; ekmeklik buğday, arpa, çavdar, tritikale, yulaf ve mısır için asgari alım miktarlarını, 2009’dan başlayıp 2018 yılına kadar kademelendiriyor.

Şöyle ki; 2014 yılında 25 ton, 2015 yılında 40 ton, 2016 yılında 60 ton, 2017-2018 yılında 80 tonun altında ekmeklik buğday, arpa, çavdar, tritikale, yulaf ve mısır üreten çiftçi ürününü TMO’ya satamayacak. Ancak her yıl için belirlenen miktarda çiftçilerden buğday satın alan şirketlerin buğdayını TMO satın alacak. Böylece çiftçilerin ürününü şirketler ucuza alacak, TMO’ya pahalı satacaktır. Hububat üreticisi çiftçilerin ürettiği ürünlerini kime/nereye satacakları konusunda özgürlükleri bile ellerinden alınıyor.


Ne istiyoruz?
Hububatın fiyatları maliyet+yüzde 25, kazanç+yüzde 15 insanca yaşam payı eklenerek belirlensin.

Hububat alımlarıyla ilgili açıklanan fiyat, tavan değil taban fiyat olsun. Buğday fiyatı piyasada bu fiyatın altına düştüğünde TMO açıklanan fiyat üzerinden alım garantisi versin ve alsın.

Şirket yanlısı, çiftçi karşıtı olan çeltik ve hububat alım yönetmelikleri iptal edilsin.

TMO, stok bulundurma politikasına geri dönsün. İnsanlar ve hayvanların temel gıda maddesi güvence altına alınsın.

Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) yeniden “Çiftçinin Kara Gün Dostudur” sloganına uygun, çiftçi ve tüketici lehine çalıştırılsın.

Geçmiş yıllarda olduğu gibi TMO, bazı yerlerde hiç, bazı bölgelerde ise yeterli alım yapmayarak buğday fiyatlarının düşmesine seyirci kalmasın, istiyoruz.





Hasan Cengiz Yazar / Zeytin-SEN Genel Sekreteri

Coğrafyamızın ‘kadim’ bitkilerinden biri zeytin. Onsuz hayatı düşünmek zor. Ama artık üretmek de zor; çünkü geleceği hiç umursamadan sadece bugünün küçük hesaplarını gözetenler, yakında ortalıkta zeytinlik diye bir şey bırakmayacak

Zeytincinin madenciyle başı belada
Zeytin üreticileri 25 Mart 2002’de Balıkesir-Burhaniye’de bir kurultay düzenleyerek sorunlarını tartıştılar ve bir sendikada örgütlenme kararına vardılar. Örgütlenme sürecine giren zeytinciler, 28 Ekim 2007’de Zeytin-Sen’i kurdular.

Zeytin üreticileri, kuruluş bildirilerinde sorunlarını ve hedeflerini şöyle anlatıyorlardı:

“Dünya Bankası’nın isteğiyle şimdi de çiftçilerin kendi örgütü olan, içinde MARMARABİRLİK ve TARİŞ’in de yer aldığı 16 adet Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri ile (TSKB) bağının koparılması isteniyor. Üretimden pazarlamaya kadar olan zincire, üreticilerin değil şirketlerin egemen olması isteniyor. Bu amaçla 57. hükümet (DSP-MHP-ANAP) döneminde bir yasada çıkarıldı.

57. hükümetin çıkardığı bu yasayı AKP seçim meydanlarında değiştireceğim dedi, değiştirmedi. 58. ve 59. AKP hükümetleri dönemlerinde biz çiftçilerin lehine olacak şekilde değiştirilmeyen bu yasanın uygulanması için AKP hala vargücüyle çalışıyor.

57. hükümet, Birlikler ile ilgili yasayı çıkarırken, Birliklerimizin o dönemki yöneticileri sessiz kaldılar. Birlik yöneticileri çiftçilerin aleyhine şirketlerin lehine olan bu yasayı uygulayan AKP hükümetleri karşısında bugün de sessizliklerini hala koruyorlar.”

Geri dönülemez tahribat
Aynı bildiride Zeytin-Sen, şöyle devam ediyordu: “Biz zeytin üreticileri olarak; Ürettiğimiz ürünümüzün değerini bulmasını sağlamak, ekonomik, sosyal ve siyasal haklarımızı koruyup, geliştirmek için, öz örgütlerimiz olan Ziraat Odası, Köy Kalkınma Kooperatifleri, MARMARABİRLİK ve TARİŞ’e sahip çıkmak ve bu örgütlerimizi demokratik yönetimlere kavuşturup bizlerin yararına çalışmalarını sağlamak için bir araya geldik.
Bu kuruluştan sonra bir takım eylem, protesto ve örgütlenme çalışmalarında bulunan Zeytin-Sen, daha sonra Çiftçi-Sen (Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu) kurucuları arasında yerimizi aldık.

Özellikle son dönem bir yandan sulak ve verimli arazilerde zeytin dikilirken, asıl zeytin yetiştirilen alanların gün geçtikçe sanayi, madencilik, HES, turizm vs. faaliyetlerine açılması, zeytinciliğin sorunlarını daha da katmerlendirmektedir.

Hele hele hükümetin 25 dönümden küçük zeytin alanlarını yönetmelik çıkararak, “zeytinlik” statüsünden çıkarma politikası olan Zeytincilik Kanunu’nu delme girişimini kabul edilemez görüyoruz. Danıştay tarafından söz konusu yönetmelik iptal edilse de AKP’nin uygulama inadı sürüyor. Yönetmeliğin uygulanması zeytin üreticilerini mağdur edecek, doğada onarılamaz geri dönüşümü olmayacak zararlar açacaktır. En çok da Marmara, Ege ve Akdeniz havzasındaki zeytinliklerde tahribat yaşanacaktır.

Ayrıca hükümetlerin kendi zeytin üreticilerini ve ayçiçeği üreticilerini desteklememesi, bir tarafa bırakması, ülke dışından ayçiçek yağı ithal etmesi, tüm üreticiler açısından bir yıkım olacaktır. Zeytin üreticileri ürettikleri zeytinlerini değerinde satamayacak, vazgeçecektir.

 

Ne istiyoruz?
Zeytin-SEN  olarak;

Zeytinlik alanların maden aramalarına açılmasını istemiyoruz. Maden aramanın önünü açan yönetmeliğin derhal kaldırılmasını, zeytin ve zeytinyağı fiyat politikalarının üreticileri geçindirecek düzeye çıkarılmasını, üretimden pazarlamaya kadar zincirin tüm halkalarına üreticilerin egemen olabilmesi için TARİŞ ve MARMARABİRLİK’in yönetimlerinin demokratikleştirilmesi gerekmektedir. Birliklerde gerekli yasal düzenlemelerin yapılmasını istiyoruz.


Kutsi Yaşar / Fındık-SEN Kurucu Bşk.

Üretimden tüketime dek fındığın her aşamasına hakim olan, üretenlerin söz, yetki ve karar hakkını kullandığı bir kooperatifçilik fındığı kurtaracak olan en sağlıklı yol. Yoksa bugünkü durumda koşullar ne olursa olsun her zaman üretici kaybediyor.
 

Fındık da yeşersin, umutlarımız da
2011 sezonunda fındık ortalama 7 TL üzerinde alıcı bulurken, 2012 sezonunda 3.75 TL fiyatla alıcı bulmuş ve fiyatlar 2012 Aralık ayında 5 TL’ye kadar çıkmıştır. Bu günlerde ise fındık fiyatları 4.20-4.70 TL arasında gerçekleşmektedir.

Fındık-SEN olarak 2012 yılı maliyet giderlerini dekara (dönüme) 4.62 TL olarak belirlemiştik. Görülen o ki bu dönemki fındık satışlarının önemli bir bölümü maliyetinin de altında gerçekleşmiştir.

Fındıkçı yoksullaşıyor
2002 yılında bir tüp gaz alabilmek için 7.50 kg fındık satmak zorunda kalan fındık çiftçisi, 2013 yılında aynı tüp gazı alabilmek için 17.50 kg fındık satmak zorunda; 2002 yılında 1 kg fındıkla 3 kg toz şeker alırken, 2013’de 1.40 kg şeker alabilmekte, 2002 yılında 1 kg fındıkla 1.8 lt mazot alırken, 2013’de 1 lt mazot alabilmekte, 2002’de 1 kg fındıkla 9 adet ekmek alırken, 2013’de 4 adet ekmek alabilmektedir.

Kaybeden hep biziz
2010-2011 sezonunda ihracatçılar, fındık fiyatları 7 TL ve üzerinde gerçekleşince, bu fiyatlardan fındık yeterince fındık satamayacaklarını ülke ekonomisinin de kayıp vereceği iddiasında bulunmuşlardı. O dönem fındık ihracatında 281 bin tonla rekor kırılmış 1.783 milyar dolar gelir elde edilmişti. Oysa fındık fiyatlarının 4.00 TL-4.50 TL olarak daha düşük gerçekleştiği 2011-12 sezonunda 50 bin ton daha az fındık ihraç edilerek 229 bin ton fındığa karşılık 1.819 milyar dolar gelir elde edilmiştir. İhracatçıların açıklamalarının aksine ihracat miktarı yaklaşık yüzde 20 azalırken, gelirlerde yüzde 2 artış olmuştur. Sonuç olarak dışarıya daha az fındık satıp daha fazla gelir elde edilmiş, bir önceki sezona göre ülke ekonomisi daha fazla kazanmıştır.

Daha önce uzatılacağı gündemde olan alan bazlı ödemeler ile ilgili bakanlar kurulu kararı 30-01-2013 tarihli resmi gazetede yayınlandı. Fındık çiftçisine dönüm üzerinden 2012 yılında 150 TL, 2013 yılında 160 TL ve 2014 yılında ise 170 TL  alan bazlı ödemeler yapılacak. Ayrıca eğimi yüzde 6’nın altında kalan alanlarda, fındık ocağı sökümü yapanlara ilk yıl 300, ikinci yıl 150 ve üçüncü yıl 150 TL olmak üzere toplamda dönüme 600 TL telafi edici ödemeler yapılacaktır.

Alan bazlı ödemelerin ilk üç yıllık planından sonra ikinci üç yıllık planı uygulamaya geçmiştir. İlk üç yıllık planda heba edilen lisanslı depoculuk sistemi, ikinci dönemde üreticiler lehine olacak şekilde mutlaka oluşturulmalıdır. Aksi takdirde üç yıl sonra 2015 yılında da defalarca açıkladığımız benzer sorunlarla karşılaşacaktır.

Söz, yetki ve karar
Kooperatiflere şirket gömleği giydirmede yarışanlar için geçen günlerde FKB’de yapılan mali seçimler de rutin bir uygulamadan ibarettir. FKB fındık üreticilerinin alın teri ve emeğiyle oluşturulmuştur. Üreticiler bir yandan kooperatif üzerinden devlet vesayetinin kalkmasını isterken, diğer yandan kendilerini hep büyük ve aynı üreticilerin yönetmesini de arzu etmemiştir. Bunun içindir ki, kooperatif mevzuatı üst üste seçilen yöneticilerin üçüncü kez aday olmasını engelleyecek şekilde değiştirilmeli ve kooperatif yönetimi üreticilerin gerçek temsilcilerinden oluşmalıdır. Her şeyden önemlisi şirketlere karşı üreticileri korumak ve kollamak amacıyla kurulan Fiskobirliği şirketleştiren 2000 yılında DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti tarafından çıkarılan  ve AKP hükümetleri dönemlerinde taçlandırılan  4572 sayılı yasa iptal edilmelidir.

Fındık-SEN fındık üreticilerinin daha iyi bir yaşam sürdürmesini ve ülke ekonomisine katkı sunmasını hedefler. Bunu da üretimden tüketime zincirin tüm halkalarına sahip olacak kooperatif gücüne dayanarak yapabilir. Üreticinin gerçek sahibi olamadığı Fiskobirlik ise çoktan ipi çekilmiş ve tasfiye sürecini tamamlamak üzere, yönetici ve çalışan sayısı eşitlenmiş, çalışanlarının maaşı ödenemez hale getirilmiş, çalışanlar kapıdan dışarı atılarak marketçilik oynamaya devam etmektedir. Fiskobirlik üreticilerin gerçek sahibi olacağı demokratik bir yapıya derhal kavuşturulmalı ya da fındık üreticileri tarafından yeni bir kooperatif yeniden kurulmalıdır.



Ali Bülent Erdem /Tütün-Sen Genel Başkanı

Tütün: Bir üründen daha fazlası
Tütün bir tarımsal ürünün ötesinde derin kültürel, sosyal izler bırakan, derin acılar yaşatan, yoğun tartışmalar yaratan bir üründür.

Amerikan kıtasının keşfiyle Avrupa’ya taşınan tütünün girdiği her ülkede yaşadığı serüven benzerdir. Önce yasaklanır. Üretilmesi ve tüketilmesi engellenemeyince yüksek vergiler konularak devletlerin büyük gelir kaynağı olur tütün. Bir yanıyla tütünden elde edilen büyük gelirlerin cazibesi, diğer yanıyla tütünün sağlığa olumsuz etkileri nedeniyle üretiminin, işlenmesinin, ticaretinin denetlenmesi gerekliliği devlet tekellerinin kurulmasına neden olmuştur.

Osmanlı’nın son dönemlerinde tütüncülük Reji adlı bir şirketin denetimindedir. Cumhuriyetle birlikte Reji kaldırılır ve devlet tekeli oluşturulur. TEKEL hızla büyür ve gelişir. 1960 öncesi dış satış gelirlerinin yüzde 25-40’ını tütün karşılar duruma gelir.

Tatlı para getiriyor
Dünyanın her köşesinde tüketilen bağımlılık yaratan ama her ülkede üretilmeyen tütüne çokuluslu şirketlerin gözlerini dikmeleri kaçınılmazdı.

Çeşitli kimyasal katkılarla ürün niteliği değiştirilen sigaraları üreten şirketler, hedef kitle olarak kadın ve çocukları belirler ve ülke pazarlarını ele geçirmeye başlar. 1974 yılına gelindiğinde pazarı ele geçirilmeyen dört Avrupa ülkesi kalmıştır, biri de Türkiye’dir. Dev sigara şirketleri önce niteliği değiştirilmiş sigaralarını kaçak yollarla Türkiye’ye pompalarlar ve tüketicilerin damak tatlarını değiştirirler. Sonrası ise 1980 yılında liberal politikaların uygulanmaya başlamasıyla şirketler için daha kolaydır. Bu tarihten itibaren hükümetlerin aldığı her karar TEKEL’i yok edecek, şirketlerin önünü açacaktır.

2002 yılında IMF’nin isteği olan Tütün Yasası çıkarılır. TEKEL’in olmadığı bir piyasada üreticiler çokuluslu şirketlerle baş başa kalır. Sözleşmeli üreticilik dönemi başlar. Tütün ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurulu (TAPDK) oluşturulur. TAPDK tarafından hazırlanan tip sözleşmeler şirketler tarafından üreticilere dayatılır. Sözleşmelerin oluşmasında üreticilerin sözü olmadığı gibi sözleşmelerden doğan haklarını bile savunamazlar, çünkü şirketler karşısında tek başınadırlar.

Tekellerin egemenliği
Ardından bilinen süreç gelir. TEKEL’in önce alkol bölümü satılır, ardından sigara bölümü yok pahasına BAT’a devredilir. Yaprak İşletme Müdürlükleri kapatılır. Son olarak TAPDK’da devre dışı bırakılır. Artık tütün üretiminin denetimi Tarım Bakanlığı tarafından yürütülecektir. Yani diğer ürünlerde olduğu gibi vahşi piyasa kurallarıyla..

Bir dönem Avrupa’nın aranan ürünleri arasında olan Türkiye’de üretilen şark tütünü artık yok noktasındadır. Tütüncülüğümüz dev küresel sigara şirketlerinin ve tütün kartellerinin bütünüyle denetimindedir.

 
Ne istiyoruz?
Dünyada bugüne kadar yaşanan deneyimlerden biliyoruz ki, tütünün sağlığa olumsuz etkileri sadece yasaklamalarla ve yüksek vergilerle engellenemez. Üstelik tütün ve sigara şirketlerinin kriminal örgütler olduğu faaliyette bulundukları ülkelerde açılan davalarla kanıtlanmıştır. Kaçak sigara miktarı her yıl daha büyük boyutlara ulaşmaktadır. Tütünün üretiminden pazarlanmasına kadar denetleyecek TEKEL gibi bir kuruma ihtiyaç vardır. Yeniden benzeri bir kurum oluşturulmalıdır. Sözleşmeli üreticiliğe mahkum edilen üreticiler, şirketler karşısında yalnızdır. Üreticilerin örgütü olarak Tütün Üreticileri Sendikası (Tütün-Sen), 2004 yılından itibaren yargılanma süreci yaşamış, Yargıtay’ın yeni verdiği kararla sendika olarak tanınmıştır. Çiftçi sendikalarıyla ilgili iç hukuk düzenlenmesi acilen yapılmalı. Üreticilerin şirketler karşısında örgütlü yapılarıyla toplu sözleşme hakları tanınmalıdır.


Adnan Çobanoğlu / Üzüm Üreticileri Sendikası Genel Başkanı

Tarihi neredeyse insanlık tarihi kadar eski olan üzüm, aynı zamanda üzerinde yaşadığımız toprakların da önemli geçim kaynaklarından biri. Ama bu alanda da talan ve yağma hakim. Yine üretici eziliyor; üstelik üreticinin üzümü kendi başına işlemesine de izin yok
 

Üzüm gibi eziliyorsak eğer...
Yeryüzünde bağcılığın tarihçesi M.Ö. 5000 yılına kadar dayanır. Asmanın anavatanı olarak bilinen bölgeler içerisinde olan Anadolu hem çeşit zenginliğine, hem de geniş bağ alanlarına ve üzüm üretimine sahip dünya üzerindeki önemli bağcılık merkezlerinden birisidir. Bu nedenle üzüm üretimi binlerce yıldır Anadolu’da yaşayan çiftçilerin baş uğraşlarından biri olmuştur. Ülkemizde üzüm tarımsal ihracat açısından da stratejik ürünlerin başında yer almaktadır. Bu nedenle 20 yüzyılın başlarından itibaren üzüm üreticilerinin yabancı tefeci-tüccarlara karşı korunması için üretici teşviklerle desteklenmiş ve bir çok önlemler alınmıştır. Çiftçi kooperatiflerinin örgütlenmesi de bu önlemlerin başında gelmektedir.

Ege Bölgesi üreticilerini kooperatifçilik ilkeleri doğrultusunda örgütleyen ilk kuruluş, Milli Aydın Bankası’nın bir kolu olarak, “Kooperatif Aydın İncir Müstahsilleri Anonim Şirketi” ismiyle 21 Ağustos 1915 tarihinde kurulmuştur. Bu tarih bugün “Tariş’in kuruluş günü” olarak kabul edilmektedir. Zaman içinde incir üreticilerinde başlayan bu uyanış üzüm başta olmak üzere Ege’deki diğer önemli tarımsal ürünlere de sıçramıştır. 1931 yılında ilk olarak Alaşehir’de daha sonra 1932 yılında Manisa’da, 1933 yılında Turgutlu ve Salihli’de üreticiler Bağcılar Kooperatifi’ni kurarlar.

24 Ocak’la gelen
Çiftçilerin piyasa koşullarına teslim olmaması açısından Tariş yıllarca önemli görevler üstlenir, devletin  destekleme alımları yapmasının aracısı olarak da görevlendirilmiştir. Tariş yıllar içinde elde ettiği karlarla ve üye aidat kesintileri ile ülkenin en güçlü ekonomik kuruluşlarından birisi haline gelmiştir. 1980’lere gelindiğinde ise uygulanmaya konulan “24 Ocak Kararları” ile birlikte  tüm Tarımsal KİT’lerde ve Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’nde olduğu gibi geri sayım başlamıştır.

Tüccarın insafına kalmak
1980’den itibaren hükümete gelen her parti, yurttaşların karnını doyuran, sırtını giydiren tarım sektörüne acımasızca saldırmıştır. Kendi hükümetlerimiz eliyle üreticiler feda edilmiş, büyük tarım ve gıda şirketlerine pazarlanmıştır. Çiftçilerin aleyhine olan yasa ve uygulamalar hızlı bir şekilde yaşamlarımızın bir parçası olmuştur. Devlet destekleme alımlarından vazgeçerek üreticileri tüccarların insafına bırakmıştır. Ticaret Borsaları daha üzüm hasadı başlamadan “üzümde arz fazlası var” propagandası ile fiyatları düşürmek istemektedirler. Ülkemizin kuru üzüm rekolteleri genelde değişmemektedir. Yıllık 200 bin-230 bin ton civarındadır. Yıllar arasındaki fark 25-30 bin ton civarında oynamaktadır.

Şarabın soruşturması
Şaraplık üzüm üreticileri de farklı sıkıntılar yaşamaktadırlar. Tarımda bir planlamanın olmaması nedeniyle başka ürünleri üretmekten vazgeçen üreticilerin bir kısmı şaraplık üzüm üretimine yönelmişlerdir. Bu durum şarap fabrikaları tarafından teşvik edilmiş hızla şaraplık üzüm bağlarının artmasına neden olmuştur. Fiyatı yüksek olan üzüm cinslerinin birçok bölgede ekilmesi ve ürün vermeye başlamasıyla birlikte şaraplık üzüm fiyatlarında hızlı düşüşler yaşanmıştır. Yabancı yatırımcıyı kızdırmak istemeyen siyasi iktidar ise küçük çiftçinin şarap piyasasında binde 1’lik bile hacmi olmayan “ev şarabı” üretimine karşı oldukça sert önlemler almıştır, almaya da devam etmektedir. Kendi geleneksel yöntemlerini kullanarak ev yada küçük atölyelerde şarap üreten şaraplık üzüm üreticileri yoğun takibatlara uğramakta yüksek para cezalarına çarptırılmaktadır. Özellikle 2004-2005 yıllarından sonra (Tekel’in Alkollü içkiler bölümü özelleştirildikten sonra) üzümünü kendisi işleyerek değerlendirmek isteyen ve evde şarap üreten üreticilerin şaraplarına el konularak ve para cezalarına çarptırılmaktadırlar.

Hükümetler çıkarttıkları yasa ve yönetmeliklerle çiftçilerin ürününü işlemelerini ve işlediği ürününü de tüketiciye ulaştırmalarını engellemektedirler. Üreticinin ürününü şarap yapımında değerlendiremeyeceğini bilen şarap fabrikaları da aralarında anlaşıp alım fiyatlarını alabildiğine düşürmektedirler. İşte üzüm üretiminde böylesine gelişmelerin yaşandığı bir dönemde üzüm üreticileri bir araya gelip Üzüm Üreticileri Sendikası’nı (ÜZÜM-SEN) 8 Mart 2004 de kurdu. Kurulduğu günden bu yana da üzüm üreticilerinin sorunlarını ve uygulanan “Tarım Politikaları”nın yanlışlığını kamuoyuyla paylaşmaya mücadele etmeye çalışmakta. 19 Ekim 2004 tarihinde ilk mitingini Alaşehir’de “IMF ve Dünya Bankası Üzümden Elini Çek!” temasıyla yaptı, 1 Ağustos 2005 de üyeleriyle birlikte Ankara’ya Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’yla görüşmeye gitti. Bakanlığın önünde kitlesel Basın Açıklaması yaptı, 15 Ağustos 2006 da da “Üzümümüze Emeğimize Sahip Çıkalım” adı altında AKP’nin tarım politikalarını protesto eden  ikinci mitingini gerçekleştirdi. KESK, DİSK ve TMMOB’un birlikte düzenledikleri mitinglere kitlesel olarak katılmaya çalıştı. Irak işgaline karşı İstanbul’da yapılan mitinge “Savaşmak Değil, Üretmek İstiyoruz” sloganıyla  kitlesel katkı sundu. GDOHP’un Salihli, Alaşehir, Sarıgöl ve Eşme’de “Tohum Yaşamdır, Tohumuna Sahip Çık!” temasıyla düzenlediği “2.Ekoloji Şenlikleri”ne ev sahipliği yaptı.


 

Ne istiyoruz?
  • Gıdayı meta olarak değil, temel bir insan hakkı olarak görerek aile çiftçiliği güçlendirilmelidir.
  • Çiftçilerin ve mevsimlik tarım işçilerinin örgütlenmesi önündeki engeller kaldırılmalı, mevsimlik tarım işçilerinin ve çiftçilerin yaşam koşulları iyileştirilmeli.
  • Bağcılığın geliştirilmesi için araştırma ve bilgilenme önemlidir, bölgeye ve toprağa uygun olmayan yanlış çeşit seçimi üreticileri zarara uğratmaktadır. Bu nedenle Bağcılık Araştırma Enstitülerine bütçe ayrılarak araştırma konuları genişletilmeli, faaliyetlerinde devamlılık sağlanmalı.
  • Üreticilerin bu araştırmalardan yararlanabilmesinin kanalları açılmalıdır.
  • Küçük üreticiler arasında dayanışma ve işbirliğini sağlayacak örgütlenme modelleri geliştirilmeli, Tarım Satış Kooperatifleri, Tarımsal Kalkınma Kooperatifleri, Tarım Kredi Kooperatifleri gibi kooperatiflerin demokratikleşmesi sağlanarak üreticiler söz ve karar sahibi haline getirilmeli, böylelikle üzüm üreticilerinin şirketler karşısında güçlü kılınması sağlanmalıdır.
  • Üreticilerin ücretsiz olarak Tariş ve Ziraat Odaları’nın depolarından yararlanabilmesinin koşulları yaratılmalıdır. Bu depolarda depolama yapan üreticiye depoladığı ürün oranında faizsiz veya düşük faizli kredi olanakları yaratılmalıdır; üretici fiyatlar yükseldiğinde, ürününü istediği zaman ve istediği miktarda pazara sunabilmelidir.
  • Şaraplık üzüm üreticilerine butik ve ev şarabı yapımı için teknik destek ve teşvik yapılarak ürünlerinden azami kar sağlayabilmelerinin olanakları yaratılmalıdır. Çünkü bu yapılmadığı zaman üreticinin kaderi  şarap fabrikalarının insafına bırakılmış olmaktadır.
  • Sözleşmeli üretim yapılan bölgelerde şirketlerin tek tek çiftçilerle sözleşme yapması yerine çiftçi örgütleriyle sözleşme yapılması zorunlu hale getirilmelidir. Çiftçi Sendikaları’nın çalışma yasasında yer verilerek iç hukuk düzenlemesine gitmelidir.
  • Hükümetler, üzümümüzü açıklamış olduğumuz “referans fiyatlar” üzerinden Tariş’e aldırmalı ve piyasanın üretici lehine dengelenmesini sağlamalıdır.
  • Bütün bu hedeflere ulaşmak için de “Bağımsız, Sosyal, Demokratik Bir Tarım Programı” Çiftçi Sendikaları ile birlikte hazırlanmalı. Bu programa uygun “Tarım Reformu”  gerçekleştirilmelidir.

Recep Memişoğlu / Çay-Sen Kurucu Genel Başkanı

Rize’de başladık, Of’tan Hopa’ya uzandık. Mitingler düzenledik, sayısız basın açıklaması yaptık. Zor da olsa çay üreticilerinin verdiği mücadelenin sonuç verdiğini yaşıyarak gördük. Artık bir sendikamız var ve haklarımızı korumak için ‘Çay Kanunu’ istiyoruz
 

Mücadelenin sonuçlarını yaşayarak gördük
Bilindiği üzere her örgüt belirli bir ihtiyaç ve talep üzerine kurulur. Çay-Sen de yaş çay üreticilerinin sorunlarını anlatacak, iletecek ve çözmek için çalışacak bir hak arama örgütüne ihtiyaç olduğu üzerine şekillenmiştir. Örgütlenme çalışmalarına 2000’li yıllarda başladık. İl ve ilçelerde yapılan çalışmalar Rize merkezde bir “Çay Kurultayı” ile taçlandırıldı. Sendikamıza Eylül 2007 yılında tüzel kişilik kazandırmak için başvurumuzu yaptık. Bu süreç içerisinde neler yaptık; önce ilçelerde üretici ve bazı örgüt temsilcileri ile bir dizi toplantılar gerçekleştirdik. Halka açık, belediye hoparlöründen yeri ve zamanı belli aleni toplantılar yaptık. Bu toplantılarla sendikamız belirli bir olgunlaşma aşamasına geldi. Örgüt ve örgütlenmeye mesafeli duran insanlar, yeni olana karşı her nedense daha bir çekinceli davranıyor. Bu anlamda Çay-Sen örgütlenmesinde de benzer şeyler yaşadık.

Hakkımızda kapatma ile alakalı hukuki süreç yaşarken, bölgemizde bir dizi faaliyet duraksamadan yürüttük. Trabzon’un Of ilçesinde bir şube açtık. Hopa’da şube açma aşamasına gelmemize rağmen kapatma kararı nedeniyle açamadık. Dört adet miting gerçekleştirdik. Sayısız kitlesel basın açıklamaları yaptık. Çaykur önünde yaş çay üreticilerinin sorunlarını dillendirdik, eylemler yaptık.
Bizim dışımızda üreticinin yaptığı eylemlere katıldık ve desteğimizi verdik. Yerel ve ulusal TV’lerde çiftçinin sorunlarını anlatmak için katılım sağladık, anlattık. Referans çay taban fiyatlarını hesapladık ve kamuoyuna deklare ettik.

En son 2012 eylemlerimizi, birçok il ve ilçelerde kitlesel miting şekline dönüştürmeyi başardık. Mücadelemizin sonuç verdiğini yaşayarak gördük. Bugün sendikamızın yasal süreci şudur; yerel mahkeme kapatma kararı vermişti, Yargıtay onayladı ve Yargıtay Genel Kurulu davayı usul yönünden bozdu. Yani hakkımızdaki davanın tarafı kaymakamlık değil, valilik olması gerekiyormuş. Şimdi hukukçularımızın söylediği kadarı ile valiliğin dava açıp açmayacağı bir süreci beklememiz gerekiyormuş. Halen kapatılmış değiliz, açığız. Sendika olarak mücadelemiz sürüyor.

 
Ne istiyoruz?
Çay-Sen Olarak Taleplerimiz;
  • Üretici çiftçilerin hak arama örgütlerinin önündeki tüm engellerin kaldırılması,
  • Çiftçi örgütleri için Meclis’te iç hukuk düzenlemelerinin yapılmasını,
  • Çiftçi örgütlerinin de içerisinde olacağı bir “Çay Kanunu” çalışmasının acilen yapılmasını,
  • Gübrede, organik üretimde devlet desteğinin yeniden düzenlenmesini,
  • Organik üretim yapılmasının hayata geçirilebilmesi için hayvan yetiştiriciliğinin desteklenmesi,
  • Özel sektörün bölgemizde bugüne kadar yaptığı pervasızlıklara son verecek yasal bir düzenlemenin yapılarak, kısıt getirilmesini,
  • Organik üretimde neyin murat edildiğini açık olarak halka anlatılmasını,
  • Organik üretim ve yeşil çay diye, siyah çaydan piyasada üç misli fiyata satılırken, üreticiye bu gelirden yeterli pay yansıtılmamaktadır. Çiftçilere de yansıtılmasını,
  • Organik üretimin getiri ve götürüsü ile halka esasları anlatılmalıdır. Bir bilgi ve bilinçlenme sürecinin ilgili kurumca acilen ve programlı yürütülmesini,
  • Destekleme ile bazı muafiyetlerin kanun ile bir esasa bağlanması ve böylece siyasilerin seçim dönemi ve sonrası şeklinde bazı keyfiyetlerin önüne geçilmesini,
  • Çay-Kur’un yaşaması ve yaşatılması, yaş çay üreticilerinin sigortası olduğu gibi, çayın garantisi ve geleceğidir ilkesi ile hareket edilmesini istiyoruz.
 

Not: Çiftçi- Sen Genel Başkanı ve yazarımız Abdullah Aysu yönetiminde hazırladığımız “Toprak, su, hava ve emek” dosyası Çay- Sen’in değerlendirmesiyle son buldu.




Hiç yorum yok: